Yemen'den
gelip Mekke ve civârında yerleşen Cürhüm kabîlesine gönderilen peygamber.
İbranîcede adı, Allahü teâlâya itâat
edici mânâsına gelen İşmuyel'di. Arablar, İsmâil dediler. Kur’an-ı kerîmde de
İsmâil olarak geçmektedir. İsmâil aleyhisselâm
Hazret-i İbrâhim'in büyük oğlu olup, Muhammed
aleyhisselâmın dedelerindendir. Annesi Hâcer
hâtun, asîl bir soydan gelmekteydi.
İsmâil aleyhisselâmın babası olan Hazret-i İbrâhim, Allahü teâlânın emriyle yurdundan ayrılıp, hanımı
Sâre ile birlikte Mısır'a gitti. Irz düşmanı olan Fir’avn'un adamları, Sâre
hâtunu Fir’avn'a götürdüler. Fir’avn ona karşı üç defâ harekete yeltendi ise de
üçünde de nefesi kesilip, horlayarak yere yığılıp debelenmeğe başladı ve her
defâsında Sâre hâtunun duâsıyla kurtuldu. Üçüncüsünde çok korkup kötü
niyetlerinden vaz geçti. Sâre hâtunun zarar vermesinden korkarak, Hâcer'i
câriye olarak ona verdi ve tekrar yurtları olan Filistin'e döndüler. Yaşı bir
hayli ilerleyen Sâre hâtunun çocuğu olmuyordu. Mısır'dan döndükten on sene
sonra, câriyesi Hâcer'i İbrâhim'e (aleyhisselâm)
verip, “Cenâb-ı Hak, belki sana bundan
bir evlât ihsân eder” diyerek nikâh etmesini istedi. İbrâhim aleyhisselâm Hazret-i Hâcer'i nikâhladı ve o sene İsmâil
aleyhisselâm dünyâya geldi. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın
emriyle, Hâcer hâtun ve İsmâil'i (aleyhisselâm)
yanına alıp Şam'dan ayrılarak, onları susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye
götürdü. Bundan sonrası İmâm-ı Buharî'nin Abdullah ibni Abbâs hazretlerinden
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle
anlatılmaktadır:
“İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil'in
anası Hâcer ve emzirmekte olduğu oğlu İsmâil ile beraber Mekke'ye geldi. Hâcer
ile İsmâil'i, Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun
üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Halbuki o târihte Mekke'de hiç bir
kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İşte İbrâhim aleyhisselâm, Hâcer ile
oğlunu burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir
testi de koydu. Sonra İbrâhim Şam'a gitmek üzere oradan döndü. İsmâil'in anası
Hâcer, İbrâhim'in arkasını tâkip etti ve; “Ey İbrâhim! Görüp görüşecek bir
ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vâdide bizi bırakıp nereye
gidiyorsun?” dedi. Hâcer, tekrar tekrar bu sözleri söylemesine rağmen, İbrâhim aleyhisselâm
ona iltifât etmeyip yoluna devam etti. Nihâyet Hâcer ona; “Bizi burada
bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu.
İbrâhim; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap
verince; Hâcer; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zâyi etmez ve korur”
diyerek, oğlunun yanına döndü. İbrâhim aleyhisselâm da ayrılıp Mekke'nin üst
tarafında Hâcer ile İsmâil'in gözlerinden kayboldu. Seniyye mevkîine varınca,
yüzünü Kâbe'ye çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak (meâlen) şöyle duâ etti: “Ey Rabbimiz! Ben soyumdan
bir kısmını (İsmâil ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib olan mukaddes evinin (Kâbe'nin) yanına, ekin bitmez
bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye,
insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. (Kâbe'yi
ziyârete gelsinler.) Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır
ki, sana şükretsinler.” (İbrâhim sûresi: 37) Artık İsmâil'in anası, oğlu İsmâil'i
emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Nihâyet testideki su tükenince, hem Hâcer
hem de çocuğu susadı. Hâcer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde
yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü. Onun
yanından kalkıp, o mıntıkada Kâbe'ye en yakın dağ olan Safâ tepesini buldu ve
bunun üstüne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup: “Bir kimse görebilir miyim” diye
baktı. Fakat hiç bir kimseyi göremedi. Bu defâ Safâ tepesinden indi. Vâdiye
varınca, ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra, çok müşkül
bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine
geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı, fakat
hiç bir kimse göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ
gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer,
son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendi kendine hitâb ederek;
“Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir
defâ daha işitti. Bunun üzerine Hâcer, sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses
sâhibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize yardım edebilecek vaziyette isen,
imdadımıza yetiş, bize yardım et” dedi. Ve böyle der demez (şimdiki)
Zemzem
kuyusunun bulunduğu yerde bir melek, Cibrîl aleyhisselâm göründü. (Bir
rivâyette) Cebrâil aleyhisselâm; “Kimsin?” diye sordu. Hâcer; “İbrâhim'in
çocuğu olan İsmâil'in anası Hâcer'im” dedi. “Sizi kime emânet etti?” deyince; “Allahü teâlâya” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm;
”Sizi her şeye kâdir olana emânet etmiş” dedi. İbn-i Abbâs
rivâyetine devam ederek şöyle dedi:”Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzemi) meydana çıkardı. Hâcer
(bu durumu görünce), taşıp zâyi olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz
hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç
avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu. Allahü teâlâ, İsmâil'in anasına rahmet
etsin! O, Zemzemi kendi hâline bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi,
muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hâcer, bu sudan içti. Çocuğa süt olup
emzirdi. Cibrîl aleyhisselâm Hâcer'e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte
şurası Beytullah'ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki
Allahü teâlâ, o beytin ehlini zâyi etmez” dedi. Beytullah'ın mahalli,
tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Zamânla) seller sağını solunu kazıp aşındırmıştı.
Hâcer bu şekilde
yaşarken, günün birinde Cürhüm kabîlesinden veya onların ehl-i beytinden bir
cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem
kuyusunun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolaştığını görünce; “Kuş kısmı,
muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vâdide su
bulunmadığını biliyorduk; (durumu) anlayalım”
diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem
kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcût olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine
Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, İsmâil'in
anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim de şuraya gelip, civarınızda
barınmamıza müsaade eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve
bu sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddiâ edemezsiniz”
dedi. Onlar da râzı oldular. Kadınlarla muhabbetle sohbet etmeye muhtâç olduğu
bir sırada, Cürhümîlerin gelişi, Hâcer'in arzusuna muvâfık oldu. Böylece Cürhümîler
Mekke civârına yerleştiler. Sonra kabîlelerinden başka insanlara haber
gönderdiler. Onlar da gelip Mekke'de yerleşerek ev-bark sâhibi oldular.
Hâcer'in oğlu İsmâil,
Cürhümîler arasında büyüdü ve Arapça öğrenip iyi hâlleriyle kıymet kazandı,
onların takdir ve dikkatlerini çekti. Buluğ çağına erişince, onu kendilerinden
bir kızla evlendirdiler. Günün birinde İsmâil'in anası vefât etti. İsmâil
evlendikten sonra, İbrâhim aleyhisselâm, bıraktığı Hâcer'i ve oğlunu görmeğe
geldi. İsmâil o sırada evde yoktu. İsmâil'in hanımına; “Nereye gitti?” diye
sordu. O da; Rızkımızı (bir
rivâyette av eti) tedârik etmek üzere gitti diye cevap verdi. Sonra İbrâhim ona, maîşetlerinden
ve durumlarından sordu. İsmâil'in zevcesi; “Gayet fenâ bir hâldeyiz, şiddetli
darlık ve sıkıntı içindeyiz” diye şikâyette bulundu. İbrâhim aleyhisselâm; “Kocan
geldiğinde benden ona selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin” dedi. İsmâil
avdan dönünce, hanımına; “Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. O da; “Evet, şu
şekilde yaşlı bir adam geldi, seni sordu. Ben de ava çıktığınızı haber verdim.
İdâre ve maîşetimizden sordu. Çok sıkıntılı bir durumda bulunduğumuzu söyledim”
deyince, İsmâil; “Sana bir şey tavsiye etti mi?” diye sordu. Âilesi de; “Evet,
sana selâm söylememi ve kapının eşiğini değiştirsin, dememi tembih etti” dedi. İsmâil
hanımına; “O gelen ihtiyâr, babamdır. Bana, senden ayrılmamı emretmiştir. Artık
sen, âilenizin evine gidebilirsin” dedi ve onu boşayıp Cürhümîlerden başka bir
kızla evlendi. İbrâhim (aleyhisselâm), Allahü teâlânın dilediği bir müddet oradan uzak kaldı. Tekrar geldiği
vakit aynı şekilde İsmâil'i evde yine bulamadı. Bunun üzerine İsmâil'in hanımının
yanına geldi. Aynı şekilde ona da, İsmâil'in nereye gittiğini sordu. O da; “Maişetimizi
tedârik etmeye çıktı” diye cevap verdikten sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Ne
hâldesiniz, idâreniz, maîşetiniz nasıldır?” diye sordu. “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun, hayır ve bolluk içinde mes’ûd
yaşıyoruz” diye cevap verince, İbrâhim aleyhisselâm; “Ne yiyor, ne içiyorsunuz?”
diye tekrar sordu. Kadın; “Av eti yiyor ve Zemzem içiyoruz” deyince, İbrâhim (aleyhisselâm);
“Allah'ım. Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bereket ihsân buyur” diye
duâ etti. Hazret-i İbrâhim zamanında, Mekke'de hubûbat nâmına bir şey yoktu.
Eğer olsaydı, hazret-i İbrâhim, hubûbat için de duâ ederdi. İbrâhim'in bu duâsı
bereketiyle, et ile su, Mekke'den başka muhîtlerde, oradaki kadar, hiç bir
kimsenin sıhhatine muvâfık düşmez.”
Buhârî’nin
bir rivâyetinde; “İbrâhim, Mekke'ye gelip; “İsmâil nerededir?” diye sordu. İsmâil'in
hanımı; “Ava gitti. Buyursanız da, yemek yiyip su içseniz” dedi. İbrâhim; “Yiyeceğiniz
ve içeceğiniz nedir?” deyince, İsmâil'in hanımı; “Taâmımız av eti, meşrûbâtımız
da Zemzem suyudur” dedi. İbrâhim de; “İlâhî! Bunların yiyip içeceklerini
mübârek kıl!” diye duâ etti.” buyrulmuştur.
“İbrâhim, İsmâil'in
hanımına hitâben; “Kapının eşiğini iyice tutsun” diye emretti ve yine Şam'a
gitti. İsmâil avdan geldiğinde, haremine; “Evimize gelen oldu mu?” diye
sorunca; “Evet, güzel yüzlü bir ihtiyâr geldi” dedi ve İbrâhim'i medh-ü senâ
etti. Sonra hanımı sözüne devamla; “Seni sordu. Ben de haber verdim” “Geçiminiz
nasıl?” dedi. Ben de; “Hayır ve saâdet içindeyiz” dedim dedi. Sonra İsmâil; “Sana
bir şey tavsiye etti mi?” diye sordu. O da; “Evet, sana selâm söyledi ve
kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi” dedi. Bunun üzerine İsmâil, hanımına; “İşte
o zât, babam İbrâhim aleyhisselâmdır. Sen de evimizin eşiğisin. Babam bana,
seni hoş tutup iyi geçinmemi emreylemiş” dedi.
Sonra İbrâhim, Allahü teâlânın dilediği bir müddet daha İsmâil ve âilesinden uzakta yaşadı.
Ondan sonra, Mekke'ye geldi. O sırada İsmâil, Zemzem kuyusunun civârında büyük
bir ağacın altında okunu düzeltiyordu. İsmâil babasını görünce, hemen kalkıp
karşıladı. Her ikisi de çoktan beri hasret çeken bir babanın oğluna, bir oğlun
da babasına karşı ne yapmaları gerekirse, en uygun şekilde sevgi ve saygıda
bulundular. Sonra İbrâhim oğluna; “Yâ İsmâil! Allahü teâlâ bana şerefli bir iş emretti” deyince, İsmâil; “Rabbin ne emretti
ise onu yerine getir” diye cevap verdi. İbrâhim; “Oğlum, bu işte sen de bana
yardım edeceksin” deyince, İsmâil; “Babacığım! Ben sana her bakımdan yardım
ederim” dedi. Bunun üzerine Hazret-i İbrâhim, etrâfında bulunan yüksekçe bir
tepeye işâret ederek; “Allahü teâlâ, burada bir beyt yapmamı
emir buyurdu” dedi. Orada baba-oğul, Kâbe'nin esas temelini bulup duvarlarını
yükselttiler. İsmâil taş getirir, İbrâhim de binâ ederdi. Nihâyet Beyt-i
şerîfin binâsı ilerleyip duvarları epeyce yükselince, İsmâil, (şimdi Makâm-ı İbrâhim namıyla
ziyâretgah olan)
taşı getirdi. Hazret-i İbrâhim de onu ayağının altına (iskele
olarak) koydu,
üzerinde inşaata devam etti. İsmâil aleyhisselâm taş taşır, İbrâhim aleyhisselâm
binâyı yapardı.
Binanın yapımı
bitirildikten sonra, her ikisi de Allahü teâlâya (şu meâlde) duâ ve niyâzda bulundular: ”Ey Rabbimiz!
Bizden bu hizmeti kabûl buyur. Şüphe yok ki, duâmızı duyan, niyetimizi bilen
sensin.” (Bakara sûresi: 127)
İbrâhim (aleyhisselâm) Kâbe'nin inşaatı bitince, Cebrâil'in (aleyhisselâm) târifi üzere, oğlu ve inananlarla birlikte hac ettikten sonra, Kâbe'nin bakım ve emniyetini oğlu İsmâil'e (aleyhisselâm) havâle ederek, tekrar Filistin'e dönüp, bir müddet sonra orada vefât etti ve Kudüs yakınlarında, bugün Halîlürrahmân ismiyle meşhûr olan yerin civârında bir mağaraya defnedildi.
İsmâil (aleyhisselâm), aralarında yaşamakta olduğu; Yemen'den gelip, Mekke'ye yerleşen Cürhüm kabîlesine peygamber olarak gönderildi ve kendisine başka kitap ve din verilmedi. Babası İbrâhim aleyhisselâmın dînini hükümleri ile amel ederek, bunu insanlara tebliğ etmesi emredildi. İnsanları elli yıl îmâna dâvet etti, ancak pek az kimse îmânla şereflendi. İsmâil aleyhisselâmın dîni, İslâmiyete kadar doğru bir şekilde devam etti. Cürhümîlerden iki defâ evlenip dillerini yâni Arapça'yı öğrenerek onlardan daha fasîh konuştu. İsmâil'in (aleyhisselâm), Cürhümî kabîlesi reisinin kızı olan, ikinci defâ nikâhladığı Râle (veya Hâle) adındaki mübârek hâtundan, kızları ve oğulları oldu. Muhammed aleyhisselâmın nûru da bu mübârek hâtunun oğullarından olan Kaydar'a (veya Kayzar) intikâl etti. Böylece onun soyundan gelen îmân sâhibi kimseler, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) nûrunu taşımakla şereflendiler. Nitekim, Kâdızade'nin Amentü şerhi adlı eserinin Peygamberlere îmân, bahsindeki hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, âdemoğullarından hazret-i İsmâil'i seçti. İsmâil’in evlâdından Benî Kinâne'yi seçti. Benî Kinâne'den Kureyş'i seçti ve ayırdı. Kureyş'ten Benî Hâşim'i seçti. Benî Hâşim'den de beni seçti ve ayırdı.” buyrulmuştur.
İsmâil (aleyhisselâm) vefâtına yakın, kardeşi İshak'ı (aleyhisselâm) yanına dâvet edip, kızını, İshak'ın (aleyhisselâm) oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. Mekke'de 133 veya 137 yaşlarında iken vefât edince, Mescid-i Haram'da Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hazret-i Hâcer'in de yattığı Hatim denilen yere defnedildi.
Abdullah bin Abbâs hazretlerinin bildirdiğine göre; İsmâil aleyhisselâmla Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yirmibirinci babası olan Adnan arasında otuz baba vardır. Adnan'la İsmâil aleyhisselâm arasındaki babaların isimleri kesin olarak belli değildir. Adnan'dan başlayarak, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek babaları olan Abdullah'a kadar, yirmi mübârek zâtın isimleri ihtilâfsız olarak bildirilmiştir. Bunlar; Adnan oğlu Mead oğlu Nizâr oğlu Mudar oğlu İlyâs oğlu Müdrike (Âmir) oğlu Huzeyme oğlu Kinâne oğlu Nadr oğlu Mâlik oğlu Fihr oğlu Gâlib oğlu Lüeyy oğlu Ka'b oğlu Mürre oğlu Kilâb oğlu Kusayy (Zeyd) oğlu Abd-i Menâf (Mugîre) oğlu Hâşim (Amr) oğlu Abdülmuttalîb (Şeybe)'dir. Hazret-i İsmâil'den Muhammed aleyhisselâma kadar Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün babaları İbrâhim aleyhisselâmın dîninde, müslüman olup, bu dîne göre ibâdet ederlerdi. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yâhut bir kabîle iki kola ayrılsa, Hâtem-ül-enbiyâ'nın (sallallahü aleyhi ve sellem) soyu, en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda, O'nun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. Bu nûr, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Âdem aleyhisselâma emânet edilen mübârek nûru olup, İsmâil'e de babasından intikâl etmişti ve alnında sabah yıldızı gibi parlardı. Netîcede bundan da evlâtlarına geçerek, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar geldi.
İsmâil'in (aleyhisselâm) oniki oğlu olup, bunlar, Kâbe'nin hizmetini yapar, emniyet ve muhâfazasını sağlarlardı. Onun soyuna ve Kâbe-i muazzamaya hürmet ve îtibâr eden kavimler, Mekke'de yıllarca kaldılar. Fakat inanmayanlar Kâbe-i muazzamaya hürmetsizliklerinden ve onu ziyârete gelenlere zulmettiklerinden dolayı, başka kavimlerin taarruzuna uğrayarak dağılıp gittiler. Îmân etmemekte ısrâr eden kavimler, Kâbe'nin içinde çok çirkin hareketler yapacak kadar ileri gittiler. Gelen bir sel, şehri alt-üst edip, Kâbe-i muazzamayı bile yıktı. Ahâli çevreye dağıldı ve birçokları öldü. İsmâil'in (aleyhisselâm) çoğalan çocukları, zamanla Arabistan'ın çeşitli bölgelerine yayıldılar. Her gittikleri yerde gâlib gelerek dindarlıkları sebebiyle hürmet gördüler. İsmâil'in (aleyhisselâm) soyu ilk defâ Adnan'da kabîlelere ayrıldı ve Arabların birçok kabîleleri onların soyundan meydana geldi. Resûlullah’ın yirminci babası Adnan'ın iki oğlundan Akk, Yemen'e gidince; Mead da Mekke'de kaldı. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâya teşrîflerinde Mekke'ye Adnan'ın soyundan gelen Kureyşoğulları Hâkim olmuşlardı. Kureyşoğulları, İsmâil aleyhisselâmın torunları idiler ve onun konuştuğu Arabça ile konuşuyorlardı. Nitekim Kur’an-ı kerîm de, Kureyş lisânında inmiştir. İsmâil'in (aleyhisselâm) torunları, baba ve dedelerinin dîninden bâzı güzellikleri örf ve âdet olarak muhâfaza etmekle beraber, zamanla çok az sayıdaki mü’minlerden ve Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan âileden başkaları azıtıp, doğru yoldan ayrılarak, putlara tapar oldular. Hattâ Kâbe'nin içini bile putlarla doldurdular. Bu hâl Muhammed aleyhisselâmın gelişine kadar devam etti.
Mu'cizât-ül-Enbiyâ
kitabında İsmâil aleyhisselâmın beş mûcizesi
yazılıdır, Bunlar:
Dikenli
bir arâzide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine duâ edip, dikenli ağaçlarda
çeşitli meyvelerin bitmesidir.
Kısır
koyundan süt çıkarmasıdır. İsmâil aleyhisselâm
kendisine peygamberlik gelince, Zemzem kuyusunun çevresine yerleşen Cürhümîleri
îmâna dâvet etti. Onlarda mûcize isteyip; “Şu kısır koyundan süt çıkar”
dediler. O da mübârek elini koyunun sırtına koyarak; “Beni peygamber olarak
gönderen Allahü teâlânın ismi ile...”
dediği anda, koyunun memelerinden süt akmaya başladı. O koyunu,Hazret-i İsmâil'e
verdiler. Koyun sağ kaldığı müddetçe sütü hiç eksilmedi.
İsmâil aleyhisselâmın duâsı bereketiyle koyunların yünleri
ipek olmuş ve sayıları çoğalmıştır.
Kendisine
misâfir gelen ikiyüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey bulamayınca, mahcub oldu. O
anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misâfirlerin hepsi îmânla
şereflendiler.
İsmâil'in (aleyhisselâm) mûcizelerinin en meşhûru; o zamanda hiç
su bulunmayan Mekke-i mükerremede, onun teşrîfiyle Zemzem suyunun ortaya
çıkmasıdır.
Allahü teâlânın,
halîli İbrâhim'in (aleyhisselâm) oğlu ve habîbi
Muhammed aleyhisselâmın
dedesi olan İsmâil'e (aleyhisselâm) bir ihsânı
olan Zemzem'in etrâfını, ilk önce Hazret-i Hâcer kum ile çevirdi. Sonradan
İbrâhim aleyhisselâm tarafından kazılarak kuyu
hâline getirildi. Önceleri kurak ve ıssız bir yer olan Mekke, Zemzem'in ortaya
çıkmasıyla şenlenerek, kuşlar gelip cıvıl cıvıl ötmeye başladı. Yemen
kabîlelerinden Cürhümîler, burada yerleşip Mekke şehrini kurdular. İsmâil aleyhisselâm büyüyünce, babasına yardım edip, Allahü teâlânın emriyle Kâbe'yi yaptılar. Allahü teâlâ Mekke'yi mübârek kılıp, insanların
Kâbe'yi tavâf etmesini emreyleyince, her taraftan, akın akın Kâbe'yi tavâfa
geldiler ve Zemzem'in suyundan içtiler. Açlar doyup, susuzlar kandı ve hastalar
şifâ buldu. İsmâil aleyhisselâm ve çocukları,
gelen hacıların ibâdetlerini kolayca yapmalarını sağlayıp, İsmâil'in (aleyhisselâm) akrabâları olan Cürhümîler de onların
hukûkuna riâyet ettiler. Yıllar sonra İsmâil aleyhisselâm
vefât etti. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan oğlu Kaydar da fânî
dünyâdan ebedî âleme göçtü. Cürhümîler, akrabâlıkları münâsebetiyle Kâbe'nin
idâresini ele geçirdiler. Zamânla Kâbe'ye ve Harem-i şerîfe hürmetsizlik edip,
Beytullah'a gelen hediyeleri gizli ve açık olarak yemeye başladıkları gibi,
Harem-i şerîfte hayâsızca günah işlediler. İsmâil'in (aleyhisselâm)
evlâtlarını üzdüler ve başlarındaki reislerini dinlemediler. İsmâil'in (aleyhisselâm) torunları çevreye dağıldılar. Sonunda
Cürhümîler de, düşmanları olan Huzâa kabîlesi tarafından Mekke'den çıkarıldı.
Huzâalar, Mekke'ye ve Kâbe'nin idâresine hâkim oldular. Cürhümîler, çıkarlarken
Zemzem kuyusuna Kâbe'nin kıymetli eşyalarını doldurup, ağzını kapatarak, kuyuyu
belirsiz hâle getirdiler. Yıllar geçince hâfızalardan silinerek tamâmen unutuldu.
Resûlullah efendimizin dedesi
Abdülmuttalîb’in rüyâsındaki târife göre Zemzem kuyusunu kazıp suyu tekrar
çıkarıncaya kadar, kapalı kaldı.
Zemzem'in otuz kadar ismi olup, her ismi bir özelliğinden dolayı verilmiştir. Yavaş yavaş ak, mânâsına Zemzem ismi verildiği rivâyet edilmişse de, bu husûsta başka nakiller de vardır. Suyunun çokluğundan dolayı bu ismin verildiği de söylenmektedir.
Allahü teâlâ, Zemzem ile İsmâil'i (aleyhisselâm) suya kandırdığı için; Sakıyyullah-ı İsmâil adı verilmiş, Allahü teâlânın birliğine inananlara büyük faydalar sağladığı için de Nâfia denilmiştir. Zemzem'in suyunu doya doya içen mü’minlerin bütünü nûra gark olup, Cehennem azâbından emîn olacakları müjdelendiği için, Büşrâ adı verilmiş; berrak ve saflığından dolayı Sâfiye denilmiştir. Tatlılığı sebebiyle Muazzibe; Dehr sûresi 21. âyet-i kerîmesinde (bir kavle göre) Zemzem'e işâret buyrulduğu için Tâhire adı verilmiş: bütün âzâlara, safâ bahşettiği için Mermiye denilmiş; bozulma göstermemesinden dolayı Sâlime ismi uygun görülmüştür. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünneti olduğu için sıhhat ve berekete sebep olmuş ve bu yüzden Meymûne adıyla anılmıştır. Yemeğin yerini tutup kâfi geldiği için Kâfiye; içenlere rahatlık, sıhhat ve âfiyet verdiği için Âfiye; cümle evliyâ-ı kirâm ve sâlihlerin içtikleri ve Resûlullah efendimizin de (sallallahü aleyhi ve sellem) içerek mübârek tükrükleri kuyuya dâhil olduğu için, Zemzem'in kadr-ü kıymeti arttığından Şerab-ül-ebrâr da denilmiştir.
Seçilmiş olan âlimler söz birliği ile, Zemzem'in yeryüzünde bulunan suların en latîfi ve en üstünü olduğunu bildirmişlerdir.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), “Annemden sonra annemdir.” buyurdukları Ümmü Eymen (radıyallahü anhâ) buyurdular ki: “Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) açlık ve susuzluktan şikâyet ettiklerini hiç görmedim. Sabahları bir miktar yemek yerler, üzerine mübârek Zemzem suyundan biraz içerler ve ondan sonra her ne zaman yemek yedirmek istesem; “Benim karnım toktur.” cevâbını verirlerdi.”
Câbir'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Zemzem suyu ne için içilirse, ona şifâdır.” buyruldu. Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anh) “Zemzem-i şerîfin kendisine mahsus en bariz husûsiyeti, hangi niyetle içilirse faydasının da ona göre olmasıdır” buyurdu. Eğer içen şifâ niyeti ile içerse şifâ bulur, muhâfaza için içerse hıfzolunur; harâret gidermek için içilirse, harâreti giderir. Bütün bunlar, hadîs-i şerîfte bildirileni denemek kastıyla değil, hâlis niyetle olmalıdır. Yoksa Hak teâlâ, imtihân için hareket edeni rezil ve rüsvây eder.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:,
“Zemzem suyundan kana kana içmek, nifaktan berâttır.”
“Zemzem-i şerîfin suyu mübârektir.”
“Zemzem-i şerîf, içeni doyurur.”
“Kulun karnında hiçbir zaman, Zemzem ile Cehennem ateşi bir araya gelmez.”
“Beş şey ibâdettendir; Mıshafa (Kur'ân-ı kerîme) bakmak, Kâbe'ye bakmak, anaya-babaya nazar etmek (bakmak), günahları döken Zemzem suyuna bakmak ve âlimin yüzüne bakmak.”
“Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, Zemzem suyunun mübârek kuyusudur.”
“Kim hac niyeti ile Beyt-i şerîfe gelip, bir usbû tavâf etse (yani Kâbe-i şerîfin etrâfında yedi kere dolaşsa), sonra Makâm-ı İbrâhim'e gelip iki rekat tavâf namazı kılsa, ondan sonra Zemzem kuyusuna gelip suyundan içse, cenâb-ı Hak onu, anasından doğduğu gün gibi günahından tertemiz yapar.”
“Bahr-ul-Amik” ve “Menasik-i İbn-ül-Acemî”de buyruldu ki: Zemzem-i şerîfi, cenâb-ı Hak'tan mağfiret talebiyle içenlerin; “Yâ Rabbî! Ben, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Zemzem-i şerîf her ne niyetle içilirse, şifâsı onun içindir.” buyurduklarından haberdâr oldum. Yâ Rabbî! İşte ben onu günahlarımın affedilmesi için içiyorum. Ey Allah'ım! Beni mağfiret eyle” diyerek içmelidir. Hastalıklardan şifâ için içenler ise; “İlâhî! Ben Zemzem-i şerîfi şifâ talebiyle içiyorum. Yâ Rabbî! Muzdarip olduğum bu hastalıktan beni kurtar!” tarzında duâ ederek içmelidir.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın (radıyallahü anh) torunu Muhammed (radıyallahü anh) anlatır: “Bir gün İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) huzurundaydık. Bir adam geldi. İbn-i Abbâs ona nereden geldiğini sordu. Zemzem kuyusundan geldiğini söyleyince; Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i şerîfi üzere Zemzem içebildin mi? buyurdu. O zât da; Zemzem içtim. Ama sünnet-i şerîf üzere nasıl içildiğini târif ederseniz memnun olurum deyince; Zemzem içileceği vakit kıbleye dönmeli ve Allahü teâlânın ismini anarak doyuncaya kadar içmeli. İçme esnâsında üç nefes alıp, sonunda Allahü teâlâya hamdetmelidir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Münâfıklarla bizim aramızdaki fark, Zemzem suyundan bir kova su alıp, kana kana içmektir. Münâfıklar aslâ Zemmem suyundan kana kana içemezler.” Buyurdu” diye târif etti.” Hakîm ve Dâre Kutnî (rahmetullahi aleyhima) hazırladıkları hâdis kitaplarında Abdullah ibni Abbâs'ın bu sözlerinin hadîs-i şerîfe tam muvâfık olduğunu tasdik ettiler.
Zemzem suyunun Harem hâricine nakli, müslüman memleketlerine teberrüken götürülmesi, abdest alınması ve gusül edilmesi câizdir. Ancak o su ile istinca yapanlar, sıkıntılı hastalıklara müptelâ olurlar. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Zemzem-i şerîfi, Harem dışına götürdükleri için, hacıların dönüşlerinde Zemzem götürmeleri sünnet-i şerîf olmuştur.
Yemek
yemeye düşkün olan bir kimse, doyuncaya kadar Zemzem-i şerîf içtikten sonra,
tam bir ihlâsla; “Yâ Zemzeme zemmî” dese, çok yemek yeme illetinden kurtulur.
İmâm-ı
Yafiî, asrının sâlihlerinden birinden şöyle nakleder: Bir gün Kâbe yanında
otururken, ansızın yüzü şal ile örtülü bir adam geldi. Zemzem kuyusuna giderek
matarasını doldurup, bir miktarını içtikten sonra yanıma geldi. Matarasını
isteyip kalan suyu içtim. O güne kadar tatmadığım değişik bir lezzet duydum.
Sanki mataradaki Zemzem, saf bal ile karıştırılmış bir şerbetti. O zâtın
mübârek yüzüne bakmak istediysem de, matarayı elimden alarak hemen döndüğü
için, kim olduğunu bilemedim. Belki yine gelir düşüncesi ile ertesi günü seher
vakti Zemzem kuyusunun yanına oturduktan biraz sonra, o zât örtülü olarak yine
geldi. Zemzem kuyusundan bir kova su çekip içti. Ben de kovada kalan suyu
içtim. Sanki içtiğim Zemzem suyu değil de, bal ile karıştırılmış süt idi.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Zemzem
kuyusunu şereflendirdiler. Vazifeliler, bir kova su çekip takdim ettiler. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) takdim edilen suyun birazını içip, geri kalanını
mübârek ağızlarının suyu ile karıştırdılar. Vazifeliler o suyu teberrüken
Zemzem kuyusuna döktüler. Bunun için Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Zemzem suyu
hastalara şifâ verir. Onu içenler yemek yemiş gibi açlıklarını giderirler.”
buyurdular.
Eshâb-ı
kirâmdan Ebû Zer Gıfârî (radıyallahü anh)
Mekke-i mükerremede kaldığı müddetçe, yiyecek bir şeyi olmayınca, gider Zemzem
içer, açlık ve susuzluğunu bu sûretle giderirdi.
Tecrübe
edenlerin bildirdiklerine göre, Zemzem, mideye kuvvet verir, yemeğin hazmını
kolaylaştırır, aç karına içilince bağırsakları temizler ve vücut harâretini
teskin eder.
Zemzem
suyunun, Kevser'den daha fazîletli olduğunun hadîs-i
şerîfle bildirildiği, Eyyûb Sabri Paşa'nın “Mir’ât-ı Mekke” kitabında
yazılıdır. İçenin dünyâya karşı hırs ve tamâını yok eder, müzmin olan ve olmayan
hastalıkları düzeltir. İbâdet ve tâata sevk edip bu husûsta hırslandırdığı gibi
kalb gözünün nûrunu, anlayışı, izânı ve ilmi arttırıp, kalbe yumuşaklık verir.
Vücut hastalıklarını, Allahü teâlânın
gadabını giderir. İçenler, Allahü teâlâyı
hoşnut, şeytanı mahzûn ederek sünnet-i şerîfe uymak yönüyle îmânlarına kuvvet
vermiş olurlar.
Her
peygamber gibi İsmâil aleyhisselâm da çeşitli
şekilde imtihânlardan geçirilmiş ve Allahü teâlâ
katındaki derecesi yükseltilerek, Kur’an-ı kerîmde bâzı üstünlükleriyle zikredilmiştir.
Nitekim Meryem sûresi 55 ve 56. âyet-i
kerîmelerde meâlen; “Kur’an'da İsmâil'i de zikreyle. O, vâdinde sâdık, resûl ve
Nebî oldu. O, kavmine namaz ve zekâtla emrederdi ve Rabbi katında rızâya
kavuşmuş idi.” buyrularak medhedildi.
İsmâil aleyhisselâm, birisine bir yerde buluşmak için söz
vermişti. Söz verdiği yere gidip üç gün beklemesine rağmen o şahıs gelmedi.
Bununla birlikte aslâ yerinden ayrılmadı. Allahü
teâlâ, Kur’an-ı kerîmde Meryem sûresi
54. âyet-i kerîmede onu överek meâlen; “O, vâdinde, sözünde sâdıktı.” buyurdu.
Sözünde
durmak büyük bir fazîlettir. İnsanın şeref ve üstünlüğünü arttırır. Verilen
sözden dönmek ise büyük günah olup, münâfıklık alâmetidir. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Münâfıklık alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz
verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder.”
“Din kardeşinle münâkâşa
yapma. Ona söz verip de, sözünden dönme!” buyurmuşlardır.
Hazret-i İsmâil'in
husûsiyetlerinden biri de; kavmine namaz ve zekâtı emrederek emr-i bil-ma’rûfta
bulunmasıydı. Nitekim o, Meryem sûresinin 56.
âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kavmine namaz ve zekâtı emrederdi ve Rabbi katında söz ve
hâllerinin doğruluğu ile makbûl idi.” buyrularak, bu husûsiyeti ile
de medh edilmiştir.
İsmâil aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri de Zebîhullah
olması yâni Allahü teâlâ için kurban
edilmesidir.
İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulunca meâlen; “Rabbimin bana emrettiği mekâna hicret ederim. Rabbim beni yakında, dünyâ ve âhıretime sâlih olan şeye hidâyet eder. Yâ Rab! Bana sâlihlerden bir çocuk ihsân buyur” diye duâ etti. (Saffât sûresi: 99-100) Allahü teâlâ onu İsmâil'le (aleyhisselâm) müjdeledi. Âyet-i kerîmede meâlen; “Biz de ona hâlim bir oğul müjdeledik” (Saffât sûresi: 101) buyrularak bu hâl haber verilmekledir. İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emri ile, İsmâil aleyhisselâm ve annesi Hâcer hâtunu Mekke'ye bırakıp Şam'a döndü. Zamân zaman gider, onları Mekke'de ziyâret ederdi. Yüzünde Muhammed aleyhisselâmın temiz babalardan temiz ve afîf analara geçip gelen nûru parlayan İsmâil aleyhisselâm çok güzeldi. Bu sebepten İbrâhim’in aleyhisselâm, oğlu İsmâil'e karşı muhabbeti fazla idi. İsmâil aleyhisselâm yedi veya onüç yaşında iken, bir gün İbrâhim aleyhisselâm ibâdet ettiği mihrabta, bu muhabbet içinde uyudu. Rüyâsında oğlu İsmâil ile otururken, bir melek gelip; “Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ bu oğlunu kurban etmeni istiyor” dedi. İbrâhim aleyhisselâm korku ile uyandı. “Rüyâ Rahmânî midir, yoksa şeytanî midir?” diye tereddüt etti. O gün hep bu rüyâyı düşündü. Onun için bugüne terviye denildi. İkinci gece aynı rüyâyı gördü. Rahmânî olduğunu anladı. Bu güne arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rüyâyı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmadı.
Hanımı Hâcer'in yanına geldi. “Ey Hâcer, benim gözümün nûru oğlum İsmâil'i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim” dedikten sonra; İsmâil'e de; “Yanına iple bıçak al” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Bunları ne yapacağız?” diye sorunca, İbrâhim aleyhisselâm; “Allah rızâsı için kurban keseriz” cevâbını verdi. Yolda giderken, İsmâil aleyhisselâm, babasına; “Nereye gidiyoruz?” dedi. Babası da; “Dostuma” deyince; “Evi nerededir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “O, evden ve mekândan münezzehtir. Yer ve gök O'nun mülküdür” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! O bizimle oturup yemek yer mi?” diye sordu, Hazret-i İbrâhim; “O, yemekten ve içmekten de münezzehtir” buyurdu.
O sırada şeytan, bir fırsatını bulup, yaşlı bir adam kıyafetinde Hazret-i İbrâhim'in hanımı Hâcer’in yanına geldi. Ona; “İbrâhim, oğlunu nereye götürdü?” deyince, Hâcer; “Bir dostunu ziyârete” diye cevap verdi. Bir rivâyete göre de; “Şu çevreden yakacak toplamaya gittiler” dedi. Şeytan; “Hayır, onu kesmeye götürdü” dedi. Hâcer hanım; “Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkât buna mânidir” karşılığını verdi. Şeytan; “Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir” deyince, Hâcer hanım; “Allahü teâlânın emrine uymak elbette lâzımdır, O'nun emrini, cân-u gönülden kabûl ederiz” dedi. Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyafette İsmâil'in (aleyhisselâm) yanına geldi ve ona; “Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?” diye sordu. O da; “Dostunun ziyâretine” deyince, şeytan; “Vallahi seni öldürmeğe götürüyor” dedi. İsmâil aleyhisselâm; “Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü?” dedi. Şeytanın; “Öyle zannederim, Allah emretmiştir” demesi üzerine, İsmâil aleyhisselâm: “O emretti ise, cân-u gönülden râzıyım” dedi ve babasına: “Bu ihtiyâr beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Taş at! Yanından uzaklaşsın” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm taş atarak şeytanı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Minâ’da oldukları ve hacıların şeytan taşlamasının buradan kaldığı rivâyet edilir. İsmâil'den de (aleyhisselâm) yüz bulamayan şeytan, Hazret-i İbrâhim'in yanına sokularak; “Ey İbrâhim, sen yanlış hareket ediyorsun. Şeytan sana vesvese verdi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişman olursun. Ama fayda etmez.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm onun şeytan olduğunu anladı ve; “Vallahi bu Hak teâlânın emridir ve sen şeytansın. İbrâhim'e ve akrabâsına zarar yapamazsın” buyurunca, şeytan rezil olup geri döndü. Bir rivâyette şeytanı taşlayanın İbrâhim aleyhisselâm olduğu bildirilmiştir. İblis dağın içinde saklanıp; “İsmâil, şimdi senin kanın akacak, kabrin benim içimde olacak” dedi. İsmâil aleyhisselâm babasına şikâyetçi olup; “Babacığım şu dağdan şöyle şöyle sesler duyuyorum” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; ”Şeytan söylüyor, iltifât etme” buyurdu. Nihâyet Buseyr Dağı’na vardıklarında göğün yedi katındaki melekler; “Sübhânallah! Bir peygamber, bir peygamberi boğazlamaya götürüyor.” diyerek üzüldüler. Hazret-i İbrâhim oğluna dönüp; “Ey oğlum! Rüyâmda seni kurban etmem emredildi. Buna ne dersin.” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! Hak teâlâ beni boğazlamanı emretti mi?” diye sordu. Babası “Evet!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm babasının; “Evet” demesi üzerine, Rabbinin emriyle kurban edileceğini, buna sabrederse Hak teâlânın rızâsına kavuşacağını anlayıp çok sevindi. Babası, onun bu sevincine hayret edip; “Evlâdım! Seni öldüreceğimi haber veriyorum, sen ise seviniyorsun.” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım nasıl sevinmeyeyim. Benim tek arzum, Allahü teâlâya, O'nun rızâsı üzere kavuşmaktır. Böylece O'nun rahmet ve Cennet’ine de nâil olurum. Dünyânın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmak çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul fedâ eylemek senden, can fedâ eylemek de bendendir, işini çabuk bitir. Zirâ canım dosta kavuşmakta acele ediyor. Babacığım, Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin ve Hak teâlâ senden râzı oldu. Ben de boğazlanmağa sabredeceğim. O zaman belki Hak teâlâ benden de râzı olur. Böylece Cennet nîmetlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlât hasreti de ölünceye kadar senden gitmez. Keşke daha önce haber verseydin de anneme vedâ edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlasaydık.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Haber verince senden veya annenden bir gevşeklik olur da azarlanırız diye korktum.” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım, senin rızândan başka murâdım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasiyetim var.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm: “Söyle, ey saâdetli oğlum” dedi.
İsmâil aleyhisselâm; “Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusur işlemeyeyim. İkincisi; mübârek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkâtiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; oğlun sana şefâatçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyâmet gününde cenâb-ı Hak'tan senden başka bir şey istemez de! Ümîd edilir ki, Hak teâlâ benim bu isteğimi red eylemez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinleyince, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı ve çok ağladı. Sonra; “Yâ Rabbî! Bana bu hâlimden dolayı rahmet et, acı. Eğer günahım sebebiyle bana acımıyorsan, bu temiz mâsuma acı.” dedi. Sonra İsmâil aleyhisselâm günahsız ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu hâl için bana sabır ver” diye niyâzda bulunduktan sonra, babasına dönüp; “Babacığım! Görüyor musun? Gök kapıları açılmış, bâzı melekler bize bakıp hayretlerinden cenâb-ı Hakk'a secde etmişler. Bâzıları da Hak teâlâya münâcât edip; “Yâ Rabbî! Bir peygamber bir peygambere bıçak çekmiş, başı ucunda duruyor. Senin rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor. Sen onlara merhamet eyle” diyorlar.” dedi.
Daha sonra İbrâhim aleyhisselâm oğlunu güzelce bağladı, yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum, gözümün nûru, gönlümün sürûrudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurban etmeğe hazırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver.” deyip, bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve; “Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrar görüşmek, kıyâmet günü olur.” dedi. Bu arada İsmâil aleyhisselâm; “Ey babacığım! Acele et. Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emir yapmakta geciktiğimiz için Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, elimi ayağımı çöz, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halîl'in oğlu, Allahü teâlânın işinden râzıdır desinler.” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, bu söz üzerine ellerini çözüp bıçağı boğazına dayayınca, İsmâil aleyhisselâm güldü. “Ey oğlum, bu hâlde iken niçin güldün?” dedi. “Babacığım, bu bıçakta Bismillâhirrahmânirrahîm yazılı olduğunu görüyorum. Üzerinde dostun ismi yazılı olan bıçak, nasıl keser?” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm, Hak teâlânın ismini zikrederek bütün gücüyle bıçağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teâlâ, Cebrâil'e emrederek; “Yetiş bıçağı çevir.” buyurdu. O da Sidret-ül-Müntehâ'dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha çaldı, yine kesmedi ve ne kadar uğraştı ise kâr etmedi. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! Ne kadar şefkâtlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusur etmezsin” dedi. Hazret-i İbrâhim, bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Yine kesmedi. İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım, bıçağın ucunu şah damarıma bastır” deyince, öyle yaptı ve diziyle de bastırdı. Bıçak iki kat olmasına rağmen boynuna izi bile çıkmadı. İbrâhim aleyhisselâm, üzülüp bıçağı taşa çalınca, taş ikiye bölündü. Bıçak dile gelip; “Ey İbrâhim aleyhisselâm! Nemrûd seni ateşe attığı vakit seni niçin yakmadı?” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm); “Hak teâlâ, yakma, diye emreylediği için.” deyince, bıçak; “Ey İbrâhim! Hak teâlâ ateşe bir kere “yakma” diye emreylediyse, bana yetmiş defâ kesme diye emreyledi. Beni mâzur gör.” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm) durdu. İsmâil (aleyhisselâm); “Babacığım, Rabbimizin emrine itâat eyle, günahkâr olmayalım.” dedi. İbrâhim (aleyhisselâm) iki emir arasında şaşırdı. O anda Allahü teâlâ nidâ edip; “Yâ İbrâhim! Elbette sen rüyânı tasdik ettin. Sana düşen vazifeyi tam olarak yaptın. Şimdi bana münâsip olan lütûf ve keremimi görmek için başını kaldırıp dağa bak!” buyurdu. Hazret-i İbrâhim dağa bakınca, bir koç gördü. Uzun zaman Cennet’te otlamış idi. Cenab-ı Hak; “Bu, senin oğluna fedâdır.” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm, koçu getirirken; “Allahü ekber!”, Hazret-i İbrâhim koçu yakalarken; “La ilâhe illallahü vallahü ekber”, İsmâil aleyhisselâm da gözlerini açıp; “Allahü ekber ve lillahil hamd” dedi. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâma; “Ey İsmâil, Allahü teâlâ senin için ne isterse vereyim buyuruyor.” deyince, İsmâil aleyhisselâm başını eğip, ellerini kaldırarak; “Yâ Rabbî! Dünyâdan îmân ile ayrılıp sana gelen mü’minleri mağfiret eyle” diye duâda bulundu. Allahü teâlâ da; “Kabûl ettim.” buyurdu.
Sonra İsmâil aleyhisselâmın yerine, Cebrâil aleyhisselâmın getirdiği koç kurban edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah ibni Zübeyr zamanına kadar Kâbe duvarında asılı kaldı. O zaman çıkan yangında o boynuzlar da yandı. İbrâhim aleyhisselâmın, koçu kurban ettiği yerin, Minâ olduğu rivâyet edildiğinden, hacılar kurbanlarını burada keserler.
Kur’an-ı kerîmde bu hâdise meâlen şöyle anlatılmaktadır: “Yâ Rabbî! Bana iyilerden bir oğul ver. Biz de, ona hâlim bir oğlan müjdeledik. Çocuk, İbrâhim ile yürüyecek çağa gelince, İbrâhim; “Ey oğulcuğum! Rüyâda, seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak, ne dersin?” dedi. “Babacığım, sana emredilen ne ise, onu yap! İnşallah beni sabr edicilerden bulursun” dedi. İkisi de, Allah'ın emrine teslim olunca, İbrâhim, oğlunu alnı üzere yere yatırdı. (Bıçak çocuğu kesmedi) Ey İbrâhim! Rüyâya sâdık oldun, iyi hareket edenleri biz böyle mükâfâtlandırırız, dedik. Bu iş, açık bir imtihân idi. Oğlunun yerine (kesilmek üzere) büyük bir koç verdik.” (Saffât sûresi: 102-107) Bundan sonra, ona iyilerden İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Ona ve İshak'a bereket verdik. Onların soylarından iyi olanlar da, nefsine zulüm edenler de vardır.” (Saffât sûresi: 110-113) Hazret-i İsmâil'e bu hâdiseden dolayı, Zebîh (kurbanlık) lakabı verildi.
Hazret-i İbrâhim ve İsmâil aleyhisselâm arasındaki kurban hâdisesinin bir benzeri de yine Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib ile babası Abdullah arasında geçmişti. Abdülmuttalib gördüğü rüyâlar üzerine. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyan oğlu Abdullah'ı kurban etmeye karar verdi. Kavminin müdâhalesi üzerine zamanın âlimlerinden birine danışıldı ve sevgili oğlu Abdullah'ın yerine, diyet olarak, yüz deve kesti. Bu hâdiseden dolayı Abdullah'a da Zebîh lakabı verildi. İsmâil'de (aleyhisselâm) Zebîh lakabını taşıdığı için, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn-üz-Zebîhayn (iki kurbanlığın oğlu) denildi. Nitekim Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin Saffât sûresi 102-113. âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde, Hâkim'in “Müstedrek”inde ve Hindistan âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâk-ı Dehlevî hazretlerinin Medâric-ün-nübüvve adlı eserinde bildirdikleri hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ben iki kurbanlığın oğluyum.” buyurmuştur.
Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) Kevser sûresi
nâzil olup; “O
hâlde (bayram) namazını kıl ve kurban kes!” buyrularak kurban
kesmesi emrolundu. Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) hem kendisi, hem
de ümmeti için kurban keserler, kurban kesmeyi ve kurban kesenleri överlerdi.
Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle
buyruldu:
“Hasislerin (cimrilerin) en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu
hâlde) kurban
kesmeyendir.”
“Kurbanlarınızı büyük ve
yağlı yapınız! Muhakkak ki, onlar sırat üzerinde sizin binekleriniz olacaktır.”
“İnsanın yediği her lokma
kurban eti, ona, Cennet’te iki hörgüçlü deve gibi büyük kuş olur.”
“Kurban edilen hayvanın
üzerindeki kıllar sayısınca, sâhibine sevâb yazılır.”
“Âdemoğlu için, Kurban
bayramı günü, Allah katında, kurban kanı akıtmaktan daha sevgili bir şey
yoktur.”
“Ey Fâtıma! Kalk!
Kurbanının yanına git. Ve kesilirken şu duâyı oku: İnne salâtî ve nüsükî ve
mahyâye ve memâtî lillahi rabbilalemine, lâ şerîke leh. (Manası: Şüphesiz benim namazım,
ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun
ortağı yoktur.)
Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile, ömründe işlemiş
olduğun her günah bağışlanır. Muhakkak yarın kıyâmet günü, kestiğin bu kurbanın
kanını ve etini yetmiş kat fazlasıyla getirip terâzinin sevâblar kefesine
koyarlar.” Bu müjdelere kurban kesen bütün müslümanlar ortaktır.
Dinimizde
kurban; koyun, keçi, sığır ve deveden birini kurban bayramının ilk üç gününün
herhangi birinde kurban niyeti ile kesmek demektir. Horoz, tavuk ve vahşî
hayvanları, meselâ geyiği kurban etmek haramdır. Köyde, çölde, şehirde mukîm
olan (Hanefî mezhebine göre; orada onbeş gün ve daha fazla kalmaya niyet eden),
âkil ve bâliğ olmuş, hür ve müslüman erkek ve kadının, ihtiyâcından fazla
doksan altı (96) gram altını, parası veya bu değerde malı varsa, Kurban bayramı
için niyet ederek belli günlerde, belli hayvanı kesmeleri vâcib olur. Kurban
bayramı, Hazret-i İbrâhim'in İsmâil'i (aleyhisselâm)
kurban etmek istediği Zilhicce'nin onuncu günü ve bunu tâkip eden onbirinci,
onikinci, onüçüncü günleridir. Kurbanın şartları ve nasıl kesileceği ilmihal
kitaplarında uzun yazılıdır.
Allahü teâlâ,
İbrâhim aleyhisselâma oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) kurban etmesini emir buyurarak onları
imtihân etti. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emrine uyarak oğlunu kurban etmek
için yatırıp boynuna bıçak çaldı. İsmâil aleyhisselâm
da Allahü teâlânın emrine rızâ gösterip,
babasına itâat ederek başını fedâ kıldı. Kendisini boğazlamak için elinde bıçak
bekleyen babasına teslim olup, hükm-i kazâya rızâ gösterdi. Hükm-i kazâya rızâ
ve rızânın hakîkati hakkında İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi
aleyh) buyurdu ki: Allahü teâlânın
kazâsına rızâ göstermek, makâmların en yükseğidir ve bundan üstün başka bir
makâm yoktur. Çünkü muhabbet, makâmların en iyisi; Allahü
teâlânın kazâsına rızâ ise, bunun netîcesidir. Bu da her muhabbetten
değil, ancak kemâl üzere olan muhabbetten ileri gelir. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Allahü
teâlânın kazâsına rızâ büyük makâmdır”
buyurmuştur. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) bir topluluğa; “Sizin îmânınızın
alâmeti nedir?” diye sorunca; “Belâlara sabrederiz, nîmetlere
şükrederiz, kazâya râzı oluruz” diye cevap verdiklerinde; “Kâbe'nin Rabbine yemîn ederim ki, siz
mü’minsiniz.” buyurdu. Diğer bir rivâyette ise, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Onlar, hikmet sâhibi âlimlerdir. Dinde anlayışlarının
yüksekliğinden ötürü peygamberler gibidirler.” buyurdu. Yine şöyle
buyurdu:”Kıyâmet
günü ümmetimden bir kısmına Cennet’e uçmaları için kanat yaratılır. Melekler
onlara; “Hesâbınız, ameliniz tartıldı mı, sıratı gördünüz mü?” derler. Biz
bunların hiç birini görmedik diye cevap verince, melekler; “Siz kimsiniz?”
derler. “Hazret-i Muhammed'in ümmetiyiz” derler. Melekler; “Ne amel islediniz ki, bu
ihsâna kavuştunuz?” derler. “Bizim iki hasletimiz vardır; biri, yalnız iken günah
işlemeye utanırdık; ikincisi Allahü teâlânın bize verdiği az bir rızka
râzı olurduk” derler. Melekler; “Bu dereceye kavuşmak hakkınızdır” derler.”
Mûsâ aleyhisselâma kavmi; “Allahü teâlâya sorun; neden râzı ise onu yapalım”
deyince, vahiy geldi ve; “Benden râzı olun, sizden râzı olayım” buyruldu. Dâvûd
aleyhisselâma vahiy geldi ki: “Evliyâ
kullarımın üzüntü ile inlemeleri, kalblerinde, benimle münâcâtın tatlılığını
arttırır, Ey Dâvûd! Dostlarımdan benim sevdiğim, rûhânî olanlardır. Onlar, bir
şeye üzülmezler. Dünyâda hiç bir şeye gönül bağlamazlar.” Peygamber efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor: “Ben O Allah'ım ki, benden başka ilâh yoktur,
belâlarıma sabretmeyene, nîmetlerimin şükrünü yerine getirmeyene ve kazâma râzı
olmayana söyle, benim semâmın altından çıksın ve kendisine başka Rab arasın.”
Resûlullah efendimiz yine buyurdu: “Allahü teâlâ buyuruyor, takdir ettim, tedbir ettim ve kendi sun'umu
muhkem eyledim (ölçtüm biçtim ve sağlam yaptım). Olacak şeylerin hepsine hüküm verdim. Râzı
olandan râzı olurum, râzı olmayana hışım ederim. Bana kavuşuncaya kadar böyle devam
eder.” Yine buyurdu:”Allahü
teâlâ buyuruyor ki, iyilik ve kötülüğü
yarattım. Ne mutlu o kimseye ki, onu hayır için yarattım ve hayrı, iyiliği onun
elinde kolay eyledim. Kötülük için yarattığıma yazıklar olsun. Onların elinde
kötülük kolay olur. Niçin ve nasıl diyene de yazıklar olsun.”
Enes (radıyallahü anh) der ki: Yirmi sene Resûlullah’a (sallallahü
aleyhi ve sellem) hizmet ettim. Yaptığım hiç bir şey için; “Bunu niçin
yaptın?” demedi. Yapmadıklarım için de; “Niçin yapmadın?” demedi. Fakat Ehl-i
Beyt'ten biri, bana kızınca; “Bırakın, eğer mukadder olaydı olurdu” buyururdu. Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma
vahyedip; “Ey Dâvûd! Sen istersin, ben de isterim, ancak benimki olur.
İstediğimi kabûl edersen istediğinde sana yetişirim. Elbette benim istediğimden
başkası olmaz” buyurdu.
Ömer bin
Abdülaziz buyurdu ki: “Takdir edilene sevinirim.” “Acabâ takdir nedir? Ne
istersin?” dediklerinde; “Allahü teâlânın
alnıma yazdığını isterim” dedi. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü
anh) buyuruyor ki: “Olan bir şeye; Keşke olmasa idi veya olmayan bir
şeye; Keşke olsaydı demektense taş yemeyi tercih ederim.”
Benî
İsrâil'de uzun zamandır çok ibâdet eden bir âbid vardı. Sonra rüyâsında; “Cennet’te
senin arkadaşın filan kişidir” dediler. Ona gidip, ibâdetini görmek istedi.
Farzlardan başka ne gece namazı, ne de nâfile oruç gördü. “Senin amelin nedir,
söyle?” dedi. “Gördüğün kadardır” diye cevap verdi. Fazla ısrâr edince nihâyet
hatırladı ve; “Bende bir haslet vardır, o da; başıma bir belâ gelse veya
hastalansam kurtulmak istemem. Güneşte oturursam gölgeye gitmeyi; gölgede
olursam güneşe çıkmayı aslâ arzu etmem ve Allahü
teâlânın yaptığına râzı olurum." Abid bunu duyunca, elini
başına koydu ve; “Bu büyük bir haslettir” dedi.
Allahü teâlâyı
sevmeyi ve O'nun sevgisi ile meşgûl olmayı kabûl eden, rızâyı inkâr edemez.
Çünkü seven, sevdiğinin her yaptığına râzı olur. Sevgi gâlib olunca, isteklere
uymayan şeylere rızâ iki şekilde mümkündür. Birincisi; aşka öyle dalmış ve
kendinden o derece geçmiş olur ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. Nitekim bir
kimse, düşman karşısında kendini unuturcasına harbeder de, yaralansa farkına
varamaz ve görünce anlar. Bir kimse mühim bir hizmete giderken, ayağına batan
dikeni hissetmez. Kalb meşgûl olunca, açlık ve susuzluk aklına gelmez. Bütün
bunlar, bir mahlûkun aşkında ve dünyâ hırsında mümkünken, Allahü teâlânın aşkında ve âhıret sevgisinde niçin
olmasın. Kalbdeki mânevî sûretlerin güzelliğinin, aslında çöplük ve pislik
üzerine çekilmiş bir deriden ibâret olan dış görünüş güzelliğinden daha büyük
olduğunu herkes bilir. Kalb güzelliklerini idrâk eden basîret gözü, çok defâ
yanılan baş gözünden daha açık ve daha keskindir. Büyüğü küçük, uzağı yakın
görür. İkincisi; acı hisseder, fakat bilir ki sevdiğinin rızâsı bundadır.
Bundan dolayı râzı olur. Nitekim bir sevdiği ona; Kan aldır veya şu acı ilacı
iç dese, sevdiğinin rızâsını kazanmak için buna râzı olur. O hâlde Allahü teâlânın rızâsının kendi başına gelende
olduğunu bilen kimse, fakirliğe, hastalığa, belâya sabreder, râzı olur. Nitekim
dünyâ emellerine kavuşmak için sıkıntılı yolculuklara, denizdeki tehlikelere ve
zor işlere râzı olur. Sevenlerin birçoğu bu dereceye kavuşmuşlardır. Cüneyd-i
Bağdâdî diyor ki: “Sırrî-yi Sekatî'ye; “Muhib (seven) acı duyar mı?” diye
sordum. “Hayır” dedi. Kılıçla kesilse yine duymaz mı?” deyince; “Hayır, bir
değil yetmiş kılıç vursalar yine duymaz” dedi.” Evliyâdan biri buyurdu ki: “O'nun
sevdiğini ben de severim.” Bişr-i Hafî buyurdu ki: “Bağdat'ta bir kimseye bin
değnek vurdular, ağzından hiç ses çıkmadı. Niçin feryâd etmedin? dedim; “Sevdiğim
hazır idi, beni görüyordu” dedi. “O âzametli mâşûku, sevgiliyi görseydin ne
yapardın?” dedim, feryâd edip canını teslim etti.” Kur’an-ı kerîmde, Yûsuf aleyhisselâma bakan kadınların, onun âzamet ve
celâlinden ellerini kesip haberleri olmadığı bildirilmektedir. Mısır'da kıtlık
olmuştu. Aç olanlar Yûsuf aleyhisselâmı görmeye
gider, açlıklarını unuturlardı. Bu bir mahlûkun güzelliğinin tesiridir. Her
şeyi yaratan Allahü teâlânın güzelliği,
bir kimseye gösterilirse, belâları duymamasına niçin şaşılsın. Sahrada oturan
bir kimse vardı. Allahü teâlânın her
hükmettiğine; “Bu hayırlıdır” derdi. Eşyasını kollayan bir köpeği, yükünü
yüklediği bir merkebi, bunları ve kendilerini uyandıran bir de horozu vardı. Aç
bir kurt gelip merkebi parçaladı. “Bunda bir hayır var” dedi. Horozu da köpek
öldürdü. Yine; “Bir hayır var” dedi. Köpek de başka bir sebeple öldü. Yine; “Bir
hayır var” dedi. Hanımı ve çocukları üzülüp; “Her ne olursa, bunda bir hayır
var diyorsun, bu ne biçim hayırdır. Elimiz, ayağımız bunlar idi, hepsi öldü”
dediler. “Belki hayır bunlarda olur” dedi. Ertesi gün kalkınca, etrafında
bulunanları; merkep; horoz ve köpek sesleri sebebi ile hırsızların öldürüp,
mallarını almış olduklarını ve bunlarınkiler öldüğü için kendilerini
bulamadıklarını gördü. Hanımına; “Allahü teâlânın
her işinde, bunda bir hayır var demenin hikmetini anladın mı?” dedi.
Îsâ aleyhisselâm; kör, cüzzamlı, iki tarafı felç, elsiz,
ayaksız bir kimseye uğradığında; “Allahü teâlâya
hamdolsun ki, bir çok insanların tutuldukları belâdan beni korudu” dediğini
duydu. “Sana verilmeyen belâ yok, seni hangisinden korudu” buyurdu. Cevabında;
“Kalbinde, benim kalbimde olan mârifetin yaratılmadığı kimseden sıhhatliyim”
dedi. Sonra Îsâ aleyhisselâm elini ona sürdü, hastalığı
geçti, yüzü güzelleşti. Îsâ (aleyhisselâm) ile
bir müddet sohbet ve ibâdet eyledi.
Şiblî'yi
deli diye hastahaneye kaldırdılar. Yanına birkaç kişi geldi. “Siz kimsiniz?”
dedi. Sizi sevenleriz dediler. Onlara taş atmaya başlayınca, kaçtılar. Bunun üzerine;
Yalan söylüyorsunuz. Beni sevseydiniz meşakkatime sabreder, attığım taşlardan
kaçmazdınız buyurdu.
Din
düşmanları; “Rızânın şartı, duâ etmemektir. Olmayanı Allahü teâlâdan istemeyin. Olana râzı olun. Günah ve fıskı kötü
görmeyin, nehy-i münker yapmayın. Onlar da Allahü
teâlânın kazâsı iledir. Bir şehirde, günah, vebâ ve belâ çok olursa,
oradan kaçmak, kazâdan kaçmak olur” diyorlar. Bunların hepsi yanlıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) duâ etti ve; “Dua, ibâdetlerin özüdür.” buyurdu. Hakikatte
duâ; kalbe incelik, kırıklık, yalvarma, âcizlik, tevâzû verir ve Allahü teâlâya sığınmaya sebep olur ki bütün
bunlar beğenilen sıfatlardır. Belânın gitmesi için duâ etmek de böyledir. Hattâ
bir sebep olarak bildirilen ve yapılması emredilen şeyi yapmamak, rızâsızlık
olur. Çünkü. Allahü teâlâ; “Dua ediniz,
benden isteyiniz.” buyuruyor. Günaha râzı olmak, nasıl câiz olur? Bu
yasak edilmiştir. Nitekim; “Günaha rızâ gösteren, onu işleyene ortak olur.”
ve; “Doğuda bir
kimseyi öldürseler, batıda bulunan bir kimse, buna râzı olsa, günahta ona ortak
olur.” buyurmuştur. Günah, Allahü teâlânın
kazâsı, yaratması ise de, iki tarafı vardır. Biri, kul bunun kendi ihtiyârında
olduğunu bilir. Bunu işleyenin, Allahü teâlânın
düşmanı olacağını da bilir. Diğeri, Allahü teâlânın
kazâ ve takdiri ile olduğunu bilmesidir. Allahü
teâlâ, âlemin günah ve küfürden tamâmen kurtulamayacağını ezelde
takdir etmiştir. Yâni ilk kazâya rızâ gösterilir. Fakat günah ve küfrün,
insanın ihtiyârı ile olduğunu, onun sıfatı olduğunu ve Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiği hâlde günaha
rızâ göstermek olamaz. Burada bir tenâkuz yoktur. Bir kimsenin sevmediği bir
kimse ölse, o kimse kendisini sevmese de hem üzülür, hem de sevinir. Bir bakıma
sevinir. Bir bakıma üzülür. Tenâkuz olması için ikisi de aynı cinsten
olmalıdır! Bunun gibi, günah işlemenin gâlib olduğu yerden kaçmak lâzımdır.
Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Yâ Rabbî! İnsanları zâlim olan bu yerden, bizi çıkar.” (Nisâ
sûresi: 75) buyruldu. Geçmiş büyüklerimiz, başkalarına zarar vermese de günahın
zulmetinden korunmak için, başka şehirlere gitmişlerdir. Bir şehirde kıtlık ve
sıkıntı olsa, başka yere gitmek câizdir. Yalnız tâûn (vebâ) hastalığının
bulunduğu yerden başka yere gitmek yasak edilmiştir. Çünkü sağlam olanlar, giderse,
hastalara bakacak kimse kalmaz, hepsi helâk olurlar. Başka şehre gitmeleri
karantina bakımından da yasak edilmiştir. Diğer belâlar böyle değildir.
Bilakis, O'nun hükmü olduğu için emre uyup, bildirilen sebeplere başvurmak
gerekir. Emri yerine getirdikten sonra râzı olmak ve bunda bir hayır vardır
demek lâzımdır.
İmâm-ı
Ebü'l-Kâsım, “Kuşeyrî Risalesi”nde buyurur ki: Râbiat-ül-Adviyye'ye; “Kul ne
zaman rızâ mertebesine ulaşır?” denilince; “Allahü
teâlânın nîmeti kadar, musîbeti de kendisini memnun edince” diye
cevap verdi.
Ömer bin
Hattâb (radıyallahü anh) Ebû Mûsa'l-Eş'arî’ye (radıyallahü anh) yazdığı mektubunda; “Hayrın
tamamının rızâda olduğunda şüphe yoktur. Gücün yeterse rızâdan ayrılma! Aksi
hâlde sabırlı ol!” buyurdu.
İsmâil (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emrine ve babaya itâatte, insanlar için pek güzel bir örnek oldu. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde sâdece kendisine ibâdeti emretti. Kendisine ibâdetten sonra ana-babaya itâati bildirdi. İnsanın varlığının hakîkî sebebi, Allahü teâlânın yaratması; zâhirî sebebi de ana ve babasıdır.
Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine (Allahü teâlâya) ibâdet edin, ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyârlık hâline ulaşırsa, sakın onlara “Öf” bile deme ve onları azarlama. İkisine de iyi ve yumuşak söz söyle.” buyurdu.
İbn-i Ömer (radıyallahü anh) âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Ana ve babaya hitâb ederken, babacığım, anneciğim demelidir” buyurdu.
Atâ bin Ebî Rebâh (rahmetullahi aleyh) yukarıdaki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Onların yanında konuşurken, gözü onlara doğru çevirmemeli, onlara bakmadan konuşmalıdır” buyurdu.
Mücâhid (radıyallahü anh) “Ana-babanızı isimleri ile çağırmayınız. Onları yalanlamayınız. Onlarla yumuşak konuşunuz. Onlara boş söz söylemeyiniz.” buyurdu.
Ana-babaya iyilik yapmak, dil uzatmamak, ve karşı gelmemek onlara itâatten olup, aksini yapmak ve böyle davranmamak büyük günahtır. Dînen mahzurlu olmayan husûslarda ana-babaya karşı gelmemelidir.
İmâm-ı Kurtubî buyurdu ki; “Ana-babaya iyilikte bulunmak onlara itâat etmek, sâdece müslüman ana-babaya mahsus değildir. Ana-baba kâfir bile olsalar, onlara iyilik yapılır.”
Gerek hayatta iken ve gerekse vefâtlarından sonra, ana-baba hakkına riâyet edilir. Ana-babanın vefât ettikten sonra haklarına riâyet, her namazın peşinden onlar için duâ etmekle olur.
Tabiînden bir zât buyurdu ki: Her gün beş vakit namazda ana ve babasına duâ eden kimse, onların hakkını yerine getirmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ Lokman sûresi 14. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâya ve ananıza-babanıza şükredin.” buyurmuştur. Günde beş defâ Allahü teâlâya şükrediyoruz. Ana-babaya şükür ise, günde beş vakit namazda onlara duâ etmek sûretiyle olur.
Ana-babanın çocuğu üzerinde on hakkı vardır. 1- Ana-baba aç oldukları zaman onları doyurur. 2- Giyeceğe muhtâç oldukları zaman, eğer gücü yeterse, onları giydirir. 3- Hizmete muhtâç iseler onların hizmetini görür. 4- Onlar kendisini çağırdıkları zaman, dâvetlerine icâbet eder ve hemen yanlarına gider. 5- Bir şey emrettikleri zaman emirlerini günah olmadığı müddetçe yerine getirir. 6- Ana-baba ile konuşurken yumuşak konuşur. 7- Onları isimleri ile çağırmaz. 8- Onlarla beraber yürürken arkalarından yürür. 9- Kendisi için istediğini onlar için de ister. Kendisi için istemediği bir şeyi onlar için de istemez. 10-Kendisine duâ ettiğinde, onlar için de af ve mağfiret diler.
Vefâtlarından sonra ana-babayı râzı etmek, üç şeyle mümkün olur: 1- Çocuk, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmak sûretiyle sâlih olursa. Çünkü ana-baba; çocuklarının sâlih olmasına sevinmesi kadar hiç bir şeye sevinmez. 2- Ana-babanın akrabâ ve dostlarını ziyâret etmekle. 3- Ana-baba için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemek, onlar için sadaka vermek ve iyilik yapmakla onlar râzı olurlar.
Selemeoğullarından bir kimse, Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Yâ Resûlallah! Anam-babam vefât ettiler. Acabâ onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet, onlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dilemen, onların verdikleri sözleri yerine getirmen, onların dostlarına ikrâmda bulunman, onlar tarafından olan akrabâlarını ziyâret etmendir.” buyurdu.
Bir kimse, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Biat için sana geldim. Ana-babamı ağlayarak bıraktım” deyince, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ana-babana dön, onları ağlattığın gibi güldür.” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Burnu yere sürtülmüştür, burnu yere sürtülmüştür.” buyurdu. “Kimin, yâ Resûlallah?” dediler. “Ana ve babasından birinin veya ikisinin, yanında ihtiyârladığı hâlde, Cennet’e gitmeyenin.” buyurdu.
Bekr bin Hakem, babasından, o da dedesinden anlatır. “Yâ Resûlallah! En önce kime iyilik edeyim? dedim. “Annene” buyurdu. “Sonra kime?” dedim. Yine; “Annene” buyurdu. Üçüncü defâ sordum. Yine; “Annene” buyurdu. “Sonra kime?” dedim. “Babana ve sonra sırasıyla akrabâlarına” buyurdu. Annenin, babadan önde tutulması, onun çocuk için daha çok zahmet çekip yorulmasından; daha ziyâde şefkâtli ve çocuğa hizmetinin çok olmasındandır.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Size günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defâ buyurdular. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); “Evet. Bildir, yâ Resûlallah!” dediler. “Allahü teâlâya ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek ve yalan söylemektir.” buyurdu.
Avm bir Huveys isminde bir zât şöyle anlattı: “Bir köye gitmiştim. O köyün yanında bir kabristan vardı. İkindiden sonra, burada bulunan bir kabir açılır, başı merkep başı, bedeni insan bedeni gibi olan birisi çıkar, üç defâ merkep gibi anırdıktan sonra kabir kapanırdı. Orada yaşlı bir kadın yün eğiriyordu. Kabirden çıkan şahsın annesi olduğunu söylediler. Oğlunun hâlini şöyle anlattı: “Oğlum içki içerdi. Ben de ona; Allah'tan kork! Ne zamana kadar içki içmeğe devam edeceksin?” deyince, bana; “Tıpkı merkepler gibi anırıyorsun" derdi. Bir ikindi vaktinden sonra öldü. İşte şimdi görüyorsun. Her gün ikindiden sonra böyle kabirden çıkar, üç kere anırır, sonra kabri kapanır” dedi.
Akıllı kimsenin, ana-babasına nasıl hürmet edileceğini öğrenmesi, onlara karşı gelmemesi, itâat etmesi gerekir. Allahü teâlâ; Tevrât, İncil, Zebûr ve Kur'ân-ı kerîmde ve gönderdiği bütün kitaplarda, ana-babaya itâat ve hürmet edilmesini, onlara karşı gelinmemesini bildirmiş ve peygamberlerine de böyle emretmiştir.
Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: “Çocuğun, ana-babasının yanında, onların izni olmadan konuşmaması, önlerinde, sağlarında ve sollarında yürümemesi lâzımdır. Ancak çağırdıklarında yanlarına gider ve arkalarından yürür.”
İsmâil (aleyhisselâm), Allahü
teâlânın emirlerine uymakta, ibâdet etmekte, Allahü teâlâ tarafından gönderilen sıkıntılara,
musîbet ve meşakkatlere katlanmakta sabr etti ve Kur’an-ı kerîmde, Enbiyâ sûresi:
85. âyet-i kerîmede sabredenlerden olduğu bildirildiği gibi, bizzât Allahü teâlâ tarafından övüldü.
İsmâil aleyhisselâmın Kur’an-ı kerîmde açıkça övülmesine
sebep olan sabrın mâhiyeti ve üstünlüğü nedir? Nelere karşı sabredilirse sevâb
alınır? Sabır,
kişinin haramdan sakınıp, nefsin kötü arzularını yapmamasıdır. Böylece, sonu pişmanlık
olan lezzetlerden yüz çevirir. Sabır ikiye ayrılır. Biri, günah işlememek için
sabretmektir. Şeytan, insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah
işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır. İkincisi;
dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse sabır
deyince yalnız bu sabrı anlar. Bu sabır da sevâbdır ve her ikisi de farzdır. Bu
husûsta Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) dördüncü halîfesi ve
damadı, dünyâda iken Cennetle müjdelenmiş ve ilmin kapısı olduğu hadis-i
şerîfle bildirilmiş olan Hazret-i Ali buyurdu ki: “Sabır üç kısımdır: İbâdet ve
tâatlarda sabır, günahlara karşı sabır, musîbet ve sıkıntılara karşı sabırdır.
Kim ibâdet ve tâatlarda, Allahü teâlânın
emirlerini yapmada, beş vakit namazı muntazaman vaktinde kılmada sabır
gösterirse, kendisine yüz derece verilir ve her bir derece gökle yer arası
kadardır. Kim günahlara düşmemek ve haram işlememek için sabrederse, Allahü teâlâ kendisine kıyâmet günü altıyüz derece
ihsân eder. Kim de musîbetlere, başına gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır
gösterirse, ona da Allahü teâlâ hesapsız
dereceler ihsân eder.”
Fakih Ebü'l-Leys
Semerkandî hazretleri; “Belâlara sabredip, musîbetler karşısında Allahü teâlâyı hatırlamak insana elbette lâzımdır.
Çünkü insan, bu sabrı ve zikri gösterirse Allahü
teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermiş ve şeytanı kovmuş olur.”
buyurdu.
Kur’an-ı
kerîmde, Sâffât sûresi 101. âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi, Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı
“Hilm sâhibi
bir oğul” la müjdeledi. Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre,
hilm sâhibi olmak ile vasfedilen ve bu sıfatı ile övülen, İbrâhim aleyhisselâmın oğlu ve Muhammed
aleyhisselâmın dedesi olan İsmâil aleyhisselâmdır. Hilm vasfının, insanlara faydası pek
çoktur. Bunu İslâm âlimleri, eserlerinde oldukça geniş anlatmışlar ve bu
husûsta Resûlullah efendimizin
buyurduklarını kitaplarında nakletmişlerdir.
Hilm;
gadaba gelmemek, öfkeye kapılmamak yâni yumuşaklık demektir. Hilm, gadabını
yenmekten daha efdâl olup, aklın çokluğuna alâmettir. Hadîs-i şerîfte; “Gadaba sebep olan şey karşısında hilm
göstereni, Allahü
teâlâ sever.” ve “Allahü teâlâ, hayâ, hilm ve iffet sâhiplerini sever. Fuhuş söyleyenleri
ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez.” buyruldu. İffet;
başkasının malına göz dikmemektir. Fuhş; çirkin, ayıb şeylerdir. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), “Yâ Rabbî! Bana ilm, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle!”
duâsını çok söylerdi. (İlm-i nâfi; kelâm, fıkıh ve ahlâk ilimleridir. Âfiyet;
dînin ve îtikâdın bid’atlerden, amelin ve ibâdetin âfetlerden, nefsin
şehvetlerden, kalbin hevâ ve vesveseden, bedenin de hastalıklardan selâmet
bulması, kurtulması demektir.) Resûlullah’tan
(sallallahü aleyhi ve sellem), duâların efdâli
hangisidir diye sorulunca; “Allahü
teâlâdan âfiyet isteyiniz, îmândan sonra,
âfiyetten daha büyük nîmet yoktur.” buyurdu. Afiyete kavuşmak için,
çok istiğfâr etmelidir. Ayrıca; “İlm ve sekîne sâhibi olunuz! Öğrenirken ve öğretirken
yumuşak söyleyiniz! İlm ile tekebbür etmeyiniz!” buyurmuştur. Sekîne;
ağır başlı, vakâr sâhibi olmaktır. Hadîs-i şerîflerde;
“İslâmiyete
uyan ve yumuşak olan kimseyi, Cehennem ateşi yakmaz.” ve “Yumuşak olmak,
bereket getirir. İşinde taşkınlık ve gevşeklik yapmak, gaflete sebep olur.”, “Rıfk
sâhibi olmayan kimseden hayr gelmez!” ve “Rıfk, insana zînet verir, kusurlarını
giderir!”, “İlm; öğrenmekle, hilm de gayretle hâsıl olur. Allahü teâlâ, hayırlı şey için çalışanı, maksadına kavuşturur.
Kötülükten sakınanı, ondan korur.” buyruldu.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe'ye (radıyallahü anhâ) “Yumuşak davran! Sertlikten ve çirkin şeyden
sakın! Yumuşaklık insanı süsler ve çirkinliğini giderir.” buyurdu.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî; Metinde geçen âyet-i kerîmelerin tefsîrleri
2)
Tefsîr-i Taberî
3)
Hâşiyetü Şeyhzâde alâ tefsîr-i Kâdı Beydâvî (İstanbul 1978); cild-1, sh. 420
4)
Tefsîr-i Kebîr
5)
Tefsîr-i Tıbyân
6)
Tefsîr-i Mevâkıb
7) Tefsîr-i
Kurtubî
8)
Hâşiyetü Sâvî; cild-3, sh. 38, 322
9) Hâşiyetü
Cemel; cild-3, sh. 544
10)
Sahîh-i Müslim
11)
Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; cild-1, sh. 353
12)
Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 91, cild-2, sh. 181
13)
Mir’ât-ül-Haremeyn (Mir’ât-ı Mekke kısmı); cild-1, sh. 222, 226
14) Mecmû-üz-zevâid;
cild-8, sh. 201
15) Mu'cizât-ül
Enbiyâ; sh. 93
16) Kısâs-ül-enbiyâ
(Arâis); sh. 100
17)
Ahsen-ül-Enbâi fî ma’şeri enbiyâî; sh. 6
18) Ravdat-ul-ebrâr;
cild-1, sh. 32
19)
Feth-ül-Bâri fî şerh-il-Buharî; cild-6, sh. 277, 280, 283, 295
20)
Es-Sîret-ül Hâlebî; cild-1, sh. 18
21)
Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 184, 219, 221, 223
22) Hasâis-ül-kübrâ;
cild-2, sh. 181
23)
Ravdat-üs-safâ; sh. 174, 177, 188, 190
24) Delâil-ün-nübüvve;
sh. 122, 132
25)
Medâric-ün-nübüvve; cild-2, sh. 12, 17
26) Bedâyi-üz-zühûr;
sh. 97
27)
Ed-Dürr-ül-mensûr; sh. 529
28) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 363, 1024
29) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 324, cild-12, sh. 236
30) Rehber
Ansiklopedisi; İsmâil (aleyhisselâm), İbrâhim (aleyhisselâm), Hacer-ül-esved, Kâbe, Zemzem, Hac,
Kurban ve Muhammed aleyhisselâm maddeleri
31) Hak
Sözün Vesîkaları; sh. 153
32) Kimyâ-i
Seâdet