|
AHMED-İ BEDEVÎ
Mısır
evliyâsından. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali'dir. Nesebi Peygamber
efendimize ulaşır. Künyesi Ebü'l-Fityan ve Ebü'l-Abbas, lakabı ise
Şihabüddîn'dir. Seyyid-i Bedevî diye tanınır. Annesinin ismi Fatma binti
Muhammed'dir. 1200 (H.596)'de Fas'ta doğdu. Ahmed Bedevî hazretleri altı
yaşlarında iken babasına rüyâsında; "Yâ Ali! Bu beldeleri bırak. Mekke'ye taşın,
orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır." dendi. Bu mânevî işâret üzerine
âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas'tan yola çıktı. Dört sene süren uzun
yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke'ye
yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve Bab-ı Mualla'ya defnedildi.
Ahmed-i
Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.
Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine
ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.
Bir gün
Kabe-i muazzamanın kenârında bir yerde uyuduğu sırada rüyâsında gizliden bir ses
Ahmed-i Bedevî'ye; "Uykudan uyan! Allahü teâlânın bir olduğunu zikret." diyordu.
Kalkıp abdest aldı. İki rekat namaz kılıp, Allahü teâlâyı zikretti. Sonra tekrar
yatıp uyudu. Rüyâsında önceki sesi tekrar duydu. Ona; "Kalk Allahü teâlânın bir
olduğunu zikret, uyuma! Yüksek derecelere kavuşmak isteyen uyuyamaz!Ne bir şey
yiyebilir, ne de bir şey içebilir. Dâimâ, oruç tutmak ve geceleyin herkes uykuda
iken namaz kılmak sûretiyle nefsinle mücâdele et. Kalk böyle yap! Sana, yüksek
haller ve dereceler verilecek." diyordu. Rüyânın tesiriyle uyanan Ahmed-i
Bedevî, hemen rüyâsını yaş, ilim ve derece bakımından yüksek olan ağabeyine
anlattı. O da; "Sırrını gizli tut! Söylenilenlere uygun yaşa!" dedi. Ahmed-i
Bedevî bu nasihatlere uyarak, gayret gösterdi, Allahü teâlânın izni ve ihsânı
ile nice güzel hâl ve yüksek derecelere kavuştu.
Ahmed-i
Bedevî kendisini ilme ve ibâdete verdi. İnsanlarla alâkasını azalttı ve
konuşmayı terk etti. Bir şey söylemesi îcâb edince bunu işâretle anlatırdı. Üst
üste gördüğü rüyâ üzerine Irak'a gitti. Orada; Ahmed Rıfâî, Abdülkâdir-i Geylânî,
Hallâc-ı Mansûr, Sırrî-yi Sekatî, Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi
evliyânın kabirlerini ziyaret etti. 1236 senesinde, rüyâsında Mısır'ın Tanta
şehrine gitmesi işâret olundu ve yola çıktı. Kahire'ye geldiğinde Mısır sultânı,
onu, askeri ile birlikte karşıladı ve husûsî misafirhânesinde ağırladı.
Kendisine çok hürmet etti. Sonradan o da talebelerinden oldu.
Bu sırada
Mısır'ın Tanta şehrinde bulunan bir çok âlim ve evliyâ arasında en
meşhûrlarından olan HasanSaîg ve Seyyid Sâlim Magribî hazretleri, Seyyid Ahmed-i
Bedevî'nin Tanta şehrine teşrif edeceğini ve yolda olduğunu haber alınca,
Tanta'dan ayrılıp başka bir beldeye yerleştiler. Sebebi suâl edildiğinde;
"Kasabanın asıl sâhibi geliyor. Onun bulunduğu yerde bulunmak bize yakışmaz.
Bizim yapacağımız olsa olsa ona talebe olmaktır. Ona yakın bulunmakla, ona karşı
edepte ve hizmette kusûr etmekten korkuyoruz." dediler.
Ahmed-i
Bedevî hazretleri, zamanla herkes tarafından tanındı. Her tarafta meşhûr oldu.
Hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, huzûru ve sohbeti ile şereflenmek için
can atarlardı. Tanınan, büyük bilinen âlimler bile gelip kendisine talebe
oldular.
Ahmed-i
Bedevî devamlı zikir ve murâkabe hâlindeydi. Her an Allahü teâlâyı düşünür, bir
an hatırından çıkarmazdı. Hiç evlenmedi. Evlenmesini teklif edenlere; "Beni
kendi hâlime bırakınız. Cennet hûrîlerinden başka biri ile evlenmemeye
azmettim." derdi. Dünyâ malının, onun kalbinde yeri yoktu. Üzerine giydiği
elbise ve başına sardığı sarık, eskiyip kullanılmayacak hâle gelmedikçe yenisini
almazdı. Devamlı oruç tutardı. İftâr ve sahurda birer zeytin ile nefsini
körlettiği ve buna kırk gün devâm ettiği rivâyet edilir.
Uzun boylu,
buğday benizli, kolları uzun, bacakları etli, pazuları iri olup, gâyet heybetli
idi. Sağ yanağında bir ve sol yanağında iki beni vardı. Burnunun orta yeri bir
parça yüksek olup, iki yanında birer tâne ben vardı. Yüzü büyükçe ve gözleri
sürmeliydi.
Seyyid Ahmed-i
Bedevî her an Allahü teâlâyı düşünür, O'nun muhabbetinin ve heybetinin tesiri
ile kendinden geçmiş olarak gözlerini semâya diker, gece gündüz öyle kalırdı.
Kırk gün ve daha ziyâde bir şey yiyip içmez ve uyumazdı. Gözlerinin karası, bir
ateş koru halindeydi.
Bir gün
Ahmed-i Bedevî'nin gözlerinde bir şişkinlik hâsıl oldu. Tedâvi için oradaki bir
çocuktan yumurta istedi. Çocuk; "Elinizdeki yeşil değneği verir misiniz?"
deyince, Seyyid Ahmed-i Bedevî de verdi. Çocuk, annesine giderek; "Dışarıda bir
kimse var, gözü ağrıyor, tedâvi için benden bir yumurta istedi ve bu değneği
verdi." dedi. Annesi; "Şimdi, evimizde yumurta yoktur." dedi. Çocuk gidip durumu
Ahmed-i Bedevî'ye bildirdi. O da; "Git, falan yerde vardır." buyurdu. Çocuk
oraya gidince, orasını yumurta ile dolu buldu. İçinden bir tek yumurta alıp
getirdi. Çocuk o günden sonra Ahmed-i Bedevî'ye talebe oldu. Yanından ayrılmadı
ve büyük evliyâdan oldu. Bu zât Abdül'âl idi.
Annesi,
Abdül'âl'i yeni doğduğu bir sırada kundağa sarılı olarak, boğaların yemliğine
bırakmıştı. O sırada içeri giren bir boğa, alışkın olduğu yemlikte yiyebileceği
bir şeyler ararken, boynuzu, Abdül'âl'in kundak bağına takıldı. Boğanın
boynuzuna asılı olarak sallanan çocuğun düşmesi ve ölmesi an meselesiydi.
İnsanlar heyecanla, boğanın etrâfında toplandıkça boğa daha da hırçınlaşıyor,
yanına kimseyi yanaştırmıyordu. Tam o anda, gâipten bir el uzanıp çocuğu aldı.
İnsanlar rahatladılar. Fakat çocuğu kurtaran eli tanıyamadılar.
Aradan
seneler geçip, Ahmed-i Bedevî hazretleri Mısır'a gelince ve Abdül'âl kendisine
talebe olup yanından ayrılmayınca, Abdül'âl'in annesi, Seyyid hazretlerine sitem
eder oldu. Ahmed-i Bedevî hazretleri, ona haber gönderip; "Küçükken boğanın
boynuzundan almakla, dünyâ hayâtının devâmına vesîle olduğumuz için sevinmişti.
Şimdi de, âhirette kurtulması için gayret ediyoruz. Niye üzülüyor ki? Sevinse
daha iyi ederdi." dedi. Kadın bu haberi alınca, çocuğunu kurtaran elin sâhibinin
o olduğunu anladı. Bundan sonra kendisi de, Seyyid hazretlerine çok muhabbet
etti.
Ahmed-i
Bedevî talebelerinden Abdül'âl'e ve Abdülmecîd'e bilhassa alâka ve ihtimâm
gösterirdi. Bunlardan Abdülmecîd birgün dayanamayıp hocasının yüzünü görmek
istedi ve mübârek yüzünü hiç göremediğini, görmemeye dayanamadığını, bu sebeple
yüzünden örtüsünü açmasını taleb etti. Seyyid de; "Ey Abdülmecîd! Beni görmeye
dayanamazsın. Senin, benim gözlerime bir bakman canına mâl olur. Bir bakış, bir
can mukâbilindedir." buyurdu. O da; "Ey efendim! Yeter ki mübârek yüzünüzü
göreyim de, ölürsem öleyim. Zararı yok. Çünkü artık dayanamıyorum." dedi. Bunun
üzerine Seyyid hazretleri örtüsünü kaldırdı. Abdülmecîd, Ahmed-i Bedevî'nin
cemâlini görür görmez yere düştü. Rûhunu teslim etti. Sâlih Abdül'âl ise,
hocasının vefâtına kadar yaşadı ve hocasının vekîli olup talebelere feyz vermek
ve onları yetiştirmek vazîfesini aldı.
Seyyid Ahmed-i
Bedevî hazretleri, talebelerini teveccühle terbiye eder ve konuşmazdı. Halîfesi
Abdül'âl, dışarıdan, câhil, mânevî terbiyeden mahrûm, gâfil bir kimseyi Seyyidin
huzûruna getirince, Seyyid hazretleri hemen bir kerre nazar buyurmakla, o kimse,
mânevî hâller ve yüksek dereceler ile dolmuş olurdu. Sonra Seyyid Bedevî
Abdül'âl'e; "Söyle, o kimse falan beldede sakin olup yerleşsin! Oradaki
insanlara faydalı olsun!" buyururdu. Onun, talebeleri terbiye etmesi,
yetiştirmesi, bu şekilde idi. Bir bakışla, uzun yıllar zahmet ve meşakkat
çekmekle elde edilen derecelere bir anda yükseltirdi.
Ahmed-i
Bedevî, umûmiyetle evinin damında bulunur, orada ibâdet ve tâatle meşgûl olurdu.
Bunun için ona talebe olanlara "Sütûhî" veya "Eshâb-ı sath" denirdi. Bu sebeple
Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Sütûhî diye de tanındı.
Bir adam
omuzunda süt dolu kap ile Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanından geçerken, Ahmed-i
Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kap yere düşüp süt tamâmen döküldü.
Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan
gördü. Bu hâli farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir
ölümden kurtulmuşlardı. Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i
Bedevî hazretlerine teşekkür etti.
Ahmed-i
Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî
bir gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; "Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir
kıtlık olacağı ilhâm olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza
et! Kıtlık zamânında insanlar senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde
ederler. Buğday temin edebilmek için uzak memleketlere gitmek zahmetinden
kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı
olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata
sat!" buyurdu. O da; "Peki efendim." diyerek hocasının elini öptü ve oradan
ayrıldı. O sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu.
Elinde bulunan bütün parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve
akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan zînet eşyâları ile de buğday satın
aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde muhafaza etti.
Bu sırada, o
bölgenin vâlisi Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için
yem istedi. Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek,
kendisinden buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına
gitti ve durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini,
kendisinden buğday istedikleri zaman kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları)
bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin
adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zerî'den
başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara
girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey
göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da
gidip bu durumu Ahmed-i Bedevî'ye arzedince; "Sana bir zarar yapamadıkları için
Allahü teâlâya şükret, yalnız O'na hamd-ü senâda bulun." buyurdu.
Bir zaman
sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu.
İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve
çok yüksek fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye
gelerek bu durumu arzetti. O da; "Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara
karşı müsâmahalı davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek
fazladır." buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya
başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından
aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık,
çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok
ikrâmlarda bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan
sonra hacca ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti.
Bu niyetini Seyyid-i Bedevî hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn,
yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman,
Ahmed-i Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî; "Allahü tealâya tevekkül
ederek yola çık!" buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan ve
kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu
abayı hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun
için de çok üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu
inceliği anlayamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve
nihâyet abayı alarak yola çıktı.
Hac
vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı.
Eşyâları arasında aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının
altında, necâsete bulaşmış olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve
kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları ile meşgûl olurken, abayı
kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde,
Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan
daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir
de ne görsün. Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler
içinde abaya bakarken, Seyyid Bedevî, kendisine; "Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen
onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun kaybolmasında endişe edip aldım ve
buradaki yerine koydum." buyurdu.
Ekseri büyük
âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler
oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle
cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden
oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin
herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra
suçlu bulunup îdâm edildi.
Şâfiî
mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin zamânında yaşamış
olan İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî'ye haber gönderip; "İnsanlar, Seyyid Ahmed-i
Bedevî ile çok meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor!
Eğer bilebilirse, tam bir velî olduğunu anlarız." dedi. Abdülazîz Dîrînî de,
Ahmed-i Bedevî'ye o suâlleri sordu. O da; "Bu suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere'de
vardır ve şöyle şöyledir." buyurup, hepsinin cevâbını tek tek verdi. Kitaba
baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan sonraİbn-üd-Dakîk'in
ve Abdülazîz Dîrînî'nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı.
Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl
edildiğinde, diğer âlimler gibi bunlar da; "Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili
görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir." derlerdi.
Mısır'da
Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî
hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri
hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için
Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine;
"Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz,
hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin sünnetine
aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir." dedi. Buna üzülen Ahmed-i
Bedevî; "Sus! Yoksa uçarsın." deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı.
Nazarın şiddeti ile kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız
bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak;
"Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve
kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı bu yerde
senin hâlin ne olacak?" diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın rahmet
ve magfiretine sığınarak "Lâ havle.." okuyordu.
Bu sırada
çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız
sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur
ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca,
koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O
heybetli kimse; "Söyle bakalım. Derdin nedir?" dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile
arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; "Hakîkaten
sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın
Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?" dedi. Takıyyüddîn; "Ben
buraları hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum."
deyince, gelen kimse; "Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir." dedi.
Bunun üzerine Takıyyüddîn'in çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi
kendine; "Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi
yok mudur?" diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; "İnnâlillah..."
okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; "Allahü teâlânın rahmeti ve
bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?" dedi. O da; "Hiç
korkma! İnşâallah selâmete erersin." dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda
görülen bir kubbeyi gösterdi. "O kubbeyi görebiliyor musun?" dedi. Takıyyüddîn;
"Evet." deyince, o kimse; "İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen
şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş.
Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür
dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine
ulaştırır." dedi.
Takıyyüddîn,
bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti.
Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere
idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib
kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki
cemâate imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid
hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; "Hızır
aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil
mi?" buyurdu.
Bu kerâmet
karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok
kızanTakıyyüddîn; "Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum.
Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz!" dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl
etti, sırtını sıvazladı. "Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi
evine dön! Çocukların seni bekliyorlar." buyurdu. Takıyyüddîn; "Hay hay efendim!
Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın
evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım." dedi. Sonra bir anda kendisini
Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Talebesi
Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:
"Tövbenin
hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek,
affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o
günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi
temizlemekten ibârettir.
Sâdık
kimsenin kim olduğu sorulduğunda:
"Sâdık o
kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan,
başkasından bir şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir."
buyurdu.
Ahmed-i
Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır'ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi
üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve
Kur'ân-ı kerîm okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri
vefâtından sonra da devam etti.
Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye
şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene
Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına
Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade
etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile
görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük
evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl
etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şenâvî, bu durumu
mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında
cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.
Az zaman
sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan
bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın
cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Mısır'da
Ebü'l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî
hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid
hazretlerine çok büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; "Siz de fazla
yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan fazla ihtimâm gösteriyorsunuz!" dedi. Orada
bulunanlardan biri; "Sen ne diyorsun. O çok büyük bir velîdir." dedi. Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam, bu söze daha da
içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek
getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü'l-Gays yemek yerken
boğazına bir kılçık takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice
tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten
kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı şiddetleniyor, hiçbir şey de
yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir süre geçtikten
sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip,
rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin
kabrine götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân
olmuş bir kalp ile ve Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i
şerif okurken, kendisine bir aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak
çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile çıkıverdi. O kadar rahatladı ki,
sevincinden ne diyeceğini bilemedi. "Ya Seyyid Ahmed-i Bedevî! Sizin çok yüksek
bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok uygunsuz
düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve
böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski
düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum." dedi.
Seyyid Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka
zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan
ve Seyyid hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse
vardı. Bu bozuk düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid
hazretlerine buğz eder hâlde iken, hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit
ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne olduğunu anlayamamıştı. Ne
yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın bir cezâsı
olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd
istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid'in kabrinden bir ses;
"Bir daha inkâr ve îtirâza dönmemek şartıyla." diyordu. Adam; "Peki." deyip
kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine
verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.
Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı.
Mecliste o zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu
toplantılara katılan bir zât; "Siz nereden geliyorsunuz?" diye sordu.
Hindistan'dan geldiklerini söylediler. Arkasından; "Bu kadar uzak yoldan tâ
buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı yapıyorsunuz?" dedi.
Onlar; "Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve mevlidinde
bulunmak için geldik." dediler. "Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar
uzun yolu ne kadar zamanda aldınız?" deyince de; "Salı günü Hindistan'dan yola
çıktık. Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda
geçirdik. Perşembe gecesinde Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûrunda
idik. Bu gece de (yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır'ın Tanta şehrinde
Seyyid-iBedevî hazretlerinin huzûrundayız)." cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça
soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun üzerine; "Niçin şaşıyorsunuz? Allahü
tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur." dediler.
Bir
seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde,
mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru
yola çıktı. Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler.
HâceHalebî, o anda Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım
istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen
heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı. Hâce Halebî gelen zâtı
tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.
Seyyid Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek ayak
izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne
yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid
hazretlerini ziyâret ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye
konmasını ve burada bırakılmamasını söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ
edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne kadar
uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid
hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını
anlayıp, bu işten vazgeçtiler.
Ahmed-i
Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr
ve başka eserleri vardır.
KERAMET VE MENKÎBELERİ
KÖTÜLÜK YAPANA İYİLİK ET!
Ahmed-i
Bedevî hazretleri talebesine şöyle vasiyette bulundu:
"Ey Abdül'âl!
Dünyâ sevgisinden sakın. Zîrâ sirke saf balı bozduğu gibi dünyâ sevgisi de sâlih
ve iyi amellerini bozar. Yetimlere, şefkat, çıplaklara elbise giydirmekle
merhamet, açları doyurmakla himâye, garipleri zayıfları ikrâm ile korumak âdetin
olsun. Bu işlerin Allahü teâlâ katında kaybolmaz.
Ey Abdül'âl!
Zikre, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamaya devâm et. Bir an bile Allahü teâlâdan
gâfil olma, O'nu unutma. Gece kıldığın bir rekat namaz, gündüz kıldığın bin
rekatdan daha üstündür. Allahü teâlâyı zikretmek kalp ile olur, sâdece dil ile
olmaz. Allahü teâlâyı hâzır bir kalp ile an! Allahü teâlâdan gâfil olmaktan
sakın! Çünkü, bu gaflet kalbi katılaştırır. Sabır, Allahü teâlânın hükmüne rızâ
göstermektir. O'nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim olmak demek, nîmete
kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musîbet ve sıkıntı geldiğinde de
aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara
sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde meâlen, Peygamber efendimize hitâben; "(Ey
habîbim! Musîbet ve ezâya) sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele!"
buyuruyor. Zühd sâhibi olmak, dünyâya düşkün olmamak demek; dünyevî arzu ve
istekleri terk etmek sûretiyle, nefse muhâlefet etmek demektir. Harama düşmek
korkusundan dolayı, yetmiş tâne helâli terk etmektir. Tefekkür etmenin hakîkati,
Allahü tealânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat Allahü teâlânın zâtı
hakkında düşünmemektir.
Ey Abdül'âl!
Allahü teâlânın kullarından birine bir musîbet gelse, bunun için sakın sevinme!
Gıybet ve dedi-kodu yapma! İnsanlar arasında söz taşıma! Sana eziyet vereni,
zulmedeni affet! Kötülük yapana iyilik et! Sana vermeyene ver.
Ey Abdül'âl!
Dervişliğin, talebeliğin şartları; kötü iş ve sözlerden sakınmak, harama
bakmamak, iffetli olmak, her zaman Allah korkusuna sâhib olmak, Allahü teâlânın
emirlerine uygun yaşamak, Allahü tealâyı hiç unutmamak, âhirette başa
gelecekleri düşünerek hep uyanık ve dikkatli olmaktır.
Ey Abdül'âl!
Yolumuz, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine,
bildirdiklerine uymak, doğruluk, verdiği sözü yerine getirmek üzerine kuruludur.
Âlimler yanında dilini, insanların ileri gelenleri yanında gözünü, hocanın
huzûrunda kalbini muhâfaza et. Edep ve vakâr üzere ol.
Ey Abdül'âl!
İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhirette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi,
yumuşaklığı olmayan kimseye, ilmi fayda vermez. Allahü teâlânın kullarına şefkat
etmeyen kimseye, Allahü teâlâ katında şefâat yoktur. Sabırlı olmayan kimseye,
işlerinde selâmet yoktur. Takvâsı, Allahü teâlâdan korkması, haramlardan
sakınması olmayan kimsenin, Allahü teâlâ indinde hiçbir kıymeti yoktur. Bu altı
hasletten nasîbi olmayan kimsenin, Cennet'te yeri yoktur.
İMDÂT YÂ SEYYİD BEDEVÎ
Sâlim
isminde bir kimse küffâr memleketlerinden birinde esirdi. Başında bir nöbetçi
asker vardı. Bu asker, müslümanların, Seyyid-i Bedevî'yi çok sevdiklerini,
sıkıntıda kalınca rûhundan yardım istediklerini ve Allahü teâlânın izni ile
böyle insanların imdâdına yetiştiğini duymuştu. Bunun için o zâtın Seyyid
hazretlerinden yardım talebinde bulunmasından korkuyordu. Ona sık sık; "Eğer
senin, yâ Ahmed Bedevî! dediğini işitirsem, çok eziyet, işkence ederim." diye
tehdit ederdi. Bir gün bu korkusundan dolayı onu büyük bir sandık içine koydu.
Kapağını kilitledi. Kendisi de sandığın üzerine yattı. Geceleyin Sâlim Efendi
Seyyid Bedevî'den yardım isteyip; "İmdât yâ Seyyid AhmedBedevî hazretleri! Bana
yardım ediniz!" dedi. SeyyidAhmed hazretleri geldi. Sandığı, üzerinde yatan
askerle berâber alıp götürdü. Bir anda kendilerini bilmedikleri bir yerde
buldular. Orada Sâlim Efendiyi sandıktan çıkardı ve gözden kayboldu.
Etraflarında toplananlara, olanları anlattılar. Onlar; "Burası Kayravan'dır.
Geldiğiniz yer ile arası çok uzaktır." dediler. O asker de bu hâl karşısında çok
şaşırdı ve müslüman oldu. Seyyid hazretlerinin kabrini ziyâret için berâberce
Mısır'a gittiler."
KAYNAKLAR
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.309
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.183
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.345
4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.314
5) El-A'lâm; c.1, s.175
6) Îzâh-ül-Meknûn; c.2, s.644
7) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.521
8) Kâmûs-ül-A'lâm; c.1, s.787, c.2, s.1257
9) Hadîkat-ül-Evliyâ (son kısım); s.1
10) Tabakât-ül-Evliyâ; s.422
11) Tuhfet-ür-Râgıb; s.65
12) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye; s.980
13) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.120
14) Mir'ât-ül-Harameyn (Mir'at-ı Medîne); s.1049
15) Kıyâmet ve Âhiret; s.128
16) Menâkıb-ı Ahmed-i Bedevî (Süleymâniye Kütüphânesi,
Hasan Hüsnü Paşa Kısmı, No:587)
17) Dürr-ül-Mahzum (Süleymâniye Kütüphânesi, Tahir Ağa
Kısmı, No:421)
|
|