Allahü teâlânın
habîbi, sevgilisi, yaratılmış bütün insanların, mahlûkâtın her bakımdan en
üstünü, en güzeli, en şereflisi. Allahü teâlânın
medhettiği ve bütün insanlara ve cinne peygamber olarak seçip gönderdiği, son
ve en üstün peygamber. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey onun
hürmetine yaratılmıştır. Mübârek ismi, pek çok, tekrar tekrar övülmüş,
methedilmiş mânâsına gelen Muhammed aleyhisselâmdır. Ahmed, Mahmud, Mustafa gibi başka
mübârek isimleri de vardır. Babasının ismi Abdullah olup, hicretten 53 sene
önce Rebîul-evvel ayının onikisinde Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke'de
doğdu. Târihçiler, bu günün, miladî sene ile 571 senesinin Nisan ayının
yirmisine rastladığını bildirmektedirler.
Doğmadan
birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (Kâinat
sedefinde bulunan tek büyük ve en kıymetli inci) lakabı da verilmiştir. Sekiz
yaşına kadar dedesi Abdülmuttalîb'in; onun ölümü üzerine ise amcası Ebû
Tâlib'in yanında kaldı. Yirmibeş yaşında Hadîce-tül-Kübrâ vâlidemiz ile
evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü'l Kâsım yâni Kâsım'ın
babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında iken,
bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü
teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya
başladı. Elliiki yaşında iken Mîrâc vukû buldu. Miladın 622 yılında 53 yaşında
olduğu hâlde, Mekke'den Medîne'ye hicret etti. Yirmiyedi kere muhârebe yaptı.
11 (m. 632) senesinde Rebîul-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden
evvel 63 yaşında iken vefât etti.
Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine ismi ile hitâb ettiği hâlde, O'na; “Habîbim” (Sevgilim) diye iltifât etmiştir. Âyet-i kerîmede meâlen; “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ sûresi: 107) ve bir hadis-i kutside de; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, mahlûkâtı yaratmazdım” buyurdu. Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü en fazîletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan O'nun üstünde değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır.
Allahü teâlâ
hiç bir şeyi yaratmadan, yâni her şeyden önce, sevgili
peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûrunu yarattı. Tefsîr ve
hâdis âlimlerimizden çoğu bildirdiler ki: Cenâb-ı
Hak, kendi nûrundan latîf ve büyük bir cevher yaratıp, ondan bütün
kâinatı sıra ile vücûda getirdi. Bu cevhere Nur-ı Muhammedî
denir. Bütün rûh ve cisimlerin başlangıcı ve menşei bu cevherdir. Eshâb-ı
kirâmdan Câbir bin Abdullah, bir gün; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın her şeyden evvel yarattığı şey
nedir?” diye sorunca; “Her şeyden evvel senin Peygamberinin yâni benim nûrumu kendi
nûrundan yarattı. O zaman; levh, kalem, Cennet, Cehennem, melek, semâ
(gökler), arz
(yeryüzü), güneş,
ay, insan ve cinler yoktu” buyurdular.
Nûr-ı Muhammedî, Âdem
aleyhisselâmın kalbi ve cesed-i şerîfi
yaratılınca, onun iki kaşı arasına kondu. Âdem aleyhisselâm
kendisine rûh verilince, alnında, zühre yıldızı gibi parlayan bir nûrun
olduğunu fark etti.
Âdem aleyhisselâm yaratıldığında, cenâb-ı Hakk'ın kendisine; Ebû Muhammed yâni Muhammed'in
babası diyerek hitâb ettiğini ilham ile anladı ve; “Ey Rabbim! Bana niçin Ebû Muhammed künyesini verdin?” diye suâl edince, Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Başını kaldır!” dedi. Âdem
aleyhisselâm, başını kaldırıp baktığında, Arş-ı
âlâda sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) nûrdan yazılmış Ahmed
ismini gördü. O zaman; “Ey Rabbim! Bu kimdir?” diye suâl etti. Allahü teâlâ da, “Bu, senin zürriyetinden bir
peygamberdir. O'nun ismi göklerde Ahmed, yerde ise Muhammed'dir.
Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim”
buyurdu.
Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûr-ı şerîfi kondu. O nûr alnında parlamaya başladı. Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiği gibi; Âdem aleyhisselâmdan îtibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek, Peygamber efendimize kadar geldi. Bunu Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirmiştir; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ınkılâb etmiş, ulaşmıştır.” (Şuarâ sûresi: 219) Hadîs-i şerîflerde ise; “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan'da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır.”
“Allahü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Her şey içinden insanları sevdi, kıymetlendirdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistan'da yerleştirdi. Arabistan'daki seçilmişler arasından da, beni seçti. Beni, her zamanki insanların seçilmişlerinde, en iyilerinde bulundurdu. O hâlde, Arabistan'da bana bağlı olanları sevenler, benim için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşmanlık etmiş olurlar” buyrulmuştur.
Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için, alnında O'nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ'ya, ondan da Şît aleyhisselâma ve böylece temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da zerre ile birlikte, alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve O'na istiğfârda bulunurlardı. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman, oğlu Şit aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bunu, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!” Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl ve en kibar kızlar ile evlendiler. Nur, kadın erkek, temiz alınlardan geçerek asıl sâhibine ulaştı. Resûlullah efendimizin dedelerinden birinin iki oğlu olsa yahut bir kabîle iki kola ayrılsa, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûru, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda O'nun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O'nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve çok nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında seçilir, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Nitekim Peygamber efendimiz bir Hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Benim dedelerimin hiç biri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyib, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.”
Âdem aleyhisselâmdan beri, evladdan evlada geçerek gelen bu nûr, Târuh'a, ondan oğlu İbrâhim aleyhisselâma, sonra oğlu İsmâil aleyhisselâma geçmiştir. Onun da alnında güneş gibi parlayan nûr, evlatlarından Adnan'a ondan Me'add, ondan da Nizâr'a intikal etmiştir. Nizâr doğunca, babası Me'add, oğlunun alnında nûru görüp sevinmiş, büyük bir ziyâfet vererek; “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey” dediği için, oğlunun adı Nizâr yâni az bir şey mânâsında kalmıştır. Bundan sonra da nûr, sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ulaşmıştır. Peygamber efendimizin şerefli nesebi Adnan'a kadar şöyledir:
Resûlullah’ın babası Abdullah’tır. Abdullah’ın babaları sıra ile Abdülmuttalîb (Şeybe) ve Hâşim (Amr) ve Abdü-Menaf (Mugîre) ve Kuseyy (Zeyd) ve Kilâb ve Mürre ve Kâ'b ve Lüveyy ve Gâlib ve Fihr ve Mâlik ve Nadr ve Kinâne ve Huzeyme ve Müdrike (Âmir) ve İlyâs ve Mudar ve Nizâr ve Me'add ve Adnan.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Ben, Abdullah, Abdülmuttalîb, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka'b, Lüveyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me'add, Adnân oğlu Muhammed'im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman, ikiye ayrılmış ise, Allahü teâlâ beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur...” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil'i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş'i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalîb oğullarını seçti. Abdülmuttalîb oğullarından da beni seçti” buyurdu.
Kıldı ol nûr, ânın alnında karar,
Kaldı ânın ile nice rûzigâr.
Sonra Havvâ alnına, nakl etdi bil,
Durdu anda dahî nice ay ve yıl.
Şis doğdu, ona nakl etdi bu nûr,
Anın alnında, tecelli kıldı nûr.
İrdi İbrâhim ve İsmâil'e hem,
Söz uzanır, ger kalanın der isem.
İş bu resm ile müselsel, muttasıl,
Tâ olunca Mustafa'ya müntekıl.
Geldi çün ol rahmeten-lil-âlemin,
Vardı nûr, anda karar kıldı hemin.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyş
kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’tır. Onun da babası
Şeybe'dir. Peygamberimizin dedesi
olan Şeybe, Medîne'de doğdu. Şeybe, babası Hâşim vefât ettiğinde, daha çocuktu.
Bir gün Medîne'de, dayılarının evi önünde arkadaşlarıyla ok talimleri
yapıyordu. Onları seyreden büyükler, Şeybe'nin alnında parlayan nûrdan, onun
şerefli bir kimsenin oğlu olduğunu tahmin ederek hayran kaldılar. Ok atma
sırası Şeybe'ye geldiğinde, yayını gerip hedefe okunu saldı. Ok, tam isabet
edince, o heyecanla; “Ben Hâşim'in oğluyum. Elbette okum hedefini bulur!” dedi.
Onun bu sözlerinden, Mekkeli Hâşim'in oğlu olduğunu anladılar. O sırada Hâşim
ölmüştü. Abdü Menaf oğullarından biri Mekke'ye döndüğünde, Hâşim'in kardeşi
Muttalib'e; “Medîne'de bulunan yeğenin Şeybe çok akıllı bir çocuk. Alnında da
herkesi hayran bırakan bir nûr parlıyor. Böyle kıymetli bir çocuğu yanınızdan
ayırmanız doğru mu?” dedi. Bunun üzerine Muttalib, hemen Medîne'ye gitti ve
yeğeni Şeybe'yi alarak Mekke'ye getirdi. Mekke sokaklarında; “Bu çocuk kimdir?”
diye soranlara da; “kölemdir” derdi. Bundan sonra Şeybe'nin ismi,
Muttalib'in kölesi anlamına gelen Abdülmuttalîb olarak kaldı.
Abdülmuttalîb,
amcası Muttalib vefât edinceye kadar yanında kaldı. Abdülmuttalîb ki, mübârek
bedeninden misk kokusu gelirdi. Alnında, Allahü
teâlânın habîbi Muhammed aleyhisselâmın nûru parlar, etrâfına hayırlar,
bereketler saçardı. Her ne zaman Mekke beldesine yağmur yağmayıp kıtlık olsa,
Mekkeliler Abdülmuttalîb'in eline yapışıp kendisini Sebir Dağı’na çıkarırlar,
duâ etmesi için ona yalvarırlardı. O da kimseyi kırmaz. Allahü teâlâya yağmur ihsân etmesi için duâ
ederdi. Cenâb-ı Hak da, Abdülmuttalîb'in
alnında parlayan sevgili Peygamberimizin
nûru bereketine duâsını kabûl eder, bol bol yağmur gönderirdi. Böylece
Abdülmuttalîb'in günden güne kıymet ve îtibârı çoğaldı. Mekkeliler onu
başlarına reîs seçtiler. Ona karşı gelen olmaz, emri altına giren de rahat ve
huzûr bulurdu. O devrin hükümdârları da, Abdülmuttalîb'in fazîletini ve
büyüklüğünü tasdik ederlerdi. Sâdece İran kisrası çekemez, açık ve gizli olarak
ona düşmanlık beslerdi. Abdülmuttalîb, Hanif dînine tâbi idi, yâni müslüman
idi. Bu din, dedelerinden İbrâhim aleyhisselâmın
dîni idi. Bu sebeple, hiç bir zaman puta tapmadı ve hattâ yanlarına bile
yaklaşmadı. Kâbe'nin etrâfında Allahü teâlâya
duâ eder, ibâdetini yapardı.
Bir gün
rüyâsında bir kimse; “Ey Abdülmuttalîb! Kalk Tayyibe'yi kaz!” diyerek kayboldu.
Ertesi gün; “Kalk, Berre'yi kaz!” dedi. Üçüncü gün de aynı kimse; “Kalk,
Mednûne'yi kaz!” emrini verdi. Rüyânın arkası kesilmiyordu. Dördüncü gün ise
yine o kimse; “Ey Abdülmuttalîb! Kalk, zemzem kuyusunu kaz!” deyince,
Abdülmuttalîb; “Zemzem nedir? Kuyu nerededir?” diye sordu. O zât da; “Zemzem
bir sudur ki, hiç eksilmez ve dibine erişilmez. Dünyânın dört bucağından gelen
hacılara kifayet eder. Cebrâil aleyhisselâmın kanadıyla vurduğu yerden çıkmıştır. Allahü teâlânın, İsmâil aleyhisselâm
için yarattığı sudur. Susuzları kandırır. Açları doyurur. Hastalara şifâ olur.
Yerini bildireyim. Kurban kestikleri zaman artıklarını bir yere dökerler. Sen
orada iken kırmızı gagalı bir karga gelir. Gagasıyla yeri eşer. Karganın eştiği
yerde, bir de karınca yuvası görürsün, işte orası zemzemin yeridir” dedi.
Abdülmuttalîb,
sabahleyin yanına oğlu Hâris'i alarak Kâbe'ye gitti ve heyecanla beklemeye
başladı. Bir ara rüyâda söylenildiği şekilde kırmızı gagalı karga gelip,
oradaki bir çukura kondu ve gagası ile yere vurmaya başladı. Altından karınca
yuvası çıktı. Abdülmuttalîb ile oğlu Hâris, derhal orayı kazmaya başladılar.
Bir müddet kazdıktan sonra kuyunun ağzı göründü. Abdülmuttalîb, bunu görünce;
“Allahü Ekber, Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirmeye başladı. Başından beri,
kuyunun kazılmasını dikkatle tâkip eden Kureyşliler, ona dönerek; “Ey
Abdülmuttalîb! Bu, babamız İsmâil'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız vardır.
Bizi bu işe ortak etmelisin!” dediler. Abdülmuttalîb ise, derhal karşı çıktı ve
“Hayır! Bu iş, sâdece bana ihsân edilmiş bir vazifedir” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Kureyşliler; “Sen yalnızsın. Tek oğlundan başka kimsen de yok. Bu
şekilde bize karşı koyman mümkün değil!” dediler. O zaman içi burkuldu. Çünkü
kendisini kimsesizlikle ayıplıyorlardı. Ellerini semâya kaldırarak; “Yâ Rabbî!
Bana on çocuk ihsân eyle. Eğer bu duâmı kabûl buyurursan, içlerinden birini
Kâbe'de kurban edeceğim” diye yalvardı.
Abdülmuttalîb,
kazı işinin tehlikeli bir hâl aldığını, netîcede şiddetli çarpışmaların
olabileceğini düşündü. Sonunda kazmayı bırakarak anlaşma yoluna gitti. İşin bir
hakem tarafından hâlledilmesini istedi. Sonunda, Şam'da oturan bir kâhinin buna
çâre bulacağına karar verdiler. Kureyşin ileri gelenlerinden bir grup ile yola
çıkıldı. Yolda susuzluktan ve sıcaktan ziyâdesiyle bunalan kervan, hareket
edemez oldu. Artık bir damla suya can atacak hâle gelmişlerdi. Tek arzularının
bu olmasına rağmen, kavurucu çölün ortasında su bulmak imkânsızdı. Herkesin
ümidini kestiği bir anda, Abdülmuttalîb onlara; “Geliniz, geliniz! Toplanınız!
Hem size, hem de hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!” diye bağırdı. Muhammed aleyhisselâmın
mübârek nûrunu alnında taşıyan Abdülmuttalîb, su ararken, devesinin ayağı büyük
bir taşa takılmış ve taş yerinden oynayınca altından su çıkmıştı. Herkes
koşarak geldi, kana kana su içerek yeniden hayat buldu. Abdülmuttalîb'in bu
büyüklüğü karşısında mahcup olan Kureyşliler; “Ey Abdülmuttalîb! Artık sana
diyecek bir sözümüz kalmadı. Zemzem kuyusunu kazmaya en lâyık olan sensin. Bu
husûsta seninle bir daha münâkâşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de lüzum
kalmadı, geri dönüyoruz” dediler ve Mekke'nin yolunu tuttular. Abdülmuttalîb,
alnında parlayan nûrun hürmetine, zemzem kuyusunu kazıp suyu çıkarma şerefine
kavuştu.
Yâ
Resûlallah, Yâ Hayr-al-beşer müştâkınam.
Kim
sepüpdür mûcizatın âlem-i esrâra su.
Abdülmuttalîb'in, zemzem kuyusunu kazdıktan sonra şânı ve şöhreti daha çok arttı. Aradan yıllar geçti. Cenâb-ı Hak, gönlünün derinliklerinden koparak yaptığı duâyı kabûl edip Abdülmuttalîb'e, Hâris’ten başka on oğul ve altı kız çocuğu ihsân etti. Oğullarının ismi; Kusem, Ebû Leheb, Hacl, Mükavvim, Dirâr, Zübeyr, Ebû Tâlib, Abdullah, Hamza ve Abbâs'tır. Kızları ise; Safiyye, Âtike, Ümmü Hâkim Beydâ, Berre, Ümeyme ve Ervâ idi. Abdülmuttalîb, çocukları arasında en çok Abdullah'ı severdi. Çünkü alnındaki nûr, onda parlamaya başlamıştı.
Abdülmuttalîb'e, bir gün rüyâsında; “Ey Abdülmuttalîb! Adağını yerine getir!” denildi. Sabahleyin Abdülmuttalîb bir koç kurban etti. Gece rüyâsında; “Ondan daha büyüğünü kurban et!” emri verildi. Sabahleyin bir sığır kurban ettiği hâlde tekrar, rüyâsında; “Ondan daha büyüğünü kurban et!” emri üzerine; “Ondan daha büyüğü nedir?” diye sordu. O zaman; “Oğullarından birini kurban etmeyi adamıştın. Adağını yerine getir!” denildi. Ertesi günü Abdülmuttalîb çocuklarını toplayarak, seneler önce yaptığı duâyı söyledi. Sonra oğullarına, içlerinden birini kurban etmesi lâzım geldiğini bildirdi. Evlatlarından hiç bir muhâlefet görmedi. Üstelik onlar; “Ey babamız! Adağını yerine getir! İstediğini yapmakta serbestsin!” diye rızâ gösterdiler. Abdülmuttalîb, kur'a çekerek kurban olacak oğlunu tespit etti. Kur'a, en çok sevdiği oğlu, alnında Allahü teâlânın habîbi Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan Abdullah'a çıkmıştı. Abdülmuttalîb, bir an sendeledi, göz pınarları yaşla doldu. Allahü teâlâya verdiği sözü yerine getirmeliydi. Bir eline bıçağı, bir eline ciğerpâresi Abdullah'ı alarak, Rabbine verdiği sözü yerine getirmek için Kâbe'ye vardı. Gözü yaşlı baba, Abdullah'ı kurban etmek için bütün hazırlıklarını tamamladı. O esnada, Kureyş'in ileri gelenleri, hayret dolu bakışlarla hâdiseyi tâkip ediyorlardı. İçlerinden Abdullah'ın dayısı; “Ey Abdülmuttalîb! Dur! Biz senin bu oğlunu boğazlamana aslâ râzı değiliz. Eğer böyle bir iş yaparsan, bundan sonra Kureyş arasında âdet olur. Herkes oğlunu kurban için nezredip keser. Böyle şeye ön ayak olma! Sen, Rabbini başka bir şekilde râzı eyle!...” dedi. Sonra; “Bir kâhine sor da sana yol göstersin” diye teklifte bulundu. Abdülmuttalîb, bu söz üzerine, Hayber'de bulunan Kutbe (veya Secak) adındaki kâhine gitti ve durumu anlattı. Kâhin; “Sizde bir insanın diyeti ne kadardır?” diye sordu. “On devedir” diye cevap alınca; “On deve ve oğlunuz arasında kur'a çekiniz. Kur'a oğlunuza çıkarsa, on deve daha artırarak yeniden kur'a çekiniz. Kur'a develere çıkıncaya kadar böyle artırarak devam ediniz” dedi. Abdülmuttalîb, hemen Mekke'ye döndü ve kâhinin dediği gibi yaptı. On deve artırarak defâlarca kur'a çekti. Hep Abdullah'a çıktı. Ancak deve sayısı yüze çıkınca, kur'a develere isabet etti. İhtiyat olsun diye iki defâ daha çekti. Her iki kur'a da, develere çıktı. Abdülmuttalîb; “Allahü ekber Allahü ekber!” diyerek tekbirlerle develeri kurban etti. Etlerini kendisi ve oğullarından hiç biri almadı. Hepsini fakirlere dağıttı.
Âdem aleyhisselâmdan beri, bir de İsmâil aleyhisselâmın kurban edilme hâdisesi vardır. Peygamber efendimizin nesebi, İsmâil aleyhisselâma dayandığı için; “Ben, iki kurbanlığın oğluyum” buyurmuşlardır.
İki
cihânın efendisi olan peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
nûrunu alnında taşıyan Abdullah, doğduğunda, kitap ehli birbirine; “Âhır zaman
peygamberinin babası Mekke'de dünyâya geldi” diye haber verdiler.
İsrâiloğullarının yanlarında yünden örülme bir cübbe var idi ki, bu cübbe Yahyâ
aleyhisselâmın olup, şehîd olduğu zaman üzerinde
bulunuyordu ve mübârek kanı bu cübbeye bulaşmış idi. Kitaplarında da; “Ne zaman
bu kan tazelenir damlamaya başlarsa, âhır zaman peygamberinin babası dünyâya
gelir” yazıyordu. İşte ehl-i kitap bu alâmeti görerek, Abdullah'ın doğduğunu
anladılar. Lâkin kıskanıp nice defâlar öldürmeye kastettilerse de, Allahü teâlâ Abdullah'ı alnındaki nûrun
bereketiyle korudu. Abdullah büluğ çağına eriştiğinde, gerek güzel ahlâkı ile
gerekse yakışıklılığı ile insanlar arasında mümtaz bir şahıs oldu.
Uzaktan
yakından herkes, ona kızlarını vermek için yarışa girdiler. Nice hükümdârlar
Abdülmuttalîb'e gelerek kızlarını oğluna alması için teklifte bulundular ve
bunun için her fedâkârlığa katlanacaklarını bildirdiler. Fakat Abdülmuttalîb
her birini uygun lisân ile red ederdi. Abdullah, onsekiz yaşına girdiğinde
güzelliği dillere destan oldu. Alnındaki nûr, güneş gibi parlar, gören kızların
ister istemez gönlü ona akardı. Güzelliği ve şöhreti Mısır'a kadar yayılmıştı.
İki yüze yakın kız onunla evlenmek için Mekke'ye kadar gelip, evlenme teklif
etmişlerdi. Abdülmuttalîb ise oğluna; zamanın en kibar, asîl, güzel, İbrâhim
aleyhisselâmdan beri uydukları Hanif dînine bağlı müslüman bir kız arıyordu.
Kitaplarında
bildirilen âhır zaman peygamberinin, kendi kavimlerinden olmayacağını anlayan
İsrâiloğulları, çekememezlik yüzünden, Abdullah'ı öldürmeye and içtiler. Bu iş
için silâhlı yetmiş kişiyi Mekke'ye gönderdiler. Bir fırsatını bulup, o anı
beklemeye başladılar. Nihâyet Abdullah'ın kıra çıktığı bir gün, kimsenin
görmediğini zannettikleri bir sırada kılıçlarını çekip, üzerine hücûm ettiler.
O gün, hikmet-i ilâhî, Abdullah'ın akrabâlarından Vehb bin Abd-i Menaf da, bir
kaç arkadaşı ile ava çıkmıştı. Bunlar, Abdullah'ın üzerine atılan
İsrâiloğullarını gördüler. Akrabâlık gayretiyle Abdullah'ı kurtarmak için
yardım etmeye karar verdiler. Fakat karşıdakiler çok kalabalıktı. Bu çarpışmada
mağlûb olacakları belli idi. Nihâyet, nasîhat yolunu seçmeyi uygun buldular.
Onlara doğru yaklaştıkları zaman, bu âlemde hiç kimseye benzemeyen, yağız atlara
binmiş, eli kılıçlı pek çok kimsenin gaybdan yıldırım gibi yetiştiğini, tekbir
sesleri ile İsrâiloğullarına saldırdığını ve hepsini kılıçtan geçirerek
kaybolduğunu gördüler. Vehb, bu hâl karşısında şaştı ve Abdullah'ın nasıl
korunduğunu ve Allahü teâlâ katındaki
kıymetini anladı. Eve gelince, durumu hanımına anlattı. Her ikisi de kızlarının
dengi olan yiğidin, Abdullah olduğunu kabûl edip, Âmine'yi ona vermek için
karara vardılar.
Abdülmuttalîb
de, Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb'in kızı Âmine'nin hüsnü cemâlini, iffet
ve hayâsını, dînine bağlılığını işitmişti. Soy bakımından da akrabâ idiler ve
bir kaç bâtın yukarıda bileşiyorlardı. Oğlu Abdullah'a bu kızı almak için
Vehb'in evine gitti. Abdülmuttalîb; Vehb'in kızını oğlu Abdullah'a isteyince,
Vehb; “Ey amcaoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık” dedi ve daha önce şâhid
olduğu hâdiseyi anlattı. Sonra şunu da ilave etti. “Âmine'nin annesi bir rüyâ
gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri
tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrâhim aleyhisselâmı
gördüm. Bana; “Abdülmuttalîb’in oğlu Abdullah'la, kızın Âmine'nin nikâhlarını
ben kıydım. Sen de onu kabûl et!” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri
altındayım. Acabâ ne zaman gelecekler, diye merâk ediyordum.” Bu sözleri duyan
Abdülmuttalîb'in dilinden “Allahü ekber! Allahü ekber!” sesleri dökülmüştü.
Nihâyet onsekiz yaşında bulunan oğlu Abdullah'ı, ondört yaşındaki Vehb'in kızı
Âmine ile evlendirdi. Âmine ile Abdullah'ın evlenmeleri husûsunda başka
rivâyetler de vardır.
Server-i
Âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin,
mübârek nûru, annesine geçtiği zaman kurtlar, kuşlar birbirlerine; “Kâinatın
Efendisi'nin dünyâyı teşrîfleri yaklaştı. O, yeryüzünün emîni, zamanın
güneşidir” diyerek müjde verdiler. O gece, Kâbe'deki bütün putlar yüz üstü
düştü. O zamanlar Mekke-i mükerremede kıtlık vardı. Senelerdir yağmur
yağmamıştı. Ağaçlarda yeşil bir yaprak yoktu, mahsulden eser görünmez olmuştu.
İnsanlar sıkıntı içine düşmüş, ne yapacaklarını bilemez hâle gelmişlerdi. Sevgili Peygamberimizin mübârek nûru, hazret-i
Abdullah’tan hazret-i Âmine'ye geçtikten sonra o kadar yağmur yağdı, o kadar
mahsul oldu ki, o seneye bolluk senesi diye isim verdiler.
Âmine
vâlidemiz hâmile iken, kocası Abdullah ticâret için Şam'a gitmişti. Dönüşünde
hastalandı. Medîne'ye gelince dayıları Neccâroğullarının yanında onsekiz veya
yirmibeş yaşında iken vefât etti. Bu haber Mekke'de duyulunca koca şehir
üzüntüye gark oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle bildirmiştir; Peygamber efendimizin babası Abdullah, oğlu
doğmadan vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı” dediler. Allahü teâlâ; “O'nun koruyucusu ve yardımcısı
benim” buyurdu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman vardı. Bu sırada Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe'yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen valisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımı ile San'a da büyük bir kilise yaptırdı. İnsanların bu kiliseyi ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe'yi ziyâret ettiklerinden, Ebrehe'nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibâr etmediler. Hakaret gözüyle baktılar. Hattâ içlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe'yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla büyük bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe'nin ordusu Mekke'ye yaklaşınca, Kureyş'in mallarını yağma etmeye başlamışlar, Abdülmuttalîb'e âit ikiyüz deveye de el koymuşlardı. Abdülmuttalîb, Ebrehe'ye gidip develerini istedi. Ebrehe; “Ben sizin mukaddes Kâbe'nizi yıkmaya geldim. Sen onu korumak istemiyorsun da develerini mi istiyorsun?” dedi. Abdülmuttalîb; “Ben develerin sâhibiyim. Kâbe'nin elbette sâhibi vardır. Onu, O korur” dedi. Ebrehe; “Bana karşı onu koruyacak yoktur!” dedi ve Abdülmuttalîb'e develerini verip gönderdi. Sonra Kâbe'ye doğru ordusuna hareket emrini verdi. Ebrehe'nin ordusunda, önde yürütülen ve böylece zafere kavuşulacağına inanılan “Mahmud” adında bir fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöktü ve yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince, koşarak gidiyordu. Böylece, Mekke'ye yaklaşıp hücûma gücü yetmeyen Ebrehe'nin ordusu, üzerine, Allahü teâlâ, Ebâbil yâni Dağ Kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bunları Ebrehe'nin ordusu üzerine bıraktılar. Taşlar, askerleri, başlarından îtibâren dikine delip geçiyordu. Taşa hedef olan her asker, derhal ölüyordu. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, ordu, yenilmiş ekin yaprağı gibi oldu. Bu durumu gören Ebrehe, telâşlanarak kaçmak istedi. Fakat kaçamadı. Taşlara asıl hedef o idi. Ve ona da isabet etmişti. Kaçtıkça, etleri parça parça dökülerek öldü. Bu vak’a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde meâlen şöyle bildirilmiştir:
“(Ey Resûlüm! Kâbe'yi tahrip etmek isteyen) fil sâhiplerine (fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna), Rabbinin nasıl muâmele ettiğini görmedin mi? Onların (Kâbe-i muazzamayı tahrip etmek şeklindeki) hîlelerini, boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine, sürüler hâlinde kuşlar gönderdi. O kuşların her biri onların üzerine, çamurdan yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş atarlardı. Nihâyet Allahü teâlâ onları, güve yemiş ekin yaprağı gibi, yok ediverdi. (Kurtlar tarafından kemirilip, doğranan yenik ekin yaprakları hâline getiriverdi.)”
Sevgili peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın
geleceği, Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her
peygambere ve ümmetlerine bildirilmiş; doğması yaklaşınca, olacak hâdiselerden
pek çoğu müjdelenmiştir.
Mûsâ aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen
Tevrât’da, şöyle yazılıdır: “O, öyle bir mübârek zâttır ki, himmeti yüksek,
yardımı ziyâdedir. Fakirlerin sevgilisi, zenginlerin tabibidir. O, güzellerin
güzeli, temizlerin temizidir. Sohbet ederken yumuşak, taksim ederken adil, her
muâmelede doğrudur. Kâfirlere karşı sert ve şiddetlidir. Yaşlılara hürmet,
küçüklere şefkât ve rahmet eder. Az şeye şükreder. Esirlere acır. Hep güler
yüzlüdür. Gülüşü tebessüm şeklindedir, kahkaha etmez. Ümmîdir; hiç bir şey
okumadan ve yazmadan her şey O'na bildirilmiştir. O, Allahü teâlânın resûlüdür. Kötü huylu, katı kalbli değildir.
Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle bağırmaz. O'nun ümmeti iyi ahlâk sâhibidir.
Yüksek yerlerde Allahü teâlânın ismini
anarlar. Müezzinleri minarelerde halkı dâvet ederler. Abdest alarak namaz
kılarlar. Namazda safları düzeltir, bir hizada dururlar. Geceleri onların
tesbîh sesleri bal arısının sesi gibi duyulur. Mekke'de doğar. Medîne'den Şam'a
kadar her yer O'nun idâresinde olur. İsmi Muhammed'dir
ki, O'na mütevekkil
diye isim verdim. Bozuk dinleri kaldırıp doğru olan hak dîni yayıp
yerleştirmedikçe, O'nu dünyâdan çıkarmam. O, halkı Hakk'a çağırır. O'nun
bereketiyle görmeyen gözler açılır, görür, işitmeyen kulaklar işitir.
Kalblerden gaflet gider...”
Dâvûd aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen Zebur'da;
“O, öyle bir kimsedir ki, eli açıktır. Yâni cömerttir. Aslâ kızmaz. Çok
yumuşaktır. Güzel yüzlü, tatlı sözlü, nûranî yüzlüdür. İnsanların tabibidir.
Çok ağlar, az güler. Az uyur, çok düşünür. Yaratılışı hoş ve güzeldir. Sözleri
gönülleri alır, rûhları cezbeder. Ey Habîbim! Himmet kılıcını sıyırıp, bütün
kuvvetinle kahramanlık meydanında kâfirlerden intikâm alasın. Güzel bir lisân
ile benim hamd ve senâmı her yere yayasın. Bütün kâfirlerin başları, senin
kerâmetli ellerin önünde eğilecektir...” diye yazılıdır.
Îsâ aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen İncîl
kitabında da; “O, çok yemez, cimri değildir. Hîle yapmaz, kimseyi kötülemez,
hiç acele etmez. Kendi için intikâm almaz. Tembel değildir. Kimseyi gıybet
etmez...” şeklinde bildiriliyor.
Yine
İncîl’de şöyle yazılıdır: “Rab tarafından çıkıp gelecek olan O Münhamennâ, Rab
tarafından çıkıp gelecek O Rûhul kuds gelmiş olsaydı, O, bana şehâdet ederdi.
Siz de, şehâdet edersiniz. Çünkü öteden beri benimle birlikte bulunuyorsunuz.
Ben bunları, size söyledim ki, şüpheye düşmeyesiniz ve sürçmeyesiniz.” Burada
geçen Münhamennâ kelimesi Süryanîce Muhammed
demektir.
Fahr-i
kâinat efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet ve
karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dinler unutulmuş; ilâhî
hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştı. Bütün
mahlûklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan
bütün milletlerde Allahü teâlâ unutulmuş,
huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan Tevhid inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası,
kalblerden îmânı söküp atmış, gönüllerde Allahü
teâlâya inanma yerine, putlara tapma fikri yerleşmişti. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din unutulmuş, Tevrât
bozulmuştu. İsrâiloğulları birbirlerine düşmüştü. Îsâ aleyhisselâmın
getirdiği hıristiyanlık da büsbütün bozulmuş, din ile hiç bir alakası
kalmamıştı. Teslis, yâni üçlü tanrı fikri kabûl edilmişti. İncîl’in aslı
kaybolmuş, papazlar onu istedikleri gibi değiştirmişlerdi. Her iki kitap da,
Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. Mısır'da, bozulmuş Tevrât'ın hükmü, Bizans’ta yine
değiştirilmiş hıristiyanlık vardı. İran'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin
ateşi tam bin senedir söndürülmüyordu. Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistan'da Budizm
gibi uydurma dinler hüküm sürüyordu.
Arabistan'ın
insanları daha da şaşırmış ve sapıtmışlardı. Bunlar, Allahü teâlânın çok kıymet verdiği Kâbe-i muazzamaya,
üçyüzaltmış adet put yerleştirmişlerdi. Kâbe-i muazzama ise, Arş'ta meleklerin
ziyâret ettiği Beyt-i Mamûrun aynı büyüklükte bir numunesi idi. Kim Kâbe'ye
hürmetsizlikte bulunmuşsa, cenâb-ı Hak onu,
en kısa zamanda helâk eylemişti. Cürhüm kabîlesi de zina ve fuhuşta ileri
gitmişti. Bu kabîlenin çok saygısız ve pek alçakça hareketlerini gören
hükümdârları, onlara; “Ey Cürhümîler! Allahü teâlânın
Harem-i şerîfini ve Harem'in emniyetini gözeterek kendinize geliniz. Sizden
önce gelen Hûd, Sâlih ve Şuayb'ın (aleyhimüsselâm) ümmetlerinden her birinin
başlarına gelen hâlleri ve nasıl helâk olduklarını biliyorsunuz. Birbirlerinize
iyiliği emrediniz, kötülüklerden sakındırınız. Geçici kuvvetinize güvenerek
aldanmayınız. Mekke'de, Hak’tan yüz çevirmekten ve zulümden sakınınız. Çünkü
zulüm, insanların helâkine sebeb olur. Allahü teâlâya
yemîn ederek söylüyorum ki, bir kimse bu bölgede otursun, zulüm yapsın, Hak’tan
yüz çevirsin de Allahü teâlâ onların
soylarını kesmemiş, köklerini kazımamış ve yerlerine başka bir kavmi getirmemiş
olmasın. Azgınlığına devam eden ve Hak'tan yüz çeviren Mekke halkı için, burada
devamlı kalmak yoktur. Sizden önce bu bölgede oturan, sizden daha uzun ömürlü,
sizden daha kuvvetli, sizden daha kalabalık ve zengin olan Tasm, Cedis ve
Amâlikalıların başına gelenleri biliyorsunuz. Onların, Harem-i şerîfi hafife
almaları, Hak’tan yüz çevirerek zulme dalmaları, bu mübârek yerden çıkarılıp
atılmalarına sebeb olmuştur. Allahü teâlânın,
bâzılarına küçük karıncaları musallat ederek, kimini kıtlıkla, bâzılarını da
kılınçla çıkardığını görmüş ve işitmişsinizdir!” diyerek onlara nasîhat eyledi.
Fakat onlar dinlemediler. Netîcede Allahü teâlâ
onları da, bu azgınlıkları sebebiyle, perişân eyledi.
İşte böyle
bir zamanda, yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor,
Beytullah'ın içine, Lat, Uzzâ, Menat gibi yüzlerce put dolduruluyordu. Zulüm
son haddine varıyor, ahlâksızlık, iftihar vesilesi olarak kabûl ediliyordu.
Arabistan, dîni, rûhî, içtimaî ve siyasî bakımlardan, yaygın bir karanlık, tam
bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi. Câhiliyye devri
denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve
kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde olan Arab kabîleleri, baskın
ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vâsıtası sayıyorlardı. Zulmün ve
yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan'da, siyasî bir
nizâm, içtimaî bir düzen de mevcût değildi. Ayrıca içki, kumar, zina,
hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık namına ne varsa alabildiğine yayılmıştı.
Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir
vâsıta olarak başvuruluyor; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu.
Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felaket ve yüz karası sayıyorlardı.
Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar
üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım” diyerek
boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan,
üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terkediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı
vicdanları hiç sızlamıyor, hattâ bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netîce
îtibâriyle o zamanın insanları arasında şefkât, merhamet, iyilik ve adâlet gibi
güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Ancak bu
devirde Arablar arasında, dikkate değer bir husûs vardı. O da edebiyatın,
belâgatin ve fesâhatin değer kazanıp zirveye çıkmasıydı. Şaire ve şiire çok
önem verirler, bunu büyük bir iftihar vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir, hem
kendisi hem de kabîlesi için îtibâr sağlardı. Muayyen zamanlarda panayırlar
kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları yapılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri
veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliye devrindeki Kâbe duvarına asılan
en meşhûr yedi şiire, Muallakât-us-Seb’a yâni yedi askı denilirdi.
O zaman
Arabistan'da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamâmen
inançsız ve dünyâ hayatından başka bir şey kabûl etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanıyor, fakat
insandan bir peygamberin geleceğini kabûl etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhırete inanmıyordu.
Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya
şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put
bulunuyordu. Bütün bunlardan başka, Hazret-i İbrâhim'in bildirdiği din üzere
olan ve Hanifler
denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya
inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber
efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalîb, annesi ve bâzı
kimseler, bu din üzere idiler. Haniflerden başka bütün gruplar bâtıl yolda
olup, büyük bir zulmet ve karanlık içinde idiler.
Âlem,
öylesine kararmış ve zulmet o şekilde kaplamıştı ki, insanlar her şeyin
yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve
ibâdet etmeyi bırakmışlardı. Şaşkınlıklarından kâinatta cereyan eden hâdiselere
ve cenâb-ı Hakk'ın yarattığı eşyaya,
bilhassa elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara ilâh diye tapınıyorlardı.
Âlem
mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu ve yüzler gülmeyi unutmuştu. Allahü teâlânın, diğer mahlûklardan üstün olarak
yarattığı insanların, Cehennem’den kurtulmalarına sebep olacak bir kahraman
lâzımdı. Nitekim doğmasına çok az bir zaman kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz
alınlara geçerek gelen nûrun sâhibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara
ve cinne ebedî saâdeti gösterecek eşsiz insan geliyordu!... Şefkât ve merhamet
menbaı, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!...
Makâm-ı
mahmûd sâhibi, şefâatçilerin baş tâcı geliyordu!... Kâinatın hocası,
varlıkların özü, insanların efendisi geliyordu! Mahşer gününün imdada
yetişicisi, peygamberlerin sultânı geliyordu!... Allahü
teâlânın habîbi, sevgilisi, hürmetine yaratıldığımız, âlemlere
rahmet olan sevgili Peygamberimiz
geliyordu!... Sallallahü aleyhi ve sellem.
Bu gelen
ilm-i ledün sultânıdır,
Bu gelen
tevhidü irfân kânıdır.
Bu gelen
aşkına, devr eyler felek,
Yüzüne
müştâk durur insü melek.
Yedi kat yer, yedi kat gök; kısaca âlem büyük bir hürmet ve sevinç içinde Seyyid-il-Mürselîn, Hâtem-ül-enbiyâ, Habîb-i Huda olan efendisini beklemekte idi. Bütün mahlûkât hâl lisânı ile “Hoş geldin yâ Resûlallah!” demek için hazırlanmıştı. Hicretten 53 sene evvel Fil vaka’sından iki ay kadar sonra, Rebîul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safâ tepesi yakınında bir evde hasretle beklenen, Allahü teâlânın nûru (Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) doğdu. O'nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayat buldu. Karanlıklar, birden “Nur” ile aydınlandı...
Bu gece, ol gecedir, kim ol şerîf,
Nur ile âlemleri eyler latîf.
Bu gece dünyâyı ol Cennet kılar,
Bu gece eşyaya Hak rahmet kılar.
Bu gece şâdân olur erbâb-ı dil,
Bu geceye cân verir eshâb-ı dil.
Rahmeten lil-alemindir Mustafa,
Hem şefî-ül-müznibîndir Mustafa,
Doğdu ol saatte ol Sultân-ı Dîn.
Nûra gark oldu semâvatü zemin.
Yaratılmış cümle oldı şâdımân
Gam gidip âlem yeniden buldu cân.
Medâric-ün-nübüvve
kitabında buyruldu ki: Şereflerin en yücesine mazhar olan annelerin en
bahtiyârı hazret-i Âmine, hâmileliğini şöyle anlatır; “O servere hâmile olduğum
günlerde, hiç acı ve elem görmedim. Hamile olduğumu hissetmezdim!. Ancak altı
aydan sonra bir gün, uyku ile uyanıklık arasında bir kimse bana; “Senin hâmile
olduğun kimdir, bilir misin?” dedi. “Bilmiyorum” cevâbını verince; “Bilmiş ol
ki, Peygamberlerin sonuncusuna hâmilesin!” haberini verdi. Doğum zamanı
yaklaşınca, o kimse tekrar geldi, dedi ki: “Ey Âmine! Çocuk doğunca, ismini Muhammed” koy. Başka bir rivâyette de; “Ey
Âmine! Çocuk doğunca, ismini Ahmed koy” şeklinde bildirilmiştir.” Hazret-i
Âmine vâlidemiz, doğum anını da şöyle anlatır: “Doğum anı geldiğinde, heybetli
bir ses işittim, ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı
ile beni sıvazladı. Korku ve ürpertiden eser kalmadı. O anda susamış, sanki
harâretten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz, bir kâse şerbet gördüm. O
şerbeti, içmem için bana verdiler. İçtim, baldan tatlı ve soğuk idi. Artık
susuzluğum kalmamıştı. Sonra büyük bir nûr gördüm, evim o kadar nûrlandı ki, O
nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada etrâfımı sarıp, bana hizmet eden pek
çok hanım gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Bunlar, Abdü
Menaf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Bunların birden bire ortaya
çıkmalarından hayret içinde idim.
Onlardan
biri dedi ki: “Ben Fir’avn'un hanımı Âsiye'yim!” Diğeri de; “Ben de Meryem
binti İmrân'ım. Bunlar da Cennet hûrileridir” dedi. Yine o esnada beyaz, uzun
ve gökten yere kadar uzanmış ipek bir kumaş gördüm. “Onu insanların gözünden
örtün” dediler. O anda bir bölük kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları
yâkuttandı. Korkudan terlemiştim, düşen ter damlalarından misk kokusu
yayılıyordu. O hâlde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yeryüzünü doğudan
batıya kadar gördüm. Etrâfımı melekler kuşatmıştı. Muhammed
aleyhisselâm doğar doğmaz, mübârek başını
secdeye koydu, şehâdet parmağını kaldırdı. Sonra gökten, onu bürüyen, beyaz bir
bulut parçası indi. Bir ses işittim; “O'nu mağripten meşrıka kadar her yerde
gezdirin. Gezdirin ki cümle âlem O'nu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyle görsünler.
O'nun isminin Mâhî olduğunu yâni Allahü teâlâ,
O'nunla şirk eserlerini yok ettiğini bilsinler” diyordu. O bulut da gözden
kayboldu ve Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beyaz yünlü kumaş
içinde sarılı gördüm. Yine o sırada, yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi geldi.
Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin
elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Mübârek oğlumu
leğenin içine koydular. Mübârek başını ve ayağını yıkayıp, ipeğe sardılar.
Sonra mübârek başına güzel koku sürdüler, mübârek gözlerine sürme çektiler ve
gözden kayboldular.
İndiler
gökden melekler sâf sâf.
Kâbe gibi
kıldılar evim tavâf.
Geldi
hûrîler bölük bölük buğur,
Yüzleri
nûrundan evim doldu nûr.
Hem hava
üzre döşendi bir döşek,
Adı Sündüs
döşeyen ânı melek.
Çün
göründü bana bu işler ayân,
Hayret
içre kalmış idim ben hemân.
Yarılıp
divâr çıkdı nâgehân,
Üç bile
hûrî bana oldu ayân.
Bâzıları
der ki, ol üç dilberin,
Âsiye'ydi
biri ol mâh-peykerin.
Biri
Meryem Hâtun idi aşikâr,
Birisi hem
hûrilerden bir nigâr.
Geldiler
lûtf ile ol üç mâh-cebîn,
Verdiler
bana selâm ol dem hemîn.
Çevre
yanıma gelip oturdular,
Mustafa'yı
birbirine muştular.
Dediler
oğlun gibi hiç bir oğul,
Yaradılalı
cihân gelmiş değül.
Bu senin
oğlun gibi kadri cemil,
Bir anaya
vermemişdir ol Celîl.
Ulu devlet
buldun ey dildârı sen,
Doğacaktır
senden ol hulkı hasen.
Muhammed
aleyhisselâm doğduğu sırada, Hazret-i Âmine
vâlidemizin yanında Abdurrahmân bin Avf'ın annesi, Şifâ Hâtun, Osman bin
Ebil-Âs'ın annesi Fâtıma Hâtun ve Peygamberimizin
halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber
verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: Ben, o gece Âmine'nin yanında yardımcı
olarak bulunuyordum. Muhammed aleyhisselâmın, doğar doğmaz duâ ve niyaz ettiğini
işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o
kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü... Bundan başka
birçok hâdiseye şâhid olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O'na peygamberliği
bildirildi, hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum”
demiştir.
Cümle
zerrât-ı cihân edip nidâ,
Çağrışarak
dediler kim merhâbâ.
Merhabâ ey
Âl-i sultân merhâbâ
Merhabâ ey
Kân-ı irfân merhâbâ
Merhabâ ey
sırr-ı Fürkan merhâbâ
Merhabâ ey
derde derman merhâbâ
Merhabâ ey
Bülbül-i bâğ-ı cemâl,
Merhabâ ey
aşina-yi Zü'l-Celâl.
Merhabâ ey
mâh u hurşîd-i Hudâ,
Merhabâ ey
Hak'dan olmayan cüdâ,
Merhabâ ey
âsî ümmet melcei,
Merhabâ ey
çâresizler melcei.
Merhabâ ey
cân-ı bakî merhâbâ,
Merhabâ
uşşâka sâkî merhâbâ.
Merhabâ ey
kurret-ül-ayn-ı Halîl,
Merhabâ ey
hâs-ı mahbub-i Celîl.
Merhabâ ey
rahmeten lil-âlemîn.
Merhabâ
sensin şefî'ül-müznibîn.
Merhabâ ey
pâdişah-ı dü cihân,
Senin için
oldu kevn ile mekân.
Safiyye
Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed
aleyhisselâm doğduğu sırada, her tarafı bir nûr
kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dil ile “Lâ
ilâhe illallah, innî resûlullah”
dedi. O'nu yıkamak istediğimde, biz onu yıkanmış olarak gönderdik denildi.
Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş olarak görüldü. Doğar doğmaz secde etti. O
sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım “Ümmetî, Ümmetî!”
(Ümmetim, ümmetim) diyordu...”
Şöyle
Beytullah'a karşı ol Resûl,
Yüz yere
sürmüş ve secde kılmış ol.
Secdede
başı dili tahmîd eder,
Hem
getirmiş parmağın tevhid eder.
Der ki, ey
Mevla yüzüm tutdum sana,
Yâ İlâhî
ümmetim vergîl bana.
Hakk'a
bağlayıp gönülden himmeti,
Der idi
kim ümmeti vâ ümmetî.
Dedesi
Abdülmuttalîb, sevgili Peygamberimiz
doğduğu sırada Kâbe'de Allahü teâlâya
yalvarıp duâ ediyordu. Bu zamanı müjde verdiler. Muhammed
aleyhisselâmın doğduğu günde birçok hâdiseler
gören Abdülmuttalîb, bu müjdeye çok sevinip; “Bu oğlumun şanı, şerefi çok yüce
olacaktır” dedi.
Abdülmuttalîb,
böylesine büyük bir mutluluğu kutlamak için, doğumun yedinci gününde Mekke
halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek,
insan ve hayvanların istifâdesine sundu. Ziyafet sırasında çocuğa hangi ismi
koydun diyenlere; “MUHAMMED” (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini verdim dedi.
Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere ise; “Allahü teâlânın ve insanların O'nu medhetmelerini,
övmelerini istediğim için” cevâbını verdi. Başka bir rivâyette de “Muhammed” ismini koyanın Âmine Hâtun olduğu
bildirilmiştir.
Ey cemâli
gün yüzü bedr-i münîr,
Ey kamu
düşmüşlere sen destegîr.
Ey
gönüller derdinin dermanı sen,
Ey
yaradılmışların sultânı sen.
Sensin ol
Sultân-ı cümle enbiyâ,
Nûr-ı
çeşm-i evliyâ vü asfiyâ.
Ey risalet
tahtının sen hatemi,
Ey
nübüvvet mührünün sen hâtemi.
Çünkü
nûrun rûşen etdi âlemi,
Gül
cemâlin gülsen etdi âlemi.
Oldu zail
zulmet-i cehl ü dalâl,
Buldu
bâğ'ı ma'rifet ayn-ı kemâl.
Yâ
Habîballah bize imdad kıl,
Son nefes
dîdârın ile şâd kıl.
Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz,
doğmadan önce ve doğduğu sırada; O'nun dünyâyı teşrîf etmesine alâmet olarak
birçok hâdiseler meydana gelmiştir. O zamanın meşhûr kimseleri, daha Peygamber efendimiz doğmadan önce rüyâlar
görmüşlerdi. Rüyâlarını kâhinlere ve zamanın meşhûr âlimlerine tâbir
ettirdiklerinde, bunların Muhammed aleyhisselâmın geleceğini gösterdiğini
söylemişlerdir. Sevgili Peygamberimizin
dedesi Abdülmuttalîb şöyle anlatmıştır; “Bir defâsında uykuya dalmıştım.
Gördüğüm rüyâdan büyük ürpertiyle uyandım. Hemen bir kâhine gidip, anlatıp,
tâbir ettirmek istedim. Yanına vardığımda, yüzüme bakıp; “Ey Kureyş'in reîsi!
Sana ne oldu? Yüzünde bambaşka bir hâl görülüyor. Yoksa seni bu hâle getiren
mühim bir hâdise mi var?” dedi. “Evet, henüz hiç kimseye anlatmadığım dehşetli
bir rüyâ gördüm” dedikten sonra, yanında oturup anlatmaya başladım. “Bu gece
rüyâmda çok büyük bir ağaç vardı. Bir ucu semâya yükselmiş, dalları doğuya ve
batıya yayılmıştı. O ağaçtan öyle bir nûr saçılıyordu ki, güneş yanında çok
hafif kalır. Bazen gözüküyor, bâzan gözden kayboluyordu. İnsanlar ona
yönelmişti. Her an nûru artıyordu. Kureyş kabîlesinden bâzıları o ağacın dallarına
tutunuyor, diğer bir kısmı da ağacı kesmeye çalışıyordu. Bir genç de onu kesmek
isteyenlere mâni oluyordu. Çok güzel bir yüzü vardı ve ben şimdiye kadar öyle
bir yüz görmedim. Ayrıca vücûdundan etrâfa hoş kokular yayılıyordu. Ağacın bir
dalını tutmak için elimi uzattım, fakat ulaşamadım” dedim. Rüyâmı bitirince,
kâhinin yüzü değişti. Benzi sarardı. Sonra; “Ondan senin nasîbin yok!” demesi
üzerine; “Kimin nasîbi var?” diye sordum. “O ağacın dalına tutunanların” dedi
ve devam ederek; “Senin sulbünden bir peygamber gelecek, her tarafa malik
olacak, insanlar O'nun dînine girecekler!” dedi. Sonra yanımda bulunan oğlum
Ebû Tâlib'e dönerek; “Bu, herhâlde O'nun amcası olacak” dedi. Ebû Tâlib bu
hâdiseyi Peygamber efendimize
peygamberliğe bildirilince anlatmış ve “İşte o ağaç, Ebü'l-Kâsım, el-Emîn Muhammed aleyhisselâmdır”
demiştir.
Sevgili peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın
dünyâya geldiği gece, bir yıldız doğdu. Bunu gören yahudi âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın
doğduğunu anlamışlardı. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh) anlatır: “Ben sekiz yaşında idim.
Bir sabah vakti yahudinin biri; “Hey yahudiler!” diye çığlık atarak koşuyordu.
Yahudiler; “Ne var, bu bağırman nedendir?” diyerek yanına toplanınca, o;
“Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…”
diye cevap verdi.
Resûl-i ekrem
efendimizin doğduğu gece Kâbe'deki putların hepsi yüz üstü yere yıkıldı.
Urvet-übn-ü Zübeyr rivâyet eder: “Kureyş'den bir cemâatin bir putu vardı. Yılda
bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir gün,
putun yanına vardıklarında, onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar,
yine kapandı. Bu hâl üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek
verip diktikleri sırada, şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu, yeryüzünde
her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan
kalbleri titredi!” Bu hâdise tam Muhammed
aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.
Medâyin
şehrindeki İran Kisrâsının sarayının ondört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece
gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı; yine kendilerinden bâzı ileri
gelenlerin gördükleri korkunç rüyâları tâbir ettirdiklerinde, bunun büyük bir
şeye alâmet olduğunu anlamışlardı.
Yine o
gece, mecûsî yâni ateşe tapanların bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş
yığınları aniden sönüverdi. Ateşin söndüğü târihi kaydettiler, Kisrâ'nın
sarayında burçların yıkıldığı geceye rastlıyordu.
O zaman
mukaddes sayılan Sâve gölünün de o gece bir anda suyu çekilip kuruyuvermişti.
Şam
tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semâve nehri vâdisi, o
gecede dolup taşarak akmaya başladı.
Muhammed
aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren, şeytan
ve cinler artık Kureyş kâhinlerine hâdiselerden haber veremez oldu. Kehanet
sona erdi...
Habîb-i ekrem
efendimizin doğduğu gece ve daha sonra, o zamana kadar görülmemiş bu
hâdiselerden başka, birçok hâdiseler vukû buldu. Bütün bunlar, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın
doğduğuna işâretti.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu geceye Mevlid Gecesi denir. Mevlid, doğum zamanı demektir. Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir ve bu gecede sevgili Peygamberimiz doğduğu için sevinenler affolunur. Bu gece, Peygamber efendimizin doğduğu sırada görülen hâlleri, mûcizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevâbdır. Sevgili Peygamberimiz kendi de anlatırdı. Eshâb-ı kirâm da bu gece bir yere toplanırlar, o günü yâd ederler, okurlar ve anlatırlardı. Dünyânın her tarafındaki müslümanlar, her sene bu geceyi Mevlid kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak, Kâinatın sultânı hatırlanılmaktadır. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Bu gün de, müslümanların bayramı olup, neşe ve sevinç günüdür.
Âmine
vâlidemiz, nûrlu yavrusunu kucağına aldığında, kocası hazret-i Abdullah'ın
vefât acısını unutur gibi oldu. Dokuz gün emzirdikten sonra da, Ebû Leheb’in
câriyesi olan Süveybe Hâtun bir kaç gün süt annelik hizmetinde bulundu. Süveybe
Hâtun daha önce de hazret-i Hamza'yı, sonra da Ebû Seleme'yi emzirmişti. Hâfız
ibni Cezrî diyor ki: “Ebû Leheb rüyâda görülüp, ne hâlde olduğu soruldukta,
kabir azâbı çekiyorum. Ancak, her sene, Rebîul-evvel ayının onikinci geceleri,
azâbım hafifliyor. İki parmağım arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum.
Bu gece, Resûlullah dünyâya gelince,
Süveybe ismindeki câriyem, bunu bana müjdelemişti. Ben de, sevincimden, bunu
âzâd etmiş ve O'na sütannelik yapmasını emretmiştim. Bunun için, bu gecelerde
azâbım hafifliyor dedi.”
O zamanda
Mekke halkı, âdet olarak, çocuklarını bir sütanneye verirlerdi. Havası iyi,
suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderilen çocuklar, bir müddet,
verildikleri sütannelerinin yanında kalırlardı. Buna Mekke'nin sıcak havası
sebep oluyordu. Her sene bu maksatla Mekke'ye pek çok hanım gelirdi. Bunlar
emzirmek için birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince, pek
çok ücret ve hediyeler alırlardı.
Peygamber efendimizin
doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa'd kabîlesinden birçok hanım, süt
anneliği niyeti ile Mekke'ye geldi. Her biri emzirmek üzere birer çocuk
almıştı. Benî Sa'd kabîlesi, Mekke civarındaki kabîleler arasında; şerefte,
cömertlikte, mertlik ve tevâzûda ve Arapçayı düzgün konuşmakta pek meşhûrdu.
Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarının, daha çok bu kabîleye
verilmesini isterlerdi. O sene Benî Sa'd kabîlesinin yurdunda şiddetli bir
kuraklık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bu kabîleden Hâlime Hâtun bu durumu şöyle
anlatır: “Ben o sene kırlarda gezip ot toplar, bunu bulduğum için Allahü teâlâya şükrederdim. Bazen üç gün geçmesine
rağmen ağzıma bir şey koymazdım. Bu hâlde iken bir çocuğum oldu. Bir taraftan
açlık, diğer yandan da doğumun sıkıntısı vardı. Açlıktan yer ile göğü, gece ile
gündüzü farkedemediğim anlar da olurdu. Bir gece sahrada uyuyakalmışım. Rüyâmda
bir şahıs beni sütten ak bir suyun içine daldırdı ve “Bu sudan iç” dedi.
Kanıncaya kadar içtim. Sonra içmem için yine zorladı. İçtikçe içtim, baldan
tatlı idi. “Sütün çok olsun ey Hâlime! Beni tanıdın mı?” diye sordu.
Tanımadığımı söyleyince: “Ben senin sıkıntılı hâlinde ettiğin hamd ve şükrünüm.
Ey Hâlime! Mekke'ye git. Orada sana bir “Nur” arkadaş olur, bereketlerle
dolarsın. Bu rüyâyı da kimseye söyleme!” dedi. Uyandığında göğüslerimi süt ile
dolu bulduğum gibi, sıkıntı ve açlığın da beni terkettiğini gördüm.”
Kıtlıktan
dolayı, ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, diğer senelere
nispetle; daha çok sütannesi Mekke'ye gelmişti. Hepsi de zengin âilelerin
çocuklarını almak telâşı içinde idi. Acele ile gelen kadınlar, birer çocuk
almışlardı. Fakat Peygamber efendimiz
yetim olduğu için, fazla ücret alamama düşüncesiyle, O'na istekli
görünmemişlerdi. Bu kadınlar içinde; iffeti, temizliği, hilmi yâni yumuşaklığı,
hayâsı ve güzel ahlâkıyla tanınmış Hâlime Hâtun da vardı. Bindikleri hayvan
zayıf olduğu için Mekke'ye gelmekte geç kalmışlardı. Fakat bu gecikme onlara,
aradıklarından daha fazlasına kavuşmaya sebeb olmuştu. Kocası ile Mekke'de
dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu gördüler. Lâkin boş
dönmek de istemiyorlardı. Bir çocukla dönmek tek arzuları olmuştu. Nihâyet
hürmet celbeden ve simâsı çok sevimli olan bir zâtla karşılaştılar. Bu,
Mekke'nin reîsi Abdülmuttalîb idi. İsteklerini öğrendikten sonra, torununu
almalarını, bu sayede, büyük devlet ve saâdete kavuşacaklarını söyledi.
Abdülmuttalîb'in muhabbeti ve yakınlığı onları kendisine çekiyordu. Teklifini
hemen kabûl ettiler. Sonra yaşlı dede, Hâlime Hâtun’u hazret-i Âmine'nin evine
götürdü.
Hâlime
Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun başucuna vardığımda, kundağa sarılı, yeşil
ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyor, etrâfa misk kokusu yayılıyordu.
Hayret içinde kalıp bir anda O'na öylesine ısındım ki, gönlüm uyandırmağa râzı
olmadı. Elimi göğsüne koyunca, uyandı ve bana bakıp tebessüm etti. Bense bu
tebessüme tutulup kendimden geçtim. Sonra, annesi böylesine güzel ve mübârek
çocuğu bana vermez düşüncesiyle yüzünü örtüp, hemen kucağıma aldım. Sağ mememi
verdim, emmeğe başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalîb, bana dönerek;
“Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı”
dedi. Âmine Hâtun da bana sevgili yavrusunu verdikten sonra; “Ey Hâlime, üç gün
evvel; Senin oğluna süt verecek kadın, Benî Sa'd kabîlesinin Ebû Züeyb
soyundandır diye bir ses işittim” dedi. Bunun üzerine; “Ben, Benî Sa'd
kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb'dir” cevâbını verdim.” Hâlime Hâtun
yine şöyle anlatmıştır: Âmine Hâtun bana daha nice vak’aları anlattı ve
vasiyette bulundu. Ben de Mekke'ye gelmeden önce gördüğüm rüyâyı ve gelirken
sağımdan solumdan; “Sana müjdeler olsun ey Hâlime! O gözler kamaştıran ve
âlemleri aydınlatan nûru emzirmek sana nasip olacak” diye sesler geldiğini
anlattım.
Hâlime
Hâtun der ki: Muhammed aleyhisselâmı alıp hazret-i Âmine'nin evinden ayrıldım.
Kocamın yanına geldim. O da kucağımdaki çocuğun yüzüne bakıp kendinden geçti ve
“Ey Hâlime bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim”, O'nu yanımıza alır almaz
kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Hâlime! Bilmiş ol ki, sen çok mübârek
ve kadri yüksek bir çocuk almışsın” dedi. Ben de; “Vallahi, zâten böyle
dilerdim, istediğim oldu” diye mukabelede bulundum.
Hâlime
Hâtun, kocası ile birlikte, Muhammed aleyhisselâmı alıp, Mekke'den yola çıktıkları andan
îtibâren O'nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen
merkepleri, artık küheylan kesilmişti. Beraber geldikleri kâfile, onlardan önce
yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, kâfileye yetişip onları geride
bırakmıştı. Benî Sa'd yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete
kavuştular. Sütü az olan hayvanlarının memeleri dolup taşıyordu. Bunu gören
komşuları hayret edip, bunun, emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu
açıkça anlamışlardı.
Kuraklık
sebebiyle çok sıkıntıya düştüler ve bir ara yağmur duâsına çıktılar. Muhammed aleyhisselâmı
yanlarında götürüp duâ ederek O'nun hürmetine bol yağmura ve berekete
kavuştular.
Peygamber efendimiz,
sütannesi Hâlime Hâtun’un sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da
sütkardeşine bırakırdı. İki aylık iken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur,
dört aylık iken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylık iken yürüdü, altı aylık
iken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylık iken her tarafa gider oldu. Sekiz aylık
iken anlaşılacak şekilde, dokuz aylık iken gâyet açık konuşmaya başladı. On
aylık iken ok atmaya başladı. Hâlime Hâtun şöyle anlatmıştır: İlk konuşmaya
başladığında “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin”
dedi. O günden sonra Allahü teâlânın
ismini anmadan hiç bir şeye elini uzatmadı. Sol eli ile bir şey yemezdi.
Yürümeye başladığında, çocukların oynadıkları yerden uzak durur ve onlara;
“Biz, bunun için yaratılmadık” buyururdu. Her gün O'nu güneş ışığı gibi bir nûr
kaplar ve yine açılırdı. Ay ile konuşur, ona işâret ettikçe hareket ederdi.
Hâlime
Hâtun şöyle anlatır: “Muhammed aleyhisselâm, iki yaşına girince, O'nu sütten kestim.
Sonra annesine vermek üzere kocamla Mekke'ye gittik. Fakat O'nun öyle
bereketlerine kavuşmuştuk ki, O'ndan ayrılmak, mübârek yüzünü görmemek bize çok
güç geliyordu. O'nun hâllerini annesine anlattım. Âmine Hâtun; “Benim oğlumun
büyük şânı vardır” dedi. Ben; “Vallahi, bundan daha mübârek bir kimse görmedim”
dedim. Sonra, Âmine Hâtun'a, birçok bahaneler bularak biraz daha yanımızda
kalmasını istedim. Bizi kırmadı ve yanımızda kalması için izin verdi. O'nunla
tekrar kabîlemize döndük. Bu sayede evimiz bereketle doldu, malımız, mülkümüz
ve şânımız arttı. Sayısız nîmetlere kavuştuk.”
Hâlime
Hâtun anlattı: “Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve
sellem) bir gün; “Gündüzleri kardeşlerim görünmezler. Sebebi nedir?”
diye sorunca; “Koyun gütmeye giderler. Eve, ancak gece gelirler” dedim. Bunun
üzerine, “Beni de onlarla beraber gönder. Ben de koyun güdeyim” dedi. Bahaneler
bulup nice özürler söyledim. Sonunda gönlünün râzı olması için; “Peki” dedim.
Ertesi gün mübârek saçlarını taradım. Elbiselerini giydirip sütkardeşleriyle
beraber gönderdim. Bir kaç gün gidip geldi. Bir gün süt kardeşi Şeymâ kırdan
geldiğinde; “Gözümün nûru oğlum Muhammed
nerededir?” diye sordum. “Sahradadır” dedi. “Ciğerimin köşesi bu sıcağa nasıl
dayanıyor?” diye sorduğumda, Şeymâ; “Ey anneciğim! O'na aslâ zarar gelmez. Zirâ
mübârek başı üzerinde bir bulut, devamlı O'nunla hareket etmekte; böylece
güneşin sıcağından korunmaktadır” cevâbını verdi. “Neler söylüyorsun? Bu
söylediklerin hakîkaten doğru mudur?” dediğimde, yemîn etti. Ancak o zaman
rahatladım. Yine bir öğle vakti sütkardeşi Abdullah bana gelip; “Anneciğim!
Acele, koşun! Kureyşî karındaşımla beraber koyun güdüyorduk. Ansızın gökten
yeşiller giymiş üç kimse geldi. Yanımızdan alıp dağın başına götürdüler. Arkası
üzere yatırıp bıçak ile karnını yardılar. Haber vermek için geldiğimde
oradaydılar. Kardeşimin sağ kalıp kalmadığını bilemiyorum” dedi.
O anda kan
başımıza sıçradı. Süratle oraya geldik. O'nu gördük. Hemen mübârek yüzünü
başını öpüp; “Ey gözümün nûru! Ey âlemlere rahmet oğlum! Bu nice haldir? Ve
başına gelen nedir? Seni kim rahatsız etti?” diye sordum. O da; “Evden
çıktıktan sonra yeşil elbiseli iki kimse gördüm. Birinin elinde gümüşten bir
ibrik, birinin elinde yeşil zümrütten bir leğen vardı. Leğen, kardan beyaz bir
şey ile dolu idi. Beni dağ başına götürdüler. Biri, arkam üzere yatırdı. Ben
seyrederken göğsümü göbeğime kadar yardı. Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup
içinde ne varsa çıkardılar. O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular. Biri
diğerine; “Kalk, ben de hizmetimi yerine getireyim” dedi ve elini sokup
yüreğimi çıkardı. İki parça etli ve içinden siyah bir şey çıkarıp attı. Ve;
“Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve
şeytanın hîlesinden emîn ettik” dedi. Sonra yüreğimi kendi yanlarında olan
latîf ve yumuşak bir şey ile doldurdular. Nûrdan bir mühürle mühürlediler.
Hâlen o mührün soğukluğu, bütün âzâlarımda mevcûttur. Onlardan biri, elini
yarılan yere koyunca yaram iyileşti. Sonra beni ümmetimden on kişi ile
tarttılar, ben ağır geldim. Bin kimse ile tarttılar yine ağır geldim. Bunun
üzerine onlardan biri diğerine; “Artık onu tartmayı bırak. Vallahi O'nu bütün
ümmetiyle bile tartacak olsan, ağır gelir” dedi. O zaman her biri elimi ve
yüzümü öptüler ve beni burada koyup gittiler” dedi. Yarılan yer, mübârek
göğsünde belli idi.
Sevgili Peygamberimizin
başından geçen ve Kur'ân-ı kerîmin
İnşirah sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde bildirilen bu hâdiseye Şakk-ı sadr
yâni göğsünün yarılması denir.
Muhammed
aleyhisselâma peygamberliği bildirildikten
sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları, “Yâ Resûlallah! Bize kendinizden bahseder
misiniz?” deyince; “Ben, ceddim İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın
müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmile iken Şam saraylarını
aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü... Ben Sa'd bin Bekr
oğulları yanında emzirilip büyütüldüm” buyurdu. Hâlime Hâtun, dört
yaşından sonra O'nu Mekke'ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalîb,
Hâlime Hâtun'a çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Hâlime Hâtun O'nu
Mekke'ye bırakınca, ayrılığının acısını; “Sanki canım ve gönlüm de O'nunla
birlikte kaldı” sözleri ile dile getirmişti.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşında iken, annesi Ümmü Eymen adındaki câriye ile birlikte, akrabâlarını ve babası Abdullah'ın mezârını ziyâret etmek için Medîne'ye gittiler. Burada, bir ay kaldılar. Peygamber efendimiz Medîne'de Neccâroğullarına âit havuzda yüzmeyi öğrendi. Bu sırada bir yahudi bilgini O'ndaki nübüvvet alâmetlerini gördü. Yanına yaklaşıp ismini sordu. “Ahmed” deyince, o bilgin; “Bu çocuk, âhır zaman, peygamberi olacaktır!” diye bağırdı. Ayrıca oradaki yahudi âlimlerinden bâzıları da, O'ndaki peygamberlik alâmetini görmüşler, peygamber olacağını aralarında konuşup anlatmışlardı. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu hazret-i Âmine vâlidemize haber verince, mübârek anneleri bir zarar gelmesinden çekinerek, O'nu alıp Mekke'ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde, hazret-i Âmine vâlidemiz hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran sevgili oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak; “Ey çekilen dehşetli ölüm okundan, Allahü teâlânın lütfu ve yardımı ile yüz deve karşılığında kurtulan zâtın oğlu! Allahü teâlâ seni, mübârek eylesin. Eğer rüyâda gördüklerim doğru çıkarsa, sen celâl ve bol ikrâm sâhibi olan Allahü teâlâ tarafından, Âdemoğullarına helâl ve haramı bildirmek üzere gönderileceksin. Cenâb-ı Hak seni, milletlerle birlikte sürüp gelen putlardan ve putperestlikten muhâfaza edip koruyacaktır” dedi ve şu beyitleri söyledi:
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim, tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum, şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.
Benim namım kalır daim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.
Sonra vefât etti. Orada defnedildi. Âmine vâlidemiz vefât ettiğinde yirmi yaşında idi. Ümmü Eymen, Âlemlerin efendisini yanına alıp, birkaç gün süren yolculuktan sonra Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalîb'in yanına bıraktı.
Habîb-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin
babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde
idi. Yâni mü’min idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâma
peygamberliği bildirildikten sonra da onun ümmetinden olmaları için diriltilip,
Kelime-i şehâdeti işittiklerini, söylediklerini ve böylece bu ümmetten de
olduklarını bildirmişlerdir.
Muhammed
aleyhisselâm, sekiz yaşına kadar dedesinin
yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalîb, Mekke'de sevilen ve çeşitli işleri idâre
eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâklı, dürüst, mert ve cömert idi.
Fakirleri doyurur, hattâ aç ve susuz kalan hayvanlara bile yiyecek verirdi. Allahü teâlâya ve âhırete inanırdı. Kötülüklerden
sakınır, câhiliye devrinin her türlü çirkin âdetlerinden uzak dururdu. Mekke'de
zulme, haksızlığa engel olur ve gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazân ayında
Hira Dağı’nda inzivaya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkât
sâhibi olan Abdülmuttalîb, sevgili torununu bağrına basıp gece-gündüz yanından
ayırmazdı. O'na büyük bir sevgi ve şefkât gösterirdi. Kâbe'nin gölgesinde
kendisine mahsus olan minderine O'nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere;
“Bırakın oğlumu, O'nun şânı yücedir” derdi. Peygamber
efendimizin dadısı Ümmü Eymen'e, O'na iyi bakmasını ısrarla tembih
eder; “Oğluma iyi bak. Ehl-i kitâb, benim oğlum hakkında bu ümmetin peygamberi
olacak diyorlar” der idi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda ne
açlıktan, ne de susuzluktan şikâyet ettiğini gördüm.”
Sabahleyin
bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem,
tokum” derdi. Abdülmuttalîb uyurken ve odasında yalnızken, O'ndan başkasının
yanına girmesine müsâde etmezdi. O'nu şefkâtle bağrına basar, okşar,
sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada O'nu yanına alır,
dizine oturtur, yemeğin en iyisini, en lezzetlisini O'na yedirir ve O gelmeden
sofraya oturmazdı. O'nun hakkında nice rüyâlar görüp, birçok hâdiselere şâhid
oldu. Bir defâsında, Mekke'de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalîb, gördüğü
bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutarak Ebû Kubeys Dağı’na
çıkıp; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir”
diyerek duâ etti. Duâsı kabûl olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu
hâdiseyi, şiirler yazarak dile getirmişlerdi.
Abdülmuttalîb,
bir gün Kâbe'nin yanında otururken, Necrânlı bir râhip yanına gelerek konuşmaya
başlamıştı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin
sıfatlarının kitaplarda yazılı olduğunu okuduk. Burası, yâni Mekke O'nun doğum
yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymaya başladı. Bu
sırada, sevgili Peygamberimiz
yanlarına gelmişti. Necrânlı râhip, O'nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da
yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu
çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalîb; “Oğlumdur!” deyince,
Necrânlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O'nun babasının sağ olmaması
lâzım!” dedi. Abdülmuttalîb; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan,
annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun
üzerine Abdülmuttalîb, oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni
işitin de, O'nu görüp gözetin ve iyi koruyun” dedi.
Abdülmuttalîb vefât edeceğine yakın, oğullarını toplayıp; “Artık dünyâdan âhırete göç etme vaktim geldi. Tek düşüncem bu yetimdir. Keşke ömrüm uzun olaydı bu hizmeti severek devam ettirseydim. Fakat elden ne gelir? Ömür vefâ etmeyecek. Şimdi gönlüm ve dilim bu hasret ateşiyle yanıyor. Bu inci tanesini içinizden birine emânet etmeyi isterim. Acabâ hanginiz lâyıkı ile O'nun haklarını gözetir ve hizmetinde kusur etmez” dedi. Ebû Leheb dizleri üzerine çöküp; “Ey Arab'ın efendisi! Eğer bu emâneti teslim etmek için aklınızdan geçirdiğiniz biri varsa ne âlâ, yoksa bu hizmeti ben görürüm” dedi. Abdülmuttalîb ona; “Malın çoktur. Fakat sen katı kalblisin ve merhametin azdır. Yetim kalbi ise yaralı ve incedir. Hemen kırılır” dedi. Diğer çocuklardan bâzıları da aynı isteği tekrarladılar.
Abdülmuttalîb her birinin husûsiyetlerini söyleyerek kabûl etmedi. Sıra Ebû Tâlib'e gelince; “Ben, hepsinden çok bunu istiyorum. Fakat büyüklerim dururken, öne geçmek uygun olmazdı. Malım azdır, ama benim sadâkatim kardeşlerimden ziyâdedir” dedi. Abdülmuttalîb de; “Doğru söylersin. Bu hizmete lâyık olan sensin. Lâkin ben her işte O'na danışır ve isteği üzere hareket ederim. Her seferinde de doğru netîceye varırım. Bu husûsta kendisiyle meşveret edeyim. Hanginizi tercih ederse o, benim de kabûlümdür” dedi. Sonra sevgili Peygamberimize dönerek; “Ey gözlerimin nûru! Senin hasretinle âhırete yöneldim. Bu amcalarından hangisini tercih ediyorsun?” diye sordu. Peygamber efendimiz o an kalkıp, Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı ve dizine oturdu. Abdülmuttalîb, o zaman çok ferahladı ve “Allahü teâlâya hamdolsun. Benim istediğim de bu idi” dedi ve Ebû Tâlib'e dönerek; “Ey Ebû Tâlib! Bu inci danesi, ana-baba şefkâti görmemiştir. Ona göre bakıp üzerine titreyesin. Seni diğer çocuklarımdan daha üstün görürüm. Bu büyük ve pek kıymetli emâneti sana havâle ettim. Çünkü sen, O'nun babasıyla aynı anadansınız. O'nu kendi nefsin gibi koruyasın. Bu vasiyetimi kabûl ettin mi?” diye sordu. O da; “Kabûl ettim” deyince, Abdülmuttalîb sevgili Peygamberimizi kucakladı, mübârek başını, yüzünü öptü ve kokladı. Sonra; “Hepiniz şâhid olun ki, ben bundan daha güzel bir koku koklamadım ve bundan daha güzel bir yüz görmedim” dedi.
Dedesinin
vefâtından sonra, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi
ve sellem, sekiz yaşından îtibâren amcası Ebû Tâlib'in yanında kalmaya
başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Ebû Tâlib de, babası Abdülmuttalîb
gibi, Mekke'de Kureyş'in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü
dinlenilen bir zât idi. O da. Peygamber
efendimize büyük bir sevgi ve şefkât gösterdi. O'nu kendi
çocuklarından çok sever, yanına almadan uyumaz, bir yere gitmez ve “Sen çok
hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O, elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce
O'nun başlamasını isterdi. Bazen da O'na ayrı sofra kurdururdu. Sabahları
uyandığında yüzünün ay gibi parladığını, saçlarının tarandığını görürlerdi. Ebû
Tâlib'in fazla malı yoktu, âilesi de kalabalıktı. Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
efendimizi himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke'de vukû
bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde, Ebû Tâlib O'nu Kâbe’nin
yanına götürüp, duâ etti. O'nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve
kıtlıktan kurtuldular.
Sevgili Peygamberimiz
oniki yaşlarında iken, bir gün Ebû Tâlib'in ticâret için sefer hazırlığı
yaptığını gördü. Kendisini götürmek istemediğini anlayınca, Ebû Tâlib'e; “Bu
şehirde beni kime bırakıp gidiyorsun? Ne babam var, ne de bir acıyanım!...”
buyurdu. Bu söz Ebû Tâlib'e çok tesir etti. Yanında götürmeye karar verdi.
Ticaret kervanı uzun bir yolculuktan sonra, Busra'da hıristiyanlara mahsus bir
manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip kalıyordu.
Önceden yahudi âlimlerinden iken, sonradan hıristiyan olan bu bilgili rahibin
yanında, elden ele geçerek saklanan bir kitap vardı ve sorulanlara ondan cevap
verirdi. Kureyş'in kervanı, daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip
geçmesine rağmen hiç ilgilenmemişti. Her sabah manastırın damına çıkıp,
kâfilelerin geldiği yöne bakar, arayış içinde merâkla bir şeyler beklerdi.
Râhip Bahîra'ya bu defâ bir hâl olmuş ve heyecanla irkilip yerinden fırlamıştı.
Çünkü Kureyş kervanı uzaktan görününce, üstünde bir bulutun da onlarla birlikte
süzülüp geldiğini farketmişti. Bu bulut, Peygamber
efendimizi gölgelemekteydi. Kervan konaklayınca, Bahîra, Habîb-i ekrem efendimizin altına oturduğu
ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini de görerek iyice heyecanlanmıştı.
Derhal sofralar kurdurdu. Sonra, adam göndererek, Kureyş kervanında
bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti.
Kervanda
bulunanlar, sevgili Peygamberimizi,
mallarının yanında bırakıp, rahibin yanına gittiler. Bahîra, gelenlere dikkatle
bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizde yemeğe gelmeyen var mı?” diye sorunca;
“Evet, bir kişi var” dediler. Çünkü Kureyşliler geldiği hâlde bulut hâlâ orada
idi. Bunu görünce, kervanda birinin kaldığını anlamıştı. Râhip Bahîra, ısrarla
O'nun da gelmesini istedi. Gelir gelmez O'na dikkatle bakmaya ve incelemeye
başladı. Ebû Tâlib'e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib;
“Oğlum” deyince, Bahîra; “Kitablarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı
yazılı, O senin oğlun değildir” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin
oğludur” diye cevap verdi. Bahîra'nın; “Babası ne oldu?” sorusuna da; “Babası,
doğmasına yakın öldü” dedi. Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” deyince;
“O da öldü” diye cevap verdi. Bunlar karşısında; “Doğru söyledin” diyen Bahîra,
Peygamber efendimize dönüp, putlar
adına yemîn verdi. Sevgili Peygamberimiz,
Bahîra'ya; “Putların ismiyle yemîn verme. Dünyâda bana onlardan büyük düşman
yoktur. Ben, onlardan nefret ederim” buyurdu. Bahîra, bu sefer Allahü teâlâ adına yemîn verip; “Uyur musun?”
dedi. “Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz” buyurdu. Bahîra, daha pek çok suâller
sorup, cevaplarını aldı. Aldığı cevaplar, önceden okuduğu kitaplara aynen
uyuyordu. Sonra sevgili Peygamberimizin
mübârek gözlerine bakıp, Ebû Tâlib'e; “Bu kırmızılık, mübârek gözlerinde
devamlı durur mu?” diye sordu. O da; “Evet, gittiğini görmedik” dedi. Bahîra,
bu alâmetin de uygunluğunu görünce, kalbinin yakîn hâsıl etmesi için, Mühr-i
nübüvveti görmeyi istedi. Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, edeplerinden
mübârek sırtını açmak islemediler. Ebû Tâlib; “Ey gözümün nûru! Bu arzusunu da
yerine getir” deyince, mübârek sırtını açtı. Bahîra, “Mühr-i Nübüvveti” bütün
güzelliği ile doya doya temaşa etti. Heyecanla öptü ve gözlerinden sel gibi
yaşlar boşandı. Sonra da; “Ben şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün” dedi. Sesini daha da
yükselterek; “İşte Âlemlerin efendisi... İşte âlemlerin Rabbinin resûlü... İşte
Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak
gönderdiği büyük peygamber...” dedi. Orada bulunan Kureyşliler, hayret ederek;
“Muhammed'in, bu râhip yanındaki
kıymeti ne kadar fazla imiş” dediler.
Bahîra,
Ebû Tâlib'e dönerek; “Bu, peygamberlerin sonuncusu ve en şereflisidir. Bunun
dîni, bütün yeryüzüne yayılır ve eski dinleri nesh eder. Bu çocuğu Şam'a
götürme. Zirâ İsrâiloğulları O'na düşmandır. Korkarım ki, mübârek bedenine bir
zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve mîsak olmuştur” dedi. Ebû Tâlib; “Bu ahd ve misak
nedir?” diye sorunca; “Allahü teâlâ bütün
peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan
ümmetlerine, âhır zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz
almıştır” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra'nın bu sözleri üzerine Şam'a gitmekten
vazgeçti. Mallarını Busra'da satıp Mekke'ye döndü. Bahîra'dan işittikleri, Ebû
Tâlib'in ömrü boyunca kulaklarında çınladı. Peygamber
efendimizi daha da çok sevdi. O'nu ölünceye kadar korudu ve her
işinde yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi ve müstesna
bir insan olan sevgili Peygamberimiz,
büyümüş ve onyedi yaşına girmişti. Bu sırada Yemen'e ticâret için giden amcası
Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O'nu da yanında götürdü. Bu seferde
de nice harikulade hâlleri görüldü. Mekke'ye döndüklerinde, O'nun bu hâlleri
anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye
söylenmeye başlandı...
Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençlik yıllarında Mekke halkı arasında akranlarına göre çok beğenilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleriyle sevilmiştir. İnsanlar bu hasletlerinden dolayı O'na hayran olmuştur. Mekke halkı, gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, O'na El-Emîn yâni kendisine her zaman güvenilir lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.
Peygamberimizin gençlik yıllarında, Araplar koyu bir câhiliyet devri yaşıyorlardı. Puta tapmak, içki, kumar, zina, fâiz ve daha birçok çirkin işler aralarında yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hâllerinden son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün Mekke halkı, O'nun bu hâlini bilirler ve hayret ederlerdi. Putlardan şiddetle nefret ettiği için aslâ yanlarına yaklaşmazdı. Putlar için kesilen kurbanların etlerinden hiç yemedi. Çocukluğunda ve gençliğinde kendine âit koyunları, Ciyad Dağı ve civarında güder, geçimini böyle sağlardı. Bu şekilde pek çok bozulmuş olan cemiyetten, uzak dururdu. Bir defâsında Eshâb-ı kirâma; “Koyun gütmeyen hiç bir peygamber yoktur.” buyurmuştu. “Yâ Resûlallah! Sen de güttün mü?” dediklerinde; “Evet ben de güttüm.” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda, Mekke'de asâyiş tamâmen bozulmuştu. Zülüm son derece yaygınlaşıp; mal, can ve nâmus emniyeti kalmamıştı. Mekke'nin yerli halkı, ticâret ve Kâbe'yi ziyâret için gelen yabancılara haksızlık ve zulmediyorlardı. Zulme uğrayan kimseler, haklarını almak için müracaat edecek bir yer bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke'ye gelen Yemenli bir tüccarın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla elinden alınıp gasp edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû Kubeys Dağı’na çıkıp feryâd ederek, hakkının alınması için kabîlelerden yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren böyle hâdiseler üzerine, Hâşim ve Zühre oğulları ile diğer kabîlelerin ileri gelenleri Abdullah bin Cüd’ân'ın evinde toplandılar. Yerli, yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni olmaya ve haksızlığa uğramış olanların haklarını almaya karar verdiler. Bu maksatla bir adâlet cemiyeti kurdular. Sevgili Peygamberimizin genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda da çok tesirli olduğu bu cemiyete Hılf-ül-Füdûl denildi. Daha önce Fadl adında iki kişi ve Fudayl adında biri tarafından da böyle bir cemiyet kurulmuştu. Onların önceden kurdukları cemiyete izafeten bu isim verilmişti. Bu cemiyet, zulmü önleyip, Mekke'de bozulmuş olan asâyişi yeniden kurdu. Tesiri uzun müddet devam etti. Resûlullah efendimize, peygamberlik bildirildikten sonra Eshâb-ı kirâma anlatıp; “Abdullah bin Cüd’ân'ın evince yapılan yemînleşmede ben de bulundum. Bana o yemînleşme, kırmızı tüylü develere (servete) sâhip olmaktan daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim” buyurdu.
Mekkeliler
öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini bu yoldan sağlarlardı. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Ebû Tâlib de ticâretle
uğraşırdı. Sevgili Peygamberimiz yirmibeş
yaşlarında iken, Mekke'de geçim sıkıntısı iyice artmıştı. Bu sebeple
Mekkeliler, Şam'a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırladılar. Bu
günlerde Ebû Tâlib, Resûlullah efendimize
gelip; “Ey muhterem yeğenim! Fakirlik son haddine ulaştı. Kıtlık ve mücâdele
ile geçirdiğimiz bu son yıllar elimizde, avucumuzda bir şey bırakmadı. İşte,
Kureyş kervanı hazırlanmış, Şam'a hareket etmek üzeredir. Hadîce Hâtun da
kervanla mal gönderecek. Mutlaka bu işi yapacak güvenilir kimseler arıyordur.
Muhakkak ki, senin gibi emîn, temiz ve vefâkâr bir kimseye ihtiyâcı vardır.
Gidip bir konuşsak da, senin vekil olarak gitmeni sağlasak iyi olacak. Şüphesiz
seni, başkalarına tercih eder. Aslında ben senin Şam'a gitmeni istemiyorum.
Zirâ oradaki yahudilerin sana bir zarar vermesinden korkuyorum. Fakat başka
çâre de bulamıyorum” dedi. Peygamber efendimiz
ona; “Sen nasıl istersen öyle yap” buyurdular.
Hazret-i
Hadîce; güzelliği, malı, aklı, iffeti, hayâsı ve edebi ile Arabistan'da büyük
şöhreti olan bir hanımefendi idi. Bu sebeple her taraftan kendisine tâlib olan
ve rağbet eden pek çok kimse vardı. Fakat gördüğü bir rüyâ gereği o hiç kimseye
iltifât etmemişti. Rüyâsında, gökten ay inip koynuna girmiş, ayın nûru
koltuğundan çıkıp bütün âlemi aydınlatmıştı. Sabahleyin bu rüyâyı akrabâsından
olan Varaka bin Nevfel'e anlattı. Varaka; “Âhır zaman Peygamberi vücûda
gelmiştir. Seninle evlenir ve senin zamanında O'na vahiy nâzil olur. Dininin
nûru âlemi doldurur. En önce îmân eden sen olursun. O Peygamber, Kureyş’ten ve
Benî Hâşim'den olur” dedi. Hazret-i Hadîce, bu cevâba çok sevindi ve o
Peygamberin gelmesini beklemeye başladı.
Hazret-i
Hadîce, ticâretle uğraşır, anlaştığı kimselerle ortaklık yapardı. Ebû Tâlib,
hazret-i Hadîce vâlidemize durumu anlattı. Bunun üzerine Hadîce (radıyallahü anhâ), Resûlullah
efendimizi görüp konuşmak üzere evine dâvet etti. Efendimiz teşrîf
edince pek ziyâde tâzim ve hürmette bulundu. Peygamber
efendimizin nezaketini, nezih ve pâk cemâlini görüp hayran kaldı. Resûlullah efendimize dedi ki: “Doğru sözlü,
güvenilir, emniyetli ve güzel huylu olduğunuzu biliyorum. Bu iş için hiç
kimseye vermediğim ücretin, kat kat fazlasını vereceğim...” Sonra bu hizmette
lâzım olacak elbiseler vererek, kalb huzûru içinde teşyî eyledi.
Hazret-i
Hadîce vâlidemiz, bilgili bir hıristiyan olan amcasının oğlu Varaka bin
Nevfel'den peygamberlik alâmetlerini öğrenmişti. Resûlullah
efendimizin bu ziyâretinde de peygamberlik vasıflarını üzerinde
teşhis etmişti. Bu sebeple Meysere ismindeki kölesine; “Kervan Mekke'den
ayrılacağı zaman, devenin yularını Muhammed
aleyhisselâmın eline ver ki, Mekkeliler
herhangi bir dedikodu yapmasınlar. Şehirden uzaklaşıp gözden kaybolunca bu
kıymetli elbiseleri O'na giydir” dedi. Sonra develerinden en güzelini
sultânlara lâyık bir şekilde donattı. Meysere'ye; “O'nu bu deveye büyük bir
hürmet ile bindirip yularını eline al ve kendini o Hazretin hizmetkârı bil!
O'ndan izinsiz bir iş yapma ve O'nu muhâfaza etmek, tehlikelerden korumak için canını
esirgeme! Gittiğiniz yerlerde çok eğlenmeyiniz ve çabuk geliniz. Böylece
Hâşimoğulları katında mahcup olmayalım. Eğer bu dediklerimi harfiyen yerine
getirirsen, seni âzâd eder ve istediğin kadar da mal veririm” dedi.
Kervan
hazırlandı, Mekkeliler yakınlarıyla vedalaşmak üzere büyük kalabalıklar hâlinde
toplandılar. Sevgili Peygamberimizin
akrabâsı, amcaları ve Hâşimoğullarının büyükleri de orada hazır oldular. Peygamberimizin halası, Allahü teâlânın Resûlünü sallallahü
aleyhi ve sellem hizmetçi elbisesi ile ve devenin yularını eline almış
görünce dizlerinin bağı çözüldü. Ağlayıp feryâd etti. Ah ve vah edip,
gözlerinden yaşlar dökerek; “Ey Abdülmuttalîb! Ey Zemzem kuyusunu kazan büyük
zât! Ey Abdullah! Kabirlerinizden kalkıp, başınızı bu tarafa çevirip de şu
mübareğin hâlini görün!” diyerek acılarını dile getirdi. Ebû Tâlib de aynı
duygular ve aynı hâller içinde idi. Resûlullah
efendimizin Hakk'ı gören mübârek gözlerinden inci gibi yaşlar
döküldü ve “Beni sakın unutmayın. Gurbet elde gam ve keder çektiğimi yâd
eyleyin” buyurdu. Bu sözleri işitenlerin hepsi ağlaştı. Gökteki melekler de bu
hâle ortak oldular ve “Ey Rabbimiz! Bu, kendine habîb yaparak, en büyük makâmı
ihsân eylediğin Muhammed aleyhisselâmdır. Bu hâlin hikmeti nedir?” dediler. Allahü teâlâ onlara; “Evet, O benim habîbimdir.
Fakat siz muhabbet sırrını bilemezsiniz. Sevilen ve seven arasındaki sırlara
vâkıf olamazsınız. Bu makâmı kimse bilmez. Bu gizli işten kimse bir şey
anlamaz” buyurdu.
Nihâyet
kervan yürüyüp, Mekke görünmez olunca, Meysere, aldığı emir üzerine, kıymetli
elbiseleri, sevgili Peygamberimize
giydirdi. Çeşitli kumaşla örtülmüş ve pek güzel süslenmiş deveye bindirdi.
Yularını da kendi eline aldı.
Bu
yolculukta kervandakiler, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin üzerinde, O'nu
gölgeleyen bir bulutun ve kuş şekline giren iki meleğin O'nunla birlikte, sefer
bitinceye kadar hareket ettiğini gördüler. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup
kervandan geri kalan iki devenin ayaklarını eliyle sığamasından sonra, develerin
birden sür’atlenmesi gibi nice hâllerini görünce, O'nu son derece sevip,
şânının çok yüce olacağını anladılar. Busra denilen yere vardıklarında, yine
oradaki manastırın yakınında konaklamışlardı. Gördüğü birçok alâmetlerden,
O'nun son peygamber olacağını anlayıp söyleyen râhip Bahîra ölmüş, yerine
Nâstûra adında bir başkası geçmişti. Manastırın yakınına gelip konan Kureyş
kervanını seyreden râhip Nâstûra, yakınında bulunan bir kuru ağacın altına
birinin oturduğunu ve o anda yeşerdiğini görünce, Meysere'ye; “Şu ağacın
altındaki zât kimdir?” diye sordu. Meysere; “Bu, Kureyş kabîlesinin Harem
halkından bir zâttır” dedi. Râhip; “Şimdiye kadar bu ağacın altına peygamberden
başkası oturmamıştır” dedi. Sonra da; “O'nun gözlerinde biraz kırmızılık var
mı?” diye sordu. Meysere; “Evet vardır ve gözlerinden hiç ayrılmaz” dedi.
Nâstûra; “Îsâ aleyhisselâma İncîl’i indiren Allahü teâlâ hakkı için bu zât son peygamber
olacaktır. Ne olaydı ben O'nun peygamberlikle emrolunduğu zamana ulaşsaydım”
dedi...
Muhammed
aleyhisselâm, Busra pazarında Hadîce Hâtun'un
mallarını satarken de, O'nunla pazarlık yapan bir yahudi inanmadığı için; “Lât
ve Uzzâ” adındaki putlara yemîn et de, inanayım” deyince, Muhammed aleyhisselâm;
“Ben o putlar adına aslâ yemîn etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka
tarafa çeviririm” buyurdu. O'ndaki diğer alâmetleri de gören yahudi; “Söz,
senin sözündür. Vallahi bu zât peygamber olacak bir kimsedir” dedi ve
“Âlimlerimiz kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır” diyerek hayranlığını dile
getirdi. Meysere, Resûlullah efendimizde
gördüğü ve hakkında duyduğu her şeyi zihnine nakşediyor ve O'na olan hayranlığı
git gide artıyordu. Meysere'nin kalbinde Âlemlerin efendisine karşı büyük bir
muhabbet hâsıl olmuştu. Artık O'na zevkle ve hürmetle hizmet ediyor, en küçük
bir işâretini büyük bir aşkla yerine getiriyordu.
Götürülen
mallar satılmış. Peygamber efendimizin
bereketiyle her zamankinden kat kat fazla kâr edilmişti. Kervan dönüşe geçti.
Merr-uz-zahrân mevkîine geldikleri zaman Meysere, sevgili
Peygamberimize, Mekke'ye müjde haberi götürmesini teklif etli.
Efendimiz de kabûl buyurarak kervandan ayrılıp Mekke’ye doğru devesini
sür’atlendirdi.
Nefise
binti Müniyye Hâtun anlattı ki: “Kervanın gelme zamanı yaklaşmıştı. Hadîce
Hâtun her gün hizmetçileriyle sarayının üzerine çıkıp kervanın yollarını
beklerdi. Öyle bir gün Hadîce'nin yanında idim. Ansızın uzaktan deveye binmiş
bir kimse göründü. Üzerinde bir bulut ve kuş şekline girmiş iki melek O'na
gölge yapıyor, Peygamberimizin
mübârek alnındaki nûr, ay gibi parlıyordu. Hadîce Hâtun gelenin kim olduğunu
anlayıp gönlü ferahladı. Fakat bilmezlikten gelip; “Bu sıcak günde gelen kim
olabilir?” diye sordu. Hizmetçiler; “Bu gelen Muhammed'e
(aleyhisselâm) benzer” dediler ve
gördüklerinden hayrete düştüler. Az sonra Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
efendimiz, Hadîce (radıyallahü anhâ)
vâlidemizin konağına geldi ve durumu anlattı. Verdiği müjde ile onu çok
sevindirdi.
Bir müddet
sonra kervan Mekke'ye girdi. Meysere, hazret-i Hadîce vâlidemize, yolculuk
esnâsında Peygamber efendimizin
gölgelendirildiğini, râhip Nâstûra'nın söylediklerini, zayıf develerin nasıl
sür’atlendirildiğini ve buna benzer gördüğü nice fevkalâde hâlleri tek tek
anlattı. Peygamber efendimizi dili
döndüğü kadar medhetti. Hazret-i Hadîce, bunları biliyordu, fakat bu sözler
onun yakînini arttırdı. Meysere'ye; “Bu gördüklerini kimseye söyleme!” diyerek
tembih etti.
Hadîce
vâlidemiz, bu işittiklerini haber vermek üzere Varaka bin Nevfel'e gitti.
Olanları büyük bir hayranlıkla dinleyen Varaka; “Ey Hadîce, bu anlattıkların
doğru ise, Muhammed aleyhisselâm, bu ümmetin peygamberi olacaktır” dedi. Peygamber efendimiz 12 yaşında iken amcası Ebû
Tâlib ile ticâret için Busra'ya kadar, 17 yaşında iken amcası Zübeyr ile
Yemen'e, 20 yaşında Şam'a ve 25 yaşında da hazret-i Hadîce'nin mallarını satmak
üzere yine Şam'a olmak üzere tam dört defâ seyahate çıktı. Bu seyahatlerinden
başka hiç bir yere seyahat yapmadı.
Hazret-i
Hadîce vâlidemiz, Varaka bin Nevfel'in verdiği müjdeyle ve sevgili Peygamberimizin güzel hasletlerini
görünce, O'nun hanımı olup, hizmetiyle şereflenmeye meyletti. Nefise binti
Müniyye, bu hâli sezip araya girdi. Bu niyetle Resûl-i
ekremin yüksek huzûruna geldi ve “Yâ Muhammed!
Zat-ı âlinizi evlenmeden alıkoyan nedir?” diye sordu. Peygamberimiz; “Evlenmek için yeterli para
elimde mevcût değildir” buyurdu. Nefise Hâtun; “Yâ Muhammed!
Eğer iffetli ve şerefli, mal ve cemâl sâhibi bir hâtunla evlenmek istersen
hizmetine hazırım” dedi. Sevgili Peygamberimiz;
“O hâtun kimdir?” buyurunca; “Hadîce binti Hüveylid'dir (radıyallahü anhâ)” dedi. Resûlullah
efendimiz; “Bu işe kim vesile olur?” buyurunca da; “Bu işi ben
yaparım” deyip huzûrlarından ayrıldı. Hazret-i Hadîce'ye varıp müjdeyi verdi.
Hadîce (radıyallahü anhâ), akrabâsı Amr bin
Esed ile Varaka bin Nevfel'i çağırıp durumu anlattı. Ayrıca Resûlullah efendimize haber gönderip belli bir
saatte teşrîf etmesi için dâvet etti. Ebû Tâlib ve kardeşleri de hazırlıklarını
yaptılar ve Peygamber efendimizle
birlikte gittiler.
Hazret-i
Hadîce vâlidemiz, evini donatıp süsledi. Bu günün şükrânesi olarak bütün
zînetlerini hizmetçilerine hediye etti. Sonra onları hürriyetlerine kavuşturdu.
Resûlullah efendimiz, Hadîce
vâlidemizin evine amcaları ile teşrîf ettiler. Ebû Tâlib; “Yaratanımıza
hamdolsun ki, bizi İbrâhim aleyhisselâmın
evlâdından ve İsmâil aleyhisselâmın neslinden
eyledi. Bizi, Beytullah'ın muhâfızı kıldı. İnsanların kıblesi ve âlemlerin
tavâf ettiği o mübârek hâneyi, her kötülükten koruduğu Harem-i şerîfi bize
müyesser eyledi. Kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) öyle bir kimsedir
ki, Kureyş'ten her kim ile kıyaslansa üstün gelir. Gerçi malı azdır, lâkin mala
îtibâr olunmaz. Çünkü mal gölge gibidir. Elden ele geçerek gider. Yeğenimin
şerefi, üstünlüğü hepinizin malûmudur. Şimdi Hadîce binti Huveylid'i helâllığa
talep eder. Malımdan ne kadar mehr verilmesini istersiniz? Yemîn ederim ki, Muhammed'in mertebesi yüksek olsa gerektir”
dedi. Varaka bin Nevfel, bu konuşmaları tasdik etti. Hadîce vâlidemizin amcası
Amr bin Esed; “Şâhid olun ki, Hadîce binti Huveylid'i Muhammed aleyhisselâma
hâtunluğa verdim” dedi. Böylece nikâh akdi tamam oldu. Bir rivâyete göre mihr;
400 miskal altın, bir rivâyete göre de beşyüz dirhem, başka bir rivâyete göre
de 20 deve idi. Ebû Tâlib, düğün ziyâfeti için bir deve kesip, o güne kadar
görülmedik bir yemek verdi. Evlilik vâki oldu.
Hazret-i
Hadîce vâlidemiz bütün varlığını Peygamber
efendimize hediye etti ve “Bu malların hepsi yüce şahsınıza aittir.
Ben de sana muhtacım ve minnetin altındayım” dedi. Hazret-i Hadîce vâlidemiz,
evlilik hayatı boyunca, peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâma
dâimâ hizmet edip yardımcısı oldu. Peygamber
efendimizin bu evliliği, Hadîce vâlidemizin vefâtına kadar yirmibeş
sene sürdü. Bunun onbeş senesi bi'setten önce, on senesi bi'setten sonra idi. Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret-i Hadîce
hayatta iken başkası ile hiç evlenmedi. İkisi erkek, dördü kız olmak üzere altı
çocuğu oldu. Bunlar; Kâsım, Zeynep, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah
(Tayyib veya Tâhir) dir. Peygamberliği sırasında evlendiği hazret-i Mâriye'den
de İbrâhim adında bir oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeynep,
kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtıma, babasının en sevgilisiydi.
Hicretten onüç sene önce doğdu. Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettikleri
gibi, hazret-i Fâtıma'dan başka bütün kızları da O'ndan önce vefât ettiler.
Fâtıma vâlidemiz de Peygamber efendimizden
altı ay sonra vefât etti. Hazret-i Ali ile evlenmişti. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
soyu, hazret-i Fâtıma'nın evlatları ile devam etti. Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
efendimiz, Hadîce (radıyallahü anhâ)
vâlidemizle evlendikten sonra da ticâretle meşgûl oldu. Kazançlarıyla;
misâfirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere yardım ederlerdi.
Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) çocuk yaşlarında iken, annesi Su'da ile birlikte akrabâlarını ziyârete gitmişti. Bu sırada başka bir kabîlenin baskınına uğradılar. Zeyd'i esir aldılar. Mekke'ye Sûk-ı Ukaz denilen panayıra getirip satılığa çıkardılar. Hazret-i Hadîce'nin yeğeni Hâkim bin Hizâm, Zeyd'i 400 dirheme satın aldı. Hâkim bin Hizâm da, Zeyd bin Hârise'yi halası Hazret-i Hadîce'ye, o da Peygamber efendimize hediye etti. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hadîce ile evli bulunuyorlardı. Peygamber efendimiz onu derhal âzâd ederek yanında alıkoydu. Zirâ âzâd olan Zeyd bin Hârise'nin gidecek yeri olmadığı gibi, Resûlullah’tan daha iyi ona bakacak kimsesi de yoktu. O da seve seve Resûlullah'ın yanında kaldı.
Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh), İslâmiyetten önce de, adâlet, insâf, merhamet, insan sevgisi, güler yüzlülük, kerem, cömertlik, ahde vefâ (sözünde durma), emânete riâyet, yardım severlik, fedâkârlık, güvenilirlik, mazlumu, düşkünü, fakiri koruma, çocuklara sevgi ve muhabbet gösterme, dürüstlük, doğru sözlülük, nezaket, tevâzû, itidal, insanları güzel sûrette idâre etme, cesâret ve şecâat gibi görünür-görünmez, bilinir-bilinmez her türlü güzel ahlâkı tamamlamak için yaratılmış, her bakımdan, gelmiş-gelecek bütün yaratılmışlardan üstün olan, herkesin itimadını kazanarak “El-Emîn” lakabını alan Peygamber efendimizden gördüğü güzel muâmeleden dolayı, babasından ve anasından daha çok seviyor, yanından hiç ayrılmak istemiyordu. Anne ve babası, oğullarının nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını bilmiyorlardı. Babası Hârise, evlat ateşiyle yanıp tutuşuyor, diyâr diyâr dolaşarak oğlunu arıyordu. Yemen'den çeşitli ülkelere giden akrabâlarına ve tanıdıklarına sıkı sıkı tembih ederek, oğlu Zeyd'den bir haber getirmelerini istiyor, şiirler söyleyerek, gözyaşı döküyordu. Oğluna olan hasretini dile getiren bir şiiri şöyledir:
Ağladım Zeyd'ime bilmem ne yaptı?
Sağ mı yoksa ona ecel mi çarptı?
Sorma ey gönül beyhude onu!
Bilemezsin mezârı ya ova, ya sarptı.
Zeyd'im, yavrum! Gidenin geri döneceğini bilsem ah!
Senden başkasının dönmesini istemem vallah!
Anarım esince rüzgâr, nerde bir çocuk görsem; onu,
Ve doğarken güneş hatırlatıyor seni her sabah.
Feryâd, ciğer parem için binlerce feryâd,
Binerek hayvanıma ararım, hâlim olsa da berbâd.
Sen ve bineğim bilmeyiz ne usanmak ne bıkmak,
İhtimâlken oğlum bulunup karşıma çıkmak.
Ne kadar ümîd insanı aldatsa da o fânîdir nihâyet.
Oğullarım! Kays, Amr, Yezîd, Cebel; Zeyd'im size emânet.
Netîcede, İslâmiyetin gelmesinden önce Benî Kelb kabîlesinden Kâbe'yi ziyârete gelenlerden bâzıları, hazret-i Zeyd'i görerek tanımışlar, Hazret-i Zeyd onlara; “Âilemin benim için feryâd ü-figan edeceğini bilirim, şu beyitleri onlara ulaştırın” diyerek aşağıdaki şiiri söylemiştir.
Yanıyor yüreğim, uzağım ben yuvamdan,
Komşuyum Kâbe'ye, uzaksam da anam babamdan.
Üzüntünüz sakın kalbinizi yakmasın,
Benim için feryâdınız arşa kadar çıkmasın.
Hamdolsun Mevla’ya öyle bir yuvadayım,
Ki gördüğüm şeref ve hayırdan hep duâdayım.
Hârise bu haber üzerine çok sevindi. Hemen kardeşi Ka'b ile birlikte yanına fazla miktarda para alarak Mekke'ye geldi. Mekke’ye varınca, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) evini öğrenip huzûrlarına çıktı ve şöyle dedi: “Ey Kureyş kavminin efendisi, ey Abdülmuttalîb'in torunu, ey Benî Hâşim soyunun oğlu! Siz Harem-i şerîfin komşususunuz. Misâfirlere ikrâm, esirlere ihsân eder, onları esâretten kurtarırsınız. Köleniz bulunan oğlumuzun kurtulması için ne kadar para istersen onu verelim, serbest bırak, ne olur bu dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Zeyd'i çağırıp kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet size gelmeyi tercih ederse, siz herhangi bir para vermeden onu alıp götürebilirsiniz. Şâyet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allah'a yemîn ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır” buyurdu.
Hârise ve kardeşi, Peygamber efendimizin bu cevâbına çok memnun oldular; “Sen bize çok adâletli ve insâflı davrandın” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Zeyd'i huzûruna çağırarak kendisine; “Bunları tanıyor musun?” buyurunca; “Evet biri babam, diğeri amcamdır” dedi. Bunun üzerine; “Ey Zeyd sen benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkât ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. O hâlde, ya beni tercih et, yanımda kal veya onları tercih et, git” buyurdu. Babası ve amcası artık bizi tercih eder, Zeyd'i alıp götürürüz diye bekliyorlardı. Zeyd; “Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz, benim hem amcam, hem de babam makâmındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedi. Babası ve amcası hayretler içinde şaşırıp kaldılar. Babası, kızarak Zeyd'e; “Yazıklar olsun sana, demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun!” dedi. Zeyd de babasına; “Babacığım ben bu zâttan öyle bir şefkât ve muâmele gördüm ki, O'na kimseyi tercih edemem” cevâbını verdi.
Peygamber efendimiz Zeyd'i çok severdi. Kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce, onu Kâbe-i muazzamada Hicr'e götürüp, oradakilere hitâb ederek; “Şâhid olunuz Zeyd benim oğlumdur. O bana varis, ben ona varisim” buyurdu. Babası ve amcası bu durumu görünce kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Eshâb-ı kirâm bundan sonra Zeyd'e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed'in oğlu Zeyd) demeye başladılar. Daha sonra Allahü teâlânın, Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki; “Evlatlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.” “Muhammed (aleyhisselâm) sizden hiç bir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir” emirleri ile evlat edinmek de kaldırılınca, Hazret-i Zeyd babasının ismiyle, yâni Hârise'nin oğlu Zeyd (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya başlandı.
Resûlullah efendimiz otuzbeş yaşında bulunduğu sırada, Kâbe hakemliği yaptı. O zaman, yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Ayrıca çıkan bir yangın, Kâbe’yi tahrib etmişti. Binayı yeniden yapmak lâzımdı. Bunun üzerine Kureyş kabîlesi, Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp, yeniden yapmaya başladı. Her kabîleye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabîleler, Hacer-ül esved taşını yerine koyma husûsunda anlaşamadılar. Her kabîle, bu şerefe kavuşmak istediğinden, aralarında büyük bir anlaşmazlık çıktı. Abdüddâroğulları; “Bu işi bizden başkası yaparsa kan dökeriz” diyerek ahdettiler. Dört-beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle, neredeyse kan akıtılacaktı. Bu sırada Abdülmuttalîb’in dayısı ve yaşlı bir zât olan Huzeyfe bin Mugîre; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın” diyerek, Kâbe'ye açılan Benî Şeybe kapısını gösterdi. Orada bulunanlar bu teklifi kabûl ettiler ve Benî Şeybe kapısına bakarak, ilk girecek ve işin en nâzik ânında bu işi hâlledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emîn yâni hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. “İşte El-Emîn. O'nun hükmüne râzıyız” dediler. Durum, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma anlatılınca, bir örtü istedi. Onu yere sererek Hacer-ül esved'i örtünün üzerine koyup; “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun” buyurdu. Taşı, konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Böylece, çıkmak üzere olan büyük bir çarpışmanın önlendiğini gören kabîleler, bu hareketten memnun kaldılar. Duvarları, kaldıkları yerden yaparak tamamladılar. Hacer-ül esved, Müslümanların tâzim gösterdikleri, Cennet’ten indirilmiş mukaddes bir taştır.