ABDÜLHAMÎD BİN NECÎB NÛBÂNÎ
Kudüs
alimlerinden. On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında
yaşamıştır. Kudüs'ün kuzeyinde Mezâri köyünde meşhur bir âiledendir. Yûsuf
Nebhânî hazretleri 1887 senesinde Beyrut'ta Cezâ Mahkemesi reisi iken onunla
görüştüğünü, kendisi ile bir çok kimsenin onun velîliğine inandığını
bildirmektedir. Bizzat onun kerâmetlerine şâhid olmuştur. Aşağıdaki menkıbelerin
hepsini Yûsuf Nebhânî anlatmıştır:
Abdülhamîd
Nûbânî Beyrut'a gelip ilk görüştüğümüzde (1893) alnıma baktı ve; "Şeyh Ali Ömerî
sana alamet koymuş." dedi. Hakikaten Şeyh Ali Ömerî Beyrut'a geldiğinde dişleri
ile alnıma iz yapmış ve; "Bu, evliyânın seni tanıması için koyduğum bir
alâmettir." demişti. O zaman bunu Şeyh Ali Ömerî'nin bir latîfesi saymıştım.
Şeyh Abdülhamîd Nûbânî bana böyle söyleyince, onun latîfe olmadığını ancak
evliyâ zatların anlayabildiği bir hakikat olduğunu anladım. Bunu daha önce
kimseye söylemediğim hâlde yalnız o anladı.
Bana bir
gün; "Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu
velîlerden ikisi ile Büyük Câmide görüştüm. HaniLazkiye'de bir iş için yardım
istemiştin de sana yardım etmişlerdi." dedi. Bunları söyleyince hayretler
içerisinde kaldım. Aradan seneler geçmişti ve kimseye de anlatmamıştım. Hâdise
şu idi:
Lazkiye'de
Cezâ Mahkemesi reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer
hıristiyanlar kâtil olarak, köyün ileri gelen müslümanlarından birini
gösteriyorlar, uzun müddet hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı.
Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu
hususta telgrafla görüştüler. Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede müslüman
şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini söyleyeceklerdi.
Nihâyet, dâvâ mahkemeye intikâl etti. Müslüman şahıs hapse atıldı ve üzerinden
aylar geçti. Bu mevzuda halk arasında bu işin iftirâ olmasından başka birşey
konuşulmuyordu. Papazlar da bu hususta beni teşvik için evime geldi. Bu husûsu
gören pekçok şâhit de var, diyorlardı. Lazkiye'nin ileri gelen müslümanlarından
bâzılarını da bu hususta iknâ etmişlerdi. Ben kendilerine inşâallah hak ortaya
çıkıncaya kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim deyip sözü kestim. Ancak
hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan
ve iftirâ olduğunu iyi anladım. Fakat hıristiyan yalancı şahitler çok olduğu
için o müslümanı kurtarmam çok zordu.
Kânun
şahitlik hususunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple
düşüncem karışmıştı, o müslümanı kurtaramam diye korkuyordum. Çünkü benimle
beraber hüküm veren dört kişi daha vardı. Üçü onun aleyhine hükmetse ekseriyete
göre hüküm verilir. Suçlu olduğu sâbit olunca hakkında verilecek hüküm îdamdır.
Benim bulunduğum mahkemede suçsuzluğuna
ğuna
inandığım bir müslümanın zarar görmesi hakikaten çok ağır geliyordu. Mahkeme
günü zihnim çok karışıktı. Evden çıktım yolda giderken bu işin kolay olması için
Ehl-i Nevbet denilen zamânın evliyâsından yardım istedim. Çünkü onlar Allahü
teâlânın izni ile gizli tasarruf sâhibi olup yardım ederler. Ben; "Ey Allahü
teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i Nevbet! Bu zor dâvâya bir nazar buyurun da
eziyet meşakkat olmadan bu müslüman Allahü teâlânın izni ile kurtulsun." gibi
sözlerle yalvardım.
Yalvarmalarımın netîcesi olarak Mahkemede herkesin yanında hakîkatin, o
müslümanın suçsuzluğunun ortaya çıkması için herkesin iknâ olacağı her çâreye
baş vurdum. Şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini,
cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hazır bulunduğunu ve daha
başka sualler sordum. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi mümkün değildi. Hepsi
de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili aynı cevâbı veriyorlardı o kadar.
Sonra sualler çoğaldıkça birbirinden çok farklı şeyler söylüyorlardı. Şâhitlerin
ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifadeleri alınıncaya kadar
bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin yalancı oldukları açıkça ortaya çıkmış,
müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen heyetin şüphesi kalmamıştı. Bu
sebeple mahkemeye son verdim. Üyelerle görüşüp suçlu görünen müslümanın berâat
ve serbest bırakılmasına, mazlûm olduğuna sözbirliği ile karar verdik.
Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü
teâlânın izni ile bu zor mesele kolaylıkla halledildi.
Hapiste olan
bu müslümanın durumunu, Şeyh Abdülhamîd bana Beyrut'ta söyleyinceye kadar
kimseye anlatmamıştım.
Bir gün
Abdülhamîd Nûbânî yanıma geldi. Onu akşam yemeğine dâvet ettim o da kabul etti.
O gün eve asma yaprağı, kabak ve bezelye almıştım. Fakat buna rağmen arzusunu
öğrenmek için; "Ne isterseniz o yemekleri hazırlarız." dedim. Bunun üzerine;
"Asma yaprağı olsun." dedi. "Başka." dedim, "Kabak" dedi. "Başka ne olsun?"
dedim. "Bezelye." dedi. Halbuki bunları aldığımı kimseden öğrenmemişti.
Bir kere
yine yanıma gelmişti. Biraz oturduktan sonra; "Sen şimdi meşgulsün. Falancaya,
falancaya hediye göndereceksin." dedi ve çıkmak üzere kalktı. Fakat onu tekrar
oturtup ikramda bulundum. Hakikaten İstanbul'da sevdiğim bâzı kimselere
göndermek için hediye hazırlamıştım.
Bir kere
onunla berâberdim. Akrabam ve mahkememizin başkâtibi olan Muhammed Ali Efendi
yanımıza geldi. Hanımı doğum yapacaktı. Şeyh Abdülhamîd Nûbânî ona; "Senin erkek
bir oğlun olacak. İsmini babanın adı olan Hasan koy!" dedi. Bir iki gün sonra
Şeyh Ali ile beraber Muhammed Ali Efendi ile karşılaştık. Ona; "Doğum oldu mu?"
diye sorduk. "Evet bir erkek çocuğumuz dünyâya geldi." dedi. Şeyh Abdülhamîd;
"İsmini ne koydun?" dedi. "Bedrüddîn." dedi. Söylediği isim konulmadığı için
yüzünden memnûniyetsizliği anlaşılıyordu. Sonra bana doğru eğilip kulağıma
gizlice; "Bu çocuk yaşamayacak!" dedi. Ben bunu Muhammed Efendiden gizledim. Ve
çocuk onun dediği gibi, vefât etti.
Bir cemâatle
oturuyorduk. Bu sırada akrabâlarından birini bir iş için İstanbul'a
gönderdiklerini, o işi mutlaka halledip döneceğini konuşuyorlardı. O cemaatin
ileri gelenlerinden birisi; "Ben ona git işini gör gel." dedim, diyor ve bu işi
halledip gelecek diye konuşuyordu. O bu sözünü birkaç defâ emin bir şekilde
söyleyince yanımda oturan Şeyh Abdülhamîd kulağıma gizlice; "Vallahi o şahıs
işini halledemeden gittiği gibi üzüntülü olarak dönecek." dedi. O şahıs
İstanbul'a gitti. Bir sene civârında kaldı. İşini yapamadan gizlice üzüntülü
olarak döndü.
Birisi ile
Kudüs dışında harâbe bir yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri
Efendinin evidir. Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât
onun evine döndü ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden
Bedri Efendi delirip öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik
çocuklarından bâzısına da geçti. Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ
sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden, âile fertleri onun duâsını alıp
bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler. Şimdi âile olarak
onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.
KAYNAKLAR
1) Câmiu
Kerâmât-il-Evliyâ; c 2, s.52. |