İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Kendisine yedi kişi îmân etti. Çok malı ve on oğlu vardı. Çocukları öldü. Malı mülkü gitti. Hastalık içinde dâimâ sabr ve şükr etti. Yeniden sıhhat buldu. Eskisinden daha çok çocuk ve servete kavuştu. Yüzkırk sene yaşadı.
Hazret-i Eyyûb; güzel huylu, cömert ve çok merhametli idi. Fakirlere, misâfirlere, yetimlere çok yardım ederdi. O; bedenine, malına ve evlâdına gelen musîbetlere sabredip, ilâhi takdire rızâ gösterdi. Sabrından dolayı insanlık târihinde darb-ı meselle anıldı. Allahü teâlâ onu güzel vasıfları sebebiyle, Kur'ân-ı kerîminde medhü senâ buyurdu: “Biz onu (belâlara) hakîkaten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu. Şüphe yok ki o tamâmen Allah'a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi: 44)
Hazret-i Eyyûb, Hazret-i İshâk'ın oğlu Iys evlâdındandır. Neseb silsilesi; Eyyûb bin Âmûs bin Râzih bin Rûm bin Iys bin İshak'dır (aleyhimüsselâm.) Muhterem annesi, hazret-i Lût'un neslinden idi. Hanımı Rahîme, Hazret-i Yûsuf'un oğlu Efrahîm'in kızıdır.
Allahü teâlâ Hazret-i Eyyûb'e, dedesi Hazret-i İshak'ın duâsı bereketiyle çok mal ve servet verdi. Sürü sürü hayvanlar, bağlar, bahçeler ve çok evlâd ihsân etti. Şam civarında Besenîyye mevkîindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Hizmetçilerinin, tarla ve hayvanlarının çokluğu ile asrında bir benzeri yoktu. Servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı. Çok ibâdet ederdi.
Eyyûb aleyhisselâm, Şam civârında yaşayan insanlara peygamber oldu. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırdı. Bu uğurda pekçok zahmet çekti. Sonra; malı; evlâdı ve bedeni ile imtihân edildi. Hazret-i Eyyûb çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusur etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibâdet ehline ve akıl sâhiplerine örnek oldu.
İlâhi vahye mazhar bir peygamber olduğu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshak'a ve Ya’kûb'a, evlâtlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebûr verdiğimiz gibi, (Habîbim) şüphesiz sana da biz vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163)
“Biz ona, İshak ile (İshak'ın oğlu) Ya’kûb'u ihsân ettik ve her birini hidâyete (nübüvvete) erdirdik. Daha evvel de Nûh'u ve onun neslinden Dâvûd'u, Süleymân'ı, Eyyûb'u, Yûsuf'u, Mûsâ'yı ve Hârûn'u hidâyete (nübüvvete) kavuşturduk. Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükâfâtlandırırız.” (En’âm sûresi: 84)
Hazret-i
Eyyûb'un başına gelen her türlü belâ, mel’ûn şeytanın (iblîsin) sebebiyle oldu.
Eyyûb aleyhisselâm, Allahü
teâlâyı andığı zaman, göklerde bulunan melekler ona salât ve selâm
ederlerdi. Cenâb-ı Hak, hazret-i Eyyûb'u
imtihân etmeyi murâd etti. Hazret-i Eyyûb'un mallarını çeşitli vesîlelerle
elinden aldı. Koyunları sel ile, ekinleri rüzgâr ile telef oldu. Şeytan da
çoban sûretinde, ağlayarak Eyyûb aleyhisselâmın
yanına geldi. Eyyûb aleyhisselâm o esnâda
insanlara vâz ve nasîhatle meşgûl idi. “Ey Eyyûb! Şaşılacak bir âfet oldu. Allahü teâlâ malını mülkünü helâk etti” dedi.
Hazret-i Eyyûb, bu haber karşısında hiç bir şikâyette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve;
“Üzülme! O malı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü sâhibi O'dur”
dedi. Hazret-i Eyyûb'un bu hâli ve sözleri, şeytana müthiş bir şamar oldu.
Sonra Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın,
hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzele ile canlarını aldı. Bunu gören
şeytan, hoca şekline girip, feryâd ve figân ile hazret-i Eyyûb'un yanına geldi.
Başına topraklar serpip, gözlerinden kanlı yaşlar akıttı: “Ey Eyyûb! Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı. Çocukların
öldü. Her biri parça parça oldular. Bağrışmaları, inlemeleri dayanılacak gibi
değildi” dedi ve öyle anlattı ki, hazret-i Eyyûb'un mübârek gözlerinden yaş
geldi. Şeytan, hazret-i Eyyûb'un üstünü başını yırtıp, feryâd ve figân etmesini
bekliyordu. Fakat ondaki sabır ve tevekkülü görünce hiddetlendi ve konuşmaya
başlayacağı sırada; hazret-i Eyyûb; “Ey mel’ûn! Sen iblîssin. Beni Rabbime isyâna
teşvik etmek istiyorsun. Şunu bil ki, evlâdım bir emânet idi. Rabbime niçin
incineyim. Rabbime hamd ederim” buyurdu. (Bu husûsta başka rivâyetler de
vardır.)
Bundan
sonra Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmı, bedenine hastalık vererek imtihân
etmeyi murâd etti. Eyyûb aleyhisselâmın
vücûduna hastalık verdi. Hazret-i Eyyûb'un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi.
Akrabâları, komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu. Yalnız, sadâkat ve
şefkât timsâli Rahîme hâtun onu terketmedi. Ona hizmetine devam edip, ihtiyaç
için neyi varsa sarfetti. El işi yaparak mâişet te’minine çalıştı. Hazret-i
Eyyûb bu hastalık hâlinde de şikâyet ve feryâdta bulunmayıp, hamd etti. Sabır
gösterdi. Hasta olması ve sebebi, Kur'ân-ı kerîmde
Sâd sûresi 41. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle
bildirilmektedir: “(Yâ Muhammed) kulumuz Eyyûb'u (aleyhisselâm) hatırla. O, Rabbine; (Yâ Rabbî) şeytan beni
yorgunluğa (meşakkate) ve azâba (hastalığa) uğrattı diye duâ ve nidâ etti.”
Burada Hazret-i Eyyûb edebi gözeterek, duâsında yorgunluğu ve hastalığı,
şeytana nisbet etti. Çünkü şeytan, zenginliğine, evlâdına ve çok ibâdet edişine
hased edip, musallat olmak istemişti. Gerçekte Eyyûb aleyhisselâm
her şeyin Allahü teâlâdan olduğunu
bilirdi.
Şeytan bu
defâ da Hazret-i Eyyûb'un bulunduğu şehir halkına vesvese vererek; “Aman Rahîme
ile görüşüp, ona yardımcı olmayın. Eyyûb'un hastalığı size de geçer. Onu
şehrinizden kovun” dedi. Şehir halkı, Rahîme'ye haber gönderip; “Eyyûb'u alıp,
buradan berâberce gidiniz. Yoksa sizi taşla öldürürüz” tehdidinde bulundular.
Rahîme hâtun, Eyyûb'u (aleyhisselâm) sırtına
alıp ayrıldı. Şehre uzaklığı fazla olmayan bir yere götürdü. Altına kumlar
yayıp başına taştan bir yastık koydu. Sonra da saplardan küçük bir kulübe
yaparak hizmetine devam etti.
Hazret-i
Eyyûb şehir dışındaki kulübesinde, rahatsız olmasına rağmen, gelip geçen
insanlara Allahü teâlâyı hatırlatıyor,
sabrı ve şükrü tavsiye ediyordu. İş ve üzüntüden bîtap düşmüş olan hanımı
Rahîme de, şehirdeki hanımlara iplik eğirmekle meşgûl idi. Bir ara Rahîme
hâtun, efendisine; “Senin için Allahü teâlâdan
sıhhat ve âfiyet isterim” dedi. Eyyûb da (aleyhisselâm);
“Ey Rahîme! Allahü teâlâ bizlere nîmetler
verirken, biz O'ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim” buyurdu.
Hazret-i
Eyyûb yedi yıl dert ve belâ içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi. Bir gün
Rahîme hâtun; “Cenâb-ı Hakk'a duâ etsen
de bu dertleri senden alsa” deyince, o; “Ey Rahîme! Sıhhat ve mes’ûd günlerimiz
ne kadar zamandı?” diye sordu. Rahîme; “Seksen yıl idi” dedi. Hazret-i Eyyûb;
“Şiddet ve belâ (hastalık) zamanı, sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan cenâb-ı
Mevlâya, belâ için şikâyet etmekten hayâ ederim” buyurdu. Tâhâmmül gücünün
üstünde bir sabır gösteren hazret-i Eyyûb, Kur'ân-ı
kerîmin Sâd sûresi 44. âyet-i
kerîmesinde medhedildi. Hadîs-i şerîfte
de; “Hazret-i
Eyyûb, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını (öfkesini) yenen idi”
buyruldu. Hakk'a rızâsı tam ve kusursuzdu. Şu şiir, onun hâlini çok güzel ifâde
ediyor:
Hoştur
bana senden gelen,
Ya gonca
gül yâhut diken,
Ya hil’atü
yâhut kefen,
Nârın da
hoş, nûrun da hoş.
Şeytanın,
Hazret-i Eyyûb'a ve Rahîme'ye musallat olması ile ilgili çeşitli rivâyetler
vardır. Bunlardan birine göre: Birgün, Rahîme hâtun yiyecek almaya gitti.
Şeytan, insan sûretinde karşısına çıkıp; “Ey Rahîme! Sen Yûsuf'un (aleyhisselâm) oğlu Efrahim'in kızı değil misin?
Burada ne arıyorsun?” diye hatırını sordu. Rahîme; “Evet! Efendim, Allahü teâlânın peygamberi Eyyûb'dur (aleyhisselâm). Belâlara mübtelâ oldu. Onun
hizmetçisiyim” dedi. O zaman şeytan; “Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana
geçer” dedi. Rahîme; “Onun üzerimdeki hakkını ödeyemem. Nîmet ve rahat vaktinde
onunla yaşadım. Bu hastalık hâlinde onu yalnız bırakamam” deyip yürüdü.
Dönünce; başından geçenleri Hazret-i Eyyûb'e anlattı. Eyyûb aleyhisselâm; “Ey hanım! O gördüğün, iblîstir. Seni
vesvese ile benden ayırmak ister” buyurdu ve dikkatli olup sakınmasını tenbih
etti.
Şeytan bir
gün tabib sûretinde Rahîme'nin karşısına çıktı; “Sen herhâlde hasta olan
Eyyûb'un hanımısın?” dedi. Rahîme; “Evet” deyince; “Ben onu yakalandığı
hastalıktan kurtarmayı düşünürüm. Lâkin şartlarım var” dedi. Rahîme hâtun;
“Nedir?” deyince; “Kolay! Eyyûb şarap içecek ve benim için de, şifâyı sen yarattın
diyecek, o kadar” dedi. Daha sonra ayrıldı. Rahîme hâtun olan Hazret-i Eyyûb'e
anlattı. Eyyûb aleyhisselâm; “O şeytandır. Bizi
Rabbimizden ayırmak istiyor. Ondan sakın!” buyurdu.
Birgün
yine şeytan yakışıklı bir kişi sûretine girip Rahîme'nin yolunu kesti; “Sen
kimsin? Senin gibi güzel kadın buralarda görmedim. Ben yakın köydenim.
Servetimin hesâbı yoktur” dedi. Rahîme hâtunda Yûsuf aleyhisselâmın
güzelliğinden biraz olup, o civarda ondan güzeli yoktu. Ona; “Hasta olan
Eyyûb'un aleyhisselâm hanımıyım. Ona hizmet
ederim. O, Allahü teâlânın peygamberidir.
Ondan başkasına meyletmem” dedi ve yürüdü. Şeytan da ümîdi kesip oradan
uzaklaştı. Rahîme'nin, bu sözler karşısında üzüntüsü artmış ve perişân bir
hâlde hazret-i Eyyûb'un yanına dönmüştü. Olup biteni bildirince; Hazret-i Eyyûb
bu sözlerden sıkıldı. Gadap arasında yemîn ederek; “Ey Rahîme! Ben sana ondan
sakınmanı söylemiştim. Eğer bu mihnetten (hastalıktan) kurtulur, âfiyet
bulursam, sana yüz sopa vuracağım” dedi. “Bu husûsta başka rivâyetler de
vardır.”
Hazret-i
Eyyûb'un hastalığı çok şiddetlendi. Onun bu hâli, beden, kalp ve lisânıyla
yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırıyordu. O zaman Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle
bildirilmektedir: “Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhamet edenlerin
en merhametlisisin.” (Enbiyâ sûresi: 83) Hazret-i Eyyûb'un bu
şekilde duâ etmesinin sebebi değişik rivâyetlerle anlatılmaktadır.
Tefsîrlerdeki rivâyetlerden bâzıları şunlardır:
1- Şeytan
ona gelip; “Bana secde edersen seni bu belâdan kurtarırım” demesi ile (kendi
bedenindeki hastalıktan değil), şeytanın zararından dolayı böyle duâ etti.
İmâm-ı Ca’fer-i Sadık (radıyallahü anh) buyurdu
ki: “Musîbet müddeti uzayınca, şeytan; “Ey Eyyûb! Hastalıktan kurtulmak
istersen bana secde et” dedi. Mübârek kalbi hüzünlenip coştu ve; “Belâdan
sızlanmıyorum. Ama düşmanın harîs olmasından rahatsız oluyorum” deyip; “Bana
hastalık isâbet etti” buyurdu.
2-
Hazret-i Eyyûb'a îmân eden bir kaç kişinin; “Eğer bunda hayır olaydı, bu belâya
mübtelâ olmazdı” demeleri, onun mübârek gönlünü mahzûn etti. Onun için böyle
duâ etti. Kavminden bir kaç kişi zaman zaman gelip hazret-i Eyyûb'un hâlini
görüp, acırlardı. Bir gün yine gelip, onun yanında; “Bu kişiye bu dertler
geleli beri Rabbinden bir merhamet yetişmedi. Bu belânın sona ermesi lâzımdı.
Halbuki günden güne çoğalıyor, şiddetleniyor” diye söyleştiler. Hazret-i Eyyûb
bu sözlerden incindi ve; “Yâ Rabbî! Yedi yıldır bu mihneti çektim. Senin
muhabbetinin şevki (arzusu) beni öyle kapladı ki, bu belâdan hiç incinmedim.
Nice zaman bu derdi çekmeye râzı idim. Fakat bu sözler bana güç geldi. Yâ
Rabbî! Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” dedi.
3- Rahîme
hâtunun çâresiz kalması netîcesinde, yiyecek almak için elbisesini sattığını
öğrenen hazret-i Eyyûb böyle duâ etti.
4- Bir gün
Hazret-i Eyyûb'a Cebrâil aleyhisselâm gelip, onu dilsiz, konuşmaz bir hâlde
buldu. Ona; “Neden böyle durursun?” deyince, Hazret-i Eyyûb; “Sabırdan başka
çâre nedir?” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Hak teâlânın
hazînesinde belâ çoktur. Sen ona tâkât getiremezsin. Allahü teâlâdan âfiyet iste” dedi. Hazret-i Eyyûb âyet-i
kerîmede buyurulduğu şekilde duâ etti. Eyyûb aleyhisselâm
bedenindeki hastalık sebebiyle, insan olması bakımından inlemiş; rûhen de Allahü teâlânın cemâline yönelmiştir. Cismen dili;
“Bana gerçekten
hastalık isâbet etti” derken, mânen de “Sen merhametlilerin en merhametlisisin”
diye zikretmiştir.
Hazret-i
Eyyûb'un bu sözleri görünüşte sızlanma gibi ise de gerçekte bir duâ idi. Çünkü Allahü teâlâ; “Biz onun duâsını kabûl ettik” buyurmaktadır. Sızlanma,
insanlara yapılan şikâyete denir. Allahü teâlâya
olan sızlanma, sızlanma olmaz. Nitekim Ya’kûb'un aleyhisselâm
hâlini anlatırken, Yûsuf sûresi 86. âyetinde meâlen; “Ya’kûb (aleyhisselâm) dedi ki: “Ben
büyük kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikâyet ediyorum ve Allah katında, vahy
ile, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri de biliyorum” buyuruyor.
Evliyâdan biri de; “İnsanlara şikâyet eden, bu şikâyetinde, Allahü teâlânın kazâsına râzı ise; bu, sızlanma ve
feryâd olmaz” buyurmuştur.
Hamîd-i
Tavîl, Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh)
bildirdi ki: “Bir kimse, Resûlullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mescidine girdi
ve Eyyûb aleyhisselâm ile ilgili bâzı suâller
sordu. Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) ağladı ve buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Eyyûb (aleyhisselâm) belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay,
yedi gün, yedi saat o belâda kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi. Duramadı düştü.
Hizmette kusur görünce; Bana gerçekten hastalık isâbet etti” dedi.”
Hazret-i
Eyyûb şehrin dışında mübârek hanımının kendisi için yaptığı kulübede yaşıyordu.
Bir gün hanımı Rahîme hâtun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti, Allahü teâlâdan lütûf müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselâm
çıkageldi ve Allahü teâlâdan; “Ey Eyyûb!
Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve nîmet vereceğim” haberini getirdi.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “(Ey
Eyyûb!) Ayağını
yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç!” (Sâd sûresi: 42) Bu emr-i ilâhi üzerine Hazret-i Eyyûb
ayağını yere vurdu. İki su pınarı fışkırdı. Biri sıcak olup, yıkanmak için,
diğeri soğuk olup, içmek için idi. Sıcağından guslettiğinde bedenindeki
rahatsızlıklardan; soğuğundan içince de içindeki hastalıklardan şifâ buldu.
Bâzı âlimler ikisi tek pınar olup, içme zamanında soğuk, yıkanma zamanında
sıcak akardı, demişlerdir. Başka bir rivâyette Eyyûb aleyhisselâm,
buyrulan sudan bir yudum içti ve bir parça da başına serpti. Hastalık geçti.
Kuvveti geri geldi. Taze bir genç oldu. Cebrâil
aleyhisselâm Eyyûb'a (aleyhisselâm) hulle (elbise)
giydirdi. Başına taç koydu. Lütûf bulutu, üzerine geldi. Üstüne altın
parçacıkları saçıldı. Bir müddet sonra Rahîme şehirden döndü. Eyyûb'u (aleyhisselâm) tanıyamadı. Kaybolduğunu zanneti. Sahraya koştu,
feryâd edip ağladı. “Bu kadar sıkıntı çektim, hazîneyi elden kaçırdım, hastayı
kaybettim. Ey Eyyûb! Bilmem seni hangi canavar götürdü, hangi hayvan yedi”
dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Eyyûb! Rahîme'yi çağır, gönlünü hoş eyle” dedi.
Eyyûb aleyhisselâm; “Ey hanım! Kimi çağırırsın,
kimi ararsın?” diye seslendi. Rahîme hâtun; “Bir hastam vardı, hayat arkadaşım
idi. Onu kaybettim” dedi. “İsmi ne idi” buyurdu. Rahîme; “İsmi sabırlı Eyyûb
idi” dedi. “Nasıl bir kimse idi” buyurdu. “Sağlıklı iken sana benzerdi” diye
cevap verdi. Eyyûb aleyhisselâm; “Ey Rahîme! O
hasta olan Eyyûb, benim” buyurup, kendisini tanıttı. “Allahü teâlâ bana sıhhat verdi” dedi ve her ikisi
ağladılar.
Bu hâlden
sonra hanımıyla berâber oradan ayrılıp şehre doğru yola çıktılar. Şehrin
kapısına gelince, bütün şehir halkının, kendilerini karşılamaya çıktıklarını
gördüler. Eyyûb aleyhisselâm onlara; “Bu ne
haldir, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Onlarda; “Bir ses duyduk; Ey
insanlar! Eyyûb aleyhisselâm size geliyor, onu
karşılayınız diyordu” dediler. Eyyûb aleyhisselâm
şehre gelince, eski, köhne evini yenilenmiş gördü. Bundan başka; elinden
alınmış malları geri gelmiş, (bir rivâyette ölmüş oğulları dirilmiş), yüz
çeviren dostları, kendisine muhabbetle yönelmişlerdi. Nitekim, Allahü teâlâ Sâd Sûresi
43. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Tarafımızdan bir rahmet, akıl sâhipleri için bir ibret
olarak, Eyyûb'a bütün ehlini ve berâberinde daha bir mislini bağışladık”
buyurdu.
“Keşşaf
tefsîri”nde; hastalık geçince daha önce vefât eden çocukları dirilip, onlar
kadar evlâdı ve torunları oldu. “Gürânî tefsîri”nde; vefât eden evlâdı kadar
çocuğu dünyâya geldiği bildirilmektedir. “Vâhidî tefsîri”nde, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki, Resûl-i ekreme (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Eyyûb'a bütün ehlini ve berâberinde daha bir mislini bağışladık”
âyetinin mânâsını sordum. Buyurdu ki: “Ey İbn-i Abbâs! Allahü teâlâ, Eyyûb'a (aleyhisselâm) hanımını verdi ve onu gençleştirdi. Yirmialtı oğlu dünyâya
geldi. Hak teâlâ, Eyyûb'a bir melek gönderdi. Melek; “Ey Eyyûb! Allahü teâlâ sana, belâlara sabrettiğin için selâm söylüyor ve buyuruyor
ki, harman yerine çıksın” dedi. Harman yerine çıktı. Allahü teâlâ, üzerine kızıl renkli bir bulut gönderdi. Eyyûb'un (aleyhisselâm) üzerine altın çekirge yağdı. Eyyûb aleyhisselâm eteğini
kaldırıp bu altınlardan topladı. Melek; “Ey Eyyûb! Harman içinde olanlarla yetinmez
misin” diye latîfe ettikde, Eyyûb aleyhisselâm; “Bu hal, Rabbimin
bereketlerindendir. Rabbimin bereketlerine karşı kanâatkâr olamam!” demiştir.”
Buhârî’de,
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet
edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Eyyûb aleyhisselâm mûcizeli suda yıkandığı sırada, önüne
altından bir sürü çekirge düşmüştü. Eyyûb aleyhisselâm bunları hemen toplayıp,
elbisesine doldurmaya başlamıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “Ey
Eyyûb! Görüyorsun ben malını sana iâde etmek sûretiyle seni zengin kılmadım
mı?” buyurdu. Hazret-i Eyyûb; “Evet yâ Rabbî! Beni o sûretle zengin kıldın.
Fakat, senin hayr ve bereket hazînelerinden benim için doymak yoktur.
Binaenaleyh, indi ilâhîden her ne buyurulursa kabûlümdür. Çünkü veren sensin,
senin verdiğin şeyi nasıl reddederim?” dedi.”
Hazret-i
Eyyûb, hastalığı esnâsında bir sebepden dolayı hanımına, iyi olunca yüz sopa
vuracağına yemîn etmişti. İyileşince ahdini yerine getirmek istedi. Hanımına
yüz sopayı nasıl vuracağını düşünüyordu. Bu düşüncedeyken Allahü teâlâ hazret-i Eyyûb'un yemîninin yerine
gelmesini ve Rahîme'nin incinmemesini murâd etti. Zirâ Rahîme uzun zaman
Hazret-i Eyyûb'a canla başla hizmet etmişti. Allahü
teâlâ, Hazret-i Eyyûb'a vahyedip; “Ey Eyyûb! Yüz tane ince çubuğu
bir araya bağla ve deste yap. Sonra eline al ve Rahîme'ye bir defâ vur!
Rahîme'ye yüz değnek vurmuş olursun. Yemînin yerine gelir” buyurdu. Hazret-i
Eyyûb, Allahü teâlâdan aldığı bu ilâhî
emirle, yüz tane ince çubuğu bir demet yaptı ve hanımına bir kere vurdu.
Böylece yemînini yerine getirdi. Cenâb-ı Hakk'ın
bu lütfunu gören hanımı da bundan çok hoşlandı. İncinmeden cezânın tatbikine ve
yemînin yerine gelmesine sevindi.
Kur'ân-ı kerîmde
bu husûs meâlen şöyle bildirilmektedir: “Eline yaş ve kuru karışık bir demet ot al! Onunla (hanımına) vur ki, yemîninde
durmamazlık etme.” (Sâd sûresi: 44)
Bir
rivâyette de Eyyûb aleyhisselâm hanımı
Rahîme'ye buyurduğu bir hizmete geç gelmesi dolayısıyle; sıhhate kavuşunca yüz
değnek vurmak üzere yemîn etmişti. Rahîme'nin, efendisine karşı hizmetleri,
fedâkarlıkları büyüktü. Onun için cenâb-ı Hak,
yüz tane ince çubuğun topluca ve bir defâda vurulmasını istedi.
Hazret-i Eyyûb’un
hastalığı âfiyet hâline dönüşünce, o gece seher vaktinde bir âh eyledi.
Sebebini sorduklarında; “Her gece seher vaktinde; “Ey bizim hastamız nasılsın?”
diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi ve; “Ey sıhhatli kulumuz, nasılsın?”
sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâma; “Bu uzun hastalık müddeti içerisinde,
sana en zor ne geldi?” diye sorduklarında; “Dost ve düşmanların serzenişi, her
şeyden daha zordur” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâm ömrünün sonunda, en olgun evlâdı olan
Havmel'i vasî tâyin etti. Teçhiz ve tekfin husûslarını ona ısmarladı. Yaşı
yüzkırk, ikiyüzyirmi, ikiyüzkırk, doksandokuz yâhut doksan sene idi. Zülkifl
lakabı ile bilinen Bişr adlı oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur. Şârih
Aynî’ye göre, Hazret-i, Eyyûb'un kabri, Şam'da Beseniyye denilen yerdedir.
Hazret-i Eyyûb, Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken birçok mûcizeler gösterdi. Bunlardan bâzıları şöyledir:
1- Koyun yünlerinin ibrişim olması: Hazret-i Eyyûb'un duâsının bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu. Kavmi çok fakir olduğu için, Eyyûb aleyhisselâma koyunları çoğalsın diye duâ etmesini ricâ etmişlerdi. Hazret-i Eyyûb duâ edince; koyunları çoğaldı ve kırktıkları yünleri ibrişim hâline geldi.
2- Bir evin sütunsuz (direksiz) durması: Eyyûb aleyhisselâm, kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit, o da; “Evimin direkleri kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim” demişti. Hazret-i Eyyûb da duâ etti. Nihâyet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı. Hâkim bu mûcizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.
Belâlara
sabretmek, beğenilen güzel huylardan olup, ebedî kurtuluşa sebeptir. Belâlara
sabır, Hak yolunun yolcusuna farzdır. Sabır, peygamberlerin (aleyhimüsselâm)
hasletlerindendir. Allahü teâlâ, Habîbine
(sallallahü aleyhi ve sellem) sabrı tavsiye
etti ve Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde; “O hâlde (ey Resûlüm, kâfirlerin
eziyetlerine karşı) ülü’l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar
hakkında azâb için acele etme!” buyurdu. Nûh (aleyhisselâm), kavminin eziyet ve sıkıntılarına;
İbrâhim (aleyhisselâm), Nemrûd'un ateşine,
İsmâil (aleyhisselâm), kurban olmaya, Ya’kûb (aleyhisselâm), Yûsuf'un (aleyhisselâm) ayrılığına
ve görmemeğe; Yûsuf (aleyhisselâm), kuyuda ve
zindanda kalmağa; Eyyûb de (aleyhisselâm) hastalığına
ve başına gelen belâlara sabretti.
Dünyânın
esâsı, mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntıya sabretmekten başka
çâre, katlanmaktan başka kurtuluş yoktur. Âlimler sabrı çeşitli şekillerde
açıkladılar. Üç sabır çok sevgilidir: Tâata sabır, günâh işlememeye sabır, belâ
ve mihnete sabır.
“Bahr-ül
acâib”deki, Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: “Sabır üçtür: Musîbete sabır, tâata sabır ve günâh
işlememeye sabır. Musîbete sabredene, Allahü teâlâ üçyüz derece ikrâm eder. Her
derece arası, yerden göğe kadar mesâfedir. Tâata sabredene, Allahü teâlâ altıyüz derece ihsân eder. Her derece arası, yerin dibinden
Arş'a kadardır. Günâh işlememeye sabredene, Allahü teâlâ dokuzyüz
derece verir. Her derece arası, yerin dibinden Arş'ın üstüne kadardır.”
Allahü teâlâ
sabredenlerin yardımcısıdır. Allahü teâlâ
Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Sabırla ve namazla Allah'dan
yardım isteyin. Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle berâberdir”
buyuruyor. Sabır, bütün kapıları açan bir anahtardır.
Beyt:
Eğer sabr
eder isen, sabır, işleri açar,
Çünkü sabr
edenlere, Hak teâlâ olur yâr.
Hadîs-i şerîflerde;
“Sabır, Cennet hazînelerinden
bir hazînedir”, “Allahü
teâlâ sabredenleri sever” ve “Eğer sabır insan
olsaydı, kerîm bir insan olurdu” buyrulmuştur.
İnsana
gelen her belâ ve sıkıntı, Allahü teâlânın
takdîri iledir. Nitekim Hadîd sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kıtlık ve
kuraklık gibi)
ne yerde, ne de (hastalık ve afet gibi) nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki,
biz onu yaratmazdan önce, o bir kitabda (Levh-i mahfûzda) yazılmış olmasın.
Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır” buyurdu. Sehl bin Abdullah-ı
Tüsterî buyurdu ki: “Bu âyet-i kerîme, herhâlde, rızâ üzere olmayı
göstermektedir. Kul, her şeyin Allahü teâlânın
takdîri ile olduğunu, Allahü teâlâ
dilemeyince kimsenin kimseye zarar veremeyeceğini bilince, elbette sabreder.
Feryâd edip, ağlayıp sızlamaz.
Şakik-i Belhî
(rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Musîbete
feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş
olur. Feryad etmek, ağlayıp sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmez.”
Abdullah
bin Mübârek (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:
“Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi, feryâd eder, ağlayıp sızlarsa musîbet
iki olur. Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha
büyüktür. Sabredenlerin karşılığı ise hesâbsızdır. Yâni sabredenlere verilen
sevâbın mikdarını Allahü teâlâdan başka
kimse bilmez.” Nitekim Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Sabredenlere
mükâfâtları hesâbsız verilecektir” buyruldu. “Sahîh-i Buhârî”de Ebû
Hüreyre'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, bir şey vermek istediği
kuluna mihnet ve musîbet verir.” “Sahîh-i Müslim”de, Ebû Sa’îd'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’mine, derd, üzüntü, hastalık, eziyet gibi
sıkıntı verici şeylerden biri gelirse, Allahü teâlâ bunu
günâhlarına keffâret eyler.” “Sahîhayn”da, Câbir'in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Mü’min, rüzgârın salladığı buğday başağı
gibidir. Yâni bâzan düşer, bâzan kalkar. Doğru durmak istediği zaman diğer
tarafa döndürür. Kâfir ise meyvesiz ağaç gibi olup, kesildiği zamana kadar hep
başı dik durur” buyruldu. Yâni mü’min dâimâ sıkıntı, üzüntü ve dünyâ
dertleri içinde bulunur. Sıkıntının, üzüntünün biri geçmeden diğeri bastırır.
Kâfire ise, eceli gelinceye kadar bir zorluk gelmez. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi
ve sellem) “Belâ, önce peygamberlere sonra evliyâya, sonra onlara
benzeyenlere gelir” buyurdu.
Şiir:
Cânânın
aşkı yolu belâdan başka değil,
Bir an
belâsız kalmak orada revâ değil.
Belâ çek
ki sen onun likâsına eresin,
Belâsız
kişi varsa, o merd-i likâ değil.
Eğer senin
canına, yüzlerce ok atılsa,
Îsâbeti O'ndandır,
hiç biri hatâ değil.
Yüzlerce belâ
içre, sen dostun ile hoş ol,
Onun
olduğu yerde çün belâ, belâ değil.
Oradan ne
gelirse, hepsi de doğru gelir,
Yan bakma,
eğri bakış, burada vefâ değil.
“Kimyâ-yı
Seâdet”de diyor ki: Şiblî'yi, Bağdat hastahânesinden deli diye çıkardılar.
Yanına birkaç kişi geldi. Onlara; “Kimlersiniz?” diye sordu. “Senin
dostlarınız” dediler. Yerden bir taş alıp, onlara doğru attı. Kaçtılar. Buyurdu
ki: “Yalan söylediniz. Dost olsaydınız, dostun belâsına sabrederdiniz.” Allahü teâlâ Bakara sûresi 155. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Ey
mü’minler! (İtâatkârı âsî olandan ayırd etmek için) sizi biraz korku,
biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle,
and olsun imtihân edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve
ihsânlarımı)
müjdele” buyurdu. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi
aleyh); “Bu âyet-i kerîmedeki korku, Allah korkusu; açlık, Ramazân-ı
şerîf orucu; mal noksanlığı, zekât ve sadaka vermek; can, hastalık; meyve ise,
çocuğun ölmesidir. Çünkü, çocuk, ana-babanın gönlünün meyvesidir” buyurdu.
Sonra Bakara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde, meâlen; “Sabredenler, o kimselerdir ki, kendilerine
bir belâ geldiği zaman, teslimiyet göstererek; “Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten
sonra da) yine
O'na döneceğiz” derler” buyurdu.
Allahü teâlâ,
sabredenleri birçok iyi hasletlerle vasıflandırıp, Kur'ân-ı
kerîmin yetmiş küsur âyetinde sabırdan bahsetmiştir. İyilik ve
derecelerin çoğunu sabra bağlamış ve bütün bunları sabrın sonuçları, meyve ve
netîceleri kılmıştır.
Allahü teâlâ
Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesinde, her iyiliğin hudutları olan sınırlı bir
mükâfâtı olduğu hâlde, yalnız sabrın mükâfâtının hudutsuz olduğunu bildiriyor.
Yine Allahü teâlâ bizzât kendisinin
sabredenlerle berâber olacağını Kur'ân-ı kerîmde
vâdetti.
Yardım ve
zaferi sabra bağlamak üzere de; “Evet, siz sabreder, (peygambere muhâlefetten) sakınırsanız, bu (nlar
yâni düşmanlar)
ansızın üzerinize (gadabla) gelecek olurlarsa, Rabbiniz size nişânlı beşbin melekle
imdâd edecektir” buyuruldu. (Âl-i İmrân
sûresi: 125) Aynı zamanda diğer hiç bir ibâdete toptan vâd etmediği birçok
iyilikleri, toplu hâlde sabredenlerde toplamak üzere meâlen; “O teslimiyet
gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve
Cennet) vardır.
İşte onlar, doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir” buyuruldu. (Bakara
sûresi: 157) Hidayet, rahmet ve salevâtın hepsi sabredenlerde toplanmıştır.
Bu
husûstaki hadîs-i şerîflerde Resûl-i ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Sabır, îmânın yarısıdır” ve îmândan
sorduklarında da; “O, sabır ve cömertliktir” buyurdu. Yine; “Sabır, Cennet
hazînelerinden bir hazînedir”, “Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük hayır
vardır” buyurdu.
Ömer bin
Hattâb'ın, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye (radıyallahü anhümâ)
yazdığı bir mektupta; “Sabra önem ver. Sabır iki şeye yapılır ki, biri
diğerinden daha makbûldür. Meselâ, felâket ve musîbetlere sabır, güzeldir.
Fakat bundan daha güzel ve daha makbûlü Allahü teâlânın
haram kıldığı şeylere sabırdır. İyi bil ki, îmânı koruyan sabırdır. Zirâ
iyiliklerin efdâli takvâdır, takvâ ise sabırla mümkündür.” dedi. Hazret-i Ali;
“Îmân, dört direk üzerinde durur. Bunlar; yakîn, sabır, cihâd ve adâlet
direkleridir. Bedende baş ne ise, îmânda sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı
gibi, sabırsız da îmân olmaz” dedi. Habîb ibni Ebî Habîb, Sâd sûresinin 44. âyet-i kerîmesini okuduğu vakit;
“Şâyân-ı hayrettir ki, sabır ahlâkını veren kendisi olduğu hâlde, sabredenleri
övüyor” dedi ve ağladı. Ebud-Derdâ (radıyallahü anh)
da; “Îmânın zirvesi, hükme sabır ve kadere rızâdır” dedi.
Ölüm, servetin
mahvolması, hastalanmak, bir âzânın telef olması ve benzeri âfetlere sabır; en
üstün makâmlardandır. Zîrâ belâ ve ibtilâ, nefse ağır gelen bir imtihândır ve
aynı zamanda sıddîkların azığıdır. Bunun için Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
“Yâ Rabbî!
Dünyâ musîbetlerini bana kolaylaştıran bir yakîni senden isterim”
diye duâ etmiştir. Bu, bir sabırdır ki, dayanağı hüsn-i yakîn olduğu için,
Süleymân Dârâni; “Vallahi, sevdiğimize sabredemiyoruz, ya hoşlanmadığımız
şeylere nasıl sabredebiliriz?” demiştir. Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
bir hadis-i kudsîde; “Allahü teâlâ buyurdu ki; “Ben kullarımdan
herhangi birine, bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim vakit,
onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap
kurmaktan hayâ ederim” buyurdu. Yine Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Sabırla
kurtuluşu beklemek, ibâdettir.”, “Herhangi bir mü’mine bir felâket geldiği
vakit, Allahü teâlânın buyurduğu gibi; “Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz”
dedikten sonra; “Allah'ım, bu felâketten dolayı beni mükâfâtlandır ve bundan
hayırlısını bana ver” derse, mutlak sûrette Allahü teâlâ
dileğini yerine getirir.” Enesin (radıyallahü
anh) Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetinde, “Allahü teâlâ Cebrâil'e
(aleyhisselâm); Ey Cebrâil!
İki gözü âmâ (kör) olanın mükâfâtının ne olduğunu bilir misin? buyurdu. Cebrâil; “Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim. Biz ancak bize bildirileni bilebiliriz” dedi. Allahü teâlâ; “Onun mükâfâtı ebedî olarak Cennet’te
kalmak ve benim cemâlime bakmaktır.” buyurdu. İmâm-ı Mâlik'in “Muvatta” adlı
eserinde rivâyet edilen hadis-i kudsîde Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Allahü
teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu bir belâ ile ibtilâ
(imtihan) ettiğim vakit, sabreder ve ziyâretçilerine beni şikâyette
bulunmazsa, ona, etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit,
günâhsız olarak iyileşir. Onu öldürürsem, rahmetime yâni Cennet’ime gider.” buyurdu.
Dâvûd aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin rızân uğrunda musîbetlere
sabreden kederli kimsenin mükâfâtı nedir?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Ondan aslâ soymayacağım îmân
kisvesini, ona giydirmemdir” buyurdu. Ömer bin Abdülaziz (rahmetullahi aleyh) bir hutbesinde; “Allahü teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da
karşılığında sabrı ona nasîb ederse, nîmete mukâbil verdiği sabır, o nîmetten
daha efdâldir” buyurdu ve Zümer sûresi 10. âyet-i kerîmesini okudu.
Fudayl'e (rahmetullahi aleyh) sabırdan sorduklarında; “Allahü teâlânın kazâsına rızâdır” dedi. “Bu nasıl
olur?” diyenlere; “Razı olan kimse, bulunduğu hâlden daha üstününü istemez”
dedi.
Feth-i
Mûsılî'nin hanımı bir defâsında düştü, tırnağı kırıldı. Bunun üzerine güldü.
Kendisine; “Ayağın acımadı mı, niye gülüyorsun?” diyenlere; “Bunun sevâbının
zevki, acısını bana unutturmuştur” dedi. Dâvûd aleyhisselâm,
Süleymân'a (aleyhisselâm); “Mü’minin takvâsına
üç şey delildir: Ulaşamadığı şeye tevekkül, eline geçene rızâ ve kaybolana da
sabırdır” demiştir.
Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Acıya dayanıp,
uğradığın felâketi kimseye duyurmaman ve şikâyette bulunmaman; Allahü teâlâyı tâzim ve O'na hakkıyla mârifettendir” buyurdu.
Sâlihlerden birisi, koltuğunda kesesi ile pazara çıktı. Biraz sonra kesesini
kaybetti. Arayıp bulamayınca; “Onu alanı Allahü
teâlâ mübârek etsin, herhâlde benden daha çok muhtâçtı” dedi.
Hanım
sahâbîlerin meşhûrlarından Hazret-i Ümmü Süleym'in oğlu ağır hastalanıp, babası
Ebû Talhâ'nın evde bulunmadığı bir sırada ölmüştü. Ümmü Süleym onu yıkayıp
kefenledi ve evin bir köşesine koydu. Buhurlayıp üzerini örttü. Ev halkına da;
“Ebû Talhâ'ya oğlunun öldüğünü, ben söylemedikçe hiç biriniz söylemeyiniz!”
diye tenbih etti. Akşam olunca, Ebû Talhâ (radıyallahü
anh) eve geldi. “Çocuk nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) da; “Çocuğun ızdırâbı dindi.
Rahatlaştığını sanıyorum!” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ, onun sözünden, çocuğun
gerçekten iyileştiğini sandı. Ümmü Süleym (radıyallahü
anhâ) akşam yemeğini hazırladı. Kocası oruçluydu. Ona yemeğini yedirdi,
içirdi. O güne kadar hiç yapmadığı şekilde özenerek süslendi, ona karşı neşeli
görünmeye çalıştı. Sonra yattılar. Gecenin sonuna doğru Ebû Talhâ (radıyallahü anh) mescide çıkmak isteyince, Hazret-i
Ümmü Süleym; “Ey Ebû Talhâ! Şu komşumuzun yaptığına baksana!” dedi O da; “Ne
oldu?” diye sorunca; “Benden emânet bir şey aldılar. Onu geri aldım diye
ağlamaya başladılar” dedi. Hazret-i Ebû Talhâ; “Hiç öyle şey olur mu?” deyince,
hanımı; “İşte, Allahü teâlâ bize verdiği
emânetini geri aldı” diyerek, çocuğun öldüğünü kendisine bildirdi. O da bunun
üzerine; “İnnâ
lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Sonra sabah namazını kılmak
için mescide gitti. Namazdan sonra çocuğunun öldüğünü ve hanımı ile arasında
geçen durumu Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verince, her ikisi
için de; “Cenâb-ı Hak, bu gecenizi hakkınızda mübârek eylesin!” diye
duâ etti. O gece, Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ),
oğlu Abdullah'a hâmile kalmıştı. Bu çocuk, Ümmü Süleym'in, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile berâber katıldığı bir harpte dünyâya gelmiş; Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) ona Abdullah ismini koyup, hakkında hayır duâ etmişti.
Bu duânın bereketiyle Abdullah bin Talhâ'nın yedi veya dokuz oğlu olmuştu ki,
hepsi de Kur'ân-ı kerîmi ezberleyip,
hâfız olmuşlardı. Eshâb-ı kirâmın hanımlarından Ümmü Atıyye (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem), biz kadınlardan müslüman olduğumuzda, ölüye ağlayıp
feryâd ve figân etmeyeceğimize dâir söz almıştı. Beş kadından başka kimse
sözünde duramadı. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) verdiği sözü aynen
yerine getirenlerden biri de Ümmü Süleym'dir.” Ümmü Süleym (radıyallahü anhâ) dînîne son derece bağlı ve sabırlı
bir kadındı.
Mu’âz bin
Cebel (radıyallahü anh) anlatır: Benim bir
oğlum vardı, vefât etti. Bunu duyan Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu mektubu
yazdı:
“Allahü teâlâ sana selâmet versin!
O'na hamd
ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse
kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ,
sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun nîmetlerine şükretmenizi
ihsân eylesin!
Muhakkak
bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve
çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız
nîmetlerinden, tatlı ve fâideli ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz
kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermişdir.
Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri
alacaktır.
Allahü teâlâ,
nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri
alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı ve faydalı nîmetlerinden
idi. Geri almak için sana emânet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı.
Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de,
sana çok sevâb, iyilik verecek; acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni
ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun
yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır çağırırsan; sevâba, merhamete
kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak ve sızlamak derdi
ve belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir.
Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ,
hepinize selâmet versin! Âmin.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri Mektûbât'ın üçüncü cildi 59. mektubunda buyurdular ki:
“Hak teâlâ, Muhammed
aleyhisselâmın yolunda ilerlemenizi ve sizi her
bakımdan kendisine bağlamasını nasîb eylesin! Kıymetli ve anlayışlı oğlum! Her
gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın
dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi O'nun
irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak
görmeleyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul
isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak; kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı
gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde buyuruyor ki: “Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve
gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum
olarak bulunmasın!” Evet fakirler, kimsesizler ve himâyeniz altında
yaşamış olan çok kimseler, kendilerini gözettiğiniz ve koruduğunuz için, rahat
ediyorlardı. Üzüntü nedir bilmiyorlardı. Onların hakîkî sâhibi, kendilerini
yine korur. Siz her zaman iyiliklerinizle anılacaksınız. Allahü teâlâ, iyiliklerinizin karşılığını, dünyâda
da, âhıretde de, bol bol ihsân eylesin! Selâm ederim.”
Beyt:
Âfet-i
gamdan aceb, dünyâda kim âzâdedir?
Herkesin
bir derdi var, mâdem ki Âdemzâdedir.
Bir
hümâ-yı zevki bin sayyâd-ı gam tâkib eder,
Böyle bir
mevhûma bilmem, halk neden üftâdedir?
“Gunyet-üt-Tâlibin”de
bildirildi ki: Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna bir kimse
gelip; “Ey Allah'ın Resûlü! Malım gitti, param gitti, vücûdum hasta oldu”
dediği zaman, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta
olmayan kimsede hayır yoktur. Zirâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu
belâya mübtelâ kılar. Ona belâ verdiğinde, ona sabır ihsân eder”
buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Kul için Allahü teâlâ katında derece vardır. Kul, bedeninde bir belâya mübtelâ
olmayınca, ameli ile o dereceye kavuşamaz. Belâya mübtelâ olunca, o dereceye
kavuşur” buyurdu.
Zünnûn-i Mısrî
(rahmetullahi aleyh); “Sabır, muhâlefetten
sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken sâkin olmak, geçimde
fakirlik baş gösterince zengin görünmektir” buyurdu. Bâzı âlimler; “Sabır, belâ
gelince güzel edeble durmaktır” dediler. Bâzıları da; “Sabır, âfiyet gibi, belâ
ile de arkadaş ve ahbab olmak, onunla bulunmaktır” dediler. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 96. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Ahde
vefâ ile hükümlerdeki meşakkate ve kâfirlerin eziyetlerine sabredenlerin,
karşılık ve mükâfâtını, amellerinden güzel ve çok ederiz” buyurdu.
İbrâhim-i
Havvâs (rahmetullahi aleyh); “Sabır, kitap ve
sünnet hükümleri üzerine sebâttır”, Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh); “Muhiblerin (sevenlerin,
âşıkların) sabrı, zahidlerin sabrından zordur”, Bir kısım âlimler; “Sabır,
şikâyet etmemektir”, Bâzıları; “Sabır hudu’, tevâzû ve yalvarma ile Allahü teâlâya sığınmaktır”, kimisi de; “Sabır, Allahü teâlâdan yardım istemektir” dediler.
Bâzıları da; “Sabır, nîmet ve mihnet hâlleri arasında fark görmeyip, ikisinde
de gönlün sâkin olmasıdır” buyurdular.
Mâverdî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sabır, altı
kısımdır: İlki ve en önemlisi, Hak teâlânın
emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir.
İkincisi; çeşitli zamanlarda karşılaşılan üzücü hadiseler ve durumlar
karşısında sabretmektir. Üçüncüsü; elden çıkmış ve ulaşılması imkansız hâle
gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü; ileride meydana gelmesinden, endişe
edilen korkunç olaylara ve gerçekleşmesinden korkulan musîbetlere karşı
sabretmektir. Beşincisi; bekleyip umduğu bir nîmeti kazanmak için sabır
göstermektir. Altıncısı; insanın karşılaştığı kötü ve korkunç hâller karşısında
sabretmektir.”
Allahü teâlâ,
resûlü Muhammed aleyhisselâma Nahl sûresi 127. âyet-i kerîmede meâlen
şöyle buyurdu: “Ey
Resûlüm! Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz
çevirmesinden mahzûn olma ve yaptıkları hîleden de telâş edip sıkıntıya düşme.”
Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi
göndererek Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem)
sabretmesini emir buyurdu. Zirâ Resûlullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya ilmi ve îtimâdı herkesten daha
fazla idi. Sabretmeye en lâyık ve evlâ olan da O'dur.
Sabır
hakkında Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İlim, mü’minin dostu,
hilm vezîri, akıl delîli, amel hayra götürücüsü, yumuşaklık babası, incelik
kardeşi, sabır askerlerinin komutanıdır.”
“İlim, mü’minin
dostudur.” Çünkü,
zafer ve kurtuluş ilim ile hâsıl olurken, ilim mü’min ile dostluk eder. Mü’min,
ölümü esnâsında bile ilmi ister, işlerinde onun yardımını görür. Bilmediği
şeyleri de nûru ile aydınlatır. “Hilm, (mü’minîn) veziridir.” Çünkü vezir, zor
işleri yüklenmekle vazifelendirilmiştir. Mü’min ilme tâbi olmada, hilmden
yardım görür, dünyâ sıkıntılarını hilme yükletir. “Akıl, (mü’minîn) delîlidir.”
Çünkü akıl, mü’minin acele ve cehâlet ile bir işe girişmesine engel olur. O
işin terk edilmesini sağlayıp, doğru yolu ve âkıbeti gösterir. Kötü işten
koruyup, hatâdan muhâfaza yolunu açar. İlim ve akıl nîmetine şükretmekte cimri
olmamak, ilmin ve aklın icâbıdır. Hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki: “Amel,
(mümini her hayra) götürücüdür.” “Rıfk, (mü’minîn) babasıdır.”
Çünkü yumuşaklık, yardım ve muvâfakatta mü’mine babası gibidir. Bir işe
girişirken, rıfka mürâcât ve itâat etse, işi kolaylıkla hâsıl olur. Yumuşaklık
ve incelik, mü’mine bitişik veya ayrı olmayıp, mü’minin sıfatıdır. “Sabır,
(mü’minîn) askerinin
komutanıdır.” Bütün bu hasletler asker, sabır da onların, komutanı
durumundadır. Her biri, yapmaları gereken işleri sabır olmadan yapamazlar.
Çünkü sabra tâbi olunmadıkça; nefsin aceleciliği ve vesvesesi, bütün güzel
huyları bozar. Bütün bu hasletlere hükümrân olan sabır, mü’mine, işlerinde
yeterlidir.
Zeynel
Âbidin Ali bin Hüseyin (radıyallahü anh)
buyurdu ki; “Bugün tâat husûsunda sabır göstermek, yarın âhırette azâba karşı
tahammül etmekten çok daha kolaydır.”
Hasen-i Basrî
(rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mü’minin
ahlâkı; zenginlikte iktisat, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamanında
sabırdır.”
Sehl bin
Abdullah'a (rahmetullahi aleyh) sabır
sorulduğunda, sabrın dört şekilde olduğunu bildirerek buyurdu ki: “1-
Musîbetlere sabır, 2- İbâdetleri yapmaya devam etmekte sabır, 3- İnsanların
eziyetlerine karşı sabır, 4- Fakirliğe sabretmek. Musîbetlere sabrettiğin
zaman, ecir ve sevâba kavuşursun. Tâata (ibadetleri yapmaya) sabrettiğin zaman,
Allahü teâlâdan yardım bulursun.
İnsanların eziyetlerine sabrettiğin zaman, insanlar seni sever. Fakirliğe
sabrettiğin zaman, Hakk'ın rızâsına kavuşursun. Sabır; nefsi, arzu ve
isteklerden men etmektir.”
Ahlâkî ve
edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-a'lâm fî edeb-in-nüfûsî ve
mekârim-il Ahlâk” isimli eserinde buyurdu ki; Sabır, takvâ sâhiplerinin
mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine
yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin
arzu ve isteklerine uymanın netîcesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın
netîcesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın
sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ,
sabrı yarattı. Sabrı, peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsus
kıldı. Sonra, Cennet’e girmelerine vesîle olması için, kullarından dilediğine
sabır nîmetinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir
verileceğini bildirdi.
Râd
sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Rablerinin
rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde
ve adabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâre
infak edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var
ya), işte
âhıret saâdeti onlar içindir. O saâdet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından,
zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla berâber o Cennetlere
girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; Sabrettiğiniz için, size
selâm olsun. Âhıret saâdeti ne güzeldir diyeceklerdir.” Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde,
“Cümle ilmin
başı sabır, yarısı îmândır” buyurmuştur. İnsan, müptelâ olduğu
belâya sabretmeli, tevbe istiğfârda bulunmalıdır. Musîbete uğrayan kişi,
uğradığı musîbet yüzünden kahırlansa, yüzü değişip ağlasa bile, kimseye şikâyet
etmeyip saçını sakalını yolmazsa, yine sabır sevâbına kavuşur.
Lokman
Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da
belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı
nispetinde anlaşılır.”
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda
kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara
bakanlar, şakîr (şükredici) ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Akıllı
kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı
şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan
lezzet, helâl edilmiş olan mubâhlarda fazlasıyla mevcûttur Buna rağmen bâzı
kimseler, haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta,
haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın
başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya
çocuğuna bir musîbet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu
hesâba çekmekten hayâ ederim.”
Sabır
izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden
birisi buyurdu ki: “Sana bir musîbet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de
Allahü teâlânın takdîri yerine gelir.
Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri
yerine gelir ve sen sevap kazanırsın. Şâyet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat
sen hem kendini üzmüş, hem de sevaptan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her
zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
Hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki: “İstemediğiniz
durumlara sabretmedikçe, istediklerinize ulaşamazsınız. Arzu ettiğiniz şeyleri
terketmedikçe, umduklarınıza erişemezsiniz.”
“Amellerin en üstünü
nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak
ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı
beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden
birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musîbete sabırsızlık göstermen, gelen o
musîbetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helâk eder. Âhırette
ise ecrini kaybeder.”
İbn-i
Mübârek (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Musîbet
birdir. Sızlanıp yakınınca, iki olur. Birincisi, musîbettir. İkincisi, sızlanma
sonunda ecrin (sevâbın) zâyi olup gitmesidir. Bu ise en büyük musîbettir.”
İnsan
sabrettiği, kendini tuttuğu takdirde, Allahü teâlâ
musîbete büyük sevâb vereceğini vâd etmiştir. Allahü
teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde
meâlen; “Ey
îmân edenler! (taata ve belâya) sabırla bir de namazla (Allahü teâlâdan) yardım isteyin. Şüphesiz ki, Allah (ın
yardımı)
sabredenlerle, berâberdir. (yâni sabredenleri koruyan ve onlara
yardım edendir.)” (Bakara sûresi: 153)
Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Allahü teâlâya, kulunun şu iki yudumundan daha sevimli gelen (bir
şey) yoktur:
Hilm ile yutulan öfke. Hazmedilen, içe atılan musîbet. (İnsanın
başına gelen musîbete sabretmesi.)
Sonra şu iki damladan da,
Allahü
teâlâya daha sevimlisi yoktur: Allah yolunda akan
kan damlası. Gece karanlığında, secde hâlinde iken, akan gözyaşı. Sonra, bir
kul şu iki adımdan başka, Allahü teâlâya daha sevimli gelen bir
adım atmamıştır: Farz olan namaza giden adım. Akrabâ ziyâretine atılan adım.”
Hasen-i Basrî
(rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya;
“Yâ Rabbî! Hasta ziyâreti yapana ne ecir var?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Onun günâhını affeder, doğduğu
zaman nasıl temiz ise öyle günâhsız yaparım” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) tekrar; “Yâ, Rabbî! Ölüleri teşyî edene
(vefatından kabre kadar hizmetini görüp uğurlayana) ne gibi ecir var?” diye
sordu. Allahü teâlâ; “O vefât ettiği
zaman, onun teşyî için melekleri gönderirim. Kabrine kadar onu uğurlayıp, sonra
mahşere kadar götürürler” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm
tekrar sordu: “İbtilâya (bir belâya, bir musîbete) uğrayan kimseye nasıl bir
ecir var?” Allahü teâlâ; “Arş'ın
gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir günde, onu gölgemde gölgelendiririm”
buyurdu.
Hazret-i
Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey insanlar!
Benden beş şeyi duyup ezberleyiniz. Bu olmazsa iki şey öğreniniz. Öğreniniz ama
ezberleyip hatırınızda tutunuz. Uyanık olunuz dinleyiniz; herhangi birinizi,
yalnız günâhı korkutsun! Bir ümîdi varsa, o da Rabbinden olsun! Bilmediği bir
şeyi öğrenmek için, sizden hiç kimse utanmasın. Sonra, bilmediği bir şey
kendine sorulduğu zaman; bilmiyorum demekten utanmasın. Biliniz ki, işleri
yapmakta sabır, bedende baş gibidir. Baş bedenden ayrılınca, vücûd boş olur.
Sabır olmayınca işler bozulur.”
Ebül-Leys
Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:
“Kul hayırlı kimselerin derecesine ancak, şiddet ve sıkıntılara sabırla ulaşır.
Sâlih zâtlar hastalık ve sıkıntı gelince, ferahlık duyarlardı. Çünkü bunu,
günâhlarına keffâret bilirlerdi.”
Sa’îd bin
Cübeyr'in, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh)
rivâyetinde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennet’e ilk
çağrılacak olanlar, öyle kimselerdir ki, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd
ederler.”
Ebü'l-Leys
Semerkandî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:
Anlatıldığına göre, Allahü teâlâ, dört
kimseyi dört şey için delil sayar:
1-
Zenginlere, Süleymân aleyhisselâm hüccet
getirilir. Zengin; “Yâ Rabbî! Zenginlik, beni sana ibâdetten alıkoydu” der. O
zaman Allahü teâlâ; “Sen, Süleymân'dan (aleyhisselâm) daha zengin değildin. Ama onu
zenginliği ibâdetinden alıkoymadı” buyurur.
2-
Kölelere Yûsuf aleyhisselâm örnek gösterilir.
Köle; “Yâ Rabbî! Ben köleyim. Bu kölelik, sana ibâdete engel oldu” der. O zaman
Allahü teâlâ; “Yûsuf da (aleyhisselâm) köle oldu. Ama onu kölelik bana ibâdet
etmekten alıkoymadı” buyurur.
3-
Fakirlere de Îsâ aleyhisselâm örnek gösterilir.
Fakir; “Yâ Rabbî! İhtiyacım sana ibâdetten beni geri bıraktı” der. O zaman Allahü teâlâ; “Sen mi daha çok muhtâçtın, yoksa
Îsâ mı? Îsâ'nın (aleyhisselâm) fakirliği, onu
bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur.
4-
Hastalara da Eyyûb aleyhisselâm örnek
gösterilir. Hasta; “Yâ Rabbî! Hastalık beni sana ibâdet etmekten alıkoydu” der.
O zaman Allahü teâlâ; “Ey kulum! Senin hastalığın
mı zordu? Yoksa Eyyûb'un (aleyhisselâm)
hastalığı mı? Onu, hastalığı bana ibâdetten alıkoymadı” buyurur. Bu durumda
Allah katında hiç kimsenin beyân edecek bir sözü kalmaz.
Ebud-Derdâ
(rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsanlar
fakirliği sevmezler, ama ben severim. Ölümü sevmezler, ama ben severim.
Hastalığı sevmezler, ama ben severim. Hastalığı, günâhlarıma keffâret bilirim.
Rabbime kavuşmak sevinciyle de ölümü severim.”
İbn-i
Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Üç şey vardır ki, kime verilirse dünyâ ve
âhıret hayırları ona verilmiş olur. Bunlar; kazâya rızâ, belâya sabır ve
genişlikte duâdır” buyurmuştur.
Sâlim bin
Yesâr (rahmetullahi aleyh) şöyle bildirdi:
“Bahreyn'e gittiğim zaman zengin bir zât beni misâfir etti. Oğulları, kölesi ve
çok malı vardı. Bununla berâber onu üzüntülü gördüm. Yanından ayrılırken;
“Senin bir derdin mi var?” diye sordum. O da; “Evet. Eğer bir daha bu beldemize
gelirsen yine evimizde misâfir ederiz” dedi. Ama bir şey anlatmadı. Daha sonra
onlara vedâ edip ayrıldım. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar o memlekete
gittim. Fakat kapılarında hiç kimseyi göremedim. Kapıyı çalıp izin istedim.
Güler yüzle beni karşıladı. Hâlini sordum. Zenginliklerinin kalmadığını,
evlâtlarının öldüğünü, kölelerinin gittiklerini söyledi. Ben hayretle, şimdi öncekinden
daha sevinçli olmasının sebebini sordum. O da; “Evet o zaman bolluk içindeydik.
Fakat Allahü teâlâ, iyiliğimizin
karşılığını dünyâda veriyor diye korkuda idim. Şimdi malım, evlâdım, kölelerim
gidince ümidim çoğaldı. Allahü teâlâ bana
olan ihsânını, ikrâmını, hayrını âhırete bıraktı. Bunun için sevincim çoktur”
dedi.”
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i
Kebîr; cild-1, sh. 107, cild-13, sh. 62, cild-22, sh. 203, cild-26, sh. 211-215
2)
Tefsîr-i Taberî; cild-7, sh. 260, cild-17, sh. 56-73, cild-23, sh. 165-167
3)
Tefsîr-i Mazharî; cild-3, sh. 264, cild-6, sh. 214-225, cild-8, sh. 183-185
4)
Tefsîr-i Kurtubî; cild-1, sh. 322-387, cild-18, sh. 207-217
5) Zâd-ül-mesîr;
cild-5, sh. 375-378, cild-7, sh. 141-145
6)
Rûh-ul-Beyân; cild-5, sh. 512-515, cild-8, sh. 40-46
7)
Dürr-ül-mensûr; cild-5, sh. 315-317, cild-4, sh. 327
8)
Feth-ul-Bârî; cild-6, sh. 300
9) Sahîh-i
Müslim (Kitab-ül-Kader)
10)
Ravdat-ül-Cinân; cild-1, sh. 48
11)
Târih-ül-ümem vel mülûk: cild-1, sh. 165
12)
Ravdat-üs-Safâ; sh. 229
13)
Târih-ül-Âli; cild-3, sh. 24
14)
Kısas-ül-Enbiyâ; sh. 153
15)
Medâric-ün-Nübüvve; cild-2, sh. 17
16)
Metâlib-ül-aliyye; cild-3, sh. 272
17)
Ahsen-ül-Enbâî; sh. 10
18)
Mir’ât-ı Kâinat; sh. 98
19)
El-Meârif; sh. 19
20)
Mecma-üz-Zevâid; cild-8, sh. 208
21)
Lugat-ı Târih ve Coğrafya; cild-1, sh. 340
22)
El-Kâmil fit-Târih
23)
Bedâiuz-zühûr; sh. 125
24)
Râmuz-ül-ehâdis; sh. 12, 241
25)
Mu’cizât-ül Enbiyâ; sh. 54