AHMED İBNİ KEMÂL
Osmanlı âlim
ve velîlerinin en meşhûrlarından. Büyük devlet ve ilim adamı. Asıl ismi Ahmed
Şemseddîn'dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşazâde"
diye tanınmıştır.
Ahmed
Şemseddîn 1468 (H.873) yılında Tokat'ta doğdu. Bâzı Kaynaklarda ise Edirne'de
doğduğu rivâyet edilmektedir. Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış
kumandanlarındandı. Amasya ve Tokat sancakbeyliklerinde bulunan Süleymân Çelebi
1530 yılında İstanbul'da vefât etti. Annesi ise Fâtih Sultan Mehmed devri
âlimlerinden İbn-i Küpeli'nin kızıdır. Ayrıca annesi büyük âlim Yûsuf Sinânüddîn
Efendi ile de akrabâdır.
Baba
tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir âileye mensup
bulunan İbn-i Kemâl, küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil
ve terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük
sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu
sırada karşılaştığı bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını
tamamen değiştirerek baba mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına
geçmesine sebeb oldu. Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan
İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu
İbrâhim Paşaydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de
kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan
ileri oturamazdı. Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas
vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu,
kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret
ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim
olduğunu sordum. "Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi
MollaLütfi'dir." dedi. "Ne kadar maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı
bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler,
ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa,
bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar." dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan
derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum." dedim ve
ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i
Kemâl ordu ile Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu.
Askerlikten ayrılarak ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki
Dârü'l-hadîs'e tâyin edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm
etti. Kendisinden Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında
zekâsı, kavrayış kabiliyeti ve yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde
yüksek makamlara kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mustafa Efendi,
Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden
usûl ve tefsîr dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim
adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han,
İbn-i Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca
kendisini Edirne'de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin
Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Osmanlı
Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl
1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi.
Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada
Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil,
Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu
nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset hakkında görüşlerini ortaya koyarak
devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri şöyle özetlenebilir:
1. Saltanat
ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.
2. Ordunun
görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan
gazâda ölmektir. (Nitekim şiirinde de;
"Ölümden kurtuluş yoktur
cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü
canda
Kişinin ömri çünkim âhir
ola
Yeg olur kim gazâ yolunda
öle"
demek
sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini
çok güzel anlatmaktadır.)
3. İdâreci
güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.
4. Düşmanı
hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.
5. Siyâset
yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler
doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.
6. Bir
memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne
hürmetli ve saygılı olmalıdır.
7. İdâreci,
adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa
avlayabilmelidir.
8. İdâreci
kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.
Ahmed ibni
Kemâl, İslâm dînini yaymak, düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve adâleti
ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart
koşmaktadır. Ayrıca o dâimâ devlet politikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde
tutmakta ve bunu kimde görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın
oğlu Selîm lehine tahttan ferâgatı üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm'i
destekledi.
Yavuz Sultan
Selîm Han 1512'de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra,
kıvılcımları Irak ve Horasan'a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme
plânına koyuldu. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbn-i
Kemâl, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali Cemâlî ve daha nice ilim adamları bu göreve
koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler vardı. Mesele fazla oyalamaya
gelmemeliydi. Bu durumda İbn-i Kemâl şu fetvâyı verdi:
"Her türlü
hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah'a olsun. Selâtü selâm da doğru
yolu gösteren hazret-i Muhammed aleyhisselâma ve O'na tâbi olanlara olsun.
Haberlerde
geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan
müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl
yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i
Osmân hakkında küfr, fenâ sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr
ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan müctehidlere hakâretler savurdular.
Onların başında bulunan Şah İsmâil'in tâkib ettiği aşırı şiâ yolunu tutulacak en
kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye
sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah
içkiyi helâl kılmıştır, öyle ise içki helâldir... Netice olarak onların
kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak kadar çoktur.
Buna göre
bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ
şüphemiz yoktur. Ülkeleri Dârü'l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek
câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında
verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar
serbesttir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü,
kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır."
Böylece
bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği
belirtildi. Ayrıca İbn-i Kemâl, Şah İsmâil'in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu,
Gürganlı ve Dulkadirli devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi
şiirleri ile yaydıktan sonra; "Ama Allah onun insanlara yaptığını yanına
koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre batıran bir Mûsâ
yarattı." diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.
Haberler
ululardan naklolunur
Her
Firavun'a bir Mûsâ bulunur.
vecizesi bu
görüşünü ifâde etmektedir.
İbn-i Kemâl
Paşanın bu verimli çalışmaları ve ilminin derecesi Yavuz Sultan Selîm'in
dikkatini çekti. Kendisini çok seven Yavuz, Çaldıran seferinden dönüşte onu
Edirne kâdılığına getirdi. Çok geçmeden de Anadolu kâdıaskeri oldu.
Bu sırada
Yavuz, Şah İsmâil'den sonra onların destekçisi olan Mısır Memlûklularına
yöneldi. Sefere çıkarken çok sevdiği İbn-i Kemâl hazretlerini de yanına aldı.
1516'dan 1519'a kadar üç yıl süren seferde onu yanından hiç ayırmadı.
Mısır dönüşü
yolculuk sırasında bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan
çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hanın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına
çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl mahcûb olup, atını geriye çekerek ne yapacağını
şaşırdı. Ancak Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek:
"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür,
şereftir. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra
kabrimin üzerine örtülsün." dedi. Bu vasiyet, vefâtından sonra yerine getirildi.
Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz Sultan Selîm Hanın kabri
üzerinde, bir câmekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.
Şam'a
geldikleri sırada Yavuz Sultan Selîm'e, büyük evliyâ Muhyiddîn Arabî'ye bir
türbe yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetvâ üzerine Muhyiddîn Arabî
hazretleri adına bir câmi, türbe ve imâret yaptırdı.
Mısır
seferinden döndükten sonra Yavuz, bu değerli ilim adamının bâzı işlerle
uğraşmasını hoş görmeyerek onu Edirne'deki Dârü'l-hadîs medresesine yeniden
tâyin etti (1519). Pâdişâhın gâyesi onun ilim adamı yetiştirmesini temin
etmekti. Nitekim adam yetiştirmek ideâli Osmanlıda çok mühim olup şöyle söylene
gelmiştir.
Mesacidü
meabidi ko âdem yap
Kâbe
yapmakcadur âdem yapmak
Taş ağaç
kaydı ne lâzım şâhım
Yaraşır
şahlara âdem yapmak.
(Mescid ve
mâbedleri bırak da insan yetiştir. Bir insan yetiştirmek Kâbe yapmak gibidir.
Taş ve ağaç düşüncesi ile oyalanmak şahlara yakışmaz. Onlara yakışan adam
yetiştirmektir.)
Ancak kısa
bir müddet sonra dostu ve pâdişâhı Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve
eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.
Yavuz Sultan
Selîm'in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede
talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin
vefâtı üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi.
Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar
büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona
başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kontrol
maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün
en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve
aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını
bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi.
Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu.
Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir
şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin teveccühünü
kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hârici, din ve
mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele etti. İbn-i
Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî Sultan Süleymân'ı da
Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh
Tahmasb'a gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.
Bir gün
İranlı hıristiyan âlim Molla Kâbız İstanbul'a gelerek Îsâ aleyhisselâmın
Muhammed aleyhisselâmdan daha üstün olduğunu yaymaya başladı. Bunun üzerine
derhal tutuklanan Molla Kâbız Dîvâna (Osmanlılarda önemli devlet meselelerinin
görüşüldüğü yer) çıkarıldı. Molla Kâbız inandığı fikirleri dîvânda Rumeli
kazaskeri Fenârizâde Muhyiddîn Çelebi ile Anadolu kazaskeri Kâdirî Çelebi
huzûrunda tekrarladı. Kazaskerler de hiddetlenerek onun katlini emrettiler.
Ancak Molla Kâbız fikirlerini açıklarken Kur'ân ve hadîsten misaller veriyor,
belli bir fikir silsilesi içerisinde iddiasını delillendiriyordu. Bu durum
karşısında vezîriâzam İbrâhim Paşa devreye girerek Molla Kâbız'ın ilmen
susturulmasını istedi. Kazaskerler ise Kâbız'ı iknâ edip inandığı fikirden
döndüremediler. Böylece Molla Kâbız'ın karşısında ilmî bir üstünlük sağlanamadı.
Bu sebeple dîvân tatil edildi ve Molla Kâbız serbest bırakıldı.
Öte yandan
duruşmayı kafes arkasından tâkib eden Kânûnî Sultan Süleymân sonuçtan hiç memnûn
kalmadı. Fevkalâde hiddetlenen sultan, vezîriâzam İbrâhim Paşayı çağırarak; "Bir
mülhidin dîvâna gelerek hazret-i Îsâ'nın, hazret-i Peygamberden üstün olduğunu
beyân ettiğini, neden cevabının verilemeyip hakkından gelinemediğini sordu.
Vezîriâzam ise kazaskerlerin Kâbız'ın iddialarını ilmen çürütemedikleri için
sonucun böyle olduğunu bildirdi. Bunun üzerine pâdişâh müftü ile İstanbul
kâdısının hazır bulunacağı dîvânda dâvâya yeniden bakılmasını istedi.
O zaman
müftü, yâni şeyhülislâm mevkıinde bulunan İbn-i Kemâl hazretleri ertesi gün
dîvâna dâvet edildi. Molla Kâbız iddiâlarını söyleyince, İbn-i Kemâl bunları
âyet ve hadîslere dayanarak çürüttü. Kâbız hiçbir şey söyleyemedi. Bunun üzerine
kendisine, iddialarının yanlış olduğu ortaya çıktığına göre bu inancından
vazgeçmesi teklif edildi. İddiâsında ısrar edince katline hükmedilerek îdâm
edildi.
İbn-i Kemâl
hazretleri durmadan geceli gündüzlü devlet-i ebed müddet için çalıştı. Din için,
devlet için, halk için gayret etti. Eşsiz ve sayısız ilmî eserler verdi. Nihâyet
16 Nisan 1534 (H.2 Şevval 940)'te kendi deyimi ile son sefer olan âhiret
yolculuğuna çıktı.
Cümle
halk ehl-i sefer âlem müsâfirhânedir.
Bir
mukîm âdem bulunmaz hayme-i eflâkde.
Cenâzesi
Fâtih Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp Edirnekapı dışındaki
Mehmed Çelebi zâviyesine defnedildi. Mezarına "Hazâ makam-ı Ahmed=İşte bu
Ahmed'in makâmıdır!" yazıldığı gibi, kefenine de "Hiye âhirü'l-libâs= İşte bu
son elbisedir" ibaresi yazıldı.
Vefât
edeceği sırada söylediği; "Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf=Ey bir olan Allah'ım!
Bizi korktuğumuzdan kurtar!" sözlerinin ebced hesabına göre ölüm târihini
gösterdiği sonradan anlaşılmıştır.
Ahmed İbn-i
Kemal hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini
almış kıt'a ve beyitleri vardır.
"Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş'a
çıksan, âkıbet yer yer seni.
Her ki
gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi
düştü kuyuya yüzü koyu."
"Hemişe
çok yanılır söyleyen çok
Ki
söyler bulduğun dilde kemik yok."
"Kıl
iyilik suya at, bile balık
Balık
bilmezse bilir anı Halık."
"Ululuk
kişiye Hak'tan atadur,
Küçük
görmek uluları hatâdur."
"Sakla
kurt enciğin derin oysun,
Besle
kargayı gözlerin oysun."
"Kişinün
kadri eldeyken bilinmez,
Yerinde
gevhere rağbet kılınmaz."
"Kuru
yaş ile âdem baş olmaz,
Kişiden
iş sorulur yaş sorulmaz."
bunlardan bazılarıdır.
Duyup
savt-i ilâhîden sehergâh
Sadâ-yı
âyet-i tûlû ilâllah
Uyup
bilmezleriyle nefs-i şâma
Hatâlar
itmişüz estagfirullah
dörtlüğü ise
tövbe husûsunda söylenmiştir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BİZ SIRAMIZI SAVDIK
Yavuz Sultan
Selîm Han Mısır'ı tamâmiyle Osmanlı mülkü yaptıktan sonra, bir müddet daha idârî
teşkilâtı yerleştirmek üzere, burada kaldı. Bu sırada devlet adamları ve
askerler asıl vatanları Anadolu'ya, diyâr-ı Rum'a hasret kalıp dönmeyi arzu
etmişlerdi. Fakat bu arzularını Pâdişâha söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden
bâzıları, İbn-i Kemâl Paşaya durumu anlattılar. Çünkü Yavuz Sultan Selîm Han onu
çok severdi. Ona dediler ki: "Ne zamâna kadar bu diyâr-ı gurbette hasret
çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye meylettiremez
misiniz?"
Bir gün
Ahmed ibni Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han ile gezintiye çıktılar. Konuşmalar
arasında Pâdişâh; "Ortalıkta ne sözler var, durum nasıl?" diye sordu. Kemâl
Paşazâde bu soruyu fırsat bilip derhal konuyu ele aldı ve dedi ki: "Pâdişâhım!
Yolda gelirken askerlerin Nil'de davarlarını suluyorlardı. O askerlerden birinin
şu türküyü söylediğini duydum.
"Nemüz kaldı bizüm mülk-i Arab'da,
Nice bir dururuz Şâm ü Haleb'de,
Cihan halkı kamu ayş ü tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm illerine."
(Nemiz kaldı
bizim bu Arab diyarında, Şam'da ve Haleb'de niçin dururuz? Cihan halkı hep
şenlik içinde yaşamakta, gel kardeş, Rum diyarına, Anadolu'ya gidelim.)
Bu şiir,
Yavuz Sultan Selîm Hanın çok hoşuna gidip; "Bundan sonra burada durmamızı
gerektiren işler de kalmadı, döneriz." diyerek, İstanbul'a döneceğini bildirdi.
Bundan bir gün sonra, Yavuz Sultan Selîm Hana Kâbe'nin anahtarı ve diğer
mukaddes emânetler teslim edildi ve İstanbul'a dönmek için ordusuyla yola çıktı.
Yolculukta
bir sohbet sırasında söz Ahmed ibni Kemâl hazretlerinin hocası Molla Lütfi'den
ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han, ona:
"Tokatlı
Molla Lütfi hocanız imiş. İlmi, irfânı yüksek, değerli, dört başı mâmur bir ilim
adamı iken katline sebeb ne oldu." diye sordu. Kemâl Paşazâde:
"Hocam hased-i
akrân belâsına uğradı. Tam bir âlim, kâmil, müteheccid (gece uyanıp namaz
kılan), sâlih, dindâr bir kişi iken, düşmanı çoğalıp hased ettiler ve katline
sebeb oldular." dedi. Bu habere fevkalâde üzülen Sultan:
"Molla Lütfi
ilminin ve vakarının yanında şaka yapmayı çok seven biri imiş. Bâzan öyle
şakalar yaparmış ki, işitenler şaka değil, gerçek zannederlermiş. Siz de
üstadınız gibi öyle şakalar yapmaz mısınız ki gerçek zannedilsin?" deyince, İbn-i
Kemâl hazretleri hemen şu cevabı verdi:
"Biz geçen
gün sıramızı savdık. Şimdi sıra Pâdişâhımız hazretlerindedir." Bu söz üzerine
bir müddet düşünen Yavuz Sultan Selîm:
"Yoksa o
geçenki gün yeniçeriler ağzından söylenen kıt'a da öyle bir şaka mıydı?
Yeniçeriler ağzından söylenen o sözler sizin sözünüz müydü?" diye sorunca da İbn-i
Kemâl:
"Evet,
doğrusu Pâdişâhımızın buyurdukları gibidir." dedi. O espiriyi çok beğenen
Pâdişâh, İbn-i Kemâl hazretlerine ihsânlarda bulundu.
KAYNAKLAR
1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.381
2) Meşâhir-ül-İslâm; c.4, s.1550
3) Hadîkatü'l-Cevâmi'; c.1, s.180
4) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; s.19
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.219
6) Türk Târihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu; s.500/598 |