|
ABDÜLVEHHÂB-I ŞA'RÂNÎ
Mısır
evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi;
Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin
Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla
meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın
Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât
etti.
Abdülvehhâb'ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında
Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç
terk etmeden kılmaya başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında
Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar
iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile, hocalarının
kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları ezberlerdi.
Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da
çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunların başlıcası,
Aliyy-ül-Havvâs hazretleridir. Ayrıca feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği
hocalarından bazıları şunlardır: Muhammed Magribî, Muhammed bin Anân, Ebü'l-Abbâs
Gamrî, Nûreddîn Hasenî, Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin
Cemâl, Abdülkâdir bin Anân, Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî,
Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn Zâkir, Efdalüddîn. Bunlardan başka pekçok evliyânın
da teveccühlerine, feyz ve bereketlerine kavuştu.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'ye; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?"
diye sorduklarında şöyle anlattı:
Tasavvuf
yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim. Önce
onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle
senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim.
Öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma
takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat
boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece
nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye
çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi
terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey
istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi
geçmez, yolumu değiştirirdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir
hâle geldim ki, gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin
bana ihsân etmesiyle anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel,
haram olanlardan ise, kötü ve pis bir koku, şüphelilerden de, haramlardakinden
daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Elimden
geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana
ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl oldu ve
hakîkatin menbaına, kaynağına eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin
altın oluğunun altında, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim.
O ânda hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen
müctehidlerin ve onlara tâbi olanların sözlerini tartıp anlayan bir mîzân
verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat,
daha fazlasını isterim." dedim.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini
alırdı.
1540 senesi
bir yaz günü, Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında bulunan
yaşlı bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu.
"Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur
otur." deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki,
neredeyse acıdan bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca;
"Çok büyük bir kuvvete sâhibsiniz." dedi. O zaman ona:
"İşte bu
kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur.
Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan
insanların vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç
yaşına geldim. Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden
değişmiştir. Hele bu son senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve
emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz
kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka gözle bakmakta ve bir
yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamış,
dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek
yerine gazab hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana
zamânımızın kötü ve yorgun insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak
daha iyi olacak." dedi ve şöyle devâm etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri
kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından sonra öğleye kadar Kur'ân-ı
kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye kadar duâlarını
yapan, akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan,
yatıncaya kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî ona:
"Böyle
kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın,
başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini
kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?" diye sordu. O da cevap olarak
şöyle dedi:
"Bu, çok
zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı
sevapları terâzinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i
zannından meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır
basacağını görürsün. Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler,
bir defâ yaptığı kötü düşünceden meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre,
diğer insanların hâllerinin ne olacağını düşün!"
İmâm-ı
Şa'rânî pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi
doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı.
Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini
çekemeyen ve aleyhinde olanlara rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk
düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde etmesini sağlar, Cehennem'de
yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok fazlaydı.
Birgün biri
Şeyhülislâm Nasîruddîn Lekânî'ye gelerek onun hakkında çeşitli yalan ve
iftirâlar uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Şeyhülislâm'ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin
fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım Abdürrahmân'ın yazdığı Müdevvene'yi emânet
istedi. Şeyhülislâm kitabı vermeden önce; "Al, okursun da, belki yaptığın
kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak doğru yolu
bulursun." dedi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "İnşâallahü teâlâ öyle olur."
buyurdu. Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cilt olan
Müdevvene'yi kütüphâneden getirmesini söyledi. Ciltler gelince, ileri gelen
talebelerinden birine, ciltleri Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ile götürmesini emretti.
İmâm-ı Şa'rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan sonra gitmek
istedi. Fakat İmâm-ı Şa'rânî, bir gece kalıp ertesi sabah gitmesini söyleyince,
talebe kabûl etti. Gecenin üçte biri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti.
Talebeye yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman
durup, tekrar talebenin kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı.
Beraberce fecr vaktine kadar namaz kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp,
güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur'ân-ı kerîm okudular. Sonra duhâ
namazını kıldılar. Talebeye; "Şimdi hocanın yanına gidebilirsin.Getirdiğin bu
kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin." buyurdu. Talebe;
"Peki efendim." diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; "Bir geceliğine
onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası vardı." demekten kendini
alamadı.
Talebe
kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Kitapları hocasına
götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendisiyle alay
ettiğini sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâm'a bir suâl sordu.
Şeyhülislâm soruyu tam olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene'nin ciltlerini
karıştırmaya başladı. Her cildin başından sonuna kadar, sayfaların kenarında
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendi el yazısı ile yazılmış lüzumlu açıklamalar ve
kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak; "Abdülvehhâb bu geceyi kitaplara
yazı yazmakla mı geçirdi?" diye sordu. Talebe de yemîn ederek; "Efendim! Bu gece
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir zaman ayrılmadı.
Sabaha kadar berâber namaz kıldık. Kur'ân-ı kerîm okuduk. Onun benim yanımda
kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim." dedi.
Talebesinden
bu sözleri işiten Şeyhülislâm'ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi
dakikada, yirmi günde bile bu ciltler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat
hakîkat gözünün önünde idi. Bütün ciltler okunmuş, sayfa kenarlarına îzâhlar
yazılmıştı. Bu Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsan ettiği bir
kerâmetti. HemenAbdülvehhâb-ı Şa'rânî hakkında düşündüğü kötü düşüncelere, ona
söylediği sözlere pişmân olup, tövbe istiğfâr eyledi. Koşarak İmâm-ı Şa'rânî'nin
evine gitti ve huzûruna kabûlü için yalvardı. Kabûl edilince tövbe ettiğini
bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "Maksadım, bu gece bana emânet olarak
verdiğin kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmendi." buyurdu.
Emir
Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde
toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden
anlatırlardı.
Bir gün yine
böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye
geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye
başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O
gece rüyâsında, kalabalık bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için
geldiğini gördü. Ordu kumandanı, Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve;
"Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz."
dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir."
dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa'rânî'yi evinde
bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının
müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed
Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip
talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille
anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini
işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr'ın, ona olan
bağlılığı ziyâde oldu.
Seyyid Ahmed
Bedevî hazretlerinin Mısır'ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli
bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunurdu. Şeyh Sa'düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı
Şa'rânî'yi sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü
taraflarının olduğunu savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî'nin
türbesi başında mevlid okunduğu bir sene, oraya İmâm-ı Şa'rânî ve Sa'düddîn
Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa'düddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin mevlide gelmesine
şiddetle karşı çıkarak; "Böyle bir mevlidde, kendisinde pekçok kötü yanlar
bulunan kimse nasıl bulunabilir?" demişti. Sa'düddîn, o gece rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi kucaklamış,
bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide
gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî
hazretleri de, Resûlullah efendimizin huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere;
"Bizden meded isteyen Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi ziyâret etsin." diyordu. Rüyâdan
uyanan Sa'düddîn, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü anlayarak, ona karşı olan bozuk
îtikâdını düzeltti ve onun en yakın talebelerinden oldu.
Evliyânın
büyüklerinden Ömer Nebtîtî'nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü
çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi
gördü. Huzûrunda hazret-i Ali de vardı. Ona buyurdular ki: "Abdülvehhâb'a şu
takkemi giydir. Ayrıca ona, mahlûkâta tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise
mâni ol." Abdullah, Resûlullah efendimizden bu sözleri işitince, yaptığı hatânın
büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti.
Âmir Bağdâdî
isimli talebesi önceleri; "Hiç kimse, bir ihtiyacın hâsıl olmasında vâsıtaya
muhtâç değildir. Bu sebeple Allahü teâlâdan bir şey isterken başkalarını vesile
etmek, onun hürmetine ver demek olmaz." der, velîlerdeki kerâmetlere de
inanmazdı. Bir gün rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Yanında Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretleri de vardı. Peygamber efendimizin mübarek elini öpmek istedi.
Fakat ona hiç iltifat etmiyor, huzûruna gittikçe yönünü ondan çeviriyordu. Bir
ara Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Ne olur, Peygamber efendimize bir arz et de, beni
kabûl buyursun. Mübarek elini öpmekle şerefleneyim." diyerek yalvarmaya başladı.
O kadar yalvardı ki, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun gözlerinden akan yaşlara
dayanamadı. Resûlullah efendimizin huzûruna varıp, onu işâretle bir şeyler
söyledi. Bunun üzerine onu Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığında,
önceki düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu anladı. Tövbe etti ve sabahleyin
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin medresesine gitti. Talebesi olmakla şereflendi.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla
bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan
sabaha kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün
akşam namazını, haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların
fazlasını bile terkeden hocası Emînüddîn'in arkasında kılıyordu. O anda gözünden
perde açıldı. Direk, duvar, hasır, döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya
başladı. Korktu, sonra Mısır'da bulunan her şeyin, sonra etraftaki devletlerdeki
ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh seslerini işitmeye
başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu:
"Ey
cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim!
Mahlûkâtından hiç birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını
kesmeyen sen, her türlü noksanlık ve kusurdan münezzehsin."
Namazı kılıp
bitirdiler. Sabaha kadar bu hâl onda devâm etti. Çok korktu. Sabah olurken, Hak
teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymasını perdeledi. Ancak Allahü teâlânın
ihsânı olan bu durum onda kaldı. İstediği zaman, istediği yeri görmek, gezmek
nîmetini Allahü teâlâ ona ihsân etti. Bununla da îmânı kuvvetlendi. Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî, bu hâdiseden sonra, istediği zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı,
bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve ülkeleri aşar,
Endonezya'dan Magrib'e, Türkiye'den Yemen'e kadar varır, ihtiyaç sâhiplerine
yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi.
Bir gün buyurdu ki: "Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir anda yeryüzünü
dolaşıyordum. Bütün âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed
Bedevî ve İbrâhim Düsûkî hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret
ediyordum."
Bir gün
Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin
nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu kabûl etti.
Habeşistan ile ilgili konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Habeşistan'ı
öyle anlatıyordu ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim
dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu.
Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı mısınız?" diye sordu. O
da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı gösterir. Bu,
cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri müslim, Kelime-i
şehâdet getirerek müslüman oldu.
Allahü
teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsânlarından biri de, Mısır veya başka
yerlerdeki talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi.
Yanına gelmeye karar veren bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o
da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı anlarında yardım ederdi. O darda,
sıkıntıda olanların sığınağı ve mânevî doktoru idi.
Talebelerinden Yahya Varrâk arkadaşlarıyla hacca gidiyordu. Bindiği hayvan çok
zayıftı. Bir müddet gittikten sonra yorulup yattı. Arkadaşlarına kendisini
beklememelerini, yola devam etmelerini söyledi. O, hayvanının dinlenmesini
bekliyordu. O anda Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri yanında peyda oldu. Hayvanı
tutup kaldırdı ve ona tebessüm ederek kayboldu. Yahyâ Varrâk hayvanın üzerine
bindi. Öyle hızlı gitmeye başladı ki arkadaşlarına yetişti ve onları geçti.
Kâbe-i muazzamanın etrafında tavaf ederken yine Abdülvehhâb-ı Şa'rânî
hazretlerini gördü. Tavaf müddetince yanındaydı. Hâlbuki o, o sene hacca
gitmemişti.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan, akrebden,
timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına
uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Saîd'e (Portsaid'e) gidiyordu.
Nehrin kenarından yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz
büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde gören halk, yutulacak diye feryada
başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların arasına indi. Hepsi
çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli görünce
hayret ettiler.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî, bir gece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış bir velînin türbesinde
uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların
aralarında ise, büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktukları için, insanlar bu
mübârek zâtı ziyâret edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin
etrâfında dolaşıp durdular. Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları
görüyor, kalbine zerre kadar korku getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin o türbede yattığını öğrendiklerinde, hayretten dona
kaldılar. Huzûruna çıkıp; "Biz, yılanların korkusundan, türbenin içine değil,
etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?" diye sordular.
Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilhâm etmedikçe,
onlar beni sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile, git falancayı sok! denir. Yılan
da o kimseyi, hasta yapmak veya kör etmek yâhut öldürmek için sokar. Allahü
teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir kimseyi sokması mümkün değildir."
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretleri cinlerle başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Bir zamanlar
evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun
bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye
başlardım. Cenâb-ı Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir
zaman ondan ne çekindim, ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona
selâm vererek geçip giderdim. İnsanın tabiatı cinden nefret ettiği hâlde her gün
onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık
olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu
gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar
vermeyiniz." Onların da bana; "Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itâat
edeceğimize söz veriyoruz." dediklerini duydum. Cinlerden biri keçi kılığına
girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu
hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması için, bir gece sedirin
altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken, elimle bir
ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey
keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devâm
edecek misin, etmeyecek misin?" dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz
verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl
inceliğini aldıktan sonra avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin evime
gelmez oldu.
Ey kardeşim!
Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan
maksadım, bâzı okunacak duâları zamânında okumanız içindir. Gece veya gündüz
yapacağın işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmeniz
içindir. Eğer ben de bu duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu
yaratıklardan korkardım.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki
tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı
pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde
kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden
öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb
arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara
kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana
kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu
için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da,
aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim
hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen,
sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor.
Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da.
Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun
tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve
isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Peygamber
efendimizin sözlerine, sünnetine uymaya çok dikkat ederdi. Hadîs-i şerîfleri
kabul etmeyenlere şöyle buyururdu:
Sünnet, yâni
hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti
açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar.
Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler olmasaydı
suları, tahâreti, namazların kaç rekat olduklarını, rükû ve secdede okunacak
tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını,
orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı
kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn'e birisi; "Bize yalnız
Kur'ân'dan söyle." deyince; "Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rekat
olduğunu bulabilir misin?" dedi. Hazret-i Ömer'e; "Farzların seferde kaç rekat
kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık." dediklerinde; "Allahü teâlâ, bize,
Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı,
Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rekat farzları iki
rekat kılardı. Biz de öyle yaparız." buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü,
İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatte, hem de şerîatte
âlimdirler.
Resûlullah
efendimiz Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, yâni kısa ve kapalı olarak
bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah'ın
vârisleri olan mezheb imâmlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak
bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her
asırda gelen âlimler, Resûlullah'a tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen;
"İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin"
buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen
âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri
de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı
kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları
tebliğ et derdi. Beyân etmesini emr etmezdi.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört
mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâ isimli eseridir.
Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Envâr-ül-Kudsiyye, 2) Tabakât-ül-Kübrâ:
Eserde, Asr-ı Saâdetten zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve
velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini bildiren kıymetli bir kitaptır.
3) Ecvibet-ül-Merdiyye, 4) Ahlâk-uz-Zekiyye vel-Ulûm-ül-Ledünniyye, 5) İrşâd-ül-Muğfelîn,
6) Bahr-ul-Mevrûd, 7) Feth-ül-Mubîn, 8) Ferâid-ül-Kalâid, 9) Sirâc-ül-Münir, 10)
Meşârık-ül-Envâr-il-Kudsiyye.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EVLİYÂNIN BAKIŞI YETER!
Talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı. Ağrılarının şiddeti, gün
geçtikçe daha da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü bekler oldu. Günlerce
uykusuzluğun verdiği bir halsizlik içinde gözkapakları kapandı. Uyumağa başladı.
Rüyâsında büyük bir nehirde yüzüyordu. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve
onun da aşağısında bir çağlayan vardı. Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağı
düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular onu sürükleye sürükleye köprüye
doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer bulamazsa, çağlayandan aşağı
düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye tutunamadı. Büyük bir korkuya kapıldı.
Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu tutup kenara çekti. Ölümden
kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en meşhûr âlimi ve velîsi olan
hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm ediyordu. Uyandığında da
hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını gördü.
DÖRT HAK MEZHEP
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi. Devrinde
bâzı câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve
talebelerine dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan
bir talebesine şöyle nasîhat etti:
Ey kardeşim!
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine dil
uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce
imâmın ahvâlini, zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini
bilmeyen, dinde değişiklik yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen,
kıyâmette onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî
mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın!
Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak
istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve
amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını
görürsün. Dört mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin
hiçbirinde, İslâmiyet dışında hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep
imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara
müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet yolunu göstermek için
rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennet'e
giden yolun öncüleridirler.
BEYİTLER
HELÂL LOKMA YEMELİ
Abdülvehhâb Şa'rânî anlatır: "Bir yaz günü,
Ziyârete gitmiştim, bir İslâm büyüğünü.
Nil Nehri kıyısında, bulunan bir hânede,
Yaşayıp, kendisini, vermişti ibâdete.
Girince selâm verdim, o aldı selâmımı,
Sonra yüzüme bakıp, suâl etti adımı.
"Abdülvehhâb" deyince, dedi ki: "Senelerdir,
Seni görmek isterdim, geç otur, işte sedir."
Sonra tutup elimi, öyle sıktı ki benim,
Sanki bir mengeneye, sıkıştı o an elim.
Acısından az daha, bağıracak idim ki,
O sordu; "Nasıl buldun, elimin kuvvetini?"
Dedim ki: "Çok büyük bir, kuvvete sahipsiniz,
Halbuki bana göre, yaşlısınız hayli siz."
Dedi ki: "Bak evlâdım, elimdeki bu kuvvet,
Tâ gençliğimden beri, aynıdır îtimâd et.
Zîrâ hep helâl lokma, kazanıp onu yedim,
O helâl lokmalardan, hâsıl oldu kuvvetim.
Yüz kırk üç yaşındayım, hem dahi şu anda ben,
Hiçbir gün ayrılmadım, helâl lokma yemekten.
Lâkin bu gün mâlesef, kötü olmuş insanlar,
Helâl haram demeden, yiyorlar ne bulsalar.
İnsanlar arasından, kalkmış sevgi muhabbet,
Çirkin olan haramlar, olmuş moda ve âdet.
Belâlar karşısında, yok tevekkül ve sabır,
Dîne karşı insanlar, olmuşlar kör ve sağır.
Allah'ın takdirine, yok tevekkül ve rızâ,
Dünyâlık sebeplerle, ederler kavga ve nizâ.
Ey oğlum, kötülerin, hâli böyle velhâsıl,
Şimdi iyi insanı, anlatayım ben asıl.
O, okuyup öğrenir, önce ilmihâlini,
Sonra da buna göre, düzeltir her hâlini.
Eğer günah işlerse, üzülür, kalbi yanar,
O çıkmaz hâtırından, tâ ölünceye kadar.
İyi iş yapsa dahi, kusurlu, noksan bulur,
Hattâ onu unutup, hiç hatırlamaz olur.
Gece gün kendisini, hep çeker ki hesâba,
Düşmesin âhirette, Cehennem'e, azâba.
Dünyâ düşüncesini, söküp atar içinden,
Kurtulmaya çalışır, Cehennem ateşinden.
Gönlünden tam olarak, atar uzun emeli,
Zîrâ iyi bilir ki, çok yakındır eceli.
Hâlis mümin odur ki, ödü kopar günahtan,
Ufak bir günah için, hayâ eder Allah'tan.
Kötü bilmez kimseyi, aslâ yapmaz sû-i zan,
Bunun çirkinliğini, bilmiyor çoğu insan.
Halbuki bir müslüman, çok nâfile ibâdet,
Yaparak, ömür boyu, eylese buna gayret,
Bunlardan kazandığı, o sevapları yine,
Meselâ terâzinin, koysalar bir gözüne,
Öbürüne de bir tek, sû-i zan seyyiesi,
Konulsa, ağır gelir, bu günahın kefesi.
Çünkü kul hakkı olup, vebâli çok büyüktür,
Âhirete kalırsa, tahammülü zor yüktür.
KAYNAKLAR
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.218
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.372,374
3) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.641,642
4) El-A'lâm; c.4, s.180
5) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.134
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye;
392,393,396,398,422,518,519,526,657,674,750,924,978
7) Fâideli Bilgiler; s.143,147,148,149,155,156,157
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.191
|
|