ABDULLAH-I ENSÂRÎ
Evliyânın
meşhûrlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden. İsmi Abdullah bin
Muhammed bin Ali el-Ensârî el-Hirevî'dir. Künyesi Ebû İsmâil olup nesebi,
türbesi İstanbul'da bulunan ve Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından olan Hâlid bin
Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî'ye dayanır. Bu sebeple Ensârî nisbesiyle tanınmıştır.
1005 (H.396)te Herat'ta doğdu. 1088 (H.481) senesinde Herat'ta vefât etti.
Türbesi çok ziyâret edilen yerlerden biridir. Hadîs ilminde yüksek derecede âlim
idi. Üç yüz binden ziyâde hadîs-i şerîf ezberlemiştir. Ayrıca tefsîr, fıkıh,
kelâm, târih, neseb ve diğer ilimlerde âlim idi.
Dört yaşında
ilim öğrenmeye başladı. Dokuz yaşından îtibâren Kâdı Ebû Mensûr ve Caruzî'nin
sohbetlerine devâm etti. Hâfızası fevkalâde kuvvetli idi. Mektepte duyduğu ve
yazdığı her şeyi hemen ezberlerdi. Daha o zamanlarda, çok güzel şiirler
söylerdi. Gece-gündüz ilimle uğraştı. Abdül-Cebbâr el-Cerrâhî, Ebû Mensûr
el-Ezdî, Ebû Sa'îd es-Sayrafî ve başka birçok âlimden ilim öğrendi. Kendisinden
de; Ebü'l-Vakt Abd-ül-Evvel, Ebü'l-Feth Nasr bin Seyyâr ve daha başka birçok
kimse ilim öğrenip icâzet, diploma aldılar.
Onun büyük
bir âlim ve evliyâ olacağını Hızır aleyhisselâm müjdelemiştir. Şöyle ki:
Hâce Ebû
Âsım, Abdullah-i Ensârî hazretlerinin hocalarından ve akrabâsından idi. Bir gün
ziyâretine gitti.Hocası kendisine yemek ikrâm etti ve sohbet edip bazı şeyler
öğretti. Ebû Âsım'ın hanımı ihtiyar idi. Evliyâdan mübârek bir hâtun idi ve
Hızır aleyhisselâmdan ilim öğrenirdi. Bu hâtun diyor ki:
Hızır
aleyhisselâm bize geldiğinde, Abdullah'ı görüp kim olduğunu sordu. Böyle sormak
onun âdetidir. Bildiği hâlde yine sorar. Ben; "Filân kimsedir." dedim. Buyurdu
ki: "Doğudan batıya kadar herkes onun adını duyar. Şeyh-ül-islâm ismi ile meşhûr
olur. Şimdi on yedi yaşındadır. Babası ve kendisi, ne olduğunu bilmez. Zamanında
ondan büyük kimse olmaz. Yer yüzünde onun büyüklüğünü duymayan kalmaz."
O gerçekten
müjdelendiği gibi yetişti. Kendini tamâmen ilme verdi. Geceleri kandil ışığında
hadîs-i şerîf yazardı. Yemek yemeğe vakit bulamazdı. Annesi, ekmek parçalarını
lokma lokma edip yedirirdi. Hadîs-i şerîf toplamak için çeşitli memleketlere
gitti. Çok sıkıntılara katlandı.
İlim uğruna
emsâline az rastlanan gayret ve fedâkarlıklar gösterdi.Bir defâsında Nişâbûr'dan
Dezbad'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda şiddetli bir yağmura tutuldu.
Koynunda hadîs-i şerîflerin yazılı olduğu kitaplar, nüshalar vardı. Bunların
yağmurdan ıslanmaması için yol boyunca rükû vaziyetinde eğilerek yürüdü.
Üç yüz
âlimden hadîs-i şerîf öğrendi. Bunların hepsi büyük hadîs âlimleri olup, hepsi
de Ehl-i sünnet idi. Hiç biri bid'at sâhibi değildi. Tefsîr ilmini Hâce Yahyâ
İmârî'den öğrendi. Tasavvuf ilmini ise zamanının büyük âlimi ve rehberi Ebü'l-Hasan
Harkânî hazretlerinden öğrenip kemâle erdi.
İlim
tahsîlini tamamladıktan sonra insanların, Allahü teâlânın emrine uymaları,
yasakladıklarından sakınmaları için gayret etti. Ömrünü insanların seâdete
kavuşmaları, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaları için harcadı. Dünyâya
düşkünlük göstermedi.
Abdullah-ı
Ensârî, şeyhülislâm idi. Hanbelî mezhebinin büyük âlimlerinden olup, çok yüksek
bir velî idi. Kerâmetleri pek çoktur. Vâzlarında Ehl-i sünneti müdâfaa eder,
mezhebsizlik ve bid'atlerin kötülüğünü anlatırdı. Allahü teâlâya kavuşmak
yolunda yürümek isteyenlerin, evliyâya ve hakîkî din âlimlerine çok bağlı
olmasını isterdi. Bu yolda ilerleten vâsıtaların, onlara olan tam muhabbet ve
bağlılık oduğunu söylerdi. O büyüklere dil uzatanların zavallılıklarını her
defâsında ifâde eder ve; "Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan
sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan onları tanıyamıyor. Yâ Rabbî! Her kimi
felâkete düşürmek istersen, onu dostlarının, evliyânın ve gerçek İslâm
âlimlerinin üzerine atarsın." buyurmuştur.
Şöyle
anlatmıştır:
Bir zaman
bir arkadaş ile Basra'ya gittim. Altı gün geçtiği hâlde, hiç bir şey yemedik.
Yedinci gün bir kimse gelip bize birer altın hediyye etti. Ben de o altını
arkadaşıma verdim. Gidip yiyecek bir şeyler getirdi. Berâberce yedik. Sonra
yolumuza devâm ettik. Deniz kıyısına geldik. Kalan bir altını gemiciye verip
gemiye bindik. Gemide, köşede kendi hâlinde oturan biri vardı. Namaz
vakitlerinde kalkar, namazdan sonra tekrar kendi hâlinde oturmaya devâm ederdi.
Kendisine yaklaşıp, bir ihtiyâcı olursa yardımcı olabileceğimizi söyledik.
"Olduğu zaman söylerim." dedi. Bir gün bize; "Ben, yarın öğle namazından sonra
vefât edeceğim. Gemiciye, sizi sâhile çıkarmasını söyleyiniz. Elbiselerimden bir
şey isterse veriniz. Dışarı çıktığınız zaman bir ağaçlık görürsünüz. Orada,
büyük bir ağacın altında, benim kefenlenme ve defin işlerim için herşeyi
hazırlanmış bulursunuz. İşlerimi tamamlayıp, beni oraya defnediniz. Benim bu
yamalı elbisemi de kaybetmeyiniz. Hille'ye gittiğiniz zaman, zarîf bir genç,
sizden bu yamalı elbiseyi ister. Ona veriniz." dedi.
Hakîkaten de
ertesi günü öğle namazından sonra vefât etti. Bundan sonra biz dediklerini aynen
yaptık. Her şey tam anlattığı gibi oluyordu. Hille'ye vardığımızda, târif ettiği
genç karşımıza çıkıp; "Emâneti veriniz." dedi. Biz, yanımızdaki emâneti
kendisine teslim ettik ve; "Allah rızâsı için bize izâh eder misin? O zât kimdi?
Sen kimsin? Bu olanlar nedir?" dedik.
"O bir
derviş idi. Mirâs bırakacak bir malı vardı. Kendisine bir vâris taleb etti. Beni
gösterdiler. Siz, bir mikdâr bekleyin. Ben hemen geliyorum." dedi. Gidip biraz
sonra geldi. Kendi elbiselerini çıkarmış bizim getirdiğimiz elbiseleri giymiş
idi. Kendi elbiselerini bize verip; "Bunlar sizindir." dedi ve gitti.
Abdullah-ı
Ensârî hazretleri buyurdu ki:
"Öyle zaman
olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibâdetleri ile meşgûl eyler. O ibâdetler, o
kulun azıtmasına sebeb olur. Yâni kibir ve ucba kapılmasına yol açar. Yine öyle
zaman olur ki, o kulunu bir işe, bir günâha düşürür. O günâhı sebebiyle kul o
kadar üzülür ki, bu üzülmesi o kimsenin hidâyetine sebeb olur. Hâline bakıp
gafletten uyanır. Tövbe ve istigfâr eder. Bu her iki durumda da atılgan
olmamalıdır. Allahü teâlâ, cesâret ve atılganlıkla günâh işleyip de; "O bizi
affeder." diyen kullarını sevmez. Günâhları küçük görmekten daha zararlı bir şey
yoktur. Günâhların küçüklüğünü değil de, kimin koyduğu yasakları çiğnemekte
olduğunu düşünüp, hayâ etmelidir."
"Hak
teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek, dünyâya düşkün
olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânın
zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması gibi, kolayca bu yoldan çıkar.
Allahü teâlânın dostları, dünyâya hiç kıymet vermezler, onun için gam yemezler.
Bütün dünyâyı bir lokma hâline getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz.
Gerçek israf, bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına aykırı olarak sarfetmektir.
Allahü teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile terketmeyi ister
ve beğenir."
"İşlediğin
tâat ve ibâdetleri beğenmemelisin. O tâat sana hoş gelmemeli, bir lezzet
aramamalısın. Tâatini beğenmek şirktir. Yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için,
buyurulduğu gibi, yânî ilmihâl kitaplarında bildirdiği gibi işlemeli. Tâatini
Hak teâlâya ısmarla ve kendi beğenmeni şeytanın yüzüne çarp. Beyt:
Bir amel ki kalbine hoş gelir.
Bir günâhtır ki özrü müşkildir.
"Bedbahtlığın, zarar ve ziyân içinde olmanın en açık alâmeti, Allah yolunda
hergün ilerleyememektir."
"Malı
seviyorsan, yerine sarf et de sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de
yok olsun."
"Allahü
teâlâ, kendi rızâsını istiyenlerin yardımcısıdır."
"Üç kısım
ilim vardır ki, bunlar tövbe, tevekkül ve hakîkat ilimleridir. Tövbe ilmi ki, bu
ilmi seçilmişler, büyük zâtlar ve avâm, diğer insanlar kabûl ettiler. Tevekkül
ilmini, seçilmişler kabûl etti, ama avâm kabûl etmedi. Hakîkat ilmini ise,
insanların ilim, akıl ve anlayış seviyelerinin üstünde olduğu için, çok kimse
anlıyamadı."
"Allahü
teâlânın azâbına müstehak olanlar, her an gaflette bulunanlardır. Bunlar,
başlarına gelmesi muhtemel olan korkunç azâbdan gâfil oldukları için,
kendilerini emniyette ve rahat hissederler. Her zaman uyanık olan kalbler ise,
her an korku ve hüzün ile dolu olurlar. Devamlı âhiret için hazırlık yaparlar.
Dolayısı ile bu kimseler cezâya müstehak değildir."
"İnsana,
âhirete giden yolda mutlaka şu dört şey lâzımdır: Birinci olarak, îtikâd ve
amel. Bunun için kendisine lâzım olan ilmi öğrenip tatbik etmek lâzımdır. Bu
ilim yolcuya yön verir, idâre eder. İkinci olarak, bir zikir lâzımdır. Bu,
yolcuya tenhâda arkadaşlık eder ve zikir yardımı ile yalnızlık çekmez. Üçüncü
olarak, bu yolcunun haram ve şüphelilerden sakınması ve dünyâya düşkün olmaması
lâzımdır. Bu uygun olmayan düşünce ve başka şeylerin kendisini meşgûl etmemesine
sebeb olur. Dördüncü olarak, bir yakîn lâzımdır. Bu da, yolcuyu gideceği yere
kadar götürür. İşte ömründe bu dört şeyden ayrılmayan saâdete kavuşur."
"Dünyâ ne
demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her
şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de
fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla
geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu
ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir."
"Sıdk ve
muhabbetin alâmeti ahde vefâdır."
"Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi
hayırlı şeylerle meşgûl ediniz."
"Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve düşünmemek cinâyettir."
"Mürşid-i
kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini görmek ve
sohbetine kavuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların güzel cemâli ve sohbeti
her zaman ele geçmez. Onu elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar
dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini
bilmelidir."
"Birisi,
rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile bir yerde
oturuyorlardı. Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânın kapıları açıldı. Elinde
ibrik ve leğen ile bir melek geldi. Melek, ibrik ve leğen ile herkesin önüne
geliyor, orada bulunanlar ellerini yıkıyordu. Rüyâyı gören kimse en sonda
bulunuyordu. Sıra ona gelince; "Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden değildir."
dediler. Melek de leğeni alıp götürdü. O kimse, Peygamber efendimize dönerek;
"Yâ Resûlallah! Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok
seven birisiyim." dedi. Peygamber efendimiz; "Bunlara muhabbet eden
bunlardandır." buyurdu. Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirdi, o kimse de
elini yıkadı. Peygamber efendimiz o kimseye dönüp tebessüm ettiler ve; "Bize
muhabbet ettikçe bizimlesin." buyurdular. O kimse bu rüyâdan sonra bu yolun
büyüklerinden biri oldu."
Abdullah-ı
Ensârî hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı:
"Tasavvuf
ehli arasında;"Benim elbisem, benim ayakkabım." demek edebe uygun değildir.
Dostlar arasında, hiçbir şeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onların âdâbındandır.
Zarûret müstesnâ."
"Kendisinden
başka ilâh olmayan Allahü teâlânın kıymetli bir kulu vefât edeceği zaman, Azrâil
aleyhisselâm gelerek; "Korkma! Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına
kavuşuyorsun. Büyük bayrama vâsıl oluyorsun. Bu cihan bir konaktır. Bu konak
mü'minin zindanıdır. Ödünç olarak sana verilen bu varlık bir bahânedir. Bu
sebepten, bu bahâne gider ve uzaklaşır. Hakîkat meydana çıkarak, kişi devamlı
diri olan Allaha kavuşur." der. O kul için, dünyâda bundan daha tatlı, daha hoş
ve daha rahat bir gün olmaz."
"Kişinin
sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."
"Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alâmeti; o kulun, kendisine faydası
olmayan boş şeylerle meşgûl olmasıdır."
"Ümitsizlik,
küfür içinde bir kapıdır. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür."
"Ârif;
kalbini Allahü teâlâyı düşünmek, unutmamak, vücûdunu da, insanların rahmet-i
ilâhiyyeye kavuşmaları için seferber eden kimsedir."
"Bir zaman
Hire'ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman
aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile
dost oldu. İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki:
Bugün,
hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık.
Asker:
-İster
misin? Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.
-Söylemem.
Asker,
Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât'a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu
vazifeleri yaptıktan sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi
ki:
-Senin gibi
bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu
nasıl oluyor?
-Eğer benim
gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf,
muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı? Kim alâkadar olurdu? Kim
dostluk elini uzatırdı? İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında
bulunuyorum. Sakın sırrımı kimseye söyleme.
-Peki, diyen
ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu
anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar."
"Sana iyilik
eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik
ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik
etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el,
alan elden üstündür." buyrulmuştur."
"Ebü'l-Hüseyin
isminde birisi, bir gün hocam Husrî'yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona
karşı soğukluk duyuyorum."
Abdullah-ı Ensârî
hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah'ın
habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede
geçen; "Allah'ın habline sımsıkı sarılın."dan murâd, Allahü teâlânın
emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen
i'tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.
Şeyhülislâm Abdullah-ı
Ensârî'nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer'in bildirdiği
hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"İhsân, Allahü
teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O
seni görüyor."
Bu hadîs-i
şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.
Yine buyurdu
ki:
"Bâzı sâlih
kimseler, bir hâdisenin nasıl netîceleneceğini firâsetle söyler. Bu hâdisenin
netîcesini Allahü teâlâ ona müşâhede ettirir, gösterir. Bu müşâhede, o kimsede
devamlıdır. Bâzı kimseler de vardır ki, bu müşâhede onda bâzan olur, devamlı
olmaz. O, onu Allahü teâlânın aşkının sarhoşluğu içinde iken söyler veya o söz
dilinden çıkar da, söylediği hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile
yoktur. İşte bu iki hâlin birinci olanı, yâni firâseti devamlı olanı makbûldür.
Firâseti devamlı olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu işler, "Abdal", "Ebrar" ve "Zühhâd"da
olur. Firâseti ve müşâhedesi bâzan olanlar da "Muhakkik"lerdir. Muhakkiklerde
hâdiseler, bâzan kapalı, bâzan açık olur. Eğer şaka ile söyleseler; Allahü teâlâ
onları kırmaz, hakîkat eder. Eğer gaflet ile söylerse, cenâb-ı Hak yine dediğini
vâki eder.Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır."
Abdullah-ı
Ensârî buyurdu ki:
"Firâset iki
türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdını
keşf etmek, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet çeken,
açlıkla nefslerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri
bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hatırlamayıp gece-gündüz dünyâyı
düşündüğünden, dünyâ işlerinden ele geçirmek istedikleri şeylerden haber
verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları evliyâ, Allahü teâlâya
yakın sanıyorlar. Evliyânın maârifine, doğru, ince bilgilerine dönüp de
bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı,
gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi
olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek,
evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine
inanmıyorlar. Böyle, yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doğru ilim ve
maârifinden mahrûm kalıyorlar. Allahü teâlânın, o büyükleri, câhillerin gözünden
saklayıp, kendine mahsûs kıldığını bilmiyorlar. O, evliyâsını dünyâ işleri ile
meşgûl etmeyip, kendisi ile meşgûl etmiştir. Evliyâ, insanların hâllerine,
işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı".
Abdullah-ı
Ensârî hazretleri yine buyurdular ki:
"Âhirette
her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre bir şerefi, değeri
vardır. İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun şerefi de ilim
iledir. İlmi olmayan kimse, câhillik içinde kalır, muhabbet kadehini içemez,
vilâyet libâsını giyemez. Allahü teâlâ câhili kendine dost edinmez."
"İlim, çok
tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az uyumalı ve Allahü
teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz
buyuruyor ki:
"Geceleyin Allahü teâlânın
korkusundan ağlayan göze ateş dokunmaz."
Bir kimse, 40 gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâhir olup,
kalbinden lisânına akar. Peygamber efendimiz; "Mü'min, gece çok ağlar, gündüz
çok tebessüm eder." buyurdu."
"Her denizin
kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. Peşinden gece gelmiyecek gün, kıyâmet
günüdür. Ucu bucağı bulunmayan deniz, Allahü teâlânın rahmet deryâsıdır."
"Semâ
tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti
vardır. Mü'minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."
"Şükür;
nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan
dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna şükür ismi verilmiştir."
Abdullah-ı Ensârî
hazretlerinin yazdığı kıymetli kitaplardan bâzıları şunlardır: 1)
Menâzil-üs-Sâyirîn, 2) Şems-ül-Mecâlis, 3) Envâr-üt-Tahkîk, 4) Tefsîr-ül-Kur'ân,
5) Hülâsa fî Şerh-i Hadîs, 6) Şerh-üt-Taarruf li-Mezheb-it-Tasavvuf, 7)
Menâkıb-ı İmâm-ı Ahmed bin Hanbel.
KERAMET VE MENKÎBELERİ
PARMAĞINI ISIRDI!
Abdullah-ı
Ensârî, talebelik yıllarını şöyle anlatır:
"Kışın
cübbem yoktu. Hava da çok soğuk idi. Evimde ancak üzerinde yatabileceğim kadar
bir hasırım vardı. Üzerimi de bir keçe parçası ile örtüyordum. Keçeyi başıma
doğru çeksem ayağım, ayağıma doğru çeksem başım açık kalırdı. Yastık olarak da
bir kerpiç kullanırdım. Bir de, meclislerde giydiğim elbiseyi asacak bir çivi
vardı. Bir gün, büyük zâtlardan birisi bize geldi ve hâlimi gördü. Parmağını
ısırıp ağlamaya başladı. Bir müddet sonra, başından sarığını çıkarıp önüme
koydu. "Buna benden çok sen lâyıksın." demek istedi."
BİRŞEY İSTEYEMEZDİM
Abdullah-ı
Ensârî anlatır:
"Maddî gücüm
olmadığı için, talebelerime bir şey alamazdım. Kimseden de bir şey isteyemezdim.
Bu sebepten gönlümde bir elem vardı. Bir kimse, hazret-i Danyal aleyhisselâmı
rüyâsında görmüş. Ona; "Falan dükkânı Abdullah'a ver ki, kazancını talebelerine
dağıtsın." buyurmuş. O kimse de bunu kabûl etmiş. O şahıs, bu rüyâdan sonra
dükkânın kazancını, talebelere dağıtmak üzere bana verdi."
"Şu iki
kimseden daha büyük bir âlim görüp işitmedim. Onlar; Harkan'da Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî ve Herat'ta Abdullah et-Tâkî'dir. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin
talebeleri bana; "Otuz senedir hocamızın sohbetiyle şerefleniriz. Sana
gösterdiği alâka ve muhabbet gibi kimseye göstermedi. Sana ihsân ettiği gibi,
başkasına böyle ihsân ettiğini görmedik." dediler.
Bir gün,
Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine; "Efendim, bir şey sormak istiyorum." dedim.
O da; "Sor, ey benim çok sevdiğim Abdullah!" dedi. Beş suâl sordum. İkisini
lisân-ı hâl ile, yaşayarak, üçünü de lisân-ı kâl ile, söyleyerek cevaplandırdı.
İki elimi dizinin üzerinde tutmuş idi. Bu hâl beni çok etkiledi. Öyle çok
ağladım ki, gözlerimden devamlı gözyaşı akıyordu. Tasavvufu Ebü'l-Hasan Harkânî
hazretlerinden öğrendim.
Birincisi;
normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp,
devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek
içindir. Bu, Allah'ın ipine (Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi;
seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri,
Allah'tan başka her şeyden kesilmek, O'na, O'nun emirlerine teslim olmaktır. Bu
da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki,
bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek,
O'nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı
billah denir."
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Hanâbile; c.2, s.247
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.133
3) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.365
4) Tezkiret-ül-Huffâz; c.3, s.1183
5) Esmâ-ül-Müellifin; c.1, s.452
7) El-A'lâm; c.4, s.122
8) Tabakât-ül-Müfessirîn (Süyûtî); s.15
9) Tabakât-ı Hanâbile Zeyli; c.1, s.50
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.977
11) Esâb-ı Kirâm; s.305
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.19
13) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; c.2, mk.92
14) Kıyâmet ve Âhiret; s.201
15) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.4, s.306
16) Sefînet-ül-Evliyâ; s.169 |