Din
düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her
şeylerini terkedip, hicret eden, Tarsus’taki mağarada medfun bulunan yedi kişi
ve Kıtmir adındaki köpekleridir. İsimleri; Yemlîha, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş,
Debernûş, Şâzenuş, Kefeştatayyûş'tur. Kıssaları, Kur'ân-ı
kerîmde Kehf sûresinde, bir ibret ve uyanıp kendine gelme vesilesi
olarak zikredilmiştir.
Kehf
sûresinin sebeb-i nüzulü ile ilgili olarak, İbn-i İshak'tan şöyle rivâyet
edildi: Mekkeli müşrikler, Medîne yahudilerine adam gönderip, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) imtihân için malûmat istediler.
Medîne yahudileri onlara; Eshâb-ı Kehf’i, yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip
fetheden Zülkarneyn'i ve rûhun mahiyetini sormalarını tavsiye ettiler. Sonra
da; “Eğer bu üç şeyden haber verirse, peygamberdir. O'na uyun. Yok cevap
veremezse, yalancının biridir, istediğinizi yapın” dediler. Yahudilerden bu
bilgileri öğrenen Mekkeli müşrikler, Resûlullah
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
gelerek, bu soruları sordular. Allahü teâlâ
Resûlüne, Kehf sûresini inzal buyurdu. Müslümanlar da böylece Eshâb-ı Kehf
hakkındaki bilgilere sâhip oldular.
Eshâb-ı
Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs (yani Tarsus) şehri ahâlisinden idiler.
Bunlardan altısı sarayda vazifeli, hükümdâra yakın kimselerdi. Hükümdâr o
târihte Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olup; rezil, zâlim bir
kimse idi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını îlân etti. Putperestliği kabûl
etmeyen az sayıdaki mü’minleri köşe bucak aratır, yakalananları parçalatıp,
şehrin kapılarına astırırdı. Saraydaki bu îmânlı gençler, yapılan zulümden
nefret duyarlar, çâresizlik içinde bir araya gelerek Allahü teâlâya yalvarır, duâ ve istiğfâr ederlerdi. Bir gece
Dokyanus'un adamlarından biri, durumlarını fark edip yanlarına geldi ve ne
yaptıklarını sordu. Onlar; “Eşi ve benzeri olmayan Rabbimize ibâdet ediyoruz.
Sen de gel, Rabbimize îmân et. Böylece seâdet-i ebediyyeye kavuş” dediler. O
da; “Baba ve dedelerimizi puthânede gördüm. Onların yolundan ayrılamam. Sonra siz
hükümdârın emrine karşı geliyorsunuz” dedi ve îmân etmedi. Ayrıca gördüklerini
hükümdâra haber verdi. Kâfir olan baba ve dedelerini taklit ederek, küfürde
ısrâr etti.
Zalim
Dokyanus, ihbar üzerine, o gençleri huzûruna çağırıp tehdit etti. Onlar da îmân
yolunda sebât gösterip, şirki, putperestliği kabûl etmediler ve ona; “Bizim
Rabbimiz semâvâtın (göklerin) ve erdin (yerin) Rabbidir. O'ndan başkasına
tapmayız. Zirâ O'ndan başka ibâdete lâyık kimse yoktur. Ey Dokyanus! Allahü teâlâya yemîn ederiz ki, senin putperestlik
teklifini kabûl ederek, Allahü teâlâdan
başkasına îtikâd edersek bu takdirde, muhakkak haddi aşıp, doğruluktan uzak,
akıl dışı pek ziyâde zulüm ve câhilce bir iş yapmış oluruz” dediler. Dokyanus,
onların rütbelerini söktü. Kavimlerinin işâretini taşıyan kıyafetlerini
çıkarmalarını emretti. Sonra da; “Siz gençsiniz, üç gün mühlet veriyorum.
Kurtulmayı mı yoksa ölmeyi mi tercih ediyorsunuz?” deyip, başka bir şehre
gitti.
Hazin
tefsîri’nde bildirildiğine göre; Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri, zâlim Dokyanus'a
sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söylediler. Çünkü Dokyanus bunları,
oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da saray erkânı içinde,
büyük bir vakârla; “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Öyle fânî olan şeyler
nasıl yaratıcı olabilir?” dediler. “Dokyanus'u yaratan da bizim Rabbimizdir”
deyip, teklifini reddederek kavmi içinde onu rezil rüsva ettiler. Böylece
Eshâb-ı Kehf, Dokyanus'a karşı hak sözü söylemeye cesâretle, Allahü teâlâdan başka bir mâbuda ibâdet
etmeyeceklerini bildirdiler. Bunun yanında, putperestlerin îmânlarının bir
delile dayanmadığını ve bozuk inanışla Allahü teâlâya
iftirâ ettiklerini de açıklayıp, onların herkesten daha zâlim olduklarını
söylemekten çekinmediler. Bu îmân ve cesâretleri, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir;
“(Ey Habîbim! Şimdi biz) sana o
(Eshâb-ı Kehf’in) haberini (ibretli kıssasını) hakla, doğrulukla anlatalım. O yiğitler,
Rablerine (Allahü teâlâya) îmân ettiler. Biz
onların hidâyet (iman ve basiretlerini) ve sebâtlarını arttırdık.
“Şu bizim kavmimiz,
O'ndan (Allahü teâlâdan) başka ilâh edindiler. Bunların üzerine bari
açık bir bûrhân (delil) getirselerdi ya! Artık Allahü teâlâya karşı
yalan yere iftirâ edenlerden daha zâlim kimdir? dedikleri zaman, onların
kalblerini (sabır ve sebât ile tamâmen Hakk'a) bağlamıştık. (Kehf sûresi: 13-15)
Dokyanus,
onların eski günlerine dönmeleri için kendilerine belirli bir süre tâyin
etmişti. Bu da Allahü teâlânın onlara bir
lütfuydu. Çünkü, bu bekleme esnâsında istişâre ederek, hicret imkânını elde
ettiler. Dinlerini korumak için fitneden uzaklaştılar. İnsanlar arasında fitne
çıktığı zaman, kulun, dînini korumak için hicret etmesi meşru bir durumdur.
Onların her biri, babalarının evinden bir miktar azık aldı. Bir kısmını
tasadduk ederek, şehre yakın bir dağ cihetine doğru yola çıktılar. Yolda
giderken, bir çobana rast geldiler. Çoban onlara yiyecek ikrâm etti. Sohbet
esnâsında, onların hâlini anlayıp îmân etti ve onlara katıldı. Beraberce yola
koyuldular. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından tâkip etti. Mâni
olmak için bir hayli uğraştılar fakat geri çeviremediler. Zirâ ses çıkarıp,
yerlerini haber vereceğinden çekiniyorlardı.
Nihâyet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip; “Benden
korkmayın. Ben, Allahü teâlânın ve sizin
dostunuzum. Siz uykuda iken gözcülük ve bekçilik yaparım” dedi. Böylece
sayıları sekiz oldu. Dağa yaklaştıklarında, çoban bunlara; “Ben bu dağda bir
mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür” dedi. Söz birliği ile o mağaraya
girdiler ve cenâb-ı Hakk'a yalvarıp; “Yâ
Rabbî! Bize senin katından rahmet, (yani rızık, mağfiret, düşmandan emniyet)
ver!” dediler. Büyükleri olan Yemlîha, arkadaşlarına; “Mâdem ki, siz onlardan
ve Allahü teâlâdan başka tapmakta
olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size
rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin. O, düşmanlardan
dîninizi muhâfaza için sizi korur ve lâzım gelen şeyleri de, onlardan istifâde
edebilmeniz için sizlere ihsân eder. Maddî ve mânevî hayatınız emniyette olur.
Biz kavmimiz putperest olduklarından, îmânımızı korumak için aralarından hicret
ettik. Şimdi mağarayı mesken edinip, burada Allahü
teâlâya ibâdet edelim. Rabbimiz iki cihânda rahmetini bize saçar,
din ve dünyâ işlerimizi kolaylaştırır” dedi. Hepsi yorgun ve halsizdi. Bunun
üzerine biraz uzandılar. Hakk'ın emriyle yavaş yavaş hepsi uyuyakaldılar.
Allahü teâlâ,
Eshâb-ı Kehfin kendi aralarındaki bu konuşmalarını, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle bildirmektedir:
“(Birbirlerine şöyle demişlerdi:) Mâdem ki siz,
onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o hâlde mağaraya
(çekilip)
sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde size bir fayda (kolaylık) hazırlasın.” (Kehf
sûresi: 16)
“O zaman, o genç yiğitler
mağaraya sığınmış (lar) dı da; Ey
Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günâhlarımızı
da mağfiret et ve helâl rızık), düşmandan emniyet ver ve işimizden (dinimizi
muhâfaza için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya ilticâ ettiğimizden dolayı) bizim için bir
muvaffakiyet hazırla. (O sayede rüşt ve hidâyete ermiş; böylece çok
sevâba kavuşmuş olalım.) (Kehf sûresi: 10)
Onlar
mağaraya girdiklerinde, Allahü teâlânın
rahmet ve lütfunu dileyerek böyle dediler. Ahmed ibni Hanbel'in (rahmetullahi aleyh) Müsned’inde, Büsr ibni Ebî Ertâd,
Resûlullah'ın şöyle duâ ettiğini
bildirdi: “Yâ
Rabbî! Bütün işlerimizde âkıbetimizi hayırlı (iyi) kıl. Bizi dünyâda
rüsvay olmaktan ve âhırette azâbdan koru!”
Eshâb-ı
Kehfin mağaraya geldikten sonra uykuya varmaları, Kehf sûresi 11. âyet-i
kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına
(harici şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk (nice yıllar tam bir sükûn içinde
uyuttuk).”
Dokyanus,
Efsûs'a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını bildirdiler. Bunun üzerine babalarını
getirtti. Onları bulmaları için zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa
doğru gittiler” dediler. Dokyanus, adamları ile gidip o mağarayı buldu. Burada
ölsünler diye, mağaranın ağzını iyice kapattırdı. O zaman Dokyanus'un yakınlarından
iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini iki kurşun levhaya yazıp,
mağaranın duvarına koydular. Bu mağara, Betahlus Dağı’nın güney taralında idi.
Güneş, doğarken ve batarken oraya vurduğundan, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf
uyurken gözleri açık idi. Allahü teâlâ
meleklerle, onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri, dirseklerini
kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Nefes alırlar, saçları tırnakları
uzardı.
Allahü teâlâ
kemâl-i kudreti ile cesed ve elbiselerini değiştirmedi. Eshâb-ı Kehf,
üçyüzdokuz sene o mağarada uyuyup kaldılar. Allahü
teâlâ kendilerini muhâfaza etti.
Eshâb-ı
Kehfin uykularının keyfiyyeti hakkında Kur’ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki: “(Onların gözleri açık olmakla) sen onları uyanık
zannedersin. Halbuki onlar uykudadır. Biz onları (meleklerle) sağına ve soluna
döndürürüz (ki uzun zaman geçmekle bedenleri çürümesin). Onların köpekleri
dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı (yaymıştı). Eğer sen onlara
bakarak hâllerini görseydin, (korkudan) geri dönüp kaçardın. Kalbin onların korkusuyla
dolardı (zira gözleri açık ve kılları, tırnakları uzamış ve yerleri
karanlık ve korkulu idi).” (Kehf sûresi: 18)
İbn-i
Cüreyc (rahmetullahi aleyh) dedi ki: “Köpek,
kapıda onları bekliyordu. Bu, onun yaratılışı ve tabîatı gereğidir. O, mağara
kapısı önünde, kendilerini bekliyormuş gibi duruyordu. Kıtmir adındaki bu
hayvanın, Cennet’e gireceği tefsîrlerde bildirilmektedir.
Güneşin
doğarken ve batarken mağaraya vurduğu da meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Onlara
baksaydın) görürdün
ki, güneş doğduğu zaman, mağaranın sağ tarafına yönelir; battığı vakitte
onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın (mağaranın) geniş bir yerinde
idiler. İşte bu, (Eshâb-ı Kehf’in hâl ve şânı, onların mağaraya
girişi yahut kıssalarını haber verişin) Allahü teâlânın
âyetlerindendir. Allahü
teâlâ kime hidâyet ederse, o, doğru yola
erdirilmiştir; kimi de şaşırtırsa, artık onun için hiç bir zaman felaha
götürücü bir mürşid bulamazsın.” (Kehf sûresi: 17)
Eshâb-ı
Kehfin uykularının müddeti de meâlen şöyle bildirilmektedir; “Onlar
mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf sûresi: 25)
“De ki: Allah ne kadar
eğlendiklerini daha iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı (nı bilmek) O'na mahsustur. O, ne güzel görendir. Ne
güzel işitendir. (Bütün) bunların (yer ve gök ehlinin) O'ndan başka hiç
bir yardımcısı yoktur. O, hiç bir (kimseyi, hiç bir şeyi) hükmüne ortak da
yapmaz.” (Kehf sûresi; 26)
Hazret-i
Ali buyurdu ki: “Ehl-i kitap indinde Eshâb-ı Kehf, mağarada, şemsî yıl
hesâbıyla üçyüzyıl kalmışlardır. Cenâb-ı Hak
bu seneyi kamerî olarak beyân buyurdu. Aralarındaki farklılık, her yüz yılda üç
senedir. Bu sûretle şemsî üçyüz sene, kamerî üçyüzdokuz seneye denktir.”
Cenâb-ı Hak.
Eshâb-ı Kehf ve Rakîm'in üçyüzdokuz sene uykuda kalmalarının o kadar şaşılacak
bir şey olmadığını da şöyle beyân buyurdu:
“(Ey Habîbim!) Sen, bizim âyetlerimiz içinde (yalnız)
Kehf ve Rakîm
eshâbının ibrete şayan olduklarını mı sandın?” (Kehf sûresi: 9)
Yâni;
onların bu hâli, öldükten sonra dirilmenin olduğunu ispat edecek açık bir
alâmettir. Fakat, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün bir biri
ardınca getirilişi, güneşin ve ayın emre müsahhar kılınışı, ayrıca buna benzer Allahü teâlânın kudretine delâlet eden muazzam
hâdiseler daha büyük olup, bunların yanında Eshâb-ı Kehf hâdisesi, o kadar
garip görülmemelidir. Eshâb-ı Kehf’in hâllerinden daha şaşılacak hâller bile Allahü teâlâyı âciz bırakamaz. Allahü teâlâ her dilediğini yapmağa muktedirdir.
Nitekim İbn-i Cüreyc; Mücâhid rivâyetiyle bu âyet-i kerîme hakkında buyurdu ki:
“Bizim âyetlerimizden bundan çok daha şaşılacak olanları vardır.” Avfî, İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklen bu âyet-i
kerîmeye şöyle mânâ verdiğini bildirdi: “Sana verdiğim bilgi, sünnet ve kitap,
mağara ve kitabe ehlinin durumlarından çok daha mühimdir.” Muhammed bin İshak ise; “Kullarıma karşı
gösterdiğim hüccetler, mağara ve kitabe ehlinin durumundan çok daha
şaşırtıcıdır” buyurdu.
Âyet-i
kerîmede beyân buyrulan “Kehf; dağda bulunan geniş mağara demektir.
Îmânlı gençler buraya sığındıklarından, bunlara Eshâb-ı Kehf dendi. Rakîm kelimesi
hakkında buyruldu ki: Sa’îd bin Cübeyr (rahmetullahi
aleyh); Eshâb-ı Kehfin isim ve kıssalarının üzerine yazılıp, mağara
kapısına asıldığı kurşun veya taştan bir levhadır buyurdu. Bu husûsta başka
rivâyetler de vardır.
Resûlullah
zamanındaki müslümanlar ile ehli kitabın, Eshâb-ı Kehf hakkındaki
ihtilaflarını, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurmaktadır: “(Resûl-i Ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem) zamanındaki ehli kitaptan bâzıları, yahudiler veya
necran hıristiyanlarından Yakubiyye tâifesinden biri; “(Sayıları) Üçtür, dördüncüleri köpekleridir diyecekler,
(nasârâ ise;) “Beştir,
altıncıları köpekleridir” diyecekler ve gayb için zanda bulunacaklar. “Yedidir,
sekizincileri kelbleridir” diyecekler (bunlar mü’minlerdir). Şöyle ki; Rabbim
onların sayısını daha iyi bilendir. Onları (insanların) birazından
başkası bilemez. O hâlde bunlar hakkında zâhirî bir münâkâşadan (sana
indirilen Kur'ân-ı kerîmde olandan) gayrı ile mücâdele
etme. Bunlara dâir içlerinden hiç bir kimseden fetva da isteme.”
(Kehf sûresi: 22)
İbn-i
Abbâs (radıyallahü anhümâ), bu âyet-i kerîmenin
tefsîrini yaparken, Eshâb-ı Kehf’in yedi zât olduğunu bildirdi.
Hâzin ve
Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim)
bildirdiğine göre; “Eshâb-ı Kehf’in sayısı üçtür, dördüncüleri kelpleridir”
diyenler; Necrân hıristiyanları ve Îsâ aleyhisselâmın
ulûhiyetine îtikâd eden Yakubiyye fırkasından biri ve onun tâbileridir.
“Onların sayısı beştir, altıncısı kelpleridir” diyenler; hıristiyanlardan,
Nâstûriyye fırkasından Âkıb adında birisi ve onun tâbileridir. Müslümanlar da;
“Yedidir, sekizincisi kelbleridir” dediler. Bu konuşmalar, Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) huzûr-ı şerîflerinde olmuştu. Üç-beş diyenlerin
sözlerinin doğru olmadığına işâret için, Allahü
teâlâ; “Gâibe taş atarlar” buyurdu. Onların sayısı yedi
diyenlerin sözlerinin doğru olduğuna da; “Onların adedini az kimse bilir” buyurarak işâret
etti.
Fahreddîn-i
Razî (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki:
“Hazret-i Ali'nin rivâyetine göre, Eshâb-ı Kehf’in adedi yedidir. Bunların
altısı hükümdârın yakınlarından olup, onun sağında ve solunda bulunurlardı.
Sağındakiler; Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara Eshâb-ı Yemîn
denmiştir. Hükümdârın solunda bulunanlar ise; Mernûş, Debernûş ve Şâzenuş'tur.
Bunlara da Eshâb-ı Yesâr denmiştir. Dokyanus, önemli işlerinde bunlarla
istişâre ederdi. Yâni bunlar, hükümdârın müşavere heyetinden idiler.
Bunlar,
Dokyanus'u îmâna dâvet ettiklerinde, o kabûl etmeyince, zulmünden
korktuklarından îmânlarını korumak için, hicrete mecbûr oldular. Eshâb-ı
Kehf’in yedincileri Kefeştetayyûş ismindeki çobandır. Sekizincisi ise çobanın
kelbidir. Onun ismi de Kıtmîr idi.”
Cenâb-ı Hak,
Eshâb-ı Kehf’in mağarada uyku hâlinde ne kadar kaldıklarını, yahudi ve nasârâ
ve başkalarının doğru olarak bilemeyeceklerini beyân ederek, onların haberini
doğru ve vak’aya uygun olarak açık ve geniş olarak Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdi.
“Sonra da onları
uyandırdık. İki zümreden hangisi bekledikleri gayeyi daha iyi (zabt ve) hesap edicidir, ayırt edelim diye.”
(Kehf sûresi: 12)
Cenâb-ı Hak,
bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırdı. Onlar henüz yattıkları günde
bulunduklarını sandılar. İçlerinden biri (Mekselînâ), arkadaşlarına; “Ne kadar
zaman yatıp uydunuz?” dedi. Zirâ onlar güneş doğarken mağaraya girmişlerdi.
Uyandıkları zaman güneş batmak üzere olduğundan, cevâbında; “Bir gün veya günün
bir miktarını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp
birbirlerine; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz bilir” dediler. Mekselînâ daha
sonra; “Biriniz şu parayı alıp, Efsûs'a (Tarsus şehrine) gitsin, baksın. Hangi
yiyecek helâl ve temiz ise, ondan satın alıp getirsin. Yiyecek almaya giden,
burada kalanları şehirdekilere haber vermesin. Eğer Dokyanus'a tâbi olan ahâli,
sizi bulurlarsa recm ederler (taşla öldürürler). Yâhutta zorla kendi bozuk
dinlerine döndürürler. Onların dînine girince, artık sizin için sonsuz olarak
kurtuluş yoktur” dedi. Bunların en olgun ve akıllıları olan Yemlîha, bu
vasiyetleri kabûl ile yola çıktı. Şehre vardığında, durumu çok değişmiş gördü.
Pazar, çarşı, mahalle ve insanların şekil ve renkleri değişmişti. Böylece o,
bambaşka bir âlem gördü ve hayretler içinde kaldı.
Eshâb-ı
Kehf’in uykudan kalkmaları, uyku müddeti hakkındaki konuşmaları ve içlerinden
birini şehre göndermeleri, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Biz onları (uyuttuğumuz gibi, kemâl-i
kudretimizle cesed ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki,
hâllerini bilsinler. “Birbirleriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yaptığını
öğrensinler de, cenâb-ı Hakk'ın kemâl-i
kudretine olan yakînleri artsın. Öldükten sonra dirilmenin ne olduğu numunesini
görsünler, Allahü teâlânın kendilerine
olan nîmetlerine şükretsinler diye.) Onlardan birisi (Mekselînâ) dedi ki: Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz?
(Zirâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken idi. Uyanmaları guruba yakın
olmakla, cevapta bâzıları;) “Bir gün, yahut günden bir miktar uykuda kaldık” dediler.
(Tekrar; kıllarına ve tırnaklarına bakıp yine) birbirlerine; Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz
daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre
(Tarsus'a)
gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse (daha helâl,
daha güzel, daha bol; daha ucuz ise) ondan size bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi
hiç bir kimseye sakın hissettirmesin dediler.” (Kehf sûresi: 19)
Fahreddîn-i
Razî (rahmetullahi aleyh); Bunların elindeki
para, madrûb (basılı) olup, üzerinde Dokyanus'un ismi yazılı idi buyurdu. Bu
âyet-i kerîmede insanın; rızkı için çalışması, yiyeceğin helâl ve temizini ve
aldanmayıp ucuzunu arayıp alması, insanlarla muâmelede adâb-ı muaşerete (görgü
kurallarına) dikkat etmesi, fitne zamanında düşmandan kendisini saklamaya
çalışması gerektiğine dâir işâretlerin olduğu bildirilmektedir.
“Çünkü onlar size galebe
ederlerse, sizi ya taşla öldürürler, yahut sizi (zorla) kendi dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise
ebedî felah bulamazsınız.” (Kehf sûresi: 20)
Fahreddîn-i
Razî ve Kâdı Beydâvî'nin (rahmetullahi aleyhim)
bildirdiklerine göre; Bunlar uykudan uyanınca, şehre gidip yiyecek getirecek
kimsenin (Yemlîha'nın), elbise değiştirerek, hâlini kimseye bildirmeden gidip
gelmesini uygun gördüler.
Nihâyet
ekmekçi dükkanına girip, o parayı yâni Dokyanus zamanında, onun adına basılan
sikkeyi (parayı) ekmekçiye verince, bunun bir hazîne bulduğunu sandı ve elden
ele göstererek zaptiyeye vardı. Yemlîha'yı tutup; “Bulduğun hazîneyi ver” diye
tehdit ettiler. Yemlîha; “Ben hazîne bulmadım. Dünkü gün bu altını evden aldım.
Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o
isimde kimse yoktur” deyip; “Yalan söylüyorsun” diye çıkıştılar. Çok daraldı.
“Beni Dokyanus'a götürün, o benim işimi bilir.” dedi. Bu sözünü de alaya alıp;
“Dokyanus öleli üçyüz seneye yakındır. Sen bize hikaye mi anlatıyorsun?”
dediler. Yemlîha, nihâyet çâresiz kalıp, dünkü gün kaçıp mağaraya girdiklerini
söyledi. “Bundan başka bir şey bilmiyorum” dedi.
Hâdise
hükûmete aksetti. O zamanki hükümdâr Teodüs (Tendrus) isminde sâlih bir zât
idi. Vaktinin insanlarının çoğu, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederlerdi.
Hükümdâr onlara bu husûsta ne kadar nasîhat etse fayda vermezdi. Bir gün; “Yâ
Rabbî! Bu kavme âhıret gününe, haşrın ve neşrin meydana geleceğine şehâdet
edecek bir harikulade hâl göster” diye duâ ve niyazda bulundu. O zaman da
Yemlîha'yı huzûruna getirdiler. Yemlîha başından geçenleri anlatınca; pâdişah,
oğlu, eşrâfı ve yakın adamları ile birlikte mağaraya yollandılar. Yemlîha varıp,
arkadaşlarına haber verdi. Hükümdâr ve yakınları, asırlardan beri mağarada
yatıp kalmış gençleri gördüler. İsim ve hâlleri üzerine yazılan taşı getirip
okudular. Dinlerini, îmânlarını korumak için hicret etmiş, her şeylerini geride
bırakmış bu gençlerin hâlleri açıkça anlaşıldı. Hükümdâr, duâsının kabûl
edildiğini anlayıp, cenâb-ı Hakk'a
şükretti. Eshâb-ı Kehf'e selâm verip cevap aldı. Böylece onların dinlerini
kayırmaları, kâfir ve zâlim bir hükümdârdan kaçarken, tam üçyüz yıl sonra sâlih
ve dindar olan bir başka hükümdârın ayaklarına kadar gelmesine ve görünürde
bile pek yüksek dereceye kavuşmalarına sebep oldu. Hükümdâr hepsinin boynuna
sarılıp veda ederken, Eshâb-ı Kehf, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar.
Girdikleri mağara içinde medfun kaldılar. (Bir rivâyette Eshâb-ı Kehfin rûhları
kabzolundu ve cesetleri halkın gözünden kayboldu.) Halk onların yanından dışarı
çıkınca, kendilerini bir korku ve çekingenlik kapladı. Artık kimse onların
yanına giremedi. Sonra mağaranın ağzında bir mescid inşâ edildi. Böylece orası,
halk için ziyâretgâh oldu.
Kur'ân-ı kerîmde
bu husûs, meâlen şöyle bildirilmektedir: “Böylece (kullarımızı ve mü’minleri) onların hâllerine
muttalî kıldık ki, Allah'ın, (tekrar dirilteceğine dâir olan) vâdinin şüphesiz
bir hak olduğunu, kıyâmetin vukuunda da hiç bir şüphe bulunmadığını bilmiş
olsunlar. O sırada onlar, bunların işini aralarında nizâlaşıyorlardı.
(Kimi; Yalnız rûhlar dirilecek, kimi; Hayır, rûhlar cesetlerle birlikte
dirilecek diyordu.) Bunun üzerine; Onların etrâfına bir binâ yapın (onları
gizlesin) dediler.
(Bunu diyen kâfirlerdi.) Rableri onları daha iyi bilendir. Onların işine gâlip
(ve vâkıf) olanlar
(Eshâb-ı Kehfin hâlini daha iyi takdir eden mü’minler) ise; “Mutlaka
yanlarında bir mescid edineceğiz” dediler (ve namaz kılmak üzere o
mağaranın kapısı önüne mescid yaptılar). (Kehf sûresi: 21)
Zamanla
mağara ağzının önündeki mabedin enkazı üzerine, Osmanlı pâdişahları zamanında
yapılan bir mescid, ikinci Abdülhamîd Han tarafından yeniden inşâ olunarak tek
minareli bir câmi hâline getirildi. Sonra câmi yanına bir ilave yapılıp, husûsi
bir imâm tâyin edildi. Kurban bayramlarında bu zât, İstanbul'a gelerek, ikinci
Abdülhamîd Han'ın sarayındaki muâyedesine (bayramlaşmaya) iştirâk eder, senelik
tahsisat ve ihsânını alırdı. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında,
Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ)
kerâmeten oraya gitmişlerdir. Eshâb-ı Kehf yine uykudan uyanmışlar,
görüşmüşler, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân ettiklerini
bildirmişler, selâm yollamışlar, duâ istemişlerdir. Hazret-i Mehdî zamanında
tekrar uyanacak, yanına gidip, askeri olacaklar ve ona yardım edeceklerdir.
Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Eshâb-ı
Kehf, (hazret-i) Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamanında gökten inecektir. Îsâ (aleyhisselâm), Deccal ile harb ederken, Mehdî onunla beraber olacaktır.
Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı
şerîfin 14. günü güneş ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.”
Mevlânâ Muhammed Osman Sâhib (rahmetullahi
aleyh), Fevâid-i Osmâniye kitabında bildirdi ki: Tarlaya bereket gelmesi
için, mahsulün uşrunu vermeli, sonra Eshâb-ı Kehfin isimlerini dört kağıda
yazıp, ayrı ayrı sarıp, tarlanın ayak basmayan dört köşesine defnetmelidir.
Sabah ve yatsı namazlarından sonra büyük âlimlerin isimlerini, sonra Fâtiha-i
şerîfeyi okuyarak rûhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duânın kabûl
olduğu tecrübe edilmiştir. Rûh-ul-Beyân’da diyor ki: Eshâb-ı Kehf’in isimleri
yazılı kağıdı evinde, üstünde bulundurmak da kazâ ve belâdan korur, bereket
verir.
İmâm-ı
Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi
aleyh), Eshâb-ı Kehf’in îmânlarını korumak için yaptıkları hicretin, Allahü teâlâ katında çok kıymetli olduğunu,
Mektûbât isimli kıymetli kitabının 44. mektubunda şöyle bildirmektedir:
“Dünyânın bugünkü hâlinde, O'nun sünnet-i seniyyesine (yâni İslâmiyete) uymakla
şereflendirilenler ne kadar bahtiyârdır. O'nun dînine inanan, O'na ümmet olanın
az bir iyiliğine kat kat sevap verilir. Eshâb-ı Kehf (yani Tarsus’taki mağarada
bulunan yedi kişi rahmetullahi aleyhim ecmaîn)
bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de, din düşmanları
her tarafı kapladığı vakit, kalplerindeki îmânı korumak için, başka bir yere
hicret etmeleri idi. Bugün, O'na îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman
saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıymetli
olmasına benzer. Sulh zamanında, askerin bundan kat kat fazla çalışması böyle
kıymetli olamaz.”
85.
mektubunda da şöyle buyurmaktadır: Allahü teâlâ,
sizi, beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! İnsana önce îtikâdını, îmânını
düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak gerekir.
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü
teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm; “Namaz dînin
direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette
dînini yıkar” buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir
kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût
sûresinin 45. âyetinde meâlen; “Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden muhakkak
uzaklaştırır” buyruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir
namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu
yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz; “Bir
şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır” buyurdu. Sonsuz ihsân
sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. (Böyle bozuk
namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır.
Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.)
Namazları
cemâat ile ve huşû ve hudû ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyâda ve âhırette
felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Allahü teâlâ, Mü’minun sûresinin başında meâlen; “Mü’minler mutlaka
kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû ile kılanlardır” buyurdu.
Tehlike; korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur.
Düşman saldırdığı zaman, askerin ufak bir iş görmesi, pek çok kıymetli olur.
Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefislerinin
kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı
Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli
oldular. Peygamberimiz aleyhi ve ala
âlihissalevatü vettehiyyat bir hadîs-i şerîfte;
“Fitnenin,
fesadın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek
gibidir” buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması,
ibâdetlerin şerefini arttırmakta, sevâbı kat kat çoğaltmaktadır. Zarar yapmak
istemeleri, müslümanlar için faydalı olmaktadır. Daha ne yazayım? Oğlumuz Şeyh
Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekten sıkılıyor. Zenginlerle, dünyâya
düşkün olanlarla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felakete
götüreceğini, anlayamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin, zehir gibi, gönlü
öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşünemiyor. Âmân, âmân kötü arkadaşlardan
kaçınız! İnsanın dînine, îmânına saldıran, tatlı dilli, güler yüzlü korkunç
düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık olunuz. Hadîs-i
şerîfte; “Mal ve mevki sahihlerine, malı için, makâmı için alçalan
kimsenin dîninin üçte ikisi gider” buyruldu. Mal için, mevki
kazanmak için, İslâm düşmanlarına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vaz
geçenlere yazıklar olsun! Sonsuz nîmetleri, saâdetleri, birkaç günlük eğlence
için elden kaçırıyorlar.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Kebîr
2)
Tefsîr-i Mazharî
3)
Tefsîr-i Taberî
4) Rûh-ul-Beyân
5)
Feth-ül-Bârî Şerh-ul-Buhârî; cild-6, sh. 366, 367
6)
Târih-üt Taberî; cild-2, sh. 40
7)
Bedayi-üz Zuhur; sh. 196
8)
Ravdat-üs Safa; sh. 374
9)
Arais-ül-Mecâlis; sh. 411
10) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 61, 354, 711, 1035
11) Rehber
Ansiklopedisi; cild-5, sh. 205
12) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 326, 337
13)
Mir’ât-ı Kâinat; sh. 178
14)
El-Kâmil fit-Târih; cild-1, sh. 355
15)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; mektup. 44, 65, 85
16)
Et-Tebsırâ; sh. 366