CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ABDÜLFETTÂH-I BAĞDÂDÎ AKRÎ

İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778 (H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu. 1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin kabristanındadır.

Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu.

Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı.

Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.

Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere, sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul'un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalplerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezîrler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O âb-ı hayat pınarı, herkesi kâbiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesîle oldu.

Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.

Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.

 

BEYİTLER

KIRK YIL HİZMET ETTİ

Hâlid-i Bağdâdî'nin, şânını o zamanlar,

Duymuştu dünyâdaki, bilcümle müslümanlar.

 

Yayılınca şöhreti, her yerine dünyânın,

Bağdad'a geliyordu, insanlar akın akın.

 

Hem İstanbul'dan dahi, birçok âşık olanlar,

Ona kavuşmak için, Bağdad'a yollandılar.

 

Bu gelen insanların, şu idi tek gâyesi:

"Hâlid-i Bağdâdî'nin, olmaktı talebesi."

 

Zîrâ Resûlullah'tan, fışkıran bütün "nûrlar",

Ondan yayılıyordu, herkese o zamanlar.

 

İstanbul'dan Bağdad'a, taşınan insanlara,

Baktığında, Mevlânâ, kıyamadı onlara.

 

Emir verip hemence, Abdülfettâh Akrî'ye,

Gönderdi İstanbul'a, "feyzini saçsın" diye.

 

Abdülfettâh Efendi, İstanbul'a gelince,

Nuh kuyusu denilen, yere geldi hemence.

 

Bu mübârek velî zât, buraya vardığında,

Cümle Hak âşıkları, buldu onu ânında.

 

Etraftan akın akın, geliyordu insanlar,

Zîrâ ondan akardı, ilâhî feyiz, nûrlar.

 

Devlet ricâlinden de, vezir, paşa, kumandan,

Gelirdi akın akın, bu dergâha o zaman.

 

On binlerce müslüman, gelerek bu dergâha,

Bağlardı kalplerini, hepsi Resûlullah'a.

 

Abdülfettâh Efendi, kırk yıldan daha fazla,

Bu dergâhta böylece, hizmet etti ihlâsla.

 

Mevlânâ Hâlid ise, o gelince Bağdad'dan,

Otuz dokuz yıl önce, ayrılmıştı dünyâdan.

 

Onun ayrılığına, hiç dayanamıyordu,

Hocasına kavuşmak, aşkıyla yanıyordu.

 

Bin sekiz yüz altmış dört, yılı Muharreminde,

Cümle talebesiyle, helâlleşti evinde.

 

Ayın on dokuzunda, hem de bir Cumâ günü,

Kur'ân'ı dinler iken, teslim etti rûhunu.

 

Âlim ve evliyâlar, sözbirliği hâlinde,

Şunu bildirdiler ki: "İstanbul dahilinde,

 

Binlerce evliyâdan, eshâbın hâricinde,

Üçü, en büyüğüdür, bu velîler içinde.

 

Bu üçünden biri de, Abdülfettâh Akrî'dir,

Kabri, âşıklarının, istifâde yeridir.

 

İkisi de şunlardır, bu üç büyük velînin,

Murâd-ı Münzâvî'yle, Tokâdî Mehmed Emîn.

 

Yâ Rabbî, bu üç büyük, velînin hürmetine,

Şifâ ver hasta olan, Muhammed ümmetine.

 

KAYNAKLAR

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.971

2) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.23

3) Şems-üş-Şümûs

4) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.84

5) Hadâik-ul-Verdiyye; s.259