Keldânî
kavmine gönderilen peygamber. Ülü’l-azm adı verilen altı büyük peygamberden
biridir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan
sonra, peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Kendisine on suhuf indirildi.
Allahü teâlâ ona; Halîlim (dostum)
buyurdu. Bu sebeple Halîlürrahmân olarak zikredilir. Oğulları, hazret-i İsmâil
ve hazret-i İshak da peygamberdir. Torunlarından da peygamberler gönderilmiş
olduğu için Ebü'l-enbiya (peygamberler babası) denilmiştir. Babası Târuh'tur.
Bir rivâyete göre annesinin adı Emîle'dir. İbrâhim aleyhisselâmdan
önce de her kavme peygamber gönderildi. Araplar, İbrâhim aleyhisselâmın ilk oğlu hazret-i İsmâil'in; Benî
İsrâil de, ikinci oğlu olan hazret-i İshak'ın soyundandırlar.
İbrâhim aleyhisselâm, Keldânîlerin memleketi olan Bâbil'in
doğu tarafında ve Dicle nehri ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu.
Babası, Târuh isminde temiz bir mü’min idi. Annesi, İbrâhim aleyhisselâma hâmile iken, babası Târuh vefât etti.
Bundan sonra İbrâhim aleyhisselâmın annesi,
İbrâhim aleyhisselâmın amcası olan, Âzer ile
evlendi. Âzer, üvey babası ve amcası olup, putperest idi.
İbrâhim aleyhisselâm, sevgili
peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır. Peygamberimizin soyu ona dayanır. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte;
“Ben babam (ceddim) İbrâhim'in (aleyhisselâm) duâsı, kardeşim Îsâ'nın (aleyhisselâm)
müjdesi ve
annemin rüyâsıyım” buyurdu.
Âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîflerden
anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitabında yazıldığı üzere, Peygamberimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen
bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerîf, en cemîl,
en temiz zâtları idi. Hepsi de; azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târuh da, böylece, mü’min idi
ve fenâ ahlâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzak idi.
Âl-i
İmrân sûresinin başında
bildirildiği üzere, Kur’an-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür: Biri muhkemât
olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi; müteşâbihât olup, görülen,
anlaşılan, meşhûr olan mânâyı vermeyip, meşhûr olmayan mânâsı verilen
âyetlerdir. Yâni, bunların açık ve meşhûr mânâlarını vermek, akla ve dîne uygun
olmazsa, meşhûr olmayan mânâ vermek, yâni te’vil etmek icâb eder Açık mânâlarını vermek günah
olur. Meselâ, tefsîr âlimleri “el” kelimesine kudret, gücü yetmek mânâsını
vermişlerdir. İşte, bunlar gibi, En’âm sûresinde meâl-i şerîfi; “İbrâhim, babası
Âzer'e dediği zaman...” olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesinde, “Âzer”
kelimesi, “Ebîhi”
kelimesinin atf-ı beyânı olduğu Beydâvî tefsîrinde yazılıdır. Bir kimsenin iki
ismi olup, bu iki isim, birlikte söylendiği vakit, birinin meşhûr olmadığı,
ikincisinin meşhûr olduğu anlaşılır ki, bu ikincisine, atf-ı beyân denir. Bunun için,
belâgat, fesâhat ve îcâz kâidelerine göre, İbrâhim aleyhisselâm
iki kimseye baba demektedir. Birisi, kendi babası, diğeri, baba dediği
başkasıdır. Âyet-i kerîmenin mânâsı; “İbrâhim, Âzer olan babasına dediği zaman”
demektir. Böyle olmasaydı, Kur’an-ı kerîmde; “Babası Âzer'e dediği zaman”
demeyip; “Âzer'e dediği zaman” veya “Babasına dediği zaman” demek yetişirdi.
Âzer, kendi babası olsaydı; “Babası” kelimesi fazla olurdu.
Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hak olarak tatbik edildiği
seneler içinde, Tevrât âlimlerinin hepsi ve Îsâ aleyhisselâmın
havârîleri ve bunlara tâbi olan papazlar, Âzer'in asıl baba olmayıp, İbrâhim aleyhisselâmın amcası olduğunu söylemişlerdir. Bâzı
hakîkatten habersiz olanların yazdığı gibi, Târuh kelimesi, Âzer isminin İbranî
karşılığı değildir. Yâni, ikisi de, bir adamın ismi değildir. Kur’an-ı kerîmde,
Tevrât ve İncil'e uygun âyet-i kerîmeler pek çoktur. Hindistan'daki İslâm
âlimlerinden Rahmetullah Efendi (rahmetullahi aleyh),
“Beyân-ül-hak” kitabının Türkçe tercümesi, otuzuncu sahifesinde diyor ki: “Nesh,
yâni Allahü teâlânın değiştirmesi, yalnız
emirlerde ve yasaklarda olur. İmâm-ı Begavî'nin “Meâlim-üt-tenzil” ismindeki
tefsîrinde; “Nesh, kısas ve haberlerde olmaz. Fen bilgilerinde ve hesap ile
bulunan bilgilerde de olmaz. Yalnız, emir ve yasaklarda olur” diye yazılıdır. Nesh;
emir ve yasakları değiştirmek demek değildir. Bunların yürürlük zamanlarının
bittiğini haber vermek demektir. Kur’an-ı kerîm, Tevrât'ın ve İncil'in hepsini
değil, birkaç yerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır.” Bu âyet-i kerîmeyi,
bu bakımdan da, te’vil etmek lâzım gelmektedir.
Bakara
sûresinde, Ya’kûb aleyhisselâma, çocuklarının; “Ve senin
babaların İbrâhim ve İsmâil ve İshak'ın da Rabbi” dedikleri meâlindeki
yüzotuzüçüncü âyet-i kerîmeden, İsmâil aleyhisselâmın,
Ya’kub aleyhisselâmın babası olduğu
anlaşılmaktadır. Halbuki, Ya’kub aleyhisselâm,
İshak aleyhisselâmın, bu ise İbrâhim aleyhisselâmın oğludur. İshak aleyhisselâm da, İsmâil aleyhisselâmın
kardeşidir. Şu hâlde, İsmâil aleyhisselâm, Ya’kub
aleyhisselâmın babası değil, amcasıdır. Demek
ki, Kur’an-ı kerîmde amcaya, baba denildiği de vâkidir. Arabînin çeşitli
lügatlerinde, amcalara, baba denildiği, tefsîr kitaplarında, bu âyetin
tefsîrinde yazılıdır. Peygamberimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir köylü Araba,
amcası Ebû Tâlib ve Ebû Leheb'e, Hazret-i Abbâs'a çok defâ baba dediği,
kitaplarda yazılıdır. Her millette, her lisânda, her zaman, amcalara, üvey baba
ve kayın pederlere ve her hâmî ve yardımcıya baba denilmesi âdet hâlindedir.
Hem de, Âzer, İbrâhim'in aleyhisselâm hem
amcası, hem de üvey babası idi. Fîrûzâbâdî de, “Kamus”da böyle olduğunu
bildirerek; Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın
amcasının ismidir. Babasının ismi Târuh'tur diyor. Din kitaplarının bu kadar
açık beyânı karşısında; Âzer'in amca olması kavli zayıftır. Kuvvetli kavle
göre, Âzer babasıdır demek, zayıf ve çürük bir sözdür. Âlimlerin sözlerindeki
inceliği anlamamak olur.
İmâm-ı Süyûtî
(rahmetullahi aleyh) “Kitab-üd-derc-il-münîfe”
kitabında, Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın
babası olmadığını, amcası olduğunu vesîkalarla ispat etmektedir. Bu kitap,
Süleymâniye Kütüphânesi'nin Reis-ül-küttâb Mustafa Efendi kısmında 1150
numarada kayıtlıdır.
“Envâr-ül-Muhammediyye”de diyor ki, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Âdem aleyhisselâmdan babam Abdullah'a gelinceye
kadar, hep nikâhlı ana-babalardan geldim. Hiç bir babamın nikâhsız, zinâ ile
çocuğu olmadı.” buyruldu.
İslâmî
ilimlerin; tefsîr, hadis, fıkıh ve tasavvuf kısımlarında derin bilgisi olan ve
çok kıymetli kitapları ile insanlara büyük hizmet eden, ebedî saâdet yolunu
gösteren Senâullah-ı Dehlevî (Pani-püti) hazretleri, “Tefsîr-i Mazharî”nin
birinci ve üçüncü ciltlerinde buyuruyor ki: “En’âm sûresindeki (Âzer) kelimesi,
(Ebîhi) kelimesine atf-ı beyândır. Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın
babası değil, amcası olduğunu bildiren haberler daha doğrudur. Arabistan'da,
amcaya baba denilir. Kur'ân-ı kerîmde de,
İsmâil aleyhisselâma, Ya’kûb aleyhisselâmın babası denilmiştir. Halbuki amcasıdır.
Âzer'in asıl ismi Nâhûr idi. Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrûd'un
veziri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i Râzî ve selef-i
sâlihinden çoğu da Âzer'in amca olduğunu bildirdiler. Zerkanî (rahmetullahi aleyh), “Mevâhib-i ledünniyye”yi şerh
ederken, İbn-i Hâcer-i Heytemî'nin (rahmetullahi aleyh);
“Âzer'in amca olduğunu, Ehl-i kitap ve târihçiler sözbirliği ile
bildirmişlerdir” sözünü vesîka olarak yazmıştır. İmâm-ı Süyûtî; Âzer'in,
İbrâhim aleyhisselâmın babası olmadığını, esas
babasının Târuh olduğunu, İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ)
bildirdi diyor. İbn-i Abbâs'ın bu sözünü, Mücâhid ve İbn-i Cerîr ve Süddî,
senetleri ile bildirmişlerdir, İbn-i Münzir'in tefsîrinde de Âzer'in amca
olduğunun açıkça bildirildiğini yine Süyûtî haber vermektedir.”
“El-Müstened”
kitabında; Âzer'in, İbrâhim aleyhisselâmın
babası olmadığını, amcası olduğunu, İmâm-ı Süyûtî ispat etmektedir. “Babam ve baban
Cehennem’dedirler” hadîs-i şerîfi,
Ebû Leheb'in Cehennem’de olduğunu bildirmektedir demektedir.
İbrâhim aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Keldânî kavmi,
yıldızlara ve putlara tapıyordu. Bu kavmin o devirdeki kralı Nemrûd idi.
İnsanlara; putlara ve kendine tapmayı emreden Nemrûd, cebbâr, zâlim ve büyüklük
taslayan ve çok zulmeden azgın bir kraldır. Nemrûd'un babası Ken’ân, Hâm
soyundandır. Nemrûd, dünyânın meskun bölgelerine hâkim idi. İlk taç giyen odur.
Gurur ve sefâhat, cehâlet ve ahmaklıkla hâşâ uluhiyyet dâvâsında bulundu. O
zaman insanların pek çoğu ona boyun eğmişti.
Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İsmini duyduğunuz
kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi.
Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân aleyhisselâm idi. Kâfir olan
ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim
evlâdımdan biri, yâni Mehdî mâlik olacaktır.”
Kur’an-ı
kerîmde Bakara sûresi 258. âyet-i kerîmede meâlen; “Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diye
(azarak)
İbrâhim ile Rabbi hakkında mücâdele edeni (Nemrûd'u) görmedin mi?...
(Haberi sana ulaşmadı mı? Habîbim elbette sen bilirsin. Kur’an-ı kerîmde sana
haber verildi) buyrulmaktadır.
“Mearic-un-nübüvve”
adlı eserde kaydedildiğine göre Nemrûd, saltanatının ilk yıllarında adâlet ve
insâf ile idâre etti. Sonradan şeytanın vesvesesine aldanarak kibre kapıldı ve
ilâhlık dâvâsında bulundu. Bütün insanları kendine taptırmak istedi. Kendisinin
heykellerini yaptırıp, her tarafa gönderdi. İnsanlar, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakıp, Nemrûd'a,
yıldızlara ve putlara tapmağa başladılar.
Nemrûd ve
ona tâbi olanlar, azgınlık ve isyân içinde yaşamakta iken, bir gün Nemrûd bir
rüyâ gördü. Bir rivâyete göre, rüyâsında gökyüzünde bir nûrun parladığını,
güneşin, ayın ve yıldızların bu nûrun ışığında kaybolduğunu gördü. Diğer bir
rivâyete göre ise, rüyâsında bir kimse gelip kendisini tahtından kaldırıp yere
vurduğunu gördü. Müneccimlerini toplayıp gördüğü bu korkunç rüyâyı tâbir
ettirdi. Müneccimler; Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını
temelinden yıkacak! Ona göre tedbirini almalısın diye tâbir ettiler. Nemrûd, bu
işin tedbiri kolaydır dedi. Buna mâni olacağı zannına kapılıp, gücüne güvenerek
önemsemedi ve; “Bundan sonra kimse çocuk sâhibi olmayacak. Hanımlardan uzak
durulacak. Doğan çocuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak!” emrini
verdi. Bu işi gerçekleştirmek için me’murlar tâyin etti. Her on âilenin başına
bir me’mûr vazifelendirip, halkı o sene kontrol altına aldı. Bütün erkekleri
şehirden dışarı çıkardı. Şehrin çevresine de nöbetçiler dikti ve erkeklerin
şehre girmesini engelletti. Yeni doğan erkek çocukları derhal öldürtüyordu. Bu
sûretle yüzbin masum bebeğin öldürüldüğü nakledilmiştir.
Doğacak
erkek çocukların öldürülmesi için emir verildiğinde, annesi İbrâhim aleyhisselâma hâmile idi. Babası Târuh ise bu
sıralarda vefât etmişti. İbrâhim aleyhisselâmın
annesi, Târuh'un kardeşi Âzer ile evlendi.
Mü’mine
bir hanım olan bu kadın, Âzer'in şerrini bildiği için, doğacak çocuğa bir zarar
vermesinden korkuyordu. Kurtulmak için; “Eğer karnımdaki bu çocuk erkek
doğarsa, götürüp Nemrûd'a teslim edersin. Böylece Nemrûd seni daha çok sever ve
sana kıymet verir” demesi üzerine Âzer buna sevindi. Doğum zamanı yaklaşınca,
onu başından savarak zararından korunmak için; “Kadınların doğum yapmasında
ölmek tehlikesi de vardır. Çok korkuyorum. Sen puthâneye git, benim için duâ et
kurtulayım” dedi. Böylece hîle ile Âzer'i yanından uzaklaştırdı. Âzer puthâneye
giderek içeri kapanıp çıkmadı. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâmın
annesinin doğum zamanı geldi. Hemen doğum hazırlıklarını tamamlayıp gizlice bir
mağaraya gitti. Orada İbrâhim aleyhisselâm
dünyâya geldi. Nemrûd gibi zâlim bir diktatörün bütün tedbirleri boşa gitmiş ve
İbrâhim aleyhisselâm dünyâya gelmişti. Annesi
onu iyice emzirip, mağaranın veya onu bıraktığı ark gibi bir yerin ağzını iyice
kapatıp şehre döndü. Âzer'e haber gönderip eve gelmesini istedi. Âzer eve gelip
merâkla hâlini sorunca; “Başın sağolsun, bir erkek çocuk doğurdum. Çocuk zayıf
doğdu ve hemen öldü” dedi. Buna Âzer de inandı. İbrâhim'in aleyhisselâm annesi, Âzer evden çıkıp gidince gizlice
çocuğunu bıraktığı mağaraya gider, onu emzirip dönerdi. Çocuğunun yanına
gittiğinde bâzan onu, parmaklarını emer bir hâlde görürdü. Dört parmağından
ağzına; yağ, bal, süt ve hurma şırası gelirdi. Ne zaman yalnız kalsa Allahü teâlâ Cebrâil
aleyhisselâmı gönderir bu gıdaları parmaklarına
akıtırdı.
İbrâhim aleyhisselâmın mağarada ne kadar kaldığı husûsunda
rivâyetler muhtelif olup; yedi, onüç, onaltı veya onyedi yaşına, kadar kaldığı
rivâyet edilmiştir. Mağaradan çıktıktan sonra, Keldânî kavmine doğru yolu
anlatmaya başlamıştır. Bu kavim putlara ve yıldızlara tapıyordu. Azgın kralları
Nemrûd da ilâhlık iddia ediyor, insanları kendine taptırıyordu. İbrâhim aleyhisselâm putlara ve yıldızlara tapmanın bâtıl ve
yanlışlığını, Nemrûd'un da âciz bir insan olduğunu açık delillerle ve
anlayacakları bir usûlle anlattı. Bu husûs, Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle
bildirildi; “Biz
(büluğundan) önce İbrâhim'e, tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol
bulabilecek rüştünü (veya Mûsâ ve Hârun'dan önce peygamberlik) verdik. Biz onun
buna lâyık olduğunu biliyorduk.” (Enbiyâ sûresi: 51) Müfessirler bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle buyurmuşlardır: “Biz İbrâhim'e (büluğundan) önce rüştünü
verdik” buyrulan âyet-i kerîmede, eğer İbrâhim aleyhisselâmın büluğundan önceki zaman murâd ise; “Onun
rüştünün” mânâsı; din ve dünyâ iyiliğine yol bulmasıdır.
İbrâhim aleyhisselâm mağaradan çıkıp üvey babası Âzer'in
evine gittiği zamanlar, başta kavmin kralı Nemrûd olmak üzere insanlar korkunç
bir sapıklık ve azgınlık içinde idiler. İbrâhim aleyhisselâm,
Allahü teâlânın verdiği rüşd ve hidâyet
ile insanların hidâyete kavuşmaları, Allahü teâlâya
îmân ve ibâdet etmeleri için tebliğe başladı. Önce üvey babası olan Âzer'e,
putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya
îmân etmesini söyledi. İbrâhim aleyhisselâm
üvey babası Âzer'e, peygamberlik gereği, gâyet yumuşak bir tavırla, putların;
işitmeyen, görmeyen, fayda ve zarar vermekten âciz; onlara tapmanın ise
sapıklık ve boş bir şey olduğunu söyledi. Üvey babasını îmâna dâvet etmesi ve
nasîhati, Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ
sûresinde bildirilmiştir. Bu husûs ile ilgili âyet-i kerîmelerin tefsîrinde
müfessirler şöyle bildirmişlerdir: İbrâhim aleyhisselâm
üvey babasına; “Niçin bir fayda vermekten âciz olan şeylere taparsın? Duâ, niyâz
ve ibâdet ancak, her şeye kâdir olan, her şeyi bilen Allahü teâlâya yapılır. Putlar kendilerini bile korumaktan âciz
şeylerdir. Hiç onlara tapılır mı?” dedi. Yine Âzer'e; “Ey babacığım! Bana;
vahiy yoluyla sana gelmeyen, senin bilmediğin bir ilim; Allahü teâlâyı tanımak, îmân etmek ve O'nun
hükümleri geldi. Bana tâbi ol, söylediğim şeyleri kabûl et. Seni, doğru bir
yola, doğru bir îmâna kavuşturayım. Tâ ki sapıklıktan kurtulup hidâyete
kavuşasın. Ey babacığım! Şeytanın seni aldatmasına kapılma, şeytanın seni aldatmak
için süslü gösterdiği putlara tapma. Küfründen vazgeç. Şüphesiz ki şeytan, Allahü teâlânın emrine uymayıp isyân etmiştir.
Böylesine âsî olan şeytana uyma! Eğer putlara tapmakla küfürde, îmân etmemekte
ısrâr edersen, şeytana uyarsan, korkarım ki bu isyânın sebebiyle azâba düşer,
ebediyyen felâkete uğrarsın! Şeytanı dost edinmiş olursun ve şeytanla birlikte
Cehennem’e atılırsın. Böylece ebedî bir felâketi düşün de şeytana uyma, putlara
tapmaktan vazgeç! Allahü teâlâya îmân et
ve ebedî saâdete kavuş” dedi. İbrâhim aleyhisselâmın,
üvey babası Âzer'e nasîhati ve onu îmâna çağırması Kur’an-ı kerîmde meâlen
şöyle bildirilmiştir:
“(Ey Resûlüm!) kitâbda (Kur’an'da bildirilen) İbrâhim'in (babasıyla
olan) kıssasını
(İslâm'a dâvet ettiğin kimselere), zikret, anlat. Çünkü o sıddîk (doğruluğu
tam, sıdkı bütün) bir peygamber idi. Yine hatırla ki, İbrâhim babasına şöyle demişti: “Ey
babam! işitmez, görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?
Ey babam! Gerçekten bana, sana gelmeyen bir ilim (vahiy yoluyla
tevhid ilmi)
gelmiştir. O hâlde bana uy da, seni doğru yola ileteyim.
Ey babam! (Allahü
teâlâya ortak koşarak, putlara ibâdet ederek) şeytana uyma, çünkü şeytan, Rahmân'a (Allah'a) âsî oldu.
Ey babam! Doğrusu ben
korkarım ki, (şeytana
uyman sebebiyle)
sana Rahmân'dan bir azâb gelir de şeytana (Cehennem’de) yâr, (yardımcı,
arkadaş)
olursun.” (Meryem sûresi: 41-45)
Âzer,
İbrâhim aleyhisselâmın yumuşaklıkla söylemesine
ve Allahü teâlâya îmâna dâvet etmesine
rağmen bunu kabûl etmedi ve sert bir lisânla; “Ey İbrâhim! Nedir bu öğütler?
Yoksa sen bizim putlarımızı, tanrılarımızı red mi ediyorsun? Eğer tanrılarımızı
kötülemekten vaz geçmezsen, sana çirkin sözler söylemekten geri durmam veya
seni öldürürüm. Evimden yurdumdan çık, uzaklaş, git!” dedi.
Puthanenin
nâzırı yâni bakıcısı olan Âzer, put yapıp satarak geçimini te’min ederdi.
Yaptığı putları çocuklarına sattırırdı. İbrâhim aleyhisselâmın
da satmasını ister ona da verirdi. Âzer'in oğulları, putları halk arasında
överek satarlardı. İbrâhim aleyhisselâm da,
satmak için kendine verilen puta ip bağlayıp; sürükleyerek pazara götürürdü. İnsanların
yaptığı bu putların; güçsüz, kudretsiz olduğunu göstermek için, sürükleyerek
götürdüğü putun başını suya sokar, alay ederek; “Hadi iç!” derdi. Böylece
insanlara, bu âciz putlara tapmalarının mânâsızlığını, gösterirdi. Âzer,
kıyâmet günü, yüzü simsiyah ve toz toprağa batmış bir hâlde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecektir. İbrâhim aleyhisselâm ona, ben sana dünyâda iken benim
bildirdiklerime îmân et (putlara tapma) demedim mi? deyince, Âzer; “İşte bu gün
sana âsî olmayacağım” diyecek. Fakat iş işten geçmiş olacak, artık
affolunmayacak. Bundan sonra Âzer, kana bulanmış bir sırtlan sûretinde İbrâhim aleyhisselâma gösterilecek ve ayaklarından tutulup
Cehennem’e atılacaktır. Bu husûslar “Sahîh-i Buhârî”de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.
O zaman
insanların putlara tapması; yıldızları ilâh kabûl etmeleri ve putları da, ilâh
kabûl ettikleri yıldızlara yaklaşma vâsıtası olarak düşünmeleri sebebi ile idi.
İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini bu husûsta
da uyararak, yıldızlara tapmanın, onları ilâh kabûl etmelerinin bâtıl ve yanlış
olduğunu, gâyet açık bir şekilde, anlayacakları tarzda bildirdi. Bu husûs
Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki İbrâhim (üvey) babası Âzer'e; Sen putları kendine tanrılar
mı ediniyorsun? Gerçekten ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde
görüyorum demişti. Biz İbrâhim'e (Âzer'in ve kavminin dalâlette olduğunu
öğrettiğimiz gibi) tevhidde yakîn üzere sabitlerden olması için, göklerin ve
yerin melekûtunu (mülkünü de) öylece gösterdik.” (En’âm sûresi: 74, 75) Bu
âyet-i kerîmede zikredilen “Melekût” kelimesi için Mücâhid ve Sa’îd bin Cübeyr (rahmetullahi aleyhima); “Arş'a kadar yedi kat semâ ve
arzın tabakalarıdır” demişlerdir. Katâde (radıyallahü
anh) ise, “Melekût” kelimesini şöyle tefsîr etmiştir: “Semânın melekûtu;
güneş, ay ve yıldızlar, arzınki ise; dağlar, ağaçlar ve denizlerdir.” Bütün
bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğünü, her
şeye kâdir olduğunu ve âlemleri yoktan var ettiğini gösteren birer işâret ve delildir.
İbrâhim aleyhisselâma, semâvatın ve arzın
melekûtu gösterildiği beyân burulduktan sonra, meâlen şöyle buyruldu: “Vakta ki
İbrâhim'in üzerini gece bürüdü (hava karardı). Yıldız gördü. Bu mu benim Rabbim? dedi.
Yıldız batınca (kaybolunca); Ben böyle batanları sevmem dedi. Sonra ayı doğarken gördü.
Rabbim bu mudur? dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; Yemîn ederim ki, eğer
Rabbim benî hidâyet üzerinde sâbit kılmasaydı elbette ben dalâlete düşenler
topluluğundan olacaktım demişti. Daha sonra güneşi doğar hâlde görünce; Rabbim
bu mudur? Bu gördüklerimden daha büyük dedi. Batınca da şöyle dedi: “Ey kavmim,
bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır, ben sizin Allah'a şirk koştuğunuz
şeylerden kat’î olarak uzağım” dedi. Şüphesiz ben bir muvahhid (Allahü teâlâya îmân eden) olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan
Allah'a çevirdim. Ben Allah'a ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim.”
(En’âm sûresi: 76-79)
İbrâhim aleyhisselâmın yıldızları, ayı, sonra da güneşi
göstererek; “Bu
mu benim Rabbim” dediğini bildiren âyet-i kerîmeler, Mazharî
tefsîrinde şöyle tefsîr edilmiştir: “Gece vakti gösterdiği yıldızlar zühre ve
müşteri yıldızı idi. Yıldızları, ayı ve güneşi göstererek; “Bu mu benim Rabbim” demesi,
yıldızlara tapanları ilzam içindir. Onun bu ifâde şekline baş vurması; batıp
kaybolan bu varlıkların ilâh olmadığını, bunları yaratanın Allahü teâlâ olduğunu, O'na îmân etmek lâzım geldiğini
kesin ve kat’î deliller ile göstererek, yıldızlara tapanları sükuta mecbûr
etmek için idi. Çünkü puta ve yıldıza tapan Keldânî kavmi, yıldızları ilâh
tanıdıklarından, işleri yıldızlara bağlıyorlardı. İbrâhim aleyhisselâm böyle davranmakla; onları içinde
bulundukları dalâletten, sapıklıktan kurtarmak, delil göstererek hakîkati
bildirmek ve Hakk'a kavuşturmak istedi. Bu sebeple de; yıldızları, ayı, güneşi
göstererek; “Size göre güyâ bu benim Rabbimdir öyle mi?” dedi.” Yukarıdaki
âyet-i kerîmenin tefsîri, Beydâvî tefsîrinin “Şeyhzade hâşiyesi”nde ise şöyle
yapılmıştır:
İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle yıldızlara tapan bir
kavme, delil göstermek yoluyla hakîkati bildirmek istemiştir. Onları iyice
düşünmeye ve anlamaya sevketmek istemiştir. Yıldızları, ayı ve güneşi gösterip
her biri için; “Bu
mu benim Rabbim?” diyerek önce dikkatlerini çekmiş, sonra da böyle
inanmalarının bâtıl olduğunu söylemiştir. Yâni âdetâ şöyle demiştir. İyice bir
düşünün. İlâh dediğiniz bu yıldızlardan daha parlak olan ay ve güneş doğup
batıyor. Bunların hepsi dâimâ değişiyor, başkalaşıyor, yâni doğuyor, batıyor.
Bunlar nasıl ilâh olabilir. Bunları bir yaratan vardır. O da Allahü teâlâdır. O, noksan sıfatlardan münezzeh ve
her şeye kâdirdir.
İbrâhim aleyhisselâm, Keldânî kavmini sapıklıktan kurtarmak
ve hidâyete kavuşturmak için, taptıkları yıldızların ve putların ilâh
olmadığını anlayabilecekleri açık delillerle gösteriyordu. Onlara; “Nedir bu
taptığınız bir takım heykeller, sûretler? Bu cansız ve âciz şeylerin ne faydası
ne de zararı vardır. Ey kavmim! Taştan, ağaçtan yaptığınız putlara tapmayı
bırakınız, Allah'a şirk koşmayınız! Kesinlikle biliniz ki, sizin ibâdet
ettiğiniz şeyler, aslâ size fayda verme gücüne sâhip değildirler. Her şeye kâdir
olan Allahü teâlâya îmân ediniz ve O'na
ibâdet yapınız. Eğer Allahü teâlâya ibâdet
ederseniz mükâfâtını; şirk koşarsanız, azâb ve cezâsını göreceksiniz.
Döneceğiniz yer âhırettir. Yaptıklarınızın hesâbını Allah'a vereceksiniz!”
şeklinde îkâzda bulundu. Fakat, Keldânî kavmi İbrâhim aleyhisselâma
şöyle dedi: “Biz babalarımızı, putlara ibâdet ediciler olarak bulduk. Böylece
onlara uyarak putlara tapmaktayız.” Bu cevap karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Ey putlara tapan kavim! Yemîn ederim
ki siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktasınız!” dedi.
Bu husus
Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Biz (büluğundan) önce İbrâhim'e,
tevhîde ve putlara tapmaktan sakınmaya yol bulabilecek rüştünü (veya
Mûsâ ve Hârun'dan önce peygamberlik) verdik. Biz, onun buna lâyık olduğunu biliyorduk. O zaman
o, babasına ve kavmine; “Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?” demişti.
Onlar; Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk (ve biz
onlara uymaktayız) dediler. (İbrâhim) dedi ki: “Yemîn ederim ki siz de, atalarınız
da apaçık bir sapıklık içindesiniz.” Onlar (İbrâhim'in aleyhisselâm, atalarına dalâlet izâfesine ihtimâl
vermedikleri için hayretle); “Sen bize bu sözü gerçek olarak mı söylüyorsun? Yoksa
latîfe mi yapıyorsun? (bizimle eğleniyor musun?).” dediler. O da; “Hayır,
sizin Rabbiniz hem göklerin, hem de yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve
ben de bu dediğime şâhidlik edenlerdenim. Allah'a yemîn ederim ki, siz arkanızı
dönüp (bayram yerinize) gittikten sonra ben putlarınızı elbette kıracağım dedi.”
(Enbiyâ sûresi: 51-57) Mücâhid (radıyallahü anh)
ve Katâde'nin (radıyallahü anh) kavillerine
göre İbrâhim aleyhisselâm; “Putlarınızı
kıracağım” diye herkesin duyacağı şekilde açıkça değil, gizlice söylemiş, bunu
da bir kişi duymuştu.
İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini, dâimâ Allahü teâlâya îmâna dâvet eder, onları içinde
bulundukları sapıklıktan kurtarmaya çalışırdı. Bâbil halkı onu bu tutumundan
dolayı üvey babası olan Âzer'e şikâyet etmişlerdi. Âzer, İbrâhim aleyhisselâmı azarlamak istedi ve bu işten vaz
geçmesini söyledi. İbrâhim aleyhisselâm, onun
sözlerine hiç aldırmayıp; “Benden delil isteyin göstereyim. Bana hidâyet veren,
doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni
sizden ayırdı. Sizin içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve
pullarınızı sevmiyorum.” dedi. Bunun üzerine Âzer hiddetlenip, İbrâhim aleyhisselâmın, yanından uzaklaşmasını istedi.
İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın
emri üzerine büyük-küçük kim olursa olsun insanları îmâna dâvet ediyordu. Bu
sırada, insanlara topluca açık bir tebliğde bulunmayı, putların mânâsız ve
âcizliğini, onlara tapmanın apaçık bir dalâlet, sapıklık olduğunu gâyet açık
bir şekilde göstermek istiyordu. O zaman Keldânî kavmi senede bir gün toplanıp,
kendilerine göre, bayram yapardı. O gün gelince, halk bayram yapmak üzere bir
yerde toplanırdı. Bayram yaptıktan sonra puthâneye gidip, putlara secde ederek
taparlar, sonra evlerine dönerlerdi. Keldânî kavminin toplanıp bayram
yapacakları yere gittiği zaman, İbrâhim aleyhisselâmın
üvey babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer ona; “Bu gün, bayram yapmaya sen de
bizimle gel!” dedi. İbrâhim aleyhisselâm
onlarla birlikte, toplanacakları yere doğru yola çıktı. Biraz gittikten sonra; “Ben
hastayım” diyerek geri döndü. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman
şehirde kimse kalmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm
şehre girip doğruca puthâneye gitti. Burada yetmiş kadar put vardı. Putların
önüne, çeşit çeşit yemekler konmuştu. Putperestler bayram yapmaya giderken bu
yemekleri putların önüne koyup; “Yemeklerimiz bereketlenir dönünce yeriz”
demişlerdi. İbrâhim aleyhisselâm putların önüne
dizilmiş olan bu yemekleri görünce, alay ederek putlara; “Niçin yemiyorsunuz?
Niçin konuşmuyorsunuz?” diye bağırdı. Bu putlar gümüşten, pirinçten, bakırdan
ve ağaçtan yapılmıştı. En iri putu altından yapmışlar ve altından bir taht
üzerine yerleştirmişlerdi. Üzerine sırmalı elbiseler giydirip, başına da süslü
bir taç koymuşlardı.
İbrâhim aleyhisselâm yanında getirdiği bir balta ile bütün
putları kırıp, parça parça etti. Sâdece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun
boynuna asarak oradan uzaklaştı. Putperest Keldânî kavmi bayramdan dönünce
âdetleri üzere puthâneye gittiler. İçeri girdikleri zaman putların kırılıp
parça parça edildiğini görünce şaşırdılar. Bunu kim yaptı diye bağrışmaya
başladılar. Putları kıranı cezâlandıracağız dediler: Sonra araştırmaya
başladılar ve; “Bu işi, yapsa yapsa İbrâhim yapar. Hastayım diyerek bizimle
bayram yerine gelmedi” dediler. Zâten İbrâhim aleyhisselâmın,
kendilerini puta tapmaktan vaz geçip, Allahü teâlâya
îmân etmeye çağırdığını, putlardan nefret ettiğini biliyorlardı. İbrâhim aleyhisselâmı derhal yakalayıp cezâlandırmaya karar
verdiler, durumu Nemrûd'a da bildirdiler. Nihâyet İbrâhim aleyhisselâmı bulup, halkın önünde sorguya çektiler.
“Ey
İbrâhim! Bizim ilâhlarımız olan putları sen mi kırdın? Bu hakâreti sen mi
yaptın” dediler. İbrâhim aleyhisselâm bu sapık
kişilerin açık delillerle uyanmalarını, sapıklıklarını anlamalarını ve böylece
hidâyete kavuşmalarını istiyordu. Bu sebeple onlara; “Bu işi olsa olsa,
boynunda balta asılı duran şu en iri put yapmıştır. Ben varken bu küçük putlara
niçin tapıyorlar? demiştir. Siz ona bir sorunuz. Belki o yapmıştır” dedi.
Putperestler; “Putlar konuşamaz ki sen bize onlara sor diyorsun” dediler. Bunun
üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “O hâlde daha
kendilerini kırılmaktan kurtaramayan, size hiç bir faydası olmayan bu putlara
ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz, hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve
taptığınız bu putlara yazıklar olsun!” dedi.
Bu
husûslar Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Nihâyet o,
putları paramparça etti, yalnız bunların büyüğünü bıraktı (ve
baltayı büyük putun boynuna astı). Umulur ki (putların âcizliklerini görürler de) İbrâhim'e ve dînine
dönerler (veya büyük puttan hâdiseyi sorarlar.) Kâfirler bayram yerinden döndükleri zaman
dediler ki: Bunu bizim ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak o kimse kendisine zulüm
edip tehlikeye atanlardandır. (Yine bir kısmı) dediler ki: İşittik ki bir genç bunları (putları) kötülüyor,
kendisine İbrâhim deniyormuş. (Nemrûd ve kavminin ileri gelenleri
şöyle) dediler:
Öyle ise, onu insanların gözleri önüne getirin ki onun hakkında bildikleri şeye
şâhidlik etsinler. (Böylece delilsiz onu yakalamış, cezâlandırmış
olmayalım. Hazret-i İbrâhim'i getirdikleri zaman); Ey İbrâhim! ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?
dediler. İbrâhim dedi ki: Belki bunu onların şu büyükleri yapmıştır. Sorun
bakalım, o küçük putlara, eğer konuşabiliyorsalar size cevap versinler. Bunun
üzerine kalbleri ile tefekkür edip, akıllarına dönüp (birbirlerine) dediler ki:
Doğrusu siz, konuşmayan, işitmeyen şeye tapmakla zâlimlerdensiniz. Sonra yine
eski küfür ve isyânlarına döndüler ve dediler ki: Sen gerçekten biliyorsun ki,
bu putlar konuşmazlar. Niçin onlara sorunuz dersin? İbrâhim; O hâlde Allah'ı
bırakıp da size hiç bir fayda vermeyecek şeylere mi tapıyorsunuz? Üf (yazıklar
olsun) size ve
Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanamayacak mısınız? dedi.”
(Enbiyâ sûresi: 58-67)
İbrâhim aleyhisselâm, putları kırınca; putperestler bu işi onun yaptığını anladılar ve cezâ vermek üzere hapsettiler. Durumu ilâhlık dâvâsında bulunan kralları Nemrûd'a bildirdiler. Bunun üzerine Nemrûd; “Onu bana getirin” dedi. İbrâhim aleyhisselâmı Nemrûd’un yanına götürdüler. O zaman insanlar, Nemrûd'un yanına girince, Nemrûd'a secde ederlerdi. İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'a secde etmedi. Nemrûd; “Niçin secde etmedin?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Ben, beni yaratan Allahü teâlâdan başkasına secde etmem” buyurdu. “Senin hâlıkın, seni yaratan kimdir?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim, dirilten (hayat veren) ve öldüren Allah'tır” dedi. Nemrûd; “Ben de diriltir ve öldürürüm” diyerek zindandan iki kişi getirtti. Birini serbest bırakıp, birini öldürdü. Güyâ böylece diriltmiş ve öldürmüş olduğunu gösterdi. Nemrûd, diriltmenin hayatı olmayana hayat vermek, yâni yaratmak; öldürmenin de, rûhu almak olduğunu ve bunu ancak her şeye kâdir olan Allahü teâlânın yapacağını bilmiyordu. Nemrûd'un bu hareketi karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim güneşi doğudan getirir, doğdurur. Eğer gücün yetiyorsa sen de batıdan doğdur!” dedi. Nemrûd bu söz karşısında şaşırıp, âciz kaldı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Bakara sûresi 258. âyet-i kerîmede bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrâhim ile Rabbi hakkında mücâdele edeni (Nemrûd'u) görmedin mi? (Haberi sana ulaşmadı mı? Habîbim elbette sen bilirsin. Kur'ân-ı kerîmde sana haber verildi.) İbrâhim ona; Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür dediği vakit, o (Nemrûd); Ben de diriltir ve öldürürüm demişti. İbrâhim; Allah güneşi doğudan getiriyor, hadi sen onu batıdan getir deyince, o kâfir şaşırıp tutuldu. Allah zâlimler kavmini muvaffak etmez.”
Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâmla yaptığı mücâdeleyi bildiren bu âyet-i kerîme “Tefsîr-i Mazharî”de şöyle tefsîr edilmiştir: “Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdeleye girmesi onun akılsızlığını ve şaşılacak bir hâlde bulunduğunu göstermektedir. Nemrûd'un ben de diriltir ve öldürürüm diyerek zindandan iki mahpus kimse getirtip birini salıverip, diğerini öldürmesi, onun; ihyâ etmenin yâni yaratmanın ve öldürmenin, rûhu almanın ne demek olduğunu bilmeyen ve ilâhlık iddiâ eden bir ahmak olduğunu göstermektedir. İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh), tekebbür ederek, kibirlenip yeryüzünde ilk ilâhlık dâvâsında bulunan kişinin Nemrûd olduğunu bildirmiştir. Nemrûd'un, ilâhlık iddiâsı ve İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdelesi, mülküne ve saltanatına bakarak şımarıp, taşkınlık göstermesi sebebiyledir. Veya iyilik yapana kötülük yapmak gibi, Allahü teâlânın, kendisine verdiği mülk ve saltanata şükretmesi gerekirken, aksini yapmasındandır. İbrâhim aleyhisselâmın, Nemrûd'a; “Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir” demesi, Allahü teâlânın var olduğunu ve her şeye gücünün yettiğini bildirmek için idi…”
Nemrûd'un, İbrâhim aleyhisselâmla yaptığı bu mücâdelenin vukû bulduğu zaman husûsunda iki rivâyet vardır. Birincisi, İbrâhim aleyhisselâm putları kırınca, onu yakalayıp hapsettiler. Sonra ateşe atmak için hapisten çıkarıp, Nemrûd'un yanına götürdüklerinde vukû bulmuştur. Diğer rivâyet ise, insanlar arasında bir kıtlık çıkmıştı. Yiyecek almak için Nemrûd'a gidiyorlardı. Nemrûd kendisinden yiyecek almaya gelenlere; “Senin Rabbin kimdir?” diye soruyor ve; “Benim Rabbim sensin” diyenlere gıda maddeleri veriyordu, İbrâhim aleyhisselâm yiyecek almaya geldiğinde, Nemrûd ona da; “Senin Rabbin kimdir” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “Benim Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir” dedi. Bunun üzerine, ilâhlık iddiasında bulunan Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdeleye kalkıştı. Yine bir rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd'un ilâhlık iddiâsını red edince, Nemrûd ona yiyecek maddesi, verilmemesini ve satılmamasını emretti.
İbrâhim aleyhisselâm Keldânî kavmini dalâletten kurtarıp, hidâyete kavuşturmak için gâyet açık tebliğlerde bulundu. Yıldızlara, putlara ilâhtır diyerek tapmalarının, Nemrûd'a boyun eğmelerinin ve Nemrûd'un ilâhlık dâvâsında bulunmasının tam bir sapıklık olduğunu anlattı. Ayrıca onlara, ibret alabilecekleri hâdiseler ile açıkça gösterdi. Alay ederek yıldızları gösterip; “Bu mu benim Rabbim? Batıp gidenler Rab olur mu?” ve; putları kırıp, sorduklarında da; “Belki şu büyüğü onları kırmıştır ona sorun!” diyerek, putların fayda ve zarardan uzak olduğunu anlatmak istedi. Yine Nemrûd kendisiyle mücâdeleye girişince, onun da âciz, azgın ve taşkın bir kimse olduğunu ispat etti. Bütün bunlara rağmen Keldânîler bir türlü îmâna gelmediler. Üstelik mahlûk olan, yaratılmış şeylere ilâh diyerek tapmaya devam ettiler. Daha da ileri giderek İbrâhim aleyhisselâma nasıl bir cezâ verebileceklerini düşünmeye başladılar. Önce bir müddet hapsettiler. Sonra hapisten çıkarıp yakmaya karar verdiler. Rivâyete göre Nemrûd'a, İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmayı Henûn adında biri hatırlatmıştır. Bir rivâyete göre, Allahü teâlâ bunu hatırlatan kimseyi yere batırmıştır. Yakma işini Nemrûd'un düşündüğü de rivâyet edilmiştir. Nemrûd ve Keldânî kavmi, şiddetli kin ve düşmanlık içinde, İbrâhim aleyhisselâmı yakmak için hazırlığa başladılar. Onu, içinde yakacakları geniş bir yer hazırladılar. Herkesin buraya odun taşımasını, karşı çıkanın ise İbrâhim aleyhisselâm ile birlikte ateşe atılacağını îlân ettiler. Putperest kavmin hepsi bir ay kadar odun taşıdılar. Aralarında hasta bir kadın vardı. O da putun önüne giderek; “Eğer hastalığım geçerse şu kadar odun satın alıp vereceğim” demişti. Bir başka kadın ise ip eğirip satar, parasıyla odun alıp, verirdi. Nihâyet her taraftan taşıyıp getirdikleri odunları büyük bir dağ gibi yığıp, yakmaya başladılar. Yedi gün yanan ateşin alevleri gökleri kaplayıp çok uzaklardan görünüyordu. Ateşin değil yakınından, uzağından geçen kuşlar bile sıcaklığın şiddetinden yanıyordu. Nemrûd, kendine yaptırdığı yüksek bir yerden bu hâli kibir içinde seyrediyordu. Keldânî kavmi de aynı merâkla büyük bir kalabalık hâlinde ateşin çevresinde toplanmışlardı. Nemrûd'un yardımcıları ve hizmetçileri ise, hazır bir vaziyette emrini bekliyorlardı. Nemrûd, şiddetle yanan bu korkunç ateşe atılması için; İbrâhim aleyhisselâmın hapsedildiği yerden getirilmesini emretti. Onu boynunda zincir, elleri kelepçeli, ayaklarında bukağı, halka olduğu hâlde, bekçiler ve halk, ortalarına alıp getirdiler.
Allahü teâlânın Halîli, dostu İbrâhim aleyhisselâm tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için kalbine zerre kadar korku gelmedi. Oraya toplanan azgın kavmin bakışları karşısında gâyet vakârlı idi. Nemrûd'un önüne götürüldüğünde, herkes yanan ve gökleri tutan ateşin içerisine onun nasıl atılacağını düşünmeye başlamıştı. Bir rivâyete göre bedbaht bir kimse, bir başka rivâyette ise şeytan insan kılığına girip yanlarına gelerek; onu ancak mancınıkla atabilecekleri teklifini yapmıştır. Bu teklif, Nemrûd'un ve putperestlerin hoşuna gitmişti. İbrâhim aleyhisselâmı, alevleri göklere çıkan kocaman ateş yığınının içine fırlatmak üzere kurdukları mancınığa bağladılar. İbrâhim aleyhisselâm her zaman olduğu gibi şimdi de Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve muhabbet içinde idi. Tam bir teslimiyet içinde, kendinden geçmiş bir hâlde olduğundan, mancınığa ve yanan korkunç ateşe hiç aldırmıyordu. Yerde ve gökte bütün mahlûkât, feryâd edip; “Aman yâ Rabbî! Halîlin İbrâhim (aleyhisselâm) ateşe atılıyor! O, her an seni zikreder ve seni bir an unutmaz. Ona yardım etmek için bize izin verir misin?” dediler. Rivâyet edilir ki, İbrâhim aleyhisselâma bir melek gelip: “Allahü teâlâ rüzgârı emrime verdi. Emredersen, bu ateşi rüzgâr ile darmadağın edeyim!” dedi. Bir başka melek gelip; “Sular benim emrimdedir. İstersen bu ateşi şu anda söndürürüm!” dedi. Bir melek daha gelip; “Yeryüzü emrime verilmiştir. Emir verirsen bu ateşi yere yuttururum!” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu meleklere; “Dost ile dostun arasına girmeyin. Rabbim ne dilerse yapsın. Kurtarırsa lütfundandır, şükrederim. Eğer yakarsa benim hizmetimdeki kusurumdandır, sabrederim” cevâbını verdi.
Putperestler; yaptıkları bütün hazırlıklardan sonra, kendilerini dünyâ ve âhırette saâdete kavuşturacak, ebediyyen kurtuluşa götürecek yolu gösteren yüce peygamber İbrâhim aleyhisselâmı dinlememe, onu, reddetme felâketi içerisinde ateşe atıyorlardı. Nihâyet benzeri görülmemiş bir bedbahtlık ve azgınlık içinde İbrâhim aleyhisselâmı mancınıkla korkunç ateşe fırlattılar. İbrâhim aleyhisselâm, mancınığa konulup, ateşe atılmak üzereyken; “Hasbiyallah ve nî'mel vekil” (Allahü teâlâ bana yetişir. O çok iyi vekildir) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Bir dileğin var mı?” deyince; “Var, amma sana değil” diye cevap verdi. Böylece “Hasbiyallah” sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresinde; “Sözünün eri olan İbrâhim” meâlindeki 37. âyet-i kerîme ile medh buyruldu. Cebrâil aleyhisselâm, “Niçin Hak teâlâdan istemiyorsun?” dedi. “Hâlimi biliyor, istemeye ne hacet. Hem, Allahü teâlâ yakmak dileyince, O'nun takdirine râzı olmaktan başka ne istenir” buyurdu. “Ateşten Hak teâlâya sığın, O'ndan yardım iste” deyince de; “Ateş kimin emriyle yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. Cebrâil aleyhisselâm “Allahü teâlânın emriyle yanıyor” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “Halîl (yani ben), Celîl'in (yani yüce Allah'ın) işinden râzıdır” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm tam ateşe düşerken Allahü teâlâ ateşe, meâlen; “Ey nâr (ateş)! İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol.” buyurdu (Enbiyâ sûresi: 69) Bu ilâhî hitâb üzerine ateşin sıcaklığı gidip soğudu. Cebrâil aleyhisselâm kanadıyla ateşi sıvadı. İbrâhim aleyhisselâm düşerken iki melek kollarından tutup yere indirerek oturttular. İndiği yer güllük, gülistanlık oldu. Bülbüller, kumrular ötmeye başladı. İbrâhim aleyhisselâm için oradan tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Cennet’ten bir gömlek getirildi, (Hazret-i İbrâhim'e giydirilen bu gömlek sonra oğlu İshak'a (aleyhisselâm) giydirildi. Hazret-i İshak da oğlu Hazret-i Ya’kûb'a giydirdi. O, oğlu Hazret-i Yûsuf'a giydirdi. Hazret-i Yûsuf kuyuya atıldığında bu gömlek üzerinde idi. Üzerinde Cennet’in kokusu bulunan bu gömlek bir hastaya giydirildiğinde, hasta sıhhate kavuşurdu. Hazret-i Yûsuf'un babası Hazret-i Ya’kûb'un gözleri görmez olunca, gözlerine sürmek için gönderdiği gömlek bu gömlek idi.) Allahü teâlâ, ayrıca İbrâhim aleyhisselâmın sûretinde bir melek gönderdi. Bu melek, ona hizmet ederdi. Mikâil aleyhisselâm Cennet’ten yemek getirdi. Rivâyet edilir ki, Allahü teâlâ ateşe; “Serin ve selâmet ol!” buyurunca, dünyâdaki bütün ateşler sıcaklığını kaybetti. Görünüşte ateş olup hiç sıcaklıkları bulunmuyordu. Meâlen; “Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol!” buyurulan âyet-i kerîme Tefsîr-i Mazharî de şöyle tefsîr edilmiştir: Begavî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: Meşhûr rivâyettir ki; “Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol” buyrulduğu gün, yeryüzündeki bütün ateşler söndü ve faydasız hâle geldi, sıcaklık vermedi. Eğer; “İbrâhim (aleyhisselâm) üzerine serin ol” buyrulmasaydı, bütün ateşler ebediyyen soğuk kalırdı. Zâhiren anlaşılan mânâ ise ateş aynı hâliyle kaldı, fakat Allahü teâlâ ateşe; “İbrâhim üzerine serin ol” buyrulmasının gösterdiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmı yakmayacak ve tesir etmeyecek bir hâle soktu. İbn-i Abbâs buyurdu ki: “Şâyet; “Selâmet ol” buyrulmasaydı ateşin soğukluğu, serinliği İbrâhim aleyhisselâmı öldürür idi.”
Süddî (radıyallahü anh) da şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâm mancınıkla fırlatılıp yüksekten ateşin ortasına düşerken iki melek kollarından tutup, koltuklarına girerek yere indirdiler ve oturttular. İbrâhim aleyhisselâmı ateşin ortasında oturttukları yerden birdenbire tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Gayet güzel kırmızı bir gül ağacı yeşerdi. Ka'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh) da şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâm ateşe atılınca ateş onu yakmadı. Sâdece İbrâhim aleyhisselâma bağladıkları bağları, ipleri yaktı. Keler hâriç yeryüzündeki bütün canlılar ateşi söndürmek için çalışmışlardır.
İbrâhim aleyhisselâm ateşin ortasında bu saâdetli hâlde iken, Nemrûd onu yüksek bir yerden seyrediyordu. Gürül gürül yanan ateşin ortasında İbrâhim aleyhisselâmın, yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu ve yanında da onun sûretinde birinin bulunduğunu gördü. Hayretler içerisinde; “Ey İbrâhim! Senin bildirdiğin ilâhının kudreti çok büyükmüş, seni böyle korudu. Şu gördüğüm hâli sana verdi. Oradan çıkıp gelebilir misin?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Evet çıkabilirim” dedi. Bunun üzerine Nemrûd; “Sen bu ateşin içinde kaldığın zaman sana zarar vermesinden, yakmasından korkar mısın?” deyince, o; “Hayır korkmam” dedi. “Öyleyse oradan çık gel” dedi. İbrâhim aleyhisselâm kalktı ve etrâfında yanan ateşin arasından geçerek dışarı çıktı. Nemrûd'un yanına varınca, Nemrûd; “Ey İbrâhim! Senin yanında, senin sûretinde gördüğüm kişi kimdir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “O bir melektir. Rabbim onu bana orada arkadaşlık etmesi için gönderdi” dedi. Nemrûd bunu da öğrendikten sonra; “Ey İbrâhim! Israrla O'ndan başka ilâh olmadığını söylediğin ve O'ndan başkasına îmân ve ibâdet etmediğin Rabbinin, senin hakkındaki kudretinden ve âzametinden dolayı ben O'na dörtbin sığır kurban keseceğim!” dedi. Nemrûd'un bu sözü karşısında İbrâhim aleyhisselâm; “Sen, içinde bulunduğun sapıklıktan dönüp, Allahü teâlâya îmân etmedikçe, Allahü teâlâ senin kurbanlarını kabûl etmez!” diye karşılık verdi. Nemrûd; “Mülkümü, saltanatımı terkedemem. Fakat kurbanları keseceğim!” dedi. Nemrûd söylediği kurbanları kesti ve İbrâhim aleyhisselâm ile mücâdele etmekten âciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti. Fakat îmân etmediği için Allahü teâlâ onun kurbanlarını kabûl etmedi. Şu’ayb el-Cemâî; “İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığı sırada onaltı yaşında idi” demiştir. İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılmasını ibretle tâkip edip seyredenlerin bir kısmı îmâna geldi. İbrâhim aleyhisselâmın kardeşinin oğlu Lût (aleyhisselâm) ve İbrâhim aleyhisselâmın amcasının kızı hazret-i Sâre de îmân edenlerden idi. Nemrûd ise inâd ve kibir göstererek îmân etmedi ve ebedî saâdetten mahrûm kalıp, sonsuz bir felâkete düştü.
İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılması ve ateşten kurtarılması, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir; (Nemrûd ve kavmi şöyle) dediler: Bunu (İbrâhim'i cezâların en şiddetlisi olan ateş ile) yakın ve ondan intikâm alarak ilâhlarınıza yardım edin! Böylece ilâhlarınıza yardım etmiş olursunuz. Biz de dedik ki: “Ey ateş! İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol.” (Enbiyâ sûresi: 68, 69) (Hazret-i İbrâhim, îmâna dâvet edince) kavminin cevâbı; “Öldürün onu, yâhut yakın onu demekten başka bir şey olmadı. (Bunun üzerine kavmi, İbrâhim'i ateşe attığı zaman) Allah da onu ateşten kurtardı. Elbette bunda (Allahü teâlânın onu ateşten korumasında) îmân edecek bir kavim için şüphe götürmez ibretler var.” (Ankebût sûresi: 24)
“İbrâhim'e (böyle) bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz kendilerini daha ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık.” (Enbiyâ sûresi: 70)
İbrâhim aleyhisselâm, ateşten kurtulduktan sonra, Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti. Bütün gayretlerine rağmen, putperest kavim îmân etmeye bir türlü yanaşmıyor, üstelik ona hakâret ve işkence ediyorlardı. İbrâhim aleyhisselâm ise bunlara, sabır ve tevekkül ile tahammül gösteriyordu. Bütün gayretlerine rağmen az bir cemâat îmân etmişti. Nihâyet, İbrâhim aleyhisselâm putperestlere son dâvetlerini yaptı ve îmân etmedikleri müddetçe, inananlarla aralarında buğz ve düşmanlığın süreceğini; îmân ettikleri takdirde, dost ve kardeş olacaklarını ve ebedî saâdete kavuşacaklarını söyledi. Îmân edenlerle birlikte onlardan alakayı kesti. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “İbrâhim ve onun mâiyetindekiler de (ona îmân edenlerde) sizin için hakîkaten (sözlerinde, işlerinde ve hareketlerinde) güzel bir nümûne vardır. Vaktiyle kavimlerine dediler ki; Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylerden kat’îyetle uzağız. Allah'ın birliğine îmân etmedikçe sizi (dininizi) tanımıyoruz. Siz, Allah'ın birliğine îmân edinceye kadar, bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz başlamıştır.” (Mümtehine sûresi: 4)
“İbrâhim, kavmine dedi ki: Siz dünyâ hayatında Allahü teâlâdan yüz çevirip, putlara tapmayı aranızda sevişme vesîlesi edindiniz. (Fakat) sonra kıyâmet gününde ise bâzınız bâzınıza küfür ve inkâr isnat edecek, bâzınız da bâzınıza lânet edecektir. Sizin yeriniz Cehennem’dir. Orada sizi ateşten kurtaracak hiç bir yardımcı da yoktur.” (Ankebût sûresi: 25)
Putperest müşrikler, İbrâhim aleyhisselâma ve îmân edenlere karşı şiddetli ve görülmedik bir inâdla karşı duruyor ve onları ağır işkencelere de maruz bırakıyorlardı. Bu durum hat safhaya ulaşmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma, ibâdet ve tâatlarını rahat yapmaları için, bulunduğu beldeden hicret etmesini emir buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm böylece Şam tarafına hicret etti. Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “…İbrâhim şöyle dedi: Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yoktur ki, Allah azîzdir; her şeye gâliptir, hâkimdir; hükmünde hikmet sâhibidir.” (Ankebût sûresi: 26)
Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâmdan îtibâren insanlara îmân
etmelerini bildirdi. Saâdet yolunu gösterdi. Dünyâdaki hayatlarının her
safhasında nasıl yaşayacaklarını, nelere uyup nelerden sakınacaklarını ve ebedî
saâdete nasıl kavuşacaklarını, emîn ve sâdık resûllerle, peygamberleri vâsıtası
ile bildirdi. Servetine ve saltanatına bakıp, şımarıp kibre ve gurura kapılan
ve böylece ilâhlık iddia edip, insanları kendine taptıran Nemrûd'a ve
yıldızlara, putlara tapan azgın Keldânî kavmine de İbrâhim aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Fakat Nemrûd
ve Keldânî kavmi, İbrâhim aleyhisselâmın
bildirdiklerine îmân etmediler. Şeytana ve nefislerine uydular. İbrâhim aleyhisselâma karşı direndiler, saptıkları bozuk
yolda sürüklenip gittiler. İbrâhim aleyhisselâmın
kendilerine yaptığı açık uyarmalarla da sapıklıktan vazgeçmediler. Onu
öldürmeye kastedip, ateşte yakmaya kalkıştılar. Bir mûcize olarak yanmadığını
gördükleri hâlde bile îmân etmediler. Nihâyet tıpkı îmân etmedikleri için helâk
edilen Âd ve Semûd kavmi ve Nûh aleyhisselâm
zamanında helâk edilen azgın insanlar gibi Nemrûd ve Keldânî kavmi de,
isyânları sebebiyle helâk edildi.
Nemrûd ve Keldânîlerin,
İbrâhim aleyhisselâma yapmak istedikleri zarar
ve öldürme teşebbüsleri boşa çıktı, mağlûb ve perişân oldular. Bu husus,
Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “İbrâhim'e bir tuzak kurmak istediler. Fakat
biz kendilerini daha ziyâde hüsrâna düşenlerden kıldık.” (Enbiyâ sûresi:
70)
İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd ve Keldânî kavmini son bir defâ
daha îmâna dâvet ettikten sonra Bâbil'den hicret etti. Son dâvetle de îmâna
gelmeyen Nemrûd ve putperest Keldânî kavmi, üzerlerine sürüler hâlinde
gökyüzünü tamâmen kaplayan sivrisinekler gönderilerek helâk edildiler.
Sivrisinekler onların kanlarını emip, kupkuru bir hâlde bıraktılar.
Nemrûd'a
sivrisineklerden bir tanesi musallat olup, peşini bırakmadı. Ne tarafa kaçsa ve
nereye saklansa sinek hemen karşısına çıkıyor, üzerine, yüzüne ve başına
konuyordu. Nemrûd bu sineği öldürmek istediği hâlde âciz kalmıştı. Saltanatına
ve servetine bakarak kibirlenen ve ilâhlık iddia eden bu azgın hükümdâr,
küçücük bir sinek karşısında âciz ve çâresiz kalmıştı! Nemrûd kendisine
musallat olan bu sinekten kurtulmak için çâre ararken, sivrisinek, burnuna
girip beynine kadar ilerledi. Sinek beynini kurcaladıkça Nemrûd deliriyor ve
başına bir tokmakla vurdurarak sineğin hareket etmesine mâni olmaya
çalışıyordu. Bu hâl uzun müddet devam etti. Artık Nemrûd için en makbûl kimse,
tokmakla başına vuran idi. Çünkü o, bir an da olsa beynindeki sineğin vereceği
acıdan kurtulma yolları arıyordu. Nihâyet sivrisinek onun çâresizlik ve
ızdıraplar içinde ölmesine sebep oldu. Bir rivâyete göre, Nemrûd'un başına
tokmakla yavaş yavaş vuran hizmetçi, artık bu işten usanıp, tepesine şiddetli
bir darbe indirerek başını parçalamıştır. Defalarca dâvet edilmesine rağmen
îmân etmeyen, başkalarının da îmân etmesine mâni olan Nemrûd'un hayatı,
saltanatı, serveti, mülkü, hâsılı nesi varsa hepsi bu şekilde hebâ olup gitti.
Böylece hem kendisi hem de ona tâbi olanlar için dünyâ hayatı sona ererken,
ebedî felâkete ve Cehennem azâbına düçâr oldular.
Allahü teâlânın,
insanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda
karşı çıkan ve insanların hidâyete kavuşmasını engellemek isteyen zâlimler
olmuştur! Fakat bu zâlimlerden hiç biri îmânı yok edememiştir. Kendileri
kahrolmuş, çok acı ve perişân hâlde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine
doyamadan ölümün pençesine düşmüşler, isimleri lânet ile anılmış veya
unutulmuştur. Allahü teâlâ, bir peygamber
veya bir âlim göndererek, îmân ışığı ile yeryüzünü yeniden aydınlatmıştır. Beyt:
Ne kendi
etti rahat, ne âlem etti huzûr,
Yıkıldı
gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur.
Nemrûd'un
azmasına ve ilâhlık iddia etmesine, sonunda da helâk olmasına sebep cebbârlık
yapmasıdır. Allahü teâlâya âsî olan,
hakkı kabûl etmekte inâd eden, haddi aşan, zorba ve isyânkar insana cebbâr
denir.
Şu işleri
yapan kişi cebbâr kimselere benzemiş olur: Sâdece kendisini ve kendi faydasına
olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüşünü ve hareketlerini beğenmek. Meselâ,
kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakîr ve aşağı gördüğü için
insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde
herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek.
İnsanların
âzâlarında ve zâhirînde görülen bütün bu tecebbür ve tekebbür hareketleri
kalbin inanmaması ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hâllerin insanda ve
âzâlarında görünmesi tecebbür, böyle kimseye de cebbâr denir. Yeryüzünde tecebbür
ve tekebbür eden ilk kral Nemrûd'dur.
Ebû
Nuaym'ın, Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet
ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ceberût (kahır), kalbdedir.”
Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “İnsanın bedeninde
bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa,
bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir.”
Tirmizî'nin
bildirdiği bir hadîs-i şerîf de Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kişi kibirlene kibirlene cebbârlardan yazılır. Cebbârların
başına gelen azâb onların başına da gelir.”
Hâkim,
Beyhekî ve Tirmizî şöyle rivâyet ettiler. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kibirlenen kul ne
kötü kuldur. Cebbâr olan Allahü teâlâyı unutup, tecebbür ve
zulmeden ne kötü kuldur. Kabri ve orada çürüyeceğini unutup, gaflette bulunan,
oyun ve eğlenceye dalan kul ne kötü kuldur. Başlangıcını ve sonunu unutup,
haddi aşan kul ne kötüdür. Dünyâsını dînine tercih eden kul ne kötüdür.
Şüphelileri yapmak sûretiyle dînine halel (bozukluk) getiren kul ne
kötüdür. Tamâın peşinden giden kul ne kötüdür. Hevâsı kendini saptıran (doğru
yoldan çıkaran)
kul ne kötüdür. Vermekten korkan kul ne kötüdür.”
Hadîs-i şerîfte:
“Kalbinde zerre
kadar kibir bulunan kimse Cennet’e girmez.” buyruldu. Kibrin aksine tevâdu
denir. Tevâdu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve
daha aşağı görmemektir. Tevâdu, iyi huylardandır. Hadîs-i
şerîfte; “Tevâdu edene müjdeler olsun” buyruldu. Tevâdu
sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskin olmaz. Malını
helâlden kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle, fen adamları ile tanışır.
Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerîflerde;
“Tevâdu eden, helâl
kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük
yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevâdu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyruldu.
Nemrûd ve
Fir’avn gibi kibir ve tekebbür gösterenlerin tekebbürleri, âciz, zayıf, elinden
bir şey gelmeyen, hattâ kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmayan kulun,
kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş
idi. Vaktiyle iblis de, böyle tekebbür etti. İblise, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca; “Toprağa
karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan
yarattın” diyerek, Allahü teâlânın emrine
karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan
ve topraktan üstün sandı. Halbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil, tevâdu
göstermektedir. Cennet’te toprak vardır ve misk gibi kokacaktır. Cennet’te ateş
yoktur. Ateş, Cehennem’de azâb vâsıtasıdır. Ateş, harâb etmeye, toprak, binâ
yapmaya yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamaktadır. Hazîneler, defineler
toprakta bulunur. Kâbe topraktan yapılmıştır. Ateşin ışığı gecelere son verir,
gündüzü getirir ise de, topraktan çiçekler, meyveler hâsıl olmaktadır.
Kâinatın, varlıkların en üstünü olan Muhammed
aleyhisselâmın yeri topraktır.
Götürmez
aşk işin pâk olmayanlar,
Bitirmez
şâh-ı gül hâk olmayanlar.
Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kibriyâ, (üstünlük) ve azamet bana
mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olan Cehennem’e atarım, hiç acımam.”
Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü, dünyâdaki kibir sâhipleri,
küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi,
fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir.
Cehennem’in en derin ve azâbı en şiddetli olan bolis çukuruna sokulacaklardır.
Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs (ümitsiz) oldukları için, bolis denilmiştir. Ateş
içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennem’dekilerin
irinleri verilecektir” buyruldu.
Hadîs-i şerîfte;
“Önceki
ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i
ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” buyruldu.
Tekebbür
etmek, kibirlenmek haramdır. Tekebbür, Allahü teâlânın
bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan, nefsini ne kadar
aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti
o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü
teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için
âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü
teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesâret edemez. Bunun için,
peygamberler (aleyhimüsselâm), tevâdu sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucb gibi
kötü huylar hiç olmamıştır. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibirli
olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim,
câhili görünce; bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum,
demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını
veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden daha
yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden daha çok ibâdet etti, demelidir. Gençleri
görünce, bunların günahı az, benim günahlarım çok demelidir. Kendi
yaşındakileri görünce, günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum.
Bilinen kötülükleri tahkir etmek lâzımdır, demelidir. Bir bid’at sâhibini veya
kâfiri görünce, insanın hâli son nefeste belli olur. Acabâ benim hâlim ne
olacak demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir.
Nemrûd'un
kibirlenmesi; malı mevkîi ve saltanatı sebebi ile idi. Mal, evlâd, mevkî ve
rütbe ile tekebbür etmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan
üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan
şeylerdir. Bunlar; ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda
daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da
ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mal, şeref vesîlesi
olsaydı, hırsızların, az zamanda bile olsa şerefli kimseler olmaları lâzım
gelirdi.
Kibirden
kurtulmak veya kibre düşmeyip, tevâdu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden
geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey
yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek
korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara,
böceklere gıdâ olacaktır. Îdam odasına sokulmuş olup, îdâm olunacağı zamanı
bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her
an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere
yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını
çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür
yakışır mı? Tevâdu sâhibi olması, kibirlenmemesi lâzımdır. İnsanların
yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette
hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi,
benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü
teâlâ; tekebbür edenleri sevmediğini, tevâdu edenleri sevdiğini
haber vermektedir. Âciz, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallı insana, bunlardan
hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse,
hiç tekebbür edebilir mi? İnsan; aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an
izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi,
tevâdu üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi
aleyh); “Bütün insanlar, beni, olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek
isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı
olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum” diyerek, üstün bir
tevâdu göstermiştir. İnsan, kendini herkesten, hattâ iblisten, Nemrûd'dan,
Fir’avn'dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü bunlar ve bunlara benzeyenler
kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için
milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en
aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ,
bunlara gadab etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise, merhamet etmiş,
îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah,
yapmadı. Bununla beraber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günah işledim. Kimsenin
yapmadığı kötülükleri yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum,
diyerek tevâdu yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır.
Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Allahü teâlâ, tevâdu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir
kimseye tekebbür etmeyiniz!”
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın
emri üzerine Bâbil'den Harrân'a hicret etti. (Harrân, Urfa'nın güneyinde bir
yerdir.) Hicret etmeden önce Nemrûd'a ve Keldânî kavmine son tebliğini yaptı.
Onları son olarak, bir kere daha îmâna çağırdıysa da kabûl etmediler. Daha
sonra kendisine îmân eden hazret-i Lût ve zevcesi olan hazret-i Sâre ile
birlikte hicret ettiler. Bir rivâyete göre îmân edenlerden az bir topluluk da
onlarla beraberdi. Hazret-i Lût, İbrâhim aleyhisselâmın
kardeşi Hârân'ın oğlu, Hazret-i Sâre de amcasının kızı idi.
İbrâhim aleyhisselâm Irak sınırları içinde bulunan Bâbil
şehrinin Kûsâ köyünden hicret etti. Nemrûd'un onunla mücâdelesi Kûsâ'da vukû
bulmuştu. Kûsâ'dan Harrân'a gelip, bir müddet kaldıktan sonra Şam'a, oradan da
Filistin'e geçti. Buradan da Mısır'a gitti. Mısır'da bir müddet kalıp, tekrar
Şam'a (Filistin'e) döndü. Lût aleyhisselâm ise
Mü’tefike'ye (Sedûm'a) yâni Lût kavminin yaşadığı ve isyânları sebebiyle
alt-üst edilip helâk edildikleri yere gitti. (Altı üstüne çevrildiği için bu
bölgeye Mü’tefike denilmiştir. Bugün Lût gölünün bulunduğu bölgedir.) Lût aleyhisselâma da orada peygamberlik verilmiştir,
(Bkz. Lût aleyhisselâm)
İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra hicret etmek
üzere hazırlanıp, kavmine; “Bu küfür diyârından ayrılıp, Allahü teâlânın emir buyurduğu bir yere gitmek
üzereyim. Rabbim elbette beni doğru bir yola iletir. Orada ibâdet ve tâatlarımı
emniyet içinde yaparım” dedi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle
bildirildi: (Ateşten kurtulduktan sonra) İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle dedi: Ben
Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbim beni doğru yola
ulaştırır.” (Saffât sûresi: 99)
Hicret
ederken de: “Ey
Rabbimiz, ancak sana tevekkül ettik ve (taatla) sana yöneldik ve âhırette de dönüşümüz ancak
sanadır.” diye duâ ettikleri, Mümtehine sûresinin 4. âyet-i
kerîmesinde bildirildi. Yâni duâlarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Her
işimizde sana güvenerek bizi muvaffakiyete kavuşturman niyâzında bulunduk.
Senin râzı olduğun şeyleri yapmaya yöneldik. Kabirlerimizden kalkınca da
(öldükten sonra dirilince) senin tâyin buyuracağın yere gideceğiz. Âkıbetimizi
hayr eyle yâ Rabbî!”
İbrâhim aleyhisselâm Harrân'da, bir müddet de Filistin'de
kaldı. Daha sonra ise zevcesi hazret-i Sâre ile birlikte Mısır'a gitti.
Rivâyete göre bu zamanda otuzsekiz yaşında idi. O zaman Mısır'da fir’avn ünvânı
verilen hükümdârlar hüküm sürüyordu. İbrâhim aleyhisselâmın
Mısır'a gittiği sırada ise, bu fir’avnlardan çok zâlim ve cebbâr, Sinân bin Ulvân
adlı, Dahhâk'ın kardeşi olan pek kibirli, büyüklük taslayan bir hükümdâr
bulunuyordu. Ayrıca isminin Sâruk olduğu da söylenmiştir. İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a girince, hükümdârın adamları,
bir kimsenin yanında çok güzel bir kadınla şehre geldiğini haber verdiler.
Gerçekten hazret-i Sâre çok güzel olup, bir benzeri ve eşi bulunmaz derecede
hüsn-ü cemâl sâhibi idi. Gelişleri Mısır hükümdârına haber verilince, bu zâlim
ve zorba melik, hazret-i Sâre'yi almak istedi. İbrâhim aleyhisselâma;
“Yanındaki bu kadın kimdir?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm
onun musallat olmasını engellemek için din bakımından kardeşi olduğuna niyet
ederek; “Kız kardeşimdir” dedi. Sonra, hazret-i Sâre'nin yanına gelip; “Sakın
beni yalanlama! Çünkü ben onlara senin için kız kardeşimdir dedim. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu yerde benden ve
senden başka Allahü teâlâya inanan, îmân
etmiş hiç bir mü’min yoktur. Yâni sen benim din bakımından kardeşimsin” dedi.
Pek zâlim
olan bu hükümdâr, hazret-i Sâre'yi almak isteyip sarayına çağırttırdı. Fakat
musallat olmak isteyince nefesi kesilip, elleri, ayakları tutmaz oldu. Yere
yıkılarak debelenmeye başladı. Allahü teâlâ
hazret-i Sâre'yi onun şerrinden korudu. Hükümdâr bu durum karşısında
korkusundan Hazret-i Sâre'ye musallat olmaktan vazgeçip, hazret-i İbrâhim'in
yanına gönderdi. Bu hâdise, Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle zikredilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İbrâhim (aleyhisselâm)
Sâre ile hicret
edip, bir şehre gelmişti. Orada meliklerden bir melik veya cebbârlardan bir
cebbâr hükümdâr idi. Bu zâlime denildi ki; İbrâhim, çok güzel bir kadınla şehre
geldi. Melik; “Yâ İbrâhim! Bu seninle birlikte olan kadın kimdir
(neyindir)?
diye haber gönderdi. İbrâhim (aleyhisselâm)
(din cihetinden)
kız kardeşimdir, diye cevap verdi. Sonra dönüp Sâre'nin yanına geldi ve; “Sakın
sözümü tekzip etme, yalanlama! Ben onlara senin için kız kardeşimdir, dedim.
Vallahi yeryüzünde (burada) benden ve senden başka îmân eden hiç bir kişi yoktur.” dedi.
(Melik'in zorbalıkla istemesi üzerine mecbûren) Sâre'yi melike gönderdi. (Hazret-i
Sâre saraya varınca) melik Sâre'ye kıyam etti (musallat olmak istedi).
Sâre de hemen
abdest alıp namaza durdu. (Namazdan sonra); Yâ Rabbî Ben sana îmân ettimse
(sana îmân ettim) ve senin peygamberine îmân ettimse, (ettim) ben kadınlığımı
zevcimden (kocamdan) başkasına karşı ebedî muhâfaza eyledimse,
(eyledim) benim
üzerime şu kâfiri musallat etme! diye duâ etti. (Melikin) derhal nefesi
kesildi, yere düştü. Horlamaya, hattâ ayağıyla yere vurup debelenmeye başladı.”
Ebû Hüreyre rivâyetine şöyle devam etmiştir;
“Sâre; Allah'ım! Eğer bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik) kurtarıldı. (Nefesi
açılıp rahatladı.) Sonra melik, Sâre'ye (ikinci defâ) musallat olmaya
kalkıştı. Sâre de derhal abdest alıp namaza durdu. Sonra; Allah'ım! Ben sana ve
senin peygamberine îmân ettimse; ben kadınlık şerefimi, zevcim müstesnâ olmak
üzere, herkese karşı korudumsa, şu kâfiri üzerime musallat etme! diye duâ etti.
(Melikin) derhal nefesi tıkandı, horlamaya hattâ ayağı ile yere vurup
debelenmeye başladı. (Ebû Hüreyre rivâyetine devam ederek dedi ki;) “Sâre; “Yâ Rabbî!
Bu (adam) ölürse; bunu, bu kadın öldürdü denilir dedi (endişelendi). Bunun üzerine (melik
tutulduğu sara gibi hâlden) ikinci yâhut üçüncüde de kurtarıldı. Bundan sonra melik,
saraydaki yakınlarına; Siz bana (insan değil) muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını,
İbrâhim'e (aleyhisselâm) geri gönderiniz. Hâcer'i
de ona veriniz dedi, Sâre İbrâhim'e (aleyhisselâm)
dönüp geldi. Ve
ona (hadiseyi anlatarak); Allah, kâfiri zillete düşürdü. Bir câriyeyi de (bize) hizmetçi verdi
dedi.” Sahîh-i Müslimde, Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü
anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte
de şöyle buyuruldu: “...İbrâhim, Sâre yanında olduğu hâlde cebbâr (zalim) bir hükümdârın
memleketine geldi. Sâre, insanların en güzeli idi. İbrâhim, Sâre'ye; Şu cebbâr
hükümdâr senin, benim zevcem (hanımım) olduğunu bilirse, senin için bana galebe
çalar (seni benden alır!) Eğer sana sorarsa benim kız kardeşim olduğunu söyle.
Muhakkak ki, sen benim İslâm'da kız kardeşimsin (din kardeşimsin). Çünkü ben
yeryüzünde (burada, bizim îmân ettiğimiz esaslara) benden ve senden
başka îmân eden hiçbir Müslüman kişi bilmiyorum dedi. O zâlim melikin
memleketine girdiklerinde, onun adamlarından biri Sâre'yi gördü. Zâlim
hükümdâra gelip; Senin memleketine öyle bir kadın geldi ki, senden başka hiç
bir kimseye lâyık değildir dedi. Zâlim hükümdâr hemen Sâre'yi getirtmek için
adam gönderdi. Ve onu getirtti. Bunun üzerine İbrâhim (aleyhisselâm) kalkıp namaza durdu. Sâre, yanına girince, zâlim hükümdâr
kendine hâkim olamayıp, ona elini uzattı. Eli şiddetli bir tutuluşla tutuldu.
Bunun üzerine Sâre'ye; “Elimin serbest bırakılması için Allah'a duâ et. Ben de
sana hiç bir zarar yapmayacağım” dedi. Sâre duâ etti, eli salındı (eli
açıldı). Tekrar
el uzattı ve eli birincisinden daha şiddetli bir şekilde tutuldu. Yine, duâ et
bir şey yapmayacağım dedi. Sâre duâ etti. Fakat gene el uzattı. Bu sefer
birinci ve ikincisinden daha da şiddetli bir şekilde eli tutuldu. Zâlim hükümdâr,
Sâre'ye; “Elimin salınıvermesi için Allah'a duâ et. Allah şâhid olsun ki sana
zarar vermeyeceğim” diye yemîn etti. Sâre tekrar duâ etti, eli salınıverdi. Sâre'yi
getiren adamı çağırıp; “Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Bu kadını
benim arâzimden dışarı çıkar ve kendisine Hâcer'i ver” dedi. Sâre, zâlimin
şerrinden kurtulunca, yürüyerek, İbrâhim'in (aleyhisselâm) yanına geldi. İbrâhim (aleyhisselâm)
Sâre'yi
görünce; “Hâlin nicedir?” diye sordu. Sâre; “Hayırdır. Allah, fâcirin (zalim
hükümdârın)
elini men etti. Bana da bir hizmetçi ihsân etti.” dedi.”
Bu husûsta
“Sahîh-i Buhârî”de bildirilen hadîs-i şerîf,
Buhârî şerhi “Feth-ul-Bârî”de açıklanırken; Müslim'deki hadîs-i şerîften de bahsedilerek şu îzâhlar
yapılmıştır: İbrâhim aleyhisselâm Mısır'a
girdiğinde, oraya hâkim olan zâlim hükümdâra, zevcesi hazret-i Sâre için kız
kardeşim demesinin ve Hazret-i Sâre'ye de bu sözünü yalanlamamasını tenbih
etmesinin sebebi şu idi: O zâlim hükümdâr evli kadınlara musallat oluyor ve
sâhip olmak istediği kadının kocasını da öldürüyordu. Yine onun inancına göre,
kızları almak hakkı, önce kızların oğlan kardeşlerine aitti. İbrâhim aleyhisselâm böyle söylemekle onun zararından
kurtulmak istedi. Ayrıca; “Kız kardeşimdir” derken görünüşteki mânâyı değil,
din kardeşliği sebebiyle olan mânâyı kastetmiştir. İbrâhim aleyhisselâmın, zevcesi Hazret-i Sâre'ye: “Yeryüzünde
senden ve benden başka mü’min yoktur” demesinden maksadı da şu anda
bulunduğumuz bu yerde, yâni Mısır'da yoktur, şeklinde idi. Çünkü o sırada
onlardan ayrılarak Mü’tefike'ye (Sedûm'a) giden Hazret-i Lût'un da îmân
edenlerden olduğu Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir.
Zâlim
hükümdâr, hazret-i Sâre'ye musallat olmak istediğinde; ellerinin tutulup,
nefesi kesilerek sara hastalığına tutulmuş bir kimsenin hâline benzer bir
duruma düştüğü, hattâ sarayının sallandığı zaman hazret-i Sâre'den, kurtulması
için duâ etmesini istemişti. O da duâ etmişti. Hazret-i Sâre'nin, onun düştüğü
fecî hâlden kurtulması için duâ etmesinin sebebi; bu hükümdârı, bu kadın
öldürdü diye üzerine suç atılmasından korktuğu içindir. Zâlim hükümdârın güç,
kuvvetten düşüp âciz kalınca; “Bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz”
demesi; hazret-i, Sâre'ye ilişmek istediği sırada saralı bir hasta durumuna
düşmesi ve onu cin zannetmesi yüzündendir. Çünkü onlar buna benzer fevkalâde
hâdiselerin cin ve şeytandan olduğunu zannederlerdi. Hazret-i Sâre'ye bir câriye,
hizmetçi hediye etmesinin yâni Hâcer'i (radıyallahü
anhâ) vermesinin sebebi; onu cin zannedip, zararından ancak böyle
kurtulabileceği düşüncesi iledir. Hazret-i Sâre'nin; “Yâ Rabbî! Sana ve senin
peygamberine îmân ettimse... Şu kâfirin bana musallat olmasına müsâde etme”
diye duâ etmesi; Allahü teâlânın
inâyetine tam itimadını ifâde içindir. Yâni; “Yâ Rabbî! Ben sana îmân ettim,
sana sığındım, beni koru” mânâsında söylemiştir.
Bu
hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm, Hazret-i
Sâre ve ona hediye edilen hazret-i Hâcer ile birlikte Mısır'dan ayrılıp
Filistin'e gittiler. Hazret-i Hâcer asîl bir âileden idi. Onlara katılmakla
lâyık olduğu yere kavuşmuştu.
İbrâhim aleyhisselâm Mısır'dan Filistin'e dönüp, Filistin
topraklarında o zaman, ıssız, kupkuru bir yer olan Sebu’ denilen yere yerleşti.
Hazret-i Sâre ve hazret-i Hâcer ile birlikte bir müddet burada ikâmet etti.
Sebu’ denilen bu yerde hiç su yoktu. İbrâhim aleyhisselâm
burada bir kuyu kazdı. Buradan gâyet hoş ve tatlı bir su çıkıp, çeşme gibi
akmaya başladı. Zamânla bu sudan insanlar ve hayvanlar faydalandı. Rivâyet
edilir ki, buraya yerleştikten bir müddet sonra yiyecekleri kalmamıştı. İbrâhim
aleyhisselâm, yiyecek getirmek niyetiyle eline
bir çuval alıp, şehre gitmek üzere oradan ayrıldı. Sahraya düşüp bir müddet yol
aldı. Şehir uzak olduğu gibi, şehre varsa bile, buğday alacak parası da yoktu.
Bu hâlde iken çâresiz geri dönüp, hazret-i Sâre'nin ve hazret-i Hâcer'in yanına
geldi. Onlara teselli olsunlar diye elindeki boş çuvala da bir miktar kum ve
çakıl doldurdu. Yanlarına gelince, çuvalı bir kenara koyup uyudu. İbrâhim aleyhisselâm uykuda iken hazret-i Sâre, Hâcer'e (radıyallahü anhâ) “Çuvalı aç bakalım, içinde ne var?”
dedi. Çuvalı açınca buğday olduğunu gördüler. Kum ve çakıl buğday olmuştu.
Hemen buğdayın bir kısmını un hâline getirip hamur yaptılar ve ekmek
pişirdiler. İbrâhim aleyhisselâmı da uyandırıp;
“Sıcak ekmek pişirdik, buyur ye!” dediler. İbrâhim aleyhisselâm
sıcak ekmeği görünce; “Unu nereden buldunuz?” dedi. “Senin getirdiğin buğdaydan
yaptık!” cevâbını verdiler, İbrâhim aleyhisselâm,
bunun, Allahü teâlânın kudreti ve ihsânı
ile olduğunu anladı ve O'na şükretti. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın,
bu buğdayın bir kısmını ekip biçerek rençberlik yaptığı rivâyet edilmiştir.
Hazret-i İbrâhim, zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere,
davarları; ovaları, vâdileri doldurdu. Çok zengin oldu. Bu sebeple duâlarda; “Allahü teâlâ Halîl İbrâhim bereketi versin”
denilmektedir.
İbrâhim aleyhisselâmın yerleştiği Sebu’, zamanla meskun bir
yer hâline geldi. Çevreden insanlar gruplar hâline gelerek oraya yerleştiler ve
nüfusları çok arttı. İbrâhim aleyhisselâmın
açtığı kuyudan çıkan su, artık sırayla alınıyor ve nöbet çok geç geliyordu.
Buraya sonradan gelenler yüzsüzlükte bulunarak İbrâhim aleyhisselâma,
kendi kazdığı kuyunun suyunu vermemeye ve davarlarının içmesine mâni olmaya
başladılar. İbrâhim aleyhisselâm onlardan çok
incindi. Sebu’dan ayrılıp oraya yakınlığı ile bilinen “Kıst” adlı yere göçtü.
Onun Sebu’dan gitmesi üzerine, suyunun güzelliği ile tanınan kuyunun suyu
çekilmeye başladı. İnsanlar suyun azaldığını görünce hep birlikte, İbrâhim aleyhisselâmın yanına giderek af dilediler. Tekrar Sebu’ya
dönmesi için yalvardılarsa da artık oraya gitmedi. Gelen cemâat, İbrâhim aleyhisselâmın geri dönmeyeceğini anlayınca; “Mâdem
gelmeye râzı değilsiniz, bize duâ edin de suyumuz eksilmesin” diye ricâda
bulundular, İbrâhim aleyhisselâm da onlara
nasîhat edip, dîninden bâzı husûslar öğretti ve bu bildirdiği şeylere göre
hareket etmelerini sıkı sıkıya tenbih etti. Buna uydular ve su eskisi gibi
aktı. Fakat zamanla tenbih ettiği husûslara uymadıkları ve doğru yolu
bıraktıkları için su çekilip, kuyu tamâmen kurudu… Başka, bir rivâyete göre,
İbrâhim aleyhisselâm Kıst'ta da bir kuyu kazdı.
Malı ve davarları bütün o bölgeyi kapladı. Bu ülkede onun malından istifâde
etmeyen ve servetinden yemeyen kimse kalmadı.
Malı,
serveti yemekle bitmezdi. Hattâ İbrâhim aleyhisselâm
dört-beş saatlik mesâfedeki uzak yerlere gidip misâfir arar ve adamlar
gönderip, insanları yemeğe dâvet ettirirdi. İbrâhim aleyhisselâma
bu vasfından dolayı Ebüd-dayfân (misafirlerin babası) denmiştir. Lût aleyhisselâmın bulunduğu ve peygamber olarak
gönderildiği yer de oraya yakın idi.
İbrâhim aleyhisselâm, bir defâsında, büyük bir ziyâfet
vermişti. Ziyâfette ikiyüz mecûsî vardı. Ziyâfetten sonra mecûsîler, hazret-i
İbrâhim'e teşekkür edip, bir miktar karşılıkta bulunmayı arzu ettiler. İkrâmlarına
karşı onlar da onun bir işini görmek istediler. Bu arzularını söylediklerinde,
kendilerine bir iş gösterir, çalıştırır zannettiler. “Bize ne emredersen
yapalım” dediler. “Sizden bir dileğim var” buyurdu, “O nedir?” dediklerinde; “Benim
Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum” dedi. Onlar böyle şeyi
beklemiyorlardı. Çünkü daha evvel kendilerini îmâna dâvet etmiş, onlar ise
kabûl etmemişlerdi. Aralarında konuştular ve; “Bu zâtın ihsânları, ziyâfetleri
meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine kendi ilâhlarımıza
tapınırız. Bir zararı olmaz. Böylece hem onu kırmamış, hem de ziyâfetlerinden
mahrûm kalmamış oluruz. İtirâz edersek, bundan sonra bize ziyâfet vermeyi
kesebilir” dediler. Kabûl edip secdeye kapandılar. Bunlar secdede iken, İbrâhim
aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları hidâyete,
saâdete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara müslümanlık nasîb eyle!”
dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi müslüman oldu.
Rivâyet edilmiştir ki, bir gün İbrâhim aleyhisselâm deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Denizin dalgaları yükselince, balıklar ve denizde yaşayan diğer canlılar, dalgalar çekilince de karadaki canlılardan kuşlar ve yırtıcı hayvanlar bu leşten yiyorlardı. Böylece bu leşin her bir parçası bir canlının karnına gidiyordu. İbrâhim aleyhisselâm bu manzarayı görünce, Allahü teâlânın, canlıların parça parça yiyerek tükettiği bu hayvanın zerreler hâlinde dağılan cesedini, nasıl bir araya getirip dirilteceğini gözüyle görmek istedi. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın dirilttiğini ve öldürdüğünü yâni yaratanın da öldürenin de Allahü teâlâ olduğunu kesin, olarak biliyor ve inanıyordu. Nitekim daha önce Nemrûd'a; “Benim Rabbim diriltir ve öldürür.” demişti. Bu husûsta aslâ şüphesi yoktu. Bu hâdiseyi görerek; “Yâ Rabbî! Ölüyü nasıl diriltirsin bana göster?” demesi, İlm-el-yakîn bildiği şeyi ayn-el-yakîn derecesinde yâni bizzât görerek bilmek istemesi sebebiyledir. Bunun için duâ edince, Allahü teâlâ; “Sen benim kudretimle ölüleri dirilteceğime îmân ettin, bu sana kifayet etmez mi?” buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Ben muhakkak îmân ettim ki, sen ölüleri diriltmeye kâdirsin. Bunu kesin olarak biliyorum. Fakat, senin kudretinin tecellisini dünyâda iken gözümle de görmüş olayım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma dört kuş tutup, bu kuşları iyice görüp tanımasını emretti. Bu kuşların ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. İbrâhim aleyhisselâm bunları iyice tanıyıp, özelliklerini öğrendi. Sonra keserek tüylerini yoldu. Her birini inceden inceye parçalayıp, parçalarını da birbirine iyice karıştırdı. Başlarını yanında bıraktı. Karıştırdığı parçaları ise dörde ayırıp, dört ayrı dağın üzerine koydu. Bundan sonra her birini ismiyle yanına çağırdı. Parçalar havada birbirinden ayrılıp, aynı cinsten olanlar birleştiler. Böylece her hayvanın kendi parçası toplanıp, bir araya geldi. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın yanında başlarıyla birleşip dirildiler. Bu husûs, Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirildi; “Ey Habîbim! Hatırla ki, İbrâhim (aleyhisselâm) şöyle demişti: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster.” Allahü teâlâ; “Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı?” buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin (gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun istedim dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kuşlardan dört cins tut ve bu kuşları iyice tanıdıktan sonra kendi elinle parçala ve her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları; Allahü teâlânın izniyle yanıma gelin diye kendine çağır; onlar sür’atle sana geleceklerdir. Bil ki Allahü teâlâ azîzdir, irâde ettiği şeyi yapmaya kâdirdir. Her işinde hikmet sâhibidir.” (Bakara sûresi: 260)
Bu hâdisenin sebebi, Sa’îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şu şekilde olduğu da rivâyet edilmiştir: Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı kendisine, halîl yâni dost edinince, Azrâil aleyhisselâm, Allahü teâlânın izni ile bunu müjdelemek için İbrâhim aleyhisselâma geldi. Bu müjdeyi verince, İbrâhim aleyhisselâm; “Bunun alâmeti nedir?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ senin duânı kabûl eder, duân ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!” diye duâ etti. Bu sebeple duâsı kabûl olunup, kuşların diriltilmesi hâdisesi vukû buldu.
İbrâhim aleyhisselâmın zevcesi hazret-i Sâre'den çocukları
olmuyordu. Yaşları da gittikçe ilerliyordu. İbrâhim aleyhisselâm
kavuştuğu nîmetlere şükredip, bir de evlâd ihsân etmesi için Allahü teâlâya; “Ey Rabbim! Bana sâlihlerden bir oğul bağışla
ki, dâvet ve tâatta yardımcım, ve gurbette mûnisim olsun” (Saffât sûresi:
100) diye niyâzda bulundu. Hazret-i Sâre de böyle istiyordu. Fakat çocuğu
olmuyordu. Hazret-i Sâre Mısır'da kendisine hizmetçi olarak verilen Hazret-i Hâcer'i
âzâd edip, İbrâhim aleyhisselâm ile evlenmesini
istedi. “Belki ondan senin çocuğun olur” dedi. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm hazret-i Hâcer ile evlendi. Bu
evlilikten İsmâil aleyhisselâm dünyâya geldi. Muhammed aleyhisselâmın
nûru, İsmâil aleyhisselâma intikâl etti.
İbrâhim aleyhisselâm onu çok sever ve hiç
yanından ayırmazdı.
Hazret-i Sâre,
nûrun kendisine intikâl edeceğini umuyordu. Bu sebeple hazret-i Hâcer'e karşı
kalbinde gayret hâsıl oldu. İbrâhim aleyhisselâm
ise hazret-i Sâre'yi hoş tutuyor, devamlı hatırını soruyor, gönlünü alıp, onu
incitmemeğe gayret ediyordu. Nihâyet hazret-i Sâre'nin gayreti iyice arttı ve
İbrâhim aleyhisselâmdan, hazret-i Hâcer ile
oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) başka bir yere
götürüp bırakmasını istedi. Allahü teâlâ,
İbrâhim aleyhisselâma hazret-i Sâre'nin bu
isteğini yerine getirmesini bildirdi. İbrâhim aleyhisselâm,
Allahü teâlânın emriyle, Hâcer hâtun ve İsmâil'i
(aleyhisselâm) yanına alıp Şam'dan ayrılarak,
onları o sırada susuz ve ıssız bir yer olan Mekke'ye götürdü. Bundan sonrası
İmâm-ı Buharî'nin Abdullah ibni Abbâs hazretlerinden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle anlatılmaktadır:
“İbrâhim (aleyhisselâm), İsmâil'in anası Hâcer
ve emzirmekte olduğu oğlu İsmâil ile beraber Mekke'ye geldi. Hâcer ile İsmâil'i
Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir
ağacın yanına bıraktı. Halbuki o târihte Mekke'de hiç bir kimse olmadığı gibi,
içecek su da yoktu. İşte İbrâhim (aleyhisselâm), Hâcer ile oğlunu
burada bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi de
koydu. Sonra, İbrâhim (aleyhisselâm)
Şam'a gitmek
üzere oradan döndü. İsmâil'in anası Hâcer, İbrâhim'in arkasını tâkip etti ve; “Ey
İbrâhim! Görüp görüşecek bir ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vâdide
bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” dedi. Hâcer, tekrar tekrar bu sözleri
söylemesine rağmen, İbrâhim aleyhisselâm ona iltifât etmeyip yoluna devam etti.
Nihâyet Hâcer ona; “Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı
emretti?” diye sordu, İbrâhim; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap verince,
Hâcer; “Öyleyse Allahü
teâlâ bizi zâyi etmez ve korur” diyerek,
oğlunun yanına döndü. İbrâhim (aleyhisselâm)
de ayrılıp
Mekke'nin üst tarafında Hâcer ile İsmâil'in gözlerinden kayboldu. Seniyye
mevkîine varınca, yüzünü Kâbe'ye çevirdi. Sonra ellerini kaldırarak (meâlen) şöyle duâ etti: “Ey
Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını (İsmâil ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib
olan mukaddes evinin (Kâbe'nin) yanına ekin bitmez bir vâdiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz!
Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o
yerlere yönelt. (Kâbe'yi ziyârete gelsinler.) Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle
rızıklandır ki, sana şükretsinler. (İbrâhim sûresi: 37) Artık İsmâil'in
anası, oğlu İsmâil'i emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Nihâyet testideki
su tükenince, hem Hâcer, hem de çocuğu susadı. Hâcer, çocuğunun susuzluktan
toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan
üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kâbe'ye en yakın dağ olan Safâ tepesini
buldu ve bunun üstüne çıktı. Sonra vâdiye karşı durup; “Bir kimse görebilir
miyim?” diye baktı. Fakat hiç bir kimseyi göremedi. Bu defâ Safâ tepesinden
indi. Vâdiye varınca, ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra,
çok müşkül bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip
Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim?”
diye baktı, fakat hiç bir kimse göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve
arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safâ ile Merve
arasında sa'y ederler. Hâcer, son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti
ve kendi kendine hitâb ederek; “Sus, iyice dinle” dedi. Sonra dikkatle
dinleyince, bu sesi evvelki gibi bir defâ daha işitti. Bunun üzerine Hâcer,
sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses sâhibi, sesini duyurdun. Eğer sen bize
yardım edebilecek vaziyette isen, imdadımıza yetiş, bize yardım et” dedi. Ve
böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek, Cibrîl aleyhisselâm
göründü. (Bir rivâyette) Cebrâil aleyhisselâm; “Kimsin?” diye
sordu. Hâcer; “İbrâhim'in çocuğu olan İsmâil'in anası Hâcer'im” dedi. “Sizi
kime emânet etti?” deyince; “Allahü teâlâya” cevâbını verdi. Cebrâil aleyhisselâm; “Sizi her şeye kâdir olana emânet etmiş”
dedi.” İbn-i Abbâs rivâyetine devam ederek şöyle dedi: Topuğu ile (veya
kanadıyla)
toprağı kazıp suyu (Zemzem'i) meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce), taşıp zâyi
olmasın diye hemen suyun etrâfını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da
testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça tekrar
fışkırıyordu. Allahü
teâlâ, İsmâil'in anasına rahmet etsin! O,
Zemzem'i kendi hâline bırakmış olsaydı, yâhut suyu avuçlamasa idi, muhakkak
Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hâcer, bu sudan içti. Çocuğa süt olup emzirdi.
Cibrîl aleyhisselâm Hâcer'e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası
Beytullah'ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allahü teâlâ, o beytin ehlini zâyi etmez” dedi. Beytullah'ın mahalli,
tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Zamanla) seller, sağını solunu kazıp aşındırmıştı.
Hâcer bu şekilde
yaşarken, günün birinde Cürhüm kabîlesinden veya onların ehl-i beytinden bir
cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem
kuyusunun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolaştığını görünce; Kuş kısmı,
muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Halbuki biz bu vadide su
bulunmadığını biliyorduk; (durumu) anlayalım
diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Onlar, orada Zemzem
kuyusunu bulunca, dönüp suyun mevcût olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine
Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, İsmâil'in
anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim, de şuraya gelip, civarınızda
barınmamıza müsâde eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve bu
sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz” dedi.
Onlar da râzı oldular. Kadınlarla, muhabbetle sohbet etmeye muhtâç olduğu bir
sırada, Cürhümîlerin gelişi, Hâcer'in arzusuna muvafık oldu. Böylece, Cürhümîler
Mekke civârına yerleştiler. Sonra kabîlelerinden başka insanlara haber
gönderdiler. Onlar da gelip Mekke'de yerleşerek ev-bark sâhibi oldular.”
İbrâhim aleyhisselâm, Bâbil'den hicret ederken Nemrûd'a ve
putperest Keldânî kavmine; “Ben, Rabbimin bana emrettiği yere hicret ediyorum. Rabbim
beni doğru yola ulaştırır.” (Saffât sûresi: 99) diyerek oradan
ayrılmıştı. Bu hicretinde Allahü teâlâya niyâzda
bulunarak kendisine sâlih bir evlâd ihsân etmesini istemişti. Bu duâsı üzerine Allahü teâlâ ona, evlâd olarak, İsmâil aleyhisselâmı verdi. Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde
meâlen şöyle buyruldu: “(İbrâhim aleyhisselâm); Ey Rabbim! Bana
sâlihlerden bir oğul bağışla ki dâvet ve tâatta yardımcım ve gurbette mûnisim
olsun (diye duâ etti). Biz de ona (küçüklüğünde âlim, büyüklüğünde) hâlim bir oğul
müjdeledik. Vakta ki o çocuk İbrâhim'in yanında koşmak çağına yetişti. (yani
yedi veya onüç yaşına bastı.) İbrâhim (aleyhisselâm) ona dedi ki: “Oğulcuğum!
Ben rüyâmda seni boğazladığımı gördüm. Bu husûsta re’yin, kanaatin nedir?” Oğlu
ona şöyle dedi: “Babacığım! Sana ne emrediliyorsa yap! İnşaallah beni (emrolunduğun
şeye)
sabredenlerden bulacaksın.” Vakta ki, bu sûretle ikisi de, (baba-oğul) Allahü teâlânın emrine teslim oldular. İbrâhim, çocuğu yüz üstü yatırdı.
Biz ona şöyle nidâ ettik; “Ey İbrâhim! Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin.
Şüphe yok ki biz (İbrâhim'i, oğluna kurban etmekten muaf tutup ve
bol mükâfât verdiğimiz gibi) ihsân sâhiplerini de ihsânları sebebiyle işte böyle mükâfâtlandırırız.
Muhakkak ki bu (muhlis ile muhlis olmayanı ayıran) açık bir
imtihândır ve ona (İbrâhim'e) bir büyük kurbanlık (semiz koç) bedel verdik.
Yine ona, sonradan gelenlerin İbrâhim'e selâm etmeleri olan güzel bir senâyı,
övgüyü bıraktık. İhsân sâhiplerini işte böyle mükâfâtlandırırız.” (Saffât
sûresi: 100-110)
Bu âyet-i
kerîmelerin tefsîrinde müfessirler şu malûmatı vermişlerdir: İbrâhim aleyhisselâm hanımı hazret-i Hâcer ile henüz iki
yaşında olan oğlu hazret-i İsmâil'i Mekke vâdisine bıraktıktan sonra diğer
hanımı Hazret-i Sâre ile Şam'da ikâmet etti. Arada bir hazret-i Hâcer'i ve oğlu
hazret-i İsmâil'i görmek için Şam'dan yanlarına gidip dönüyordu. Böylece aradan
yıllar geçti. İsmâil aleyhisselâm yedi veya onüç
yaşına girmişti. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâm
Mekke'ye gitmişti. Orada bir rüyâ gördü. Rüyâsında ona; “Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana oğlun İsmâil'i kurban etmeni
emrediyor” denildi. İbrâhim aleyhisselâm bu
rüyâyı görünce, uyanıp tereddüt etmeye başladı. O gün hep; “Acabâ bu rüyâ
rahmânî mi, şeytanî mi?” diye düşündü. Düşündüğü bu gün Zilhicce ayının
sekizinci günü idi. Bu güne Terviye günü denildi. Aynı rüyâyı ikinci gece
tekrar gördü ve rüyânın rahmânî olduğuna kanaat getirdi. Bu güne de Arefe
günü denildi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı görünce artık bunun Allahü teâlânın emri olduğunu kesinlikle anlayıp,
hiç şüphesi kalmadı. Bu gün, kurban bayramının birinci günü olan Zilhicce
ayının onuna rastlıyordu. Bu güne de Nahr günü denildi.
Rivâyete
göre, İbrâhim aleyhisselâm; “Allahü teâlâ bana bir oğul verirse kurban edeceğim”
diye nezretmişti. Dileği hâsıl olunca, nezrini yerine getirmesi bildirildi. Bir
rivâyette de, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı üç şeyle imtihân etmiştir. Birincisi
canı, ikincisi malı, üçüncüsü de evlâdıyladır.
İbrâhim aleyhisselâm önce; bu emri nasıl yerine getireceğini
ve biricik oğlu hazret-i İsmâil'e bu mes’eleyi nasıl açacağını ve onun tavrının
ne olacağını düşündü. Bu işin Allahü teâlânın
emri olduğunu kesin bir şekilde anladığından, yerine getirmek husûsunda hiç
tereddüt etmedi. Hanımı hazret-i Hâcer'e; “İsmâil'i yıka, temiz elbiselerini
giydir, gözlerine sürme çek ve güzel kokular sür, onu dostuma götüreceğim”
dedikten sonra; İsmâil'e de; “Yanına iple bıçak al” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm; “Bunları ne yapacağız?” diye sorunca;
İbrâhim aleyhisselâm; “Allah rızâsı için kurban
keseriz” cevâbını verdi. Sonra İsmâil'i yanına alıp, Mekke'den çıkarak Arafat
ovasına doğru (hacıların kurban kestiği yere) götürdü.
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet
etmiştir; İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil'i
kurban edeceğinde, şeytan; “Eğer bugün İbrâhim'in (aleyhisselâm)
evinde bir fitne çıkaramazsam, bundan sonra onları hiç fitneye düşüremem!”
diyerek harekete geçti. İnsan kılığına girerek önce hazret-i Hâcer'in yanına
gitti ve ona; “İbrâhim aleyhisselâm, oğlunu
nereye götürdü biliyor musun?” dedi. Hazret-i Hâcer; “Bir dostunu ziyârete”
diye cevap verdi. Bunun üzerine şeytan; “Hayır, yemîn ederim ki, onu
boğazlamaya götürdü” dedi. Hazret-i Hâcer, şeytana; “İbrâhim aleyhisselâm onu pek çok sevmektedir. Bu sevgisi onu
boğazlamasına mâni olur, boğazlayamaz” dedi. Bunun üzerine şeytan; “İbrâhim aleyhisselâm kendisine Allahü
teâlânın böyle emrettiğini zannettiği için onu boğazlayacak” dedi.
Hazret-i Hâcer, şeytanın bu sözüne de; “Eğer Allahü
teâlâ ona böyle bir şey emretmişse Allahü
teâlânın emrine uyması elbette en güzel iştir” diye cevap verdi.
Şeytan, hazret-i Hâcer'i aldatamayınca hemen İsmâil aleyhisselâmın
yanına gidip insan kılığında gözüktü. Hazret-i İsmâil babası Hazret-i
İbrâhim'in peşinden yürüyordu. Şeytan yanına yaklaşarak; “Biliyor musun baban
seni nereye götürüyor?” diye sorunca; Hazret-i İsmâil; “Dostunu ziyârete”
cevâbını verdi. Şeytan: “Hayır, yemîn ederim ki, baban seni boğazlamaya
götürüyor!” deyince, İsmâil (aleyhisselâm); “Niçin
boğazlasın?” dedi. Bunun üzerine şeytan; “Baban Rabbinin kendisine böyle
emrettiğini zannediyor” dedi. Hazret-i İsmâil şeytanın bu sözü üzerine; “Eğer Allahü teâlâ emretmişse O'nun emrini seve seve
yerine getirir” dedi. Bir rivâyete göre de yanından kovup, arkasından taş attı.
Şeytan onu da aldatamayacağını anlayınca, İbrâhim aleyhisselâmın
karşısına çıkıp; “Ey ihtiyâr zât, böyle nereye gidiyorsun?” diye sordu. İbrâhim
aleyhisselâm da; “Bir iş için şu tarafa doğru
gidiyorum” cevâbını verdi. Şeytan ona; “Vallahi anlıyorum ki rüyânda şeytan
gelip sana oğlunu boğazlamanı emretmiştir!” deyince, İbrâhim aleyhisselâm bunun şeytan olduğunu derhal anladı.
Sonra; “Ey Allahü teâlânın düşmanı!
Rabbimin emrini mutlak yerine getireceğim!” dedi. Böylece şeytanın hîleleri
boşa çıktı, hiç birini aldatamadı. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü
anh) da şöyle rivâyet edilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâm,
oğlu hazret-i İsmâil'i Allah için kurban etmeye götürürken, şeytan onu aldatmak
için karşısına çıkınca, İbrâhim aleyhisselâm
onu reddedip, yoluna devam etti. Cemret-ül-ûlâ denilen yere gelince, şeytan yine
karşısına çıktı. İbrâhim aleyhisselâm ona yedi
tâne küçük taş atarak kovdu, o da dönüp gitti. Cemret-ül-vustâ'ya vardıklarında
şeytan tekrar geldi. İbrâhim aleyhisselâm yedi
taş daha atarak şeytanı kovdu. Cemret-ül-kübrâ'ya vardıklarında şeytan aldatmak
maksadıyla yeniden geldi. İbrâhim aleyhisselâm
bu kere de yedi taş daha attı ve böylece şeytanı kovdu. Şeytana bu taşları İsmâil
aleyhisselâmın attığı da rivâyet edilmiştir.
İbrâhim aleyhisselâm ile Hazret-i İsmâil, Minâ'ya
yaklaştıkları vakit melekler; “Sübhânallah! Bir peygamber bir peygamberi
boğazlamaya götürüyor” diyerek sızlandılar. Nihâyet İbrâhim aleyhisselâm durumu Hazret-i İsmâil'e açıp; “Ey
oğlum! Bana rüyâmda seni kurban etmem emredildi. Sen ne dersin?” buyurdu. İsmâil
aleyhisselâm babasının bu teklifi karşısında
hiç bir telâş göstermeden tam bir teslimiyet içerisinde; “Allahü teâlâ mı emretti?” dedi. Babası; “Evet”
deyince; “Ey babacığım! Sana ne emrolunduysa onu yap. İnşallah beni
sabredenlerden bulacaksın” diyerek, hâlim, selim, akıllı, sabırlı ve metânetli
olduğunu gösterdi. Allahü teâlâ için
canını fedâ etmeye hazır olduğunu bildirdi. İbrâhim aleyhisselâm
oğlunun bu cevâbı üzerine sevinip, ferahladı.
Vehb bin
Münebbih'den (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet
edilmiştir: İbrâhim aleyhisselâm, oğluna; “Seni
kurban edeceğim” deyince, İsmâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ sana bunu emretti mi?” dedi.
Karşılığında; “Evet emretti” cevâbını alınca o kadar çok sevindi ki, babası; “Ey
oğlum! Seni kurban edeceğimi, boğazlayacağımı söylüyorum. Sen ise seviniyorsun”
dedi. Hazret-i İsmâil; “Ey babacığım! Nasıl sevinmeyeyim? Benim yegâne arzum, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Böylece
rahmetine ve Cennet’ine nâil olurum. Eğer dünyânın ömrü müddetince eziyet
çeksem bu nîmet ve saâdete kavuşmak mümkün değildir. Şimdi ise, bu saâdet kolay
ele geçecek. Ey babacığım! Emrolunduğun işi yap. Sana, Allah için oğlunu; bana
da canımı fedâ eylemek düşer. Ey babacığım! Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin.
Allahü teâlâ senden râzı oldu. Ben de
Allah için kurban olmaya râzı olup, sabredeyim. Belki Allahü teâlâ benden de râzı olur. Eğer senden
ayrılırsam, Rabbime; dünyâ nîmetlerinden ayrılırsam, Cennet nîmetlerine
kavuşurum. Boğazlanmak acısı bir anlıktır ve ona sabretmek kolaydır!
Emrolunduğun şeyi hemen yap; zirâ canım Rabbime kavuşmak için acele ediyor!
Benim üzüntüm; kendi evlâdını elinle boğazlamanın acısını ve benim hasretimi
ömrün boyunca unutamamandır. Ömrün boyunca bana hasret kalırsın. Babacığım! Bu
işi önce haber verseydin, annemle vedalaşarak sarılıp ağlaşsaydık” dedi.
İbrâhim aleyhisselâm; “Senden veya annenden bir
gevşekliğin hâsıl olmasından ve bu sebeple azarlanmamızdan çekindim” cevâbını
verdi. Hazret-i İsmâil kurban edilmek üzere yatırılacağı sırada şöyle dedi: “Babacığım!
Ben senin râzı olmanı isterim. Senin gibi bir babanın hakkını ödemek,
saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte Allahü
teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer müsâde edersen bir kaç
vasiyetim var, onları zâtıalinize söyleyeyim” deyince, babası; “Söyle ey
saâdetli oğlum” buyurdu. Hazret-i İsmâil şöyle söze başladı: “Birincisi, iple
ellerimi ve ayaklarımı bağla ki can acısı ile bir kusur etmeyeyim. İkincisi,
mübârek eteğini topla ki üzerine kanım sıçramasın. Üçüncüsü, bıçağı iyice bile
ki hemen kessin, can vermek kolay olsun ve senin işin çabuk görülsün.
Dördüncüsü, bıçağı boynuma çalarken yüzüme bakma. Babalık şefkâtiyle
dayanamayıp emri geciktirirsin” dedi. Hazret-i İbrâhim; “Ey benim oğulcuğum! Ne
iyi yardımcısın.” buyurduktan sonra, hazret-i İsmâil vasiyetine devamla “Beşinci
vasiyetim beni kurban etmeden önce, üzerimden gömleğimi çıkar. Beni kurban
ettikten sonra bunu anneme götür. Ona benden selâm söyle. Benim kokumu bu
gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin.
Anneme; Oğlun sana şefâatçi olarak Hak teâlâya
gitti de! Altıncı vasiyetim, her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen, beni
hatırla!” İbrâhim aleyhisselâm, oğlu hazret-i İsmâil'in
bu yürek parçalayıcı sözlerini dinlerken mübârek gözlerinden yaşlar boşandı.
Çok ağladı ve; “Yâ Rabbî! Bana bu hâlimden dolayı ihtiyârlığım sebebiyle rahmet
et” diye duâ etti. Hazret-i İsmâil de ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu işte
bana sabır ve tahammül ver” diyerek niyâzda bulundu. Sonra yüzünü hazret-i
İbrâhim'e dönüp; “Babacığım! Görüyor musun, gök kapıları açılmış melekler bize
bakıp hayretlerinden Allahü teâlâya secde
ediyorlar. Meleklerden bir kısmı, Allahü teâlâya
münâcât edip; “Yâ Rabbî! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmek üzere! Senin
rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor! Sen onlara merhamet eyle diye
yalvarıyorlar” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu
sözleri oğlundan duyunca ellerini yüzüne kapayıp çok ağladı. Melekler de onunla
birlikte ağlaştılar.
İsmâil aleyhisselâm ise; “Muhabbetin şartı, emri yapmakta
gecikmemektir” diyerek tam teslimiyetini gösterdi. İbrâhim aleyhisselâm bıçağı iyice biledi. Hazret-i İsmâil'in
başı ucunda oturdu. Boğazını tutup; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum gözümün nûru,
gönlümün sürûrüdür. Bunu kurban etmemi emir buyurdun. Şu anda emrini yerine
getirmek üzere hâlis niyetle hazırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu
kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ve metanet ver” diyerek bıçağı hazret-i
İsmâil'in boynuna dayadı. “Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrar
görüşmek kıyâmet günü olur” dedi. Sonra bıçağı kuvvetle hazret-i İsmâil'in
boğazına çaldı. O anda Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma;
“Yetiş bıçağı çevir” buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm Sidret-ül-müntehâdan bir anda
gelip bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. İbrâhim aleyhisselâm
bıçağı kuvvetlice bir daha çaldı, yine kesmedi. Sonra Allahü teâlâ; “Ey İbrâhim! Gerçekten rüyânı tasdik
ettin, sadâkat gösterdin” diye vahyetti. Bundan sonra, Cebrâil aleyhisselâm
Allahü teâlânın emri ile Cennet’ten bir
koç getirdi. Cebrâil aleyhisselâm koçu indirince; “Allahü ekber, Allahü
ekber” dedi. İbrâhim aleyhisselâm bu tekbiri
işitince; “La ilâhe illallahü vallahü ekber” dedi. İsmâil aleyhisselâm da; “Allahü ekber velillahil hamd” dedi.
Arefe günü sabah namazından kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına
kadar, yirmiüç vakit namazın farzını kıldıktan sonra böylece teşrik tekbiri
getirmek, bu ümmete, yâni biz müslümanlara vâcib kılındı.
Cebrâil
aleyhisselâm koçu yanlarına getirince; “Bu koç
uzun zaman Cennet’te beslendi. Bu senin oğluna fedâdır, bunu kurban et”
buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmın
Cennet’ten getirdiği bu koçu kurban etti. Bundan sonra oğlu hazret-i İsmâil ile
birlikte Mekke'ye Hazret-i Hâcer'in yanına döndüler. Hazret-i Hâcer kapıda
durup, hazret-i İbrâhim'i ve oğlu hazret-i İsmâil'i bekliyordu. İsmâil aleyhisselâm annesinin kapıda kendilerini beklemekte
olduğunu görünce, ağladı. Annesi; “Ey oğlum! Niçin ağlarsın?” deyince, İbrâhim aleyhisselâm olanları anlattı. Hazret-i Hâcer oğlu
Hazret-i İsmâil'e sarılıp hem ağladı, hem de Allahü
teâlâya şükretti. Bundan sonra İbrâhim aleyhisselâm
Mekke'den Şam'a, yâni Hazret-i Sâre'nin yanına döndü.
İbrâhim aleyhisselâm üç şekilde imtihân edilmiştir. Nemrûd
tarafından ateşe atıldığı zaman nefsi ve canı, oğlu hazret-i İsmâil'i Allah
için kurban etmesi emredilince evlâdı, bir de malı ile imtihân edilmiştir. Malı
ile imtihân edildiğinde de ovaları ve vâdileri dolduran sürülerini Allah için
bağışlamıştır. “Mearic-ün nübüvve”de şöyle bildirilmiştir; “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı
Halîl,
dost edinince melekler; “Ey Rabbimiz! İbrâhim sana nasıl dost olabilir, nefsi,
evlâdı ve malı vardır. Onun kalbinin bunlara bağlılığı da vardır” dediler.
Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm nefsi, canı
ve evlâdı ile imtihân edildiği gibi malı ile de imtihân edildi. İbrâhim aleyhisselâmın onikibin sürüsü vardı. Sürüleri her
tarafı kaplıyordu. Bu sürülerin her biri için koruyucu olarak bin köpeği
bulunmaktaydı. Bu köpeklerin her birinin boynuna altın tasmalar takmıştı.
Böylece dünyâ malının değersiz olduğunu ve buna kıymet vermediğini
gösteriyordu. Bir gün İbrâhim aleyhisselâm sahrâya
sürülerinin yanına gitmişti. Bu sırada Cebrâil
aleyhisselâm insan kılığında yanına gitti.
Selâm verdikten sonra; “Yâ İbrâhim! Bu sürüler kimindir?” dedi. İbrâhim aleyhisselâm; “Allahü
teâlânındır. Benim elimde emânet olarak bulunuyor” cevâbını verdi. “Bana
birini satar mısın” deyince, İbrâhim aleyhisselâm;
“Allahü teâlânın ismini bir kere söyle,
bu sürülerin üçte birini sana vereyim” dedi. Cebrâil
aleyhisselâm bir kere “La ilâhe illallah” dedi.
(Bir rivâyete göre de, Cebrâil aleyhisselâm; “Sübbûhun, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbül
melâiketi verrûh” diyerek Allahü teâlâyı
zikretti.) İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince
pek ziyâde zevklenip; “Bir kere daha söyle, diğer üçte birini daha vereyim”
diye teklifte bulundu. Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlânın
mübârek ismini bir kere daha söyledi. İbrâhim, aleyhisselâm
daha ziyâde zevklenip; “Bir kere daha söyle, sürülerin hepsini sana vereyim”
dedi. Tekrar söyleyince bütün sürülerini verdi. İbrâhim aleyhisselâm iyice şevke gelip; “Bir kere daha söylersen,
köpeklerin hepsini altın tasmalarıyla birlikte sana veririm” dedi. Cebrâil aleyhisselâm
da; “La ilâhe illallah” dedi. İbrâhim aleyhisselâm
sürülerini teslim etmek isteyince, Cebrâil
aleyhisselâm durumu açıklayıp; “Ben, Allahü teâlânın emriyle seni imtihâna geldim.
Bunların hepsini al, hepsi senindir” dedi. Rivâyet edilir ki, İbrâhim aleyhisselâm da o sürüleri satıp onların parası ile
arâzi ve mülk satın alıp, insanların faydalanması için vakfetti.
İbrâhim aleyhisselâm putperest Keldânî kavmini ve onların azgın kralı Nemrûd'u, açık bir şekilde defâlarca îmâna dâvet ettiyse de, îmân etmediler. Bunun üzerine Allahü teâlânın emri ile onların yaşadığı Bâbil diyârından Şam'a hicret etti. Bu hicretinde Allahü teâlâya duâ edip sâlih bir evlâd ihsân etmesini istedi. Sonra Mısır'a gidip tekrar Şam'a döndü. Bundan sonra da Hazret-i Hâcer ile evlendi ve ondan oğlu hazret-i İsmâil doğdu. Hazret-i İsmâil büyüyünce imtihân için rüyâsında bu oğlunu kurban etmesi emredildi. İbrâhim aleyhisselâm bu emir üzerine oğlu hazret-i İsmâil'i kurban etmeye teşebbüs etti. Fakat Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma Cennet’ten bir koç götürmesini ve hazret-i İbrâhim'in o koçu kurban etmesini emir buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm bu imtihân karşısında sadâkat gösterdi. Bunun mükâfâtı olarak, Allahü teâlâ ona ihtiyâr yaşında bir oğul daha ihsân etti. Bu oğlu da İshak aleyhisselâmdır.
Kur’an-ı kerîmde İbrâhim aleyhisselâmın oğlu Hazret-i İsmâil'i kurban etmesi emredilince teşebbüse geçip, bu husûsta hem İbrâhim aleyhisselâmın hem de hazret-i İsmâil'in gösterdiği sadâkat bildirildikten sonra meâlen şöyle buyruldu: “Bir de ona sâlihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik. Hem İbrâhim'e, hem de İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mü’min olan da var, nefsine apaçık zulmeden kâfir de var.” (Saffât sûresi: 112-113)
İbrâhim aleyhisselâma oğlu Hazret-i İshak'ın doğacağını melekler müjdelediler. Rivâyete göre; bir oğullarının olacağı müjdelendiği sırada İbrâhim aleyhisselâm yüzyirmi, hazret-i Sâre ise doksan veya doksandokuz yaşında idi. Bu haberden bir sene sonra hazret-i İshak doğdu. Bu müjdeyi vermek üzere gelen melekler gâyet güzel yüzlü birer genç sûretinde İbrâhim aleyhisselâmın karşısına çıktılar. Bunların; Cebrâil aleyhisselâm, Mikâil aleyhisselâm ve İsrâfil aleyhisselâm olduğu İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiştir. Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte yedi veya dokuz; veya onbir yâhut da oniki meleğin bulunduğu da rivâyet edilmiştir. Melekler, İbrâhim aleyhisselâma bu sevinçli haberi verdikten sonra; o zaman azgınlıkları son hadde ulaşan Lût kavmini helâk etmeye gittiler.
Melekler güzel yüzlü genç sûretinde İbrâhim aleyhisselâma gözüküp; “Selâmün aleyke” deyince; o da; “Aleyküm selâm” diyerek mukâbelede bulundu. Onları evinde en iyi yere oturttuktan sonra ikrâm etmek üzere hemen kızartılmış bir buzağı (dana) getirdi. Bu nefis yiyeceği misâfirlerin önüne koyup; “Buyurunuz, yiyiniz” dedi. Fakat bu misâfirler yemeğe hiç el uzatmadılar. Bu hâl karşısında İbrâhim aleyhisselâm tedirgin olup, kalbine gizli bir korku düştü. Katâde hazretlerinden rivâyet edildiğine göre o zamanki âdete göre bir eve misâfir geldiğinde, misâfir ikrâm edilen şeyleri yerse, o misâfirden emîn olunur; yemezse, bu misâfirin zarar vermek üzere geldiğine hükmedilir ondan çekinilirdi. Hattâ böylelerinin hırsız olduğundan ve zararından korkulurdu. İbrâhim aleyhisselâmın kalbine bu sebeple bir endişe doğduğu rivâyet edilmiştir. Yine tefsîrlerde rivâyet edildiğine göre; aslında İbrâhim aleyhisselâm bu gelenlerin insan sûretine girmiş melekler olduğunu anlamıştı. İçindeki korkunun sebebi; Allahü teâlânın gadab ettiği bir şey mi oldu, yoksa benim kavmimin helâk edileceğini mi haber vermeye geldiler endişesi idi.
İbrâhim aleyhisselâm ikrâm ettiği nefis yemeği koyup; “Buyurun, yemez misiniz?” dediğinde, melekler; “Biz yemeğin ücretini vermeden yemeyiz” dediler. İbrâhim aleyhisselâm da; “Yiyiniz de bedelini veriniz. Bu yemeğin bir ücreti vardır” buyurdu. Melekler; “Bu yemeğin ücreti nedir?” deyince; “Yemeğin başında Allahü teâlânın ismini söylemek, Bismillâh demek, sonunda da Elhamdülillah demektir” buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, Mikâil aleyhisselâma bakarak; “Bu zât, Allahü teâlânın dost (halîl) edinmesine lâyık bir kimsedir” buyurdu.
Bundan sonra melekler; “Ey İbrâhim! Korkma. Biz Lût kavmini helâk etmek için gönderildik!” diyerek melek olduklarını açıkladılar. Böylece yemeği yememelerinin sebebi de anlaşıldı. Çünkü melekler yemezler, içmezler. Bu sırada İbrâhim aleyhisselâmın hanımı hazret-i Sâre perde arkasında ayakta duruyordu. Âyet-i kerîmede onun için; “Dahiket” buyruldu. Mücâhid ve İkrime hazretleri bu kelimeye o sırada hazret-i Sâre hayz oldu, mânâsını vermişlerdir. Ayrıca kelime Arapça'da hem gülmek; hem de hayz olmak mânâsına kullanılmıştır. Bu sebeple ekseriyet de hazret-i Sâre için güldü mânâsını vermişlerdir. Ayrıca gülmesinin sebebi de değişik şekilde rivâyet edilmiştir. Denildi ki, misâfirlerin melekler olduğunu anlayınca, korkma demeleri üzerine kendisinden ve hazret-i İbrâhim'den korkunun gitmesi sebebiyle sevinerek güldü. Bir rivâyete göre de İbrâhim aleyhisselâm ile melekler arasında yukarıda zikredilen konuşma geçince, Cebrâil aleyhisselâmın Mikâil aleyhisselâma; “Bu zât Allahü teâlânın halîl (dost) edinmesine lâyıktır” demesi üzerine gülmüştür. Bu husûsta daha başka rivâyetlerde vardır. Daha sonra İbrâhim aleyhisselâmın korkusu dağılınca, melekler ona bir oğlunun yâni hazret-i İshak'ın olacağını müjdelediler denmiştir. Hazret-i Sâre bulunduğu yerden meleklerin bu müjdesini işitince, hayrete kapılarak ellerini yüzüne kapayıp; “Hayret, benim mi çocuğum olacak? Ben artık ihtiyârladım. Çocuk doğuracak hâlde değilim! Siz nasıl olur da böyle söylersiniz. Üstelik benim kocam da ihtiyârlamıştır. Bu görülmemiş bir iştir” dedi. Ellerini yüzüne kapaması; yaşlılığında hayz görmesinden ve bunun farkına varıp hayâsı sebebiyle utanmasından ileri geldiği de bildirilmiştir.
Hazret-i Sâre'nin bu sözleri üzerine melekler ona; “Sen Allahü teâlânın emrine mi, takdirine mi şaşıyorsun? Muhakkak, Allahü teâlâ neyi dilerse o olur. Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ kendisine şükür ve hamd edilmesini gerektiren işleri yapar, yaratır ve O'nun kullarına hayrı ve ihsânı pek çoktur. O kerem sâhibidir. Sizi de nice nîmetlere kavuşturmaya kâdirdir” dediler. Hazret-i Sâre'nin bu habere şaşmasının sebebi îtirâz için değildi. Çünkü o, Allahü teâlâya îmân etmişti ve O'nun her şeye gücünün yettiğini biliyordu. Onun şaşırmasının sebebi; hiç görülmediği hâlde, bilinenin ve âdetin dışında, ihtiyârlamış çok yaşlı kimselerin çocuğunun olacağı idi.
Melekler İbrâhim aleyhisselâma kendilerini tanıtıp, bir oğlu yâni hazret-i İshak'ın olacağını müjdeledikten sonra, İbrâhim aleyhisselâm meleklerin böyle topluca gelmelerinin başka bir sebebi olduğunu da anlayıp, niçin geldiklerini sordu. Melekler, Lût kavmini helâk etmek üzere geldiklerini söylediler. İbrâhim aleyhisselâm Lût kavminin helâk edileceğini öğrenince, meleklere; “Lût kavmini hemen mi helâk edeceksiniz? O kavmin helâk edilmesi tehir edilse, küfürden ve isyândan dönmelerini, îmân etmelerini düşünmez misiniz?” diye temennide bulundu. Melekler, onlara duâ ve benzeri şeyler ile geri çevrilemeyecek bir azâbı Allahü teâlânın emrettiğini, îmân edenlerin ise azâbdan kurtarılacaklarını söylediler. Sonra melekler Lût aleyhisselâma gittiler. (Bkz. Lût aleyhisselâm)
Bu husûslar Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi; “Muhakkak ki resûllerimiz (yani melekler) İbrâhim'e müjde ile gelip; “Selâmün aleyke” dediler. O da onlara; Aleyküm selâm dedi ve hemen gidip (onlara) kızartılmış bir buzağı getirdi. İbrâhim (aleyhisselâm) ellerinin buna uzanmadığını görünce onlardan çekindi ve kalbinde onlardan bir nevî korku duydu. Onlar; Korkma, çünkü biz melekleriz, yemez ve içmeyiz. Lût kavmine azâb için gönderildik dediler. İbrâhim'in hanımı (perde arkasında) ayakta idi. (Bu söz üzerine) güldü. Biz de ona İshak'ı, İshak'ın ardından da (torunu) Ya’kûb'u müjdeledik. (İbrâhim'in (aleyhisselâm) hanımı) şöyle dedi: Vah hâlime! Ben doğuracak mıyım? Ben bir ihtiyâr kadınım. Kocam da bir ihtiyârdır. Doğrusu bu, çok şaşılacak bir şey.” (Melekler ona) dediler ki: Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? (O'nun emrine şaşırma! Zirâ, Allahü teâlâ neyi irâde ederse o şey muhakkak olur.) Ey Ehl-i beyt-i İbrâhim! Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Şüphesiz ki Allah, nîmet vermesiyle asıl hamde lâyık ve kullarına hayr ve ihsânı pek çoktur.
İbrâhim'den korku gidince ve kendisine (bir çocuğu doğacağına dair) müjde gelince, Lût kavmi hakkında resûllerimiz olan meleklerle mücâdeleye (konuşmaya) başladı. (Lût aleyhisselâmın ve ona inananların da o azâba düşeceğinden korkuyor, onlara acıyordu.) Çünkü İbrâhim, hâlim (kötülük yapanlardan intikâm almakta acele etmeyen), zellelerine çok âh edip insanların hâline üzülen ve dâimâ Allahü teâlâya yönelen bir zât idi.
Melekler; Ey İbrâhim bundan (mücadeleden) vazgeç. Zirâ hakîkat şudur ki, Rabbinin emri geldi. Muhakkak sûrette onlara (dua ve benzeri ile) geri çevrilmesi imkansız bir azâb gelecektir dediler.” (Hûd sûresi: 69-76)
İbrâhim aleyhisselâma verilen müjdeden bir sene sonra hazret-i İshak doğdu. Gerek Ya’kûb aleyhisselâm, gerekse Yûsuf aleyhisselâm olsun, Benî İsrâil'e gönderilen peygamberler, hazret-i İshak'ın soyundan geldi. (Bkz. İshak aleyhisselâm)
Meleklerin, İbrâhim aleyhisselâma oğlu hazret-i İshak'ın doğacağını müjdelemek için gelmeleri, Kur’an-ı kerîmde Hicr ve Zâriyât sûrelerinde de bildirilmiştir. Meâlleri şöyledir: “Kullarıma İbrâhim'in misâfiri olan meleklerden haber ver ki, onlar İbrâhim'in (aleyhisselâm) yanına girip selâm vermişlerdi. (O da meleklerin selâmına cevap verdikten sonra yemek getirdi. Onlar ise o yemekten yemediler. İbrâhim aleyhisselâm bunun üzerine); Biz sizden endişe ediyoruz, korkuyoruz dedi. Melekler ona dediler ki: Bizden korkma. Biz (Rabbinin elçileriyiz). Sana ilm-i nübüvvete ulaşacak bir oğul müjdeliyoruz. İbrâhim (aleyhisselâm); Benim bu ihtiyârlığımda bana evlâd mı müjdelersiniz? Bu ne acayip müjdedir dedi. Melekler dediler ki: “Biz seni hak ile müjdeledik. (Zirâ Allahü teâlâ babasız, anasız insan da yaratmaya kâdirdir. Buna kâdir olan Allahü teâlâ ihtiyâr bir kimseden ve âcûze bir kadından çocuk yaratır.) Sen Hakk'ın rahmetinden ümîd kesme. (İbrâhim aleyhisselâmın şaşması böyle bir işin âdet olmadığından dolayı idi.) İbrâhim; Allahü teâlânın rahmetinden kim ümîd keser! Ancak, Allahü teâlânın rahmetinin bolluğunu bilmeyen azgınlar ümîd keserler. Ey Allahü teâlânın resûlleri! Bana, bu müjdeden başka ne maksatla geldiniz (bana söyleyiniz) dedi. Melekler; Biz mücrim (günahkâr) bir kavme gönderildik ki, tuğyânları (azgınlıkları) sebebiyle onları (Lût kavmini) helâk edeceğiz dediler.” (Hicr sûresi: 52-58)
Zâriyât sûresinde ise bu hâdise meâlen şöyle bildirilmiştir: “Yâ Muhammed! İbrâhim'in hizmetleriyle ikrâm olunan misâfirlerinin sözleri ve haberi sana geldi mi? O misâfirler, İbrâhim'in evine girdiklerinde selâm verdiler. İbrâhim selâmlarına cevap verip (kendi kendine); “Bunlar bilmediğim değişik kimselerdir dedi. İbrâhim, misâfirlerinden habersiz, hanımına gitti. Semiz bir dana kızartıp geldi. O kızartmayı önlerine koydu. Yemez misiniz?” dedi. Onlar, ondan yemediler. Onların yemekten kaçındıklarını görünce, kalbine korku girdi. Melekler onun korkusunu anlayıp; “Korkma!” dediler ve onu, büluğunda ilimde kâmil olacak İshak adında bir oğulla müjdelediler. İbrâhim'in zevcesi (Sâre), bu oğul müjdesini işitince (hayret etti ve) vâveyla ile kalkıp elleri ile yüzüne vurarak odasına yönelirken; Ben acûze bir ihtiyâr kadın iken doğurur muyum? dedi. Melekler; Rabbin müjdelediğimiz gibi buyurmuştur. O hâkim ve âlimdir, her şeye kâdirdir dediler.” (Zâriyât sûresi: 24-30)
İsmâil aleyhisselâm büyüyüp gençlik çağına girmişti. Cürhümîlerden
Arapça öğrenmiş ve onlar arasında çok sevilen bir genç olmuştu. Asâleti ve
üstün hâlleri ile Cürhümîleri hayran bırakıyordu. Bu sebeple evlenecek çağa
girdiğinde onu kendi kabîlelerinden bir kız ile evlendirdiler. Oraya gelen
insanların kalbleri onlara ısınmış, o belde emîn ve ma’mûr bir yer olmuştu.
Hayatları böyle hoş bir şekilde sürüp giderken günün birinde hazret-i Hâcer
vefât etti. Vefât ettiğinde doksan yaşında idi. Hazret-i Hâcer'i Kâbe'nin
bitişiğinde bir yer olan ve Hicr denilen yere defnettiler.
İbrâhim aleyhisselâm bir gün onları görmek için Mekke'ye
doğru yola çıktı. Bu sırada hazret-i Hâcer vefât etmiş, İsmâil aleyhisselâm da evlenmişti. Babası İbrâhim aleyhisselâmın kendilerini görmeye geldiği sırada, İsmâil
aleyhisselâm yiyeceklerini te’min etmek için
evinden dışarı çıkmıştı. İbrâhim aleyhisselâm
oğlu İsmâil aleyhisselâmın evine yarıp, hazret-i
İsmâil'in hanımından onu sordu. “Yiyeceğimizi kazanmak için dışarı çıktı, evde
yok” dedi. “Geçiminiz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. İsmâil aleyhisselâmın hanımı; “Şiddetli bir darlıkta ve
sıkıntılı bir hâldeyiz” diyerek hâllerinden şikâyetçi oldu. İbrâhim aleyhisselâm ona; “Kocan geldiğinde benden selâm
söyle, kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi. Sonra da ayrılıp gitti. İsmâil aleyhisselâm evine geldiğinde evinde güzel bir koku
duydu. “Evimize gelen oldu mu?” diye sorunca, hanımı; “Evet yaşlı bir zât geldi”
diyerek İbrâhim aleyhisselâmı târif etti.
Sonra; “Bana mâişetimizi, geçimimizi sordu. Ben de şiddetli bir darlık içinde
bulunduğumuzu söyledim” dedi. Bunun üzerine İsmâil aleyhisselâm;
“Bana söylemen için bir tavsiye ve tenbihte bulundu mu?” diye sordu. Hanımı da;
“Evet, sana selâm söylememi ve kapının eşiğini değiştirmeni söylememi tenbih
etti” dedi. İsmâil aleyhisselâm bunları
işitince; “O gelen ihtiyâr zât benim babamdır. Bana, senden ayrılmamı
emretmiştir. Artık sen âilenizin evine gidebilirsin” dedi. Ondan ayrılıp Cürhümîlerden
başka bir kadınla evlendi.
İbrâhim aleyhisselâm, bir müddet sonra tekrar, oğlu İsmâil aleyhisselâmı görmeye geldi. İsmâil aleyhisselâm yine evde yoktu. İsmâil aleyhisselâmın yeni hanımına onu sordu. O da; “Mâişetimizi
te’min etmek için gitti” dedi. “Geçiminiz, hâliniz nasıl, iyi midir?” dedi.
Hazret-i İsmâil'in hanımı; “Biz; hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz” diyerek Allahü teâlâya hamdetti. “Ne yiyip ne içiyorsunuz?”
deyince de; “Et yeyip, zemzem içiyoruz” dedi. İbrâhim aleyhisselâm;
“Yâ Rabbî! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl, bereket ihsân eyle” diye
duâ etti. Buharî'de İbn-i Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); “İbrâhim (aleyhisselâm) zamanında Mekke
civarında hububât bilinmiyordu. Av etiyle gıdalanılırdı. Eğer o zaman hububât
malûm olsaydı, İbrâhim aleyhisselâm hububât hakkında duâ ederdi”
buyurmuştur. İbn-i Abbâs buyurdu ki:” İbrâhim aleyhisselâmın
bu duâsı bereketiyle Mekke sıcak olmasına rağmen, et ile su, burada diğer
yerlere nazaran insanlara daha faydalıdır.”
“Mearic-ün-nübüvve”
kitabında da şöyle yazılmıştır:
“İbrâhim aleyhisselâm, oğlu hazret-i İsmâil'in ikinci hanımına
“Hâliniz nasıldır” buyurduğunda; “Elhamdülillah iyiyiz, hayır içindeyiz” dedi
ve İbrâhim aleyhisselâma çok hürmet ve ikrâmda
bulundu. Buyurun evimizi şereflendirin, hazırda ne varsa size ikrâm edeyim”
dedi. İçeri girmeyip döneceğini söyleyince, İbrâhim aleyhisselâma;
“Başınız toz içinde kalmış, müsâde ederseniz tozları silip temizleyeyim” dedi.
Müsâde etti, o da tozları temizleyip güzel koku sürdü. Atına binip gideceği
sırada bir tabak içinde peynir getirip eliyle tuttu. İsmâil aleyhisselâmın bu hanımının ismi Hâle idi. İbrâhim aleyhisselâm onun hizmetinden memnun oldu. Ona; “Kocan
geldiğinde benden selâm söyle evinin eşiğini iyi muhâfaza etsin” buyurdu. Sonra
İbrâhim aleyhisselâm onların berekete kavuşması
için duâ etti ve geri Şam'a döndü.
Akşam hazret-i
İsmâil evine döndü. Hanımına; “Bugün kimse geldi mi? deyince, hanımı; “İhtiyâr
bir zât geldi, alnında ve yüzünde büyüklük ve peygamberlik nûru parlıyordu.
Sana selâm söyledi, evinin eşiğini iyi muhâfaza etsin diye tenbih etti” dedi. İsmâil
aleyhisselâm ağlayarak; “O gelen benim
babamdır. Evin eşiğinden maksadı sensin. Ey Hâle sana müjdeler olsun! Âhır
zaman peygamberi Habîbullah'ın (Muhammed
aleyhisselâmın) mübârek nûru sana nasîb olacak
(senden geçecek)” buyurdu. İsmâil aleyhisselâmın
bu hanımı Hâle'den bir oğlu oldu. Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın
nûru bu oğluna geçip ondan da evlâtlarına intikâl etti.”
İbrâhim aleyhisselâm bir müddet sonra Şam'dan İsmâil aleyhisselâmın bulunduğu yere, Mekke'ye tekrar geldi.
Bu gelişinde, İsmâil aleyhisselâm Zemzem
kuyusunun yakınında, büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekte idi.
Babası İbrâhim aleyhisselâmı görünce hemen
kalkıp, karşıladı. Uzun zamandan beri birbirlerine hasret idiler. Kucaklaşıp,
hoş geldin dedi ve elini öptü. O da oğlunun gözlerinden öptü. Oturup
hasretlerini giderdikten sonra İbrâhim aleyhisselâm;
“Ey İsmâil! Allahü teâlâ bana muazzam bir
iş emretti” dedi. İsmâil aleyhisselâm da; “Ey
babacığım! Allahü teâlâ ne emrettiyse o
emri yerine getir!” dedi. “Fakat sen bana yardımcı olacaksın” deyince; “Babacığım
ben sana her türlü yardımı yaparım” cevâbını verdi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm, yüksekçe bir yere işâret ederek; “Allahü teâlâ bana burada bir beyt (Kâbe'yi)
yapmamı emretti!” dedi. İşaret ettiği yerde, Kâbe'nin temellerini bulup
birlikte yeniden inşâ ettiler.
Kâbe-i
muazzamanın, yeryüzünde yapılan ilk binâ ve ilk mâbet olduğu Kur’an-ı kerîmde
bildirilmiştir. İlk defâ kimin tarafından yapıldığı husûsunda ise çeşitli
rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre; Allahü teâlâ,
yeryüzünde bir beyt (Kâbe) yapılmasını isteyince meleklerden bir kısmını
yeryüzüne gönderip; “Yeryüzünde benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i
ma’mûr tavâf olundukça, yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından
ziyâret ve tavâf edilsin” buyurdu.
Allahü teâlâ,
Âdem aleyhisselâma da; “Ey Âdem! Sen sağ
oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de
zaman zaman onu tâmir edecekler. En son Peygambere kadar bu böyle devam
edecektir. Son Peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini, medh-ü
senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun
dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini
onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan
yerler) göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma
dâvet eden bir peygamber yapacağım. İnsanlar arasından seçip, ona doğru yolu
göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek.
Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâ edecek. Ben de kabûl
edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak. Benim
için vâd edecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini Beyt'imin halkı yapmak
sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin hizmetçileri, mütevellîleri,
perdedârları ve bekçileri yapacağım. Onlar saptıkları zaman dilediğimi,
istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter. İbrâhim'i, bu Beyt halkının ve bu din
ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi onun
yolunda gidecekler. Onun yoluna uyup, orada, onun gibi kurban kesecekler.
Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş
olur. Yapmayanlar da haclarını zâyi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir...”
buyurdu.
Âdem aleyhisselâm, meleklerin yol göstermesiyle bugünkü
Kâbe'nin olduğu yere geldi. Burada melekler yedi kat yere kadar varan bir temel
kazdılar. Otuz kişinin kaldırabileceği kayaları temele koydular. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin
üzerine, Cennet’ten bir beyt indirdi.
Bâzı
rivâyetlere göre; Cennet’ten gelen Beytullah (Kâbe-i muazzama), Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere
kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları,
önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman
tâmir edildi ise de tûfanda yıkıldı. Allahü teâlâ,
tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys Dağı’na konmasını emretti. Böylece
Kâbe'nin yeri kesin olarak bilinmez hâle geldi. Sâdece, hangi bölgede olduğu
biliniyordu.
Burası
kırmızı topraklı ve hafif tümsek bir tepe durumunda idi. Bu yerde yapılan
duâlar kabûl olup duâ eden herkes murâdına kavuşurdu. Her millet buraya saygı
gösterirdi. Bu belirsiz hâl, Nûh aleyhisselâmdan
İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti.
İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın
emri ile Kâbe-i muazzamayı yapmak için, Mekke'ye gitti. Oğlu İsmâil aleyhisselâm ile Zemzem kuyusunun başında
karşılaştılar. Senelerdir hiç görüşemeyen baba-oğul, sevinçle birbirlerine
sarılıp hasretlerini giderdiler. Zemzem kuyusunun başında oturdukları zaman
İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ, bana kendi zâtı için bir beyt
yapmamı emrediyor. Sen de yardım eder misin?” buyurdu, İsmâil aleyhisselâm da; “Elbette yardım ederim” diye cevap
verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kâbe'yi
nerede yapayım?” diye suâl etti. Cenâb-ı Hak;
“Biz sana onun yerini göstereceğiz” buyurdu. Bir rivâyete göre Kâbe'nin yerini Cebrâil aleyhisselâm
gösterdi. Böylece İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil
aleyhisselâm ile birlikte temel kazmaya
başladı. Âdem aleyhisselâm zamanında kazılan
temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe'yi inşâ etmeye başladılar. Cebrâil aleyhisselâmın
târifine göre İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmın getirdiği taşlarla, binâyı yapıyordu.
Nihâyet Kâbe'nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun
üzerine büyükçe bir taş getirdiler. İbrâhim aleyhisselâm
bu taşa basarak duvarı örmeye devam etti. Mübârek ayağının izi çıkan bu taşa da
Makâm-ı İbrâhim
dendi. Kâbe'de tavâf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makâm-ı İbrâhim'de
kılınır. Binanın yapımında, melekler, taş getirmede İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved'e
gelince İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! İyi
bir taş getir ki, hacılara işâret olsun!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Bundan daha iyi bir taş getir”
deyince, Ebû Kubeys Dağı’ndan; “Cebrâil
aleyhisselâm tûfanda bana bir taş emânet etti.
Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı, Ebû Kubeys
dağından alınıp, Kâbe'deki yerine konuldu.
Baba-oğul,
Kâbe'yi yapıp bitirince, Bakara sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen
bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Bizden bu hayırlı işi kabûl et! Muhakkak ki sen,
duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.” diye duâ ettiler.
İbrâhim aleyhisselâm, Kâbe-i muazzamayı yapınca Cebrâil aleyhisselâm;
“Ey İbrâhim! Beytullah'ı yedi defâ tavâf et” dedi. İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil aleyhisselâm
ile birlikte, Kâbe'yi tavâf etmeye başladı. Her tavâfta rükünlerin hepsinde
istilâm yaptılar. Yedi tavâfı bitirdikten sonra Makâm-ı İbrâhim'in arkasında
ikişer rekat namaz kıldılar. Bundan sonra Cebrâil
aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâma
hac ile ilgili bütün ibâdet yerlerini; Safâ, Merve, Minâ, Müzdelife ve Arafat'ı
gösterdi. Cebrâil aleyhisselâm Arafat'a kadar olan her yerde yapılacak
ibâdetleri yaptırdı ve tek tek öğretti. Arafat meydanına geldikleri zaman; “Ey
İbrâhim! Hac vazifesini yapacağın yerleri öğrendin mi?” diye sordu. İbrâhim aleyhisselâm da; “Evet, öğrendim” diye cevap verdi.
İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla
haccın erkânını yerine getirdikten sonra, oğluna Kâbe'ye bakması ve onu
koruması için tenbihatta bulundu ve Şam'a gitmek istedi. Gitmeden önce bir gün Arafat'a
çıkmıştı. Mekke-i mükerremeye baktı. Burası bir vadi içinde olup, taşlı ve
kumlu idi. Oğlu İsmâil aleyhisselâmın evlâdını
düşünerek, şefkât edip mübârek ellerini kaldırdı ve; “Yâ Rabbî! İsmâil'in
evlâdına rahmet eyle” diye duâ buyurdu. Gideceği sırada kendisine vahy gelerek,
Hac sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi meâlen; “Bütün insanlara
haccı îlân et. Gerek yaya olarak, gerek her uzak yoldan zayıf develer (binekler) üzerinde tavâf
için Kâbe'ye gelsinler” buyruldu. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Benim sesim nereye kadar ulaşır
ki?” dedi. Cenâb-ı Hak'dan; “Seslenmek
senden, seni insanlara duyurmak benden. Tâ ki, insanlar gelip bu evi ziyâretle
şereflensinler” emr-i ilâhîsi geldi. İbrâhim aleyhisselâm
mübârek yüzünü Yemen tarafına çevirip; “Ey insanlar! Allahü teâlâ, bir ev binâ ettirdi ve bu evi ziyâret etmenizi
emreyledi. Geliniz, Kâbe'yi ziyâret ediniz” diye seslendi. Her yöne doğru
dönerek birer defâ bağırdı. Hak teâlâ
İbrâhim aleyhisselâmın sesini bütün dünyâya
duyurdu. İnsanlar bu sesi duyunca; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk (emrine âmâdeyim
Allah'ım!)” diye cevap verdiler. O zaman, ana rahminde ve baba sulbünde ne
kadar hacca gidecek kimse varsa, hepsi “Lebbeyk” dediler. Bir defâ hac yapacak
olanlar bir defâ, iki defâ hacca gidecekler iki defâ, daha fazla yapacaklar da
ziyâdesiyle cevap verdiler. Sonra İbrâhim aleyhisselâm,
oğlu İsmâil aleyhisselâm ve Cürhümîlerle
beraber hac yaptı ve Şam'a döndü. Ertesi sene hac mevsiminde refîkası Sâre
vâlidemizi ve oğlu İshak aleyhisselâmı da
alarak Mekke'ye geldi. Haccı edâ ettikten sonra, tekrar Şam'a döndüler.
Kâbe-i
muazzama, Mescid-i Haram'ın ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 m.
yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8 m. güney duvarı 7 m. doğu duvarı 11,9 m. batı
duvarı 12,8 m. uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-esved
taşı vardır. Hacer-ül-esved’in yüksekliği, yere nazaran bir metreden fazladır.
Hacıların ellerini, yüzlerini sürmeleri ve öpmeleri sebebiyle çukurlaşmıştır.
Kâbe'nin doğu duvarında bir kapı vardır. Kapı yerden 1,7 m. yükseklikte olup,
eni 1,7 m. boyu 2,7 m.dir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle
kaplıdır.
Kâbe'nin
dört köşesine Rükn
denir. Şam'a karşı olan köşeye Rükn-i Şâmî, Bağdat'a karşı olana Rükn-i Irâkî,
Yemen tarafında olana Rükn-i Yemânî, dördüncü köşeye de Rükn-i Hacer-ül-esved
denir. Rükn-i Irakî hizasında; yedisi mermer, diğer basamakları ağaçtan 27
basamaklı, minâre merdiveni gibi yuvarlak olan merdiveni, Osmanlı
sultânlarından ikinci Mustafa Han yenilemiştir. Kapının sağ tarafında çukur ve
tavana kadar yükselen üç direk bulunmaktadır. Kâbe'nin dış yüzü ipekten
yapılmış siyah bir perde ile örtülüdür. Kapının perdesi yeşil atlastır.
Zemzem
kuyusu, Mescid-i Haram içinde, Hacer-ül-esved köşesi karşısında ve köşeden 8 m.
uzakta bir odada olup, 1,8 m. yüksekliğinde taştan yapılmış bir bileziği
vardır. Birinci Sultân Abdülhamid Han'ın yaptırdığı bu odanın zemini mermer
döşeli ve duvarlara doğru meyillidir.
Kâbe'nin
kuzey duvarı üzerinde altın oluk vardır. Yerde bu oluk hizasında, kavis
şeklinde duvarcık ile Kâbe-i muazzama arasında kalan yere Hatim denir. Dünyâda Mekke-i
mükerremede bulunan Kâbe'den başka ikinci bir Kâbe yoktur ve burası yeryüzünün
en kıymetli yeridir.
Kâbe-i
muazzamaya bakmak sevâbdır. Beytullah ilk görüldüğünde yapılan duâlar kabûl
olunur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'yi gördüğü zaman
mübârek ellerini kaldırıp; “Ey Allah'ım! Bu beytin şerefini, saygısını, heybetini,
kerâmetini arttır. Hac ve Umre yapanların da şerefini, din gayretini, âzametini
ve keremini ziyâde et” diye duâ ederdi. Ayrıca Kâbe'yi tavâf
ederlerken Hacer-ül-esved rüknünde hazret-i Âişe vâlidemize buyurdular ki: “Ey Âişe! Bu taş,
eğer câhiliyet devrinin pislikleri ve kirleri ile kirletilmiş olmasaydı, onunla
her türlü hastalık, veba ve musîbetten kurtulmak için Allahü teâlâdan şifâ istenir ve hâlen de cenâb-ı Hakk'ın ilk
indirdiği şekilde bulunurdu, Hak teâlâ elbette bir gün onu ilk
yarattığı şekle döndürecektir. O, Cennet yâkutlarından beyaz bir yâkut idi.
Fakat Allahü teâlâ, onu, kötülerin günahı sebebiyle değiştirip; zînetini,
zâlim ve günahkârlardan gizledi. Zirâ onlar, Cennet’ten çıkma bir şeye bakmaya
lâyık değillerdir.” Bir hadîs-i şerîflerinde
de; “Allahü teâlâ Hacer-ül-esved’i kıyâmette mahşer meydanına getirecek,
onun, göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm
yapanlara (el sürüp, öpenlere) hakkıyla şâhidlik yapacaktır” buyurdu.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hacer-ül-esved
rüknü ile Rükn-i Yemânî arasında şu duâyı okurlardı: “Ey Allah'ım! Sen Allahü teâlâsın. Sen Rahmânsın. Senden başka ilâh yoktur. Sen varsın,
senden başka Rab yoktur. Sen, gâfil olmayan, devamlı var olansın. Sen, görüneni
de görünmeyeni de yaratansın. Ey Allah'ım! Beni ihsân ettiğin rızka kanaat
ettir. O rızka, benim için bereket ver ve beni, bana malûm olmayan her şeyde
hayırla muhâfaza et. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.” Rükn-i Yemânî’ye
gelince de; “Ey
Allah'ım! Küfürden, zilletten, fakirlikten dünyâ ve âhırette îtibâr
kaybettirecek yerlerde durmaktan sana sığınırım. Ey bizim Rabbimiz! Sen bize
dünyâda da, âhırette de nîmet ver ve bizi Cehennem azâbından koru”
diye duâ buyururlardı.
Kâbe'yi
tavâf etmenin fazîleti hakkında sevgili
Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem) pek çok hadîs-i şerîfleri
vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Kim Beytullah'ı tavâf ederse, Allahü teâlâ, onun her adımına bir sevâb yazıp, bir günahını siler.”, “Bu
beyt, İslâmın direğidir. Kim bu beyti ziyâret etmek maksadıyla hac veya umre
yapmaya çıkarsa (bu yolda) öldüğü takdirde, Allahü teâlâ, onu Cennet’ine koymayı, sağ
kaldığı takdirde, ganîmet ve mükâfâtla memleketine döndürmeyi taahhüt eder.”
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün
eshâbından birine Kâbe-i muazzamayı ziyâret ile ilgili buyurdular ki: “Şüphesiz sen,
Beytullah'ı ziyâret kastıyla evinden çıktığın zaman, bindiğin deve, ayağını her
kaldırıp indirdikçe, Allahü
teâlâ sana bir sevâb yazıp bir günahını da
siler. Cenâb-ı Hak katındaki mevkîin dahî bir derece yükselir. Kâbe-i
muazzamayı tavâf esnâsında, ayağını her kaldırıp indirdikçe, Hak teâlâ, sana bir sevâb verir, bir hatânı yok eder. Allahü teâlâ katındaki mevkîin de bir derece yükselir. Tavâftan sonra
kılacağın iki rekat namazın sevâbı ise, İsmâil aleyhisselâm neslinden yetmiş
köle âzâd etmekle birdir. Safâ ile Merve arasında dolaşman, bir köle âzâd etmek
kadar sevâbdır. Allahü
teâlâ, Arafat'ta meleklerine karşı sizinle
öğünerek buyurur ki: “Bu benim kullarım, engin vâdileri aşarak, toz toprak
içinde benim emrimi yerine getirmeye geldiler. Benim rahmetimi istiyorlar.
Onların günahları; denizdeki kumlar, yağmurlardaki damlalar, yâhut denizdeki
dalgaların köpükleri kadar çok olsa da, günahlarını mağfiret edeceğim. Hem
sizleri hem de şefâatçi olduğunuz kimseleri affediyorum.” Cemreleri taşlarken
attığınız bir taş, günahınızı yok eder. Kestiğin kurban da Allahü teâlâ katında senin için saklanacaktır. Başından tıraş ettiğin
veya kısalttığın saç kıllarının her biri senin için bir sevâbdır. Her kıla
karşılık olarak da Allahü
teâlâ senden bir hatâyı siler.”
Bu müjdeyi
alan o kimse; “Yâ Resûlallah! Eğer günahlar daha az ise ne olacaktır?” diye
suâl edince de buyurdular ki: “Kıyâmete kadar hasenâtın senin için saklanır. Bu işlerden sonra
Beytullah'ı tekrar tavâf ederken, tamâmen günahsız olarak tavâf edersin. Sonra
bir melek gelip; Geçmiş bütün günahların affedilmiştir. Artık istikbâlin için
amel et der.”
Sevgili Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Kâbe'ye bakmanın
fazîletiyle ilgili olarak da; “Her gün ve her gece Allahü teâlâ
Beytullah'ın üzerine yüzyirmi rahmet indirir. Bunların altmışı tavâf edenler,
kırkı namaz kılanlar, yirmisi de Kâbe'ye bakanlar içindir” buyurdu.
Sa’îd bin Müseyyib hazretleri buyurdu ki: “Kim Allahü
teâlâya inandığı ve sırf O'nu tasdik ettiği için Kâbe-i muazzamaya
bakarsa, anasından doğduğu gibi günahlarından, sıyrılır.” Ebû Saib (radıyallahü anh) da buyurdu ki: “Kim Allahü teâlâya inandığı ve tasdik ettiği için
Kâbe'ye bakarsa, ağacın yaprakları döküldüğü gibi, günahları da ondan dökülür.
Mescid-i Haram'da oturup tavâf etmese ve namaz kılmasa, sâdece Beytullah’a
baksa; ona bakmayıp evinde nâfile ibâdet ve namaz kılmakla meşgûl olan kimseden
daha çok sevâb kazanır.”
Makâm-ı
İbrâhim'in fazîleti hakkında Abdullah bin Amr hazretleri buyurdu ki: “Şüphesiz Hacer-ül-esved
ile Makâm-ı İbrâhim, Cennet’ten çıkmadırlar” İbn-i Abbâs'dan rivâyet edildiğine
göre; “Dünyâda Hacer-ül-esved
ile Makâm-ı İbrâhim'den başka Cennet varlığı yoktur. Zirâ onlar Cennet
cevherlerindendir. Eğer onlara müşrikler ellerini dokundurmasalardı, onlara
dokunan dert sâhiplerine Allahü teâlâ mutlakâ şifâ verirdi.”
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbına (radıyallahü anhüm) Medîne-i münevverede bulunan
Mescid-i Nebî için buyurdu ki: “Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, burada namaz kılmak,
diğer memleketlerde namaz kılmaktan bin derece daha fazîletlidir.”
Başka bir hadîs-i şerîfinde de; “Mescid-i Haram'da
namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde yüz namaz kılmaktan daha
fazîletlidir.” buyurdu.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin
fethinde, Mekke'nin fazîletini bildiren bir hadîs-i
şerîfinde; “Ey insanlar! Şüphesiz Allahü teâlâ,
gökleri ve yeryüzünü, güneş ile ayı yarattığı zaman Mekke'yi yasak bölge (harem) yapmıştır. Şu iki
dağı da buraya koymuştur. Mekke, kıyâmete kadar haremdir. Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kimseler için; burada, kan
akıtmak, ağaç kesmek, helâl olmaz. Eğer; “Resûlullah Harem'de
harp etmiştir…” denilecek olursa; “Allahü teâlâ bunu Resûlüne helâl
kılmıştır, size mubâh etmemiştir” deyiniz” buyurdular.
Kâbe'nin
çeşitli zamanlarda yapılan tâmir ve inşâsı sırası ile şöyledir: 1- Meleklerin
ve Âdem aleyhisselâmın inşâsı, 2- Şît aleyhisselâmın inşâsı, 3- İbrâhim aleyhisselâmın inşâsı, 4- Amalikalıların inşâsı, 5-
Cürhüm kabîlesinin inşâsı, 6- Kusayy'ın inşâsı, 7- Kureyş'in inşâsı, 8-
Abdullah bin Zübeyr'in inşâsı, 9- Haccac'ın inşâsı, 10- Sultân Dördüncü Murad
Han'ın inşâsı.
İbrâhim aleyhisselâmın dîni hanîf dînidir. Hanîf kelimesi (Hanef) masdarından türemiş olup sıfat-ı müşebbehedir. Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsına gelmektedir. Kelime bâzan meyletmek, bâzan da istikâmet (doğruluk) mânâsına kullanılır. Hanîf'in çoğulu (Hunefâ) dır. Hunefâ (hanîfler); İslâmiyetten önce putlara tapmayan, putperestlerden bu husûsta ayrılan, hac yapan, sünnet olan, kısacası hazret-i İbrâhim'in dîninde bulunan araplardan bir cemâate de denmiştir. Ümeyye bin Ebî Salt ile İslâmiyetten evvel Arabistan'daki hatiplerin meşhûrlarından olan ve herkesi İsmâil aleyhisselâmın dînine çağıran Kus bin Saîde bunlardandır. Külliyat-ı Ebi'l-Beka'da diyor ki: “Hanîf kelimesi, Kur’an-ı kerîmde müslim lâfzı ile beraber zikredildiğinde, hac yapan, tek başına zikredildiğinde, müslüman olan mânâları murâd edilmiştir.”
İsmâil aleyhisselâm da İbrâhim aleyhisselâmın dînini bildiren bir Nebî idi. Hanîflerden Kus bin Saîde, İslâmiyetin gelmesine yakın bir zamanda, Ukaz panayırında okuduğu bir hutbesinde; “...Yemîn ederim ki, Allah'ın indinde bir din vardır. Şimdi bulunduğunuz dinden daha sevimlidir. Ayrıca gelmesi yaklaşan bir peygamberin gölgesi başınız üstüne düştü. Ona îmân eden bahtlı kişiye ne mutlu. Vay ona isyân ve muhâlefet eden talihsizlere ve yazıklar olsun ömürlerini gaflette geçiren ümmetlere!...” diyerek insanlara gelecek olan âhır zaman peygamberini müjdelemiştir.
İbrâhim aleyhisselâm için Kur’an-ı kerîmde Hanîf buyrulması bâtıla değil, Hakk'a yönelmesi sebebiyledir. Yâni Keldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları tahkîr edip, Allahü teâlâya ibâdet ettiği içindir. Hanîf olmak; dinde istikâmet üzere olmak demektir. İstikâmet ise, yalnız Allahü teâlâya yönelmek ve sâdece Allahü teâlâyı Rab bilip, bütün işlerinde O'nun emrine tâbi olup, bu istikâmette yürümektir. Bu husûsta Bakara sûresi 112. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Hayır, onların dediği gibi değil! Kim tâat ve amelinde ihsân mertebesine yükselerek yüzünü (kendini) tamâmen Allahü teâlâya çevirirse (teslim ederse), işte ona Rabbi katında amelinin ecri (olarak Cennet) vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” Yine Ahkâf sûresi 13. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz, Allah'tır deyip, O'nun vahdâniyetini (bir olduğunu) ikrâr edenlere, (bu, ilmin hulâsâsıdır), sonra din işlerinde (amellerin nihâyeti olan) istikâmet üzere bulunanlara, bir korku yoktur. Onlar, mahzûn da olmazlar.” buyrulmaktadır.
Hanîf dîni tâbiri de; kendisinde eğrilik bulunmayan, dosdoğru olan din mânâsınadır ki bu da İslâmiyettir. Hanîflik de, İslâm dîni mânâsınadır. Hanîf, daha çok İbrâhim aleyhisselâmın milleti ve müşrikliğin zıddı olarak bildirilmiştir. Nitekim Bakara sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yahudi ve hıristiyanlar, müslümanlara; Bizim dînimize girerseniz hidâyete erersiniz dediler. (Yâ Muhammed)! De ki, hanîf olduğu (her bâtıl inanıştan uzaklaşıp, hak dinde bulunduğu) hâlde, İbrâhim'in dînine tâbi oluruz” buyrulmaktadır.
Hanîf kelimesi bâzan da tevhid ve ihlâs ile, dinde istikâmet üzere olmayı te’kit için zikredilmektedir. Beyyine sûresi 5. âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kitaplarında, hanîfler olarak (batıl îtikâd ve dinlerden yüz çevirip) İslâm'a meylederek yalnız Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmek, farz namazları vaktinde kılmak, zekâtı mahalline vermekle emrolundular” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki Hunefâ kelimesi, tevhid ve ihlâs ile dinde istikâmet üzere olmayı te’kid için zikredilmiştir. Hanîf kelimesi bu iki şekilden başka mânâda da gelmiştir.
Kısaca hanîflik, İbrâhim aleyhisselâmın dîninin esas vasfıdır. Bununla beraber, bu husûs yalnız ona mahsus değildir. Hanîflik, umûmiyetle müşrikliğin (Allahü teâlâya, şirk, ortak koşmanın) zıddı olarak, bütün peygamberlerin bildirdikleri tek bir îmânın, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmenin adıdır. Bu sebeple Şihristânî, “El-milel ven-nihal” adındaki eserinde, hunefâyı (hanîfleri), umûmî mânâda müşriklerin, daha umûmî mânâda ise sâbitlerin (yıldıza tapanların) zıddı olarak almıştır. Sâbiîlik de, umûmî mânâsıyla müşrikliğin esası, temeli olan eski ve bâtıl bir dindir.
Hunefâ (hanîfler); şirk olan bütün bâtıl inanışlardan uzak durmayı şiâr edinen, sâdece Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağıran ve hakkın mücâdelesini veren, peygamberlerin yolunda gidenler demektir. Hanîfliğin en bariz vasfı; şirkten uzak durup, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Hac sûresi 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: “Rics olan putlara ibâdet ve tâzimden kaçının. Yalan söylemekten, yalancı şâhidlik etmekten de sakının. Allah'a şirk koşmayın. Allah için hâlis müslümanlar, O'na şirk koşmayanlar olun. Kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşerek helâk olup da kuşların onu kaptığı, yâhut rüzgârın, onu, helâkine sebep olacak uzak bir yere attığı şey gibidir. (Yani kim îmândan küfre düşerse nefsinin arzu ve istekleri onu perişân eder. Şeytanın vesvesesi onu dalâlet vâdisine düşürür).”
Hanîflik; putlara tapmak sefâletinden ve herhangi bir şeyi mâbud edinmekten kurtulup, yalnız Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmektir. Kısaca kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Bu mânâ kelimenin kökünden gelmektedir. Netîce îtibâriyle hanîflik; bütün bâtıl inanışlardan uzak durup, İslâm'a dönmek ve İslâm üzere olmaktır.
İbrâhim aleyhisselâma indirilen suhufda yer alan ve dîninin esaslarından olan husûslardan bir kısmı, Kur’an-ı kerîmde bildirilmiştir:
1- “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Kimse başkasının günahından muâhaze olunamaz.” (Necm sûresi: 38) Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden biri olan Velîd bin Mugîre, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği husûsları ve nasîhatleri dinler ve bunları dinledikçe de epeyce etkilenirdi. Bu hâliyle, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmaya ve îmân etmeye meyletmişti. Ebû Cehil'in de amcası olan Velîd bin Mugîre'nin bu hâli, Kureyş müşriklerinin dikkatini çekmişti. Ona; “Yoksa ecdadının dînini, (putlara tapmayı) terk mi ediyorsun? Müslüman mı oluyorsun?” dediler. Velîd bin Mugîre onlara; “Ben, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân etmeyenler ve müslüman olmayanlar için bildirdiği azâba düşmekten korkuyorum. Ben, o azâblara dayanamam” dedi. Bunun üzerine, müşriklerden biri Velîd bin Mugîre'ye; “Sen malının yarısını bana ver, senin azâbını ben üzerime alayım” dedi. Güyâ ona garanti verdi. O da kabûl edip malından vermeye râzı oldu. Böyle bir teklife inandığı için, îmân etmekten mahrûm oldu. Sonra, kendisini aldatan müşriğe söz verdiği maldan bir kısmını verip, bir kısmını vermedi. Kendisi gibi bir müşriğe aldanıp mal vermekle, Cehennem azâbından kurtulacağını zanneden Mugîre, böylece îmândan mahrûm oldu. Bu âyet-i kerîme, Velîd'e günahını yükleneceği husûsunda söz veren o müşriğin, sözünün doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İbrâhim aleyhisselâmdan önce, bir kimse başkasının işlediği suçtan dolayı cezâlandırılırdı. Meselâ bir kimsenin babası, oğlu, kardeşi, hanımı veya kölesi, birini öldürse, buna karşılık, onların yerine o kimse öldürülürdü. Bu durum, İbrâhim aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. İbrâhim aleyhisselâm böyle haksız bir muâmeleden onları menetti. Kimsenin başkasının günahı yüzünden hesâba çekilemeyeceğini Allahü teâlânın emriyle onlara bildirdi. Bu husus İslâm Hukuku'nda; “Ukubatta niyâbet cârî olmaz” tâbiri ile ifâde edilmektedir. Bu bir kâide-i külliyedir. Bu bakımdan kimse, başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz. Fakat taahhüdünün cezâsını çeker.
Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, İslâm'da kötü bir çığır açarsa, bunun günahı ve kıyâmete kadar bunu yapanların günahları kendisine verilir” buyruldu. Kötü çığır açanların bu şekilde günahkâr olmaları, başkalarının günah işlemelerine sebep oldukları içindir.
2- Bir diğer husûs da meâlen şöyledir: “İnsan için, (ahirette), ancak (dünyâda) ihlâsla işlediği sâlih ameller ve niyeti fayda verir.” (Necm sûresi: 39)
Bu da İbrâhim aleyhisselâmın suhufunda ve Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ında bildirilen husûslardandır. Bir kimse, sebebiyet vermediği müddetçe başkasının günahından mesul olmadığı gibi, başkasının işlediği sâlih amelden dolayı da mükâfâta müstehak olmaz. Ancak haberlerde meyyit nâmına sadaka vermenin, başkasının yerine hac etmenin onlara faydası olduğu bildirilmiştir. Başkasının yaptığı iş, yine o kimsenin bizzât çalışmasına bağlıdır. Faydası da bu şekilde olur.
Meselâ, peygamberlerin aleyhimüsselâm şefâatinden, meleklerin istiğfârından, müslümanların duâsından ve evlâd-ü iyâlin yâni çoluk-çocuğun verdikleri sadakadan faydalanmak, faydalanan kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. Bu faydalanma, kişinin îmân etmesi ve hâlini düzeltmek için çalışıp gayret göstermesinin semeresidir. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının, bir kimse hakkında yaptığı iyiliğin fayda vermesi, fayda görecek kimsenin îmânlı olmasına, bu husûsta çalışıp gayret göstermesine bağlı oluyor. Bu takdirde, başkasının çalışması ve gayreti de sanki, fayda görecek kimsenin çalışması ve gayreti gibidir. Çünkü, başkasının yaptığı işin, bir kimse hakkında faydalı olması, o kimsenin îmân sâhibi olmasına bağlıdır. O kimse îmânlı olmasa idi, ne kendi yaptığının, ne de başkasının onun nâmına yaptığının faydası olurdu. Çünkü kâfir bir kimsenin bunlardan faydalanması imkansızdır. Bir kimse, iyi bir iş yapar, başkalarının da bu işin sevâbından hisse almasına niyet ederse, o kimse de yapılan işin sevâbından faydalanır.
Bir kimse adına, başkasının yaptığı sâlih bir amelin fayda verdiğine dâir bildirilen haberlerden bâzısı şunlardır:
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: Bir kadın, çocuğunu Resûlullah efendimize arzedip; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Bunun için hac olur mu?” diye suâl etti. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet, onun için ve senin için bunun ecri olur.” buyurdu.
Yine Eshâb-ı kirâmdan birisi Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) “Benim annem vefât etti. Onun için sadaka versem, ona sevâbı olur mu?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Evet olur.” buyurdular.
3- “Onun (her mükellef insanın) hayır ve şerden ibâret olan ameli, kıyâmet gününde mîzânında görülür.” (Necm sûresi: 40) Yâni insan kıyâmet gününde amelini mîzânda görür. Burada mü’min için müjde, kâfir için hüzün vardır. Çünkü Allahü teâlâ mü’mine sevinmesi için sâlih amellerini gösterir. Kâfir ise, kötü amellerini görünce üzülür; gamlı ve çok kederli olur.
4- “İnsana, çalışmasının karşılığı (kıyâmet günü) tam olarak verilecektir.” (Necm sûresi: 41) Yâni herkes çalışmasının karşılığını görecektir. Günah işlemişse, o günahından dolayı cezâ çekecektir. Îmân sâhibi günahkârın günahlarının affedilmesi de umulur. Sâlih amel işleyen mü’min de ihlâsına göre, işlediği güzel amelin sevâbının en az on misli sevâba kavuşur. Yediyüz misli sevâba nâil olacak olan mü’minler de bulunacaktır.
5- “(Öldükten sonra) bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir.” (Necm sûresi: 42)
Bu âyet-i kerîmede muhatab hakkında iki husûs vardır: 1- Muhâtab umûmîdir. Buna göre âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şöyledir: "Ey akıl sâhipleri! Bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir." Buna göre, âyet-i kerîmede kötülük yapanın, kötülüğünden vazgeçmesi için şiddetle tehdit edildiğini, iyi kimsenin de, iyiliğinde devam etmesi ve iyiliğini çoğaltması için aynı şekilde teşvik olunduğunu anlamaktayız. 2- Yâhud muhatab Resûlullah efendimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Buna göre Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli buyrulmaktadır. O zaman âyet-i kerîmenin meâl-i âlisi şu şekildedir; “Ey Resûlüm! Sen, kâfirlerin muâmelelerinden dolayı hüzünlenme. Çünkü, bütün mahlûkâtın dönüşü ancak Rabbinedir. Onlar âhırette lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır.”
6- “Muhakkak ki; güldüren de ağlatan da O'dur (Allahü teâlâdır).” (Necm sûresi: 43)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr etmişlerdir: 1- Birbirine zıt olan gülmek ve ağlamayı bir mahalde (insanda) yaratmaya kâdir olan Allahü teâlâdır. Burada, insanın bütün yaptıklarının Allahü teâlânın kazâ ve kaderi ile olduğuna delil vardır. Gülmeye ve ağlamaya kadar insanın bütün yaptıklarını Allahü teâlâ yaratır. 2- Cennet ehlini Cennetle güldüren, Cehennemlikleri Cehennem’de ağlatan O'dur. 3- Yeryüzünü bitkilerle güldüren gök yüzünü yağmurla ağlatan O'dur. 4- Sevindiren ve mahzûn eden O'dur. Çünkü sevinç gülmeye, hüzün ağlamaya sebeptir.
7- “Muhakkak ki; (dünyâda) öldüren, (ahirette) dirilten O'dur.” (Necm sûresi: 44) O'ndan başkasının öldürmeye ve diriltmeye kudreti yoktur. Hattâ, kâtil maktûlü (öldürüleni) yaraladığında, ölüm, Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelir.
8- “Nutfe rahme inzâl olunduğu zaman, Allahü teâlâ, nutfeden (her canlıdan) erkek ve dişi iki sınıfı yarattı.” (Necm sûresi: 46) Allahü teâlânın nutfeden (meniden) yaratması O'nun yüce kudretini göstermektedir. Nutfe tek bir şey olduğu hâlde, Allahü teâlâ ondan muhtelif uzuvlar, farklı tabîatlar, erkek ve dişi yaratmaktadır. Bütün bunlar Allahü teâlânın kudretiyle olmaktadır.
9- “Kıyâmette yeniden diriltmek de O'na (Allahü teâlâya) aittir.” (Necm sûresi: 47)
İnsanlar öldükten sonra Allahü teâlâ onları tekrar diriltecek. Herkes yaptığının, karşılığını bulacak; iyi amel işleyenler mükâfâtını görecek, kötü amel işleyenler de cezâsını çekecektir.
Bu husûslar, Mûsâ aleyhisselâma vahyedilen Tevrât’da da bildirilmiştir.
“Mearic-ün-nübüvve” kitabında şöyle bildirilmiştir: “İbrâhim aleyhisselâma vahyedilen suhufda bildirilen şeylerin ekserîsi ibret verici kıssalar (hadiseler) ve nasîhatler idi. Bunlardan bir kısmı Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiş olup şöyledir:
1- Hak teâlâ hazretleri buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Ben sizin her gün yaptığınız ibâdetlere râzıyım. Siz de benim her gün verdiğim rızıklara râzı olun.”
2- Ey Âdemoğlu! Acele etme, rızk taksim olunmuştur. Hırslı olan mahrûm kalır. Cimri olan kötülenir. Hased eden üzülür. Dünyâ devamlı değildir. Rızk verici, sizi yaratan ve yaşatan Allahü teâlâdır.
3- Ey Âdemoğlu! Şimdi fırsatın var iken elinde olanı Allahü teâlâ için ver ki, ilerde sana rehber olsun.
4- Ey Âdemoğlu! Nimet verene şükreyle.
5- Ey Âdemoğlu! Bütün ömrünü dünyâyı istemekle geçirdin. Ya âhıreti ne vakit taleb edeceksin?
6- Ey Âdemoğlu! Size göz verdim. Görmesi câiz olmayan şeylerden gözünüzü çeviresiniz. Ağzınızı yarattım. Söylenmesi câiz olmayan sözü söylemeyesiniz.
7- Ey Âdemoğlu! Uzun emel ile dünyâyı ve az ameli ile âhıreti isteyenlerden olma! Sözü abidlerin kelâmına işi münâfıkların ameline uygun olanlardan ve ihsân olmadığı zaman kanaat; murâdı hâsıl olmayınca da sabr etmeyenlerden olma. Eğer bunlardan olursan sana öyle bir belâ veririm ki, herkese ibret olursun.
8- Ey Âdemoğlu! Her kim seni dost edinirse kendisi için edinir. İzzet ve celâlime yemîn ederim ki, ben seni senin için dost edinirim. Sakın kendini benden uzak eyleme.
9- Ey Âdemoğlu! Sen dâimâ kendi ayıblarını gözet; başkasının ayıblarını araştırma. Aksine davranırsan insâfsız olursun.
10- Ey Âdemoğlu! “La ilâhe illallah” diyen kimsenin, bununla beraber bir çok ameller yapması da lâzımdır. Bunlar; Tevâzu sâhibi olmak, ömrünü benim zikrimle geçirmek, nefsini haramlardan korumak; benim rızâm için gariplere yanında yer vermek, fakirlere ihsân eyleyip yetimlere acımaktır.
11- Ey Âdemoğlu! Ne zaman kalbinde bir kasâvet, sıkıntı ve darlık duysan, malında noksanlık bulsan yâhut bedeninde hastalık hissetsen veya nafakanda bereketsizlik olsa, bilmiş ol ki, söylediğin mâlâyâni (faydasız boş) bir sözün netîcesidir.
12- Ey Âdemoğlu! Eğer Cennet’i seviyorsan Hak teâlâ da tâatı sever. Sen Hak teâlânın sevdiğini işle ki, O da seni sevdiğine kavuştursun. Eğer Cehennem’i sevmiyorsan, Hak teâlâ da günahı sevmez. Sen Hak teâlânın sevmediğini terket ki, O da seni sevmediğinden korusun.
13- Ey Âdemoğlu! Şüpheli şeylerden sakın ki, beni bilesin. Açlığı âdet eyle ki beni tanıyasın. Bana ibâdet etmekle kendinden geçerek bana kavuşasın.
14- Ey Âdemoğlu! Eğer dünyâya çalıştığın kadar âhıret için çalışsaydın, hesapsız Cennet’e girerdin. Eğer kanâat etseydin, herkesten zengin olurdun. Eğer haramdan sakınsaydın, dînini hâlis ederdin. Eğer yalan söylemeği terk etseydin sıddîklardan olurdun.
15- Ey Âdemoğlu! Gücünün yettiği şeyi muhtâçlardan esirgemezsen, murâdını hâsıl ederim. Ben senin misâfirine ikrâm ettiğim gibi, sen de benim misâfirime ikrâm eyle. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Senin misâfirin kimdir?” deyince, Hak teâlâ; “Kapınıza gelen her fakir ve garib benim misâfirimdir” buyurdu.
16- Ey Âdemoğlu! Sizler günah işleyici, ben ise affediciyim. Günahınıza pişman olarak bana gelirseniz sizi affederim ve günahınıza bakmam.
17- Ey Âdemoğlu! Sana gadab geldiği zaman beni hatırlarsan, gadablanınca, seni anar ve sana acırım.
18- Ey Âdemoğlu! Kim benim verdiğim az rızka râzı olursa ben de onun az amelinden râzı olurum.
19- Ey Âdemoğlu! Üç şey vardır: Biri bana mahsustur. Biri sana. Diğeri de ikimiz arasındadır. Bana mahsus olan rûhtur. Sana mahsus olan bedendir. İkimiz arasında olan da; senden duâ, benden kabûl etmektir. Sakın aramıza haram lokma ile perde çekme.
20- Ey Âdemoğlu! Ne kadar dünyâya gönül bağlarsan, kalbinden muhabbetimi o kadar çıkarırım. Ne kadar dünyâya sarılırsan îmânının parlaklığını o kadar gideririm. Ey Âdemoğlu! Seni dünyâlık toplaman için değil, bana ibâdet edesin diye halk ettim. Mazlumların bedduâsıyla dergâhıma gelme, Zirâ ben, mazlumların duâsını elbette kabûl ederim.
21- Ey Âdemoğlu! Sana yeni rızık göndermediğim hiç bir gün yoktur. Verdiğim rızkı yer, bana isyân eder ve günah işlersin. Sonra duâ edersin, kabûl eder, istediğini veririm. Seni Cennet’ime dâvet edince, kabûl etmezsin. Senin bu işin insâfa sığmaz.
22- Ey Âdemoğlu! Duâ etmeyi ihmâl etme! Duânı kabûl ederim. Ne kadar günah işlesen benden ümîdini kesme. Benim rahmetim her şeyden, çoktur. Ey Âdemoğlu! Sen istemeden îmân verdim. Zannediyor musun ki, bu kadar istemene ve yalvarmana rağmen sana Cennet vermeyeyim. Elbette veririm.
23- Ey Âdemoğlu! Sana ihsân etmeyene sen ihsân eyle. Sana söylemeyene sen söyle (dargın durma), ve sana hıyânet edene sen nasîhatte bulun ve iyilik eyle. Sana zulmedeni sen affeyle. Kötülük yapana iyilik et. Eğer böyle yaparsan Cennet’e önce girenler arasında bulunur, rahmetime kavuşanlardan olursun. Sana da peygamberlerin sevâbını veririm.
24- Ey Âdemoğlu! Sefer azığı hazırla! Çünkü gidecek yol uzundur ve günah yükünü hafif eyle! Zirâ azâb şiddetlidir. Gemini sağlam yap ki deniz derindir. Amelini hâlis eyle! Çünkü Rabbin her şeyi gören ve bilendir.
İbrâhim aleyhisselâm ülü’l-azm peygamberlerin ikincisidir.
Ülü’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini
insanlara tebliğ etmek, bildirmek husûsunda gayret ve azm sâhibi, bu husûsta
insanlardan gelen işkence ve sıkıntılara sebâtla, yılmadan katlanan demektir.
İbrâhim aleyhisselâm, peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve
resûllerden üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm
ise, her zamanda, her memlekette yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet
kopuncaya kadar, gelmiş ve geleceklerin her bakımdan en üstünüdür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun
neslindendir. Bu bakımdan Ebü'l-enbiya yâni peygamberler babası diye
isimlendirilmiştir. Kur’an-ı kerîmde, şu sıfatlarla anılmıştır: Halîm
(yumuşak huylu); Reşîd (doğru yolda giden, doğru yolu gösteren); Evvâh
(çok duâ eden, merhametli, ince kalbli, îmânı kuvvetli); Münîb (Hakk'a bağlanan); Kânit
(itaat eden, boyun eğen); Şâkir (şükür ve hamd edici); Sıddîk (sıdkı, doğruluğu tam); Sâlih
(iyilik ve salâh sâhibi); İctibâ ve İstıfâ (seçilmiş).
İbrâhim aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapması,
sıkıntı ve belâlara katlanmasıyla da medhedilmiştir.
Kur’an-ı
kerîmde Bakara sûresi 124. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu: “Bir vakit Rabbi
İbrâhim'i bir takım kelimeler (emirler ve yasaklar) ile imtihân etti.
İbrâhim onları tamâmen yerine getirdi. Allahü teâlâ; “Ben
seni insanlara imâm (dinde önder, rehber) yapacağım.” buyurdu...” Hazret-i
İbrâhim'in imâmlığı umûma olup ve ebedîdir. Zirâ sonra gelen peygamberler onun
neslindendir. Ayrıca, ondan sonra gelen peygamberler, dinlerinin îmân edilecek
temel esaslarında ve insana âit bütün kemâllerde, ona uymakla, bereketli ve emîn
olan yolundan gitmekle emrolunmuşlardır. İbrâhim aleyhisselâm
Allahü teâlâya, sonra gelecek ümmetler
içinde hayırla yâd edilmesi için duâ etti. Bu duâsı kabûl olundu. Allahü teâlâ onu bütün insanlara imâm kıldı.
Kıyâmete kadar bütün dinlerdeki insanlar, dağınık tâifeler din ve mezhepte
bâzıları, hesap ve nesepte ise hepsi, İbrâhim aleyhisselâma
mensup olduklarını söylediler. Bütün dünyâ milletleri İbrâhim aleyhisselâma karşı muhabbet ve tâzime riâyet
ettiler. Kıyâmete kadar insanlar arasında, kalblerin mahbubu, azîzi ve mergûbudur.
Muhammed aleyhisselâmın
ümmeti her namazda salavât okurken; “Yâ Rabbî! İbrâhime ve İbrâhim'in âline
salât (rahmet) ettiğin gibi Muhammed'e
(sallallahü aleyhi ve sellem) ve âline de salât
et” demektedir. Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Gerçekten İbrâhim, hak dîne yönelen, Allah'a
itâat üzere bulunan, bütün iyi hasletleri kendinde toplayan bir imâm idi (rehberdi).”
(Nahl sûresi: 120) İmâm (rehber) buyrulması çok ümmetlerde toplu olarak
bulunmayan üstünlükleri, fazîletleri, kemâl dereceleri kendinde topladığı
içindir. Veya zamanında bütün insanlar küfr üzere olup, ondan başka îmân eden
olmadığı içindir. “Fevâyîh-i Mıskiyye” de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet günü bütün insanlar kabirlerinden
kalkınca, melekler, İbrâhim aleyhisselâm elbisesiz olarak ateşe atıldığı için, Cennet’ten
getirdikleri hullelerden ilk önce ona giydirirler.” buyruldu.
Kur’an-ı
kerîmde İbrâhim aleyhisselâmın vasıflarını
bildiren bâzı âyet-i kerîmeler meâlen şöyledir:
“Hakîkaten İbrâhim bir
ümmetti. Allah'a itâatkardı. (Bâtıl
dinlerden uzak ve) Hanîf idi (muvahhid bir müslümandı.)” O (hiçbir
zaman)
müşriklerden olmamıştır. O (Allah'ın) nîmetlerine şükredendi. Allahü teâlâ onu beğenip seçmiş, kendisini doğru yola iletmişti. Biz ona
dünyâda bir hasene vermiştik. Şüphesiz ki o, âhırette de sâlihlerdendir. (Ey
Muhammed!) Sonra biz sana bütün bâtıl dinlerden uzak
olan İbrâhim'in dînine (tevhidde, yumuşaklık ve mudâra ile hak dîne
dâvette, müşriklere deliller getirmekte ona) tâbi ol. “O, müşriklerden olmadı diye”
vahyettik (O, tevhid dîninde olanların başı idi).” (Nahl sûresi: 120-123)
Bu âyet-i
kerîmenin tefsîrini müfessirler şöyle bildirmiştir:
1- Âyet-i
kerîmede İbrâhim aleyhisselâmın tek başına bir
ümmet olduğu bildirilmiştir. Bunun tefsîrinde birkaç husus vardır: 1- İbrâhim aleyhisselâm hayır yolu gösterir, bunu öğretirdi. Bir
ümmette bulunan güzel hasletler yalnız onda toplanmıştı. Bu sebeple başlı
başına bir ümmet olmuştu.
2- Mücâhid
(radıyallahü anh) şöyle buyurdu: O zaman
insanlar küfür üzere iken, sâdece İbrâhim aleyhisselâm
mü’min idi. Bu sebeple yalnız başına bir ümmet olmuştur. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem), Zeyd bin Ömer bin Nüfeyr hakkında; “Allahü teâlâ onu tek başına bir ümmet olarak gönderir.”
buyurdu.
3- Tevhid
ve hak dîni üzere bir ümmetin meydana gelmesine vesîle olduğu için, ona başlı
başına bir ümmet buyrulmuştur.
2- “Allahü teâlâya itâatkar idi.” Emirlerini yerine getirirdi. Ebü’d-Derdâ
(radıyallahü anh) buyurdu ki: İbrâhim aleyhisselâm namaz kılarken kalbinin cızırtısı çok
uzak mesâfeden duyulurdu.
3- “Hanîf idi.”
Hanîf, tam olarak İslâm’a meyleden, yönelen demektir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: İlk önce İbrâhim aleyhisselâm sünnet olmuş, hac vazifelerini yerine
getirmiş ve kurban kesmiştir. Bunlar hanîfliğin husûsiyetlerindendir.
4- “O müşriklerden
değildi.” Yâni, İbrâhim aleyhisselâm
küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da tevhid îtikâdı üzere idi. Kureyş müşrikleri kendilerinin
İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere olduklarını
söylüyorlardı. Onların iddia ettikleri gibi, İbrâhim aleyhisselâm
müşriklerden değildi. Çünkü o, tevhid (kelâm) ilminin esaslarını ortaya koydu.
Zamânın kralına karşı kâinatın yaratıcısının varlığını delillerle ispat etti. “Benim Rabbim,
dirilten ve öldürendir” dedi. Sonra; “Ben batanları (kaybolanları) sevmem”
buyurarak putlara ve yıldızlara ibâdet edilmesinin bâtıl ve boş bir şey
olduğunu ispat etti. Putları da kırdı. Bu yüzden Nemrûd ve kavmi tarafından
ateşe atıldı. Allahü teâlâ, kuşları
diriltmek sûretiyle, ona, ölüleri nasıl dirilttiğini gösterdi.
5- Az
olsun, çok olsun Allahü teâlânın bütün
nîmetlerine şükredici idi ve misâfirsiz yemek yemezdi.
6- Allahü teâlâ, onu peygamber olarak seçti.
7- Allahü teâlâ, onu doğru yola yâni tevhid dîni olan
İslâm’a hidâyet etti.
8- Allahü teâlâ, ona dünyâda hasene verdi. Bu hasene,
Allahü teâlânın ona peygamberlik vermesi,
kendisini halîl (dost) kılması, ihtiyârlığında evlâd ihsân etmesi, Muhammed aleyhisselâmın
ümmetinin namazlarında Muhammed aleyhisselâma salât okudukları gibi, İbrâhim aleyhisselâma da salât okumasıdır. Yâni namazlarda; “Allahümme
salli alâ Muhammedin ve ala âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhim...”
demeleridir.
Katâde (radıyallahü anh) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâmı
bütün mahlûkâta sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları ondan memnun idiler, onu
çok severlerdi.”
Allahü teâlânın
İbrâhim aleyhisselâmı, Halîl (hâlis bir dost)
edinmesi, onu ilâhî sırlara vâkıf kılarak ihsân buyurmasıdır.
İbrâhim aleyhisselâma “Halîl” isminin verilmesinin sebebi ile
ilgili çeşitli rivâyetler yapılmış olup, en mûteberi; Allahü teâlâya karşı pek ziyâde muhabbeti olması
ve Allahü teâlânın rızâsını ve
muhabbetini celbeden ibâdet ve tâatları yapması sebebiyledir.
İbrâhim aleyhisselâm İbranîce konuşurdu. İbrânice Arapça'ya
benzerdi. İbrâhîm
ismi, İbrânice olup, mânâsı; “Ebî rahîm” yâni merhametli baba demektir. İbrâhim
aleyhisselâm peygamberler babası olup, bütün
insanlara karşı merhametli olduğu için bu isimle anıldı. İbrâhim aleyhisselâmın kumaş tüccarlığı ve zirâatla de meşgûl
olduğu rivâyet edilmiştir. İnsanları doyurmak, misâfirlere ziyâfet vermek için
zirâat yapardı. Sürüleri, koyunları ve sığırları sayılamayacak kadar çoktu. Bütün
bunları insanların menfaatine harcamıştır. Köy, kasaba ve şehirler îmâr
etmiştir.
İbn-i
Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ
İbrâhim aleyhisselâma çok mal ve zenginlik
verdi. İbrâhim aleyhisselâm misâfir, yolcu ve
garipler için iki kapılı bir misâfirhane yapmıştı. İçinde kışın kışlık, yazın
yazlık elbiseleri ve dâimâ yiyeceklerle dolu bir sofrayı hazır bulundururdu.
Muhtâc kimseler bir kapıdan girer, karnını doyurur, istediği elbiseyi giyer ve
diğer kapıdan çıkıp giderdi. Misâfirhanede; yiyecek, içecek ve giyecekler
eksildikçe tamamlardı.” Onun bu işteki sadâkatinden dolayı mezârının bulunduğu
Halîlurrahmân'da (bugün İsrâil işgalindeki Hebron), onun vefâtından sonra da,
oraya gelen misâfirlere kusursuz ikrâmda bulunulurdu. (Osmanlı Devleti zamanında
ve daha önceki devirlerde buraya gelen misâfirlere ikrâmı karşılamak için,
gelir olarak köyler vakfedilmişti.)
İbrâhim aleyhisselâmın sünneti olan misâfirperverlik ve
cömertlik, her dinde çok öğülmüş, hadîs-i şerîf
de; “Misâfirperver
olmayanda hayır yoktur.” buyrulmuştur. Ancak bu hususta da ölçüyü
gözetmek lâzımdır.
Dinimizde
esas olan, misâfir gelince; tekellüf etmemeli, kendisini sıkıntıya
sokmamalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte;
“Misâfir için
tekellüf etmeyiniz. Sonra ona düşman olursunuz. Misâfire düşman olan, Allahü teâlâya düşman olmuş olur. Allahü teâlâya
düşman olana da, Allahü
teâlâ düşman olur.” buyrulmuştur.
Garib bir misâfir gelirse, onun için borç yapmak ve tekellüf etmek câizdir.
Fakat birbirlerini ziyârete gelen dostlar için sıkıntıya girmemelidir. Gidip
gelmemeye sebep olur. Ebû Râfi’ anlatır: Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle
buyurdu: “Filan
yahudiye söyle, Receb ayına kadar borç un versin. Misâfirim gelmiştir.” Yahudi;
Teminat vermeyince vermem dedi. Döndüm ve; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Teminat istiyor dedim. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Vallahi ben gökte emînim, yerde emînim. Eğer verirse, geri
veririm. Şimdi zırhımı te’minat göster.” buyurdu. Götürdüm ve
te’minat verdim.
Bir
dostunu, bir sevdiğini misâfir edip, yemek vermek; birçok sadakadan daha
üstündür. Hadîs-i şerîfte; “Üç şeyden suâl
yoktur: Kulun sahurda yediğinden, iftar ettiğinden, misâfirlerle yediğinden.”
buyruldu. Ca'fer bin Muhammed buyurdu
ki: “Din kardeşlerinle sofraya oturduğun zaman, acele etme ki uzun sürsün.
Çünkü bu zaman ömürden sayılmaz.” Hasen-i Basrî hazretleri; “Kendine, babasına,
annesine sarf ettiğinin hesâbı vardır. Ama misâfirlere ikrâm edilen yemekten
suâl yoktur” buyurdu. Büyüklerden bâzıları misâfir gelince sofraya çok yemek
koyarlar ve; Hadîs-i şerîfte; “Misâfirlerden
artan yemeği yiyene, bu yediğinden suâl yoktur.” buyruldu. Bunun
için, sizin önünüzden kaldırıldıktan sonra, bunları yiyeceğim derlerdi.
Emîr-ül-mü’minîn
hazret-i Ali buyurdu ki: “Müslümanların önüne çeşitli ve fazla fazla yemek
koymayı, bir köle âzâd etmekten daha çok severim.” Hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: “Allahü
teâlâ kıyâmet gününde; “Ey insanoğlu! Dünyâda
acıktım, bana yemek vermedin buyurur. Bütün âlemlerin sâhibi iken, Sen nasıl
acıkırsın? derler. Bir din kardeşin aç idi. Ona yedirseydin, Bana yedirmiş
olurdun buyurur.” Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir din kardeşine
doyuncaya kadar yemek ve su vereni, Allahü teâlâ Cehennem’den yedi hendek
uzaklaştırır. Her bir hendek arasında beşyüz senelik yol vardır.” buyurdu
ve yine buyurdu ki: “Sizin hayırlınız, yemeği çok vereninizdir.”
Dinimize
uygun olarak bir kardeşine misâfir gitmenin ve gelen misâfire ikrâm etmenin
nasıl olacağını, İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklamıştır: Birbirine
ziyârete giden dostların şu dört edebe dikkat etmeleri lâzımdır:
1-
Çağrılmadığı yere yemek vaktinde gitmemelidir. Hadîs-i
şerîfte;
“Çağrılmadan bir kimseye
yemeğe giden, giderken günah işler, yemekte ise haram yemiş olur.” buyruldu. Ama tesâdüfen giderse,
izinsiz yememelidir. Buyurun, yiyin denirse, kalbden söylenmediğini bilirse,
yine yememelidir. Bir sebep, söyleyerek güzellikle el çekmelidir. Fakat
güvendiği bir dostunun evine giderse, kalbinden geçeni bilirse câizdir. Hattâ
dostlar arasında bu sünnettir. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),
Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer acıktıkları zaman, Ebû Eyyûbe’l-Ensârî ve
Ebül-Heysem-i Tehyân'ın evlerine giderler, yemek isterlerdi. Ev sâhibinin böyle
bir şeyi çok sevdiği bilinince, böyle davranmakla onun iyilik yapmasına yardım
edilmiş olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Berîre'nin (radıyallahü anh) evine gider, o evde olmasa da
yemeğinden yerdi. Çünkü buna sevineceğini bilirdi. Muhammed
ibni Vasi' (rahmetullahi aleyh) verâ sahiblerinin
büyüklerindendi. Talebesi ile Hasen-i Basrî'nin (rahmetullahi
aleyh) evine gider ve bulduklarını yerlerdi. Hasen-i Basrî eve gelince,
buna sevinirdi. Bâzı insanlar, Süfyân-ı Sevrî’nin evinde böyle yaptılar. “Bizden
öncekilerin âdetini bana hatırlattınız, çünkü onlar böyle yaparlardı.” buyurdu.
2-
Arkadaşı misâfirliğe gelince hazırda olanı getirmeli, tekellüf ve zahmet
etmemelidir. Bir şeyi yoksa borç almamalıdır. Çoluk-çocuğuna yetecek kadardan
fazla bir şeyi yoksa, onlara vermemelidir, yâni çoluk-çocuğun ihtiyâcına
öncelik vermelidir. Hazret-i Ali'yi bir kimse yemeğe dâvet etti. Buyurdu ki: “Üç
şartla gelirim: Pazardan bir şey getirmeyeceksin, evinde olandan başka bir şey
almayacaksın, çoluk-çocuğunun nasîbini kısmadan vereceksin.” Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Birbirinden kesilen insanlar,
tekellüf sebebiyle kesilmişlerdir. Tekellüf (zahmet) aradan kalkarsa,
çekinmeden birbirlerine gidip gelebilirler” buyurdu. Büyüklerden birine, bir
dostu tekellüfte bulundu. Buyurdu ki: “Yalnız yesen böyle yemezsin, ben de
yalnız olsam böyle yemem. Bir araya gelince, niçin bu tekellüfe lüzum
görülüyor? Ya tekellüfü aradan kaldır, yâhut bundan sonra bir daha gelmem.”
Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh); “Bize, Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) tekellüf etmememizi ve hazır olanı misâfire ikrâmdan
kaçınmamamızı söylerdi” buyurdu. Enes bin Mâlik ve diğer Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) birbirlerinin önüne ekmek ve kuru
hurma getirirler; “Hazır olanı aşağı görüp misâfirin önüne koymamak mı; yoksa
önüne geleni beğenmeyerek, aşağı görüp yememek mi, daha çok günahtır,
bilmiyoruz” derlerdi. Yûnus aleyhisselâm,
misâfirlerin önüne ekmek ve kendi ektiği tere otundan getirir ve; “Allahü teâlâ tekellüf edenlere (yani misâfire
hazır olandan başka şeyler ikrâm edenlere) lânet etmeseydi, tekellüf eder, size
çok şey ikrâm ederdim” buyururdu. Buradan, işlerde tekellüf etmektense,
doğruluk üzere ve olduğu gibi görünmenin daha iyi olduğu anlaşılmaktadır.
3- Ev
sâhibini zorlamamalıdır. İki şey arasında onu serbest bırakırsa, kolayını
seçmelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün işlerde böyle
yapardı. Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh)
yanına birisi geldi. Önüne bir parça arpa ekmeği ve tuz getirdi. O kimse; “Eğer
kekik olsaydı, bu tuzla iyi giderdi” dedi. Selmân'ın (radıyallahü
anh) bir şeyi yoktu. Hemen gidip su kabını rehin bırakarak kekik satın
atıp geldi. O kimse yemeği yiyince de; Allahü teâlâya
hamd olsun ki, verdiği rızka bizi kanaat edici eyledi dedi. Selmân (radıyallahü anh) “Sende kanaat olsa, su kabım rehinde
olmazdı” buyurdu. Zor olmadığını, hattâ ev sâhibinin memnun olacağını bildiği
yerde, misâfirin ev sâhibinden istemesi câizdir. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh) Bağdat'ta Za’ferânî'nin evinde
idi. Za’feranî her gün, çeşit çeşit, yemekler pişirirdi. Bir gün İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) kendi yazısıyla bir kâğıda
istediği yemeği yazdı. Za’ferânî hizmetçisinin elinde bu yazıyı görünce çok
sevindi ve bu nîmete şükür olarak hizmetçisini âzâd eyledi.
4- Ev
sâhibi gelenlere; “Cânınız ne ister, ne seversiniz?” demelidir. Onların
istediklerine kalben râzı olursa, bunun sevâbı daha çok olur. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Bir müslüman kardeşinin arzusunu yerine getirene, milyon
sevâb yazılır ve milyon günahı silinir, milyon derece kazanır. Firdevs, Adn ve
Huld Cennetlerinden nasîb alır.” buyurdu. Bir şey getireyim mi,
getirmeyeyim mi? diye sormak, mekruh ve çirkindir. Hazırda ne varsa getirilir,
yemezse geri götürülür.
Dâvet eden
kimsenin, iyi insanları çağırması sünnettir. Çünkü yemek vermek kuvvet
vermektir. Fâsıka (günah işleyen kimseye) kuvvet vermek, fıskına, günahına
yardım etmek olur. Zenginleri de fakirleri de çağırmalıdır. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Yemeklerin en fenâsı, fakirlerin değil, zenginlerin
çağrıldığı velîme (düğün) yemeğidir.” buyurdu. Akrabâ ve yakın dostları
unutmamalıdır. Böyle yapan dinde olmayan şeyi yapmış olur. Övünmek için veya
desinler diye dâvet etmemelidir. Sünneti yerine getirmeye ve fakirleri doyurup
rahat ettirmeye niyet etmelidir. Gelmesi zor olacak kimseyi dâvet etmemelidir.
Onu üzmüş olur. Dâvetine aldırmayan, kabûl etmek istemeyeni de çağırmamalıdır.
Çünkü gelirse, yemeği mekruh olarak yemiş olur. Bu ise günaha sebeptir.
1- Fakir zengin ayırmamalı, fakirin dâvetinden imtinâ etmemelidir. Çünkü, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) fakirlerin dâvetine giderdi. Bir gün Hasen bin Ali (radıyallahü anhümâ) fakirlerin bulunduğu bir yere vardı. Onlar bir ekmek çıkarmış yiyorlardı. Buyurun, ey Allah'ın Resûlünün torunu, beraber yiyelim dediler. Hayvandan indi. Oturup, onlarla beraber yedi ve; “Allahü teâlâ kibirlileri, gururluları sevmez” buyurdu. Yemekten sonra; “Peki yarın da ben sizi dâvet ediyorum, buyurunuz” dedi. Ertesi gün onlara güzel yemekler yaptı. Oturup yine beraberce yediler.
2- Misâfir, ev sâhibinin verdiği yemeği başına kakacağını bilirse, bir özür bulup dâvetine gitmemelidir. Bunun gibi, malında şüphe olduğunu bilirse, yâhut çağrıldığı yerde günah bir şey varsa, ipek halı, gümüş buhurdan, duvarda veya tavanda canlı resimleri varsa, yâhut şarkı söyleniyor, çalgı çalınıyorsa, yâhut birisi hokkabazlık yapıyorsa veya çirkin sözler söylüyorsa, kadınlar erkekleri görmeye geliyorsa, kadın erkek karışık oturuluyorsa böyle bir dâvete gitmek icâbetmez. Dâvet eden, bid’at sâhibi, fâsık ve zâlim ise, yâhut dâvetten maksadı gururlanmak ve desinler için ise gitmemelidir. Böyle bir yere gider de, kötü veya günah olan bir şey görür ve mâni olamazsa, oradan çıkması lâzım olur.
3- Yolun uzaklığı sebebi ile gitmemezlik etmemelidir. Hattâ, âdet olarak götürebileceği şeyi götürmelidir. Eski ümmetler arasında; bir mil uzağa gidip hastayı ziyâret eylemek, iki millik yere cenâze teşyii için gitmek, üç mil uzaktaki yere dâvet edilince kabûl etmek, dört millik yere, din kardeşini ziyâret için gitmek iyi âdetlerdendi.
4- Oruçlu ise de gitmeli, orada bulunmalıdır. Ev sâhibi üzülmeyecekse, ikrâm edilen güzel koku ve tatlı söze kanaat etmelidir. Oruçluya ikrâm böyle olur. Eğer oruçlu olmasına üzülecekse, (nâfile olan) orucunu açmalıdır. Çünkü bir müslümanın gönlünü yapmak, nâfile oruçtan daha üstündür. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle yapan, yâni orucunu açmayan bir kimseye; “Din kardeşin senin için hazırlık yapar, sen de oruçluyum dersen, günaha girersin.” buyurdu.
5- Dâvete giderken karnını doyurmak niyeti ile gitmemelidir. Peygamber efendimizin sünnetine uymaya niyet etmelidir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Çağrılıp da gitmeyen, yâni dâvete icâbet etmeyen, Allahü teâlâya ve Resûlüne âsî olmuş olur.” buyurduklarından olmamaya çalışmalıdır. Bunun için bâzı âlimler; “Dâvete icâbet vâcibdir” demişlerdir. Bir müslüman kardeşine iyilik etmek niyetiyle, dâvete icâbet etmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Mü’mine ikrâm eden, Allahü teâlâya ikrâm etmiş olur.” buyruldu. Din kardeşini sevindirmeye niyet etmelidir. Hadis-i şerîfte; “Mü’mini sevindiren, Allahü teâlâyı sevindirmiş olur.” buyruldu. Ev sâhibini ziyârete niyet etmelidir. Çünkü din kardeşlerini ziyâret, Allahü teâlâya yaklaştıran sebeplerin büyüklerindendir. Fenâ huyludur, yâhut gururludur, çağırdık da gelmedi şeklinde hakkında söz söylemekten ve gıybete sebep olmaktan onları korumalıdır. Bu niyetlerin her biri için ayrı ayrı sevâb vardır. Bu gibi niyetlerle övülmek, Allahü teâlâya yakınlık sebeplerindendir. Din büyükleri, her hareket ve duruşlarında, din üzere olmaya niyet ederlerdi. Hattâ bir nefesleri bile boş geçmezdi.
Ev
sâhibini bekletmemeli, acele de etmemelidir. Çok iyi yerde değil, ev sâhibinin
gösterdiği yerde oturmalıdır. Diğer misâfirler baş köşeyi ona verirlerse, kabûl
etmek istememelidir. Yemek getirilen tarafa sık sık bakmamalıdır. Oturduğu
zaman, yanındakilere selâm vermeli ve “Nasılsınız?” demelidir. İslâmiyete
uymayan şey görürse, men etmelidir. Yapamazsa oradan çıkmalıdır. Eğer misâfir
gece orada yatacaksa, ev sâhibinin kıbleyi ve helâyı göstermesi edebdendir.
1- Acele
etmelidir. Bu, misâfiri bekletmemek için bir ikrâmdır. Herkes gelip, bir kişi
kaldıysa, bulunanların hakkını gözetmek, bir kişiyi bekletmekten iyidir. Fakat
gelmeyen fakir yâhut kalbi kırık bir kimse ise, onu üzmemek niyetiyle beklemek
iyi olur. Hâtem-i Âsem; “Acele şeytandandır. Yalnız beş şeyde değil: Misâfire
yemek vermek, ölüyü erken kaldırmak, kızlarını evlendirmek, borcunu vermek ve günahlarından
tevbe etmek” buyurdu. Ziyâfette acele etmek ise sünnettir.
2- Önce
meyve ikrâm etmelidir. Sofrada yeşillik bulunmalıdır. Çünkü sofrada yeşillik
olursa, meleklerin orada bulunacağı hadîs-i
şerîfte beyân buyruldu. Daha iyi yemekleri önceden verip, onlardan
doyurmalıdır. Çok yemek için önce mideye ağır gelen şeyleri yemek, çok
yiyenlerin âdetidir. Bu mekruhtur. Bâzıları da, herkesin dilediğinden yemesi
için bütün yemekleri bir defâda getirmeyi âdet edinmişlerdir. Çeşitli yemekler
gelince, tabaklardaki yemekleri bitmeden kaldırmakta acele etmemelidir. O
yemeklerden arzu edenler olabilir.
3- Yemeği
az koymamalıdır. Mürüvvetsizlik olur. Çok da koymamalıdır. Gururlanmak olur.
Ancak misâfirden artandan suâl yoktur, niyeti ile olursa zararı yoktur.
İbrâhim
Edhem (rahmetullahi aleyh) sofraya çok yemek
koyardı. Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh); “İsrâf
olacağından korkmaz mısın?” dedi. İbrâhim Edhem; “Yemek vermekte isrâf olmaz”
buyurdu. Gözleri sofrada olmamak için önce çoluk-çocuğunun hissesini
ayırmalıdır. Çünkü onlara bir şey kalmazsa, misâfirlere dil uzatırlar. Bu ise
hıyânet sayılır. Bâzılarının yaptığı gibi, yemekten sonra misâfirlerin, artan
yemekleri alıp götürmeleri câiz değildir. Ancak, ev sâhibi misâfirlerden
utanarak değil, seve seve alınız derse, veya bunu kalbinden söylediğini
bilirlerse câiz olur. Fakat burada da herkes hissesine düşeni almalıdır. Fazla
alırsa ve ev sâhibi râzı olmazsa, haram olur. Hırsızdan bir farkı yoktur.
Misâfirlikten
ayrılırken ev sâhibinden izin alıp çıkmalıdır. Ev sâhibi misâfiri kapıya kadar
uğurlamalıdır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurmuştur; “Uğurlarken ev
sâhibi, güzel sözlü ve güler yüzlü olmalıdır.” Ev sâhibi bir kusur
görürse, görmemezlikten gelip, örtmelidir. İyi huylu olmalıdır. Çünkü güzel ahlâk
bir çok iyi şeylerden daha iyidir.
Başkalarıyla
yemek yerken şu husûslara da dikkat etmelidir:
1- İlim,
yaş, verâ, veya bir başka sebeple kendinden ilerde olan kimseden önce yemeğe
başlamamalıdır.
2- Yemek
yerken susup durmamalıdır. Acemlerin âdetidir. Fakat lüzumsuz konuşmayıp, zâhidlerin
hikayelerini anlatmalı, yâhut faydalı şeyler konuşmalıdır.
3- Berâber
yediği arkadaşından fazla yememek için, kendi yediği yere dikkat etmelidir.
Çünkü yemek ortak olunca, fazla yemek haram olur. Hattâ arkadaşını kendine
tercih edip, iyisini onun önüne koymalıdır. Üç defâdan fazla; “Çabuk yiyiniz”
dememelidir. Israr etmemelidir. And vermemelidir. Çünkü yemek yemek and
vermekten, daha aşağıdır.
4- Bir
zarûret olmadıkça, arkadaşına; “Buyurun yeyin” deyip, kendisi çekilmemeli,
onunla beraber yemelidir. Her zamanki âdetinden daha az yememelidir. Çünkü bu
riyâ olur. Fakat yalnızken de, insanlarla beraber yediği gibi edepli olmalıdır.
Arkadaşını fazla yedirmek niyeti ile, kendisi az yerse iyi olur. Diğerlerini
memnun etmek için de, çok yerse yine iyi olur. İbn-i Mübârek (rahmetullahi aleyh) fakirleri dâvet ettiği zaman,
hurmaya bakıp; “Kim daha çok yerse, o kadar gümüş vereceğim” der ve sonra
çekirdekleri sayar, çekirdek sayısı gümüş verirdi.
5- Kendi
önüne bakmalı, başkalarının lokmalarına bakmamalıdır. Başkalarından önce
yemekten el çekmemelidir. Çünkü diğerleri de yemekten çekinir. Eğer az yemek
âdeti ise elini biraz yavaş tutup, sonuna kadar neşeyle devam etmelidir. Eğer
yiyemeyecekse, başkalarının utanmamaları için özrünü söylemelidir.
6-
Başkalarının hoşuna gitmeyen şeyler yapmamalıdır. Elini tabağa sokmak, yâhut
ağzını kaseye yaklaştırmak gibi. Çünkü ağzından bir şey çıkıp, kaba düşebilir.
Ağzından bir şey çıkarırken yüzünü çevirmelidir. Yağlı lokmayı, sirkeye
sokmamalıdır. Dişleriyle parçaladığı lokmayı, kaseye koymamalıdır. Çünkü,
bunlar beğenilmeyen şeylerdir. Sofrada hoşa gitmeyen sözler söylememelidir.
7- Elini
leğende yıkarken, insanların gözü önünde, ağzını yıkadığı suyu leğene
dökmemelidir. Hürmet edilmesi îcâbeden zât, ellerini önce yıkamalıdır. Eğer
kendisine ikrâm ederlerse, yâni; “Önce siz yıkayın” derlerse, kabûl etmelidir.
Yıkamaya sağdan başlamalıdır. El yıkanan suları bir leğene toplamalıdır.
Hepsine ayrı ayrı leğen tutmak acemlerin âdetidir. Hepsi bir arada daha iyi
olur ve alçak gönüllülüğe daha yakın olur. Ağzını yıkadığı suyu ağzından
dökerken başkasının üstüne sıçramaması için yavaş dökmelidir. El yıkarken su
dökenin ayakta durması, oturmasından daha iyidir.
İnsanlara
hitâpda bulunmak, fakirlere ziyâfet yermek, ok ve yay yapmak, hastalık tedâvisi
için iğne yapmak, göze sürme çekmek, dostlar ile kucaklaşmak, müsâfaha etmek,
rüyâ tabir etmek, Hak yolunda hicret etmek, İbrâhim aleyhisselâmın
yaptığı işlerdendir. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh)
şöyle rivâyet edilmiştir; “Şu on şey İbrâhim aleyhisselâmın
dîninde müslümanlara farz idi. Ağzı su ile yıkamak, burnu su ile yıkamak, başı
tıraş etmek, bıyık kırkmak, misvâk kullanmak, sünnet olmak, kasık tıraş etmek,
koltuk altını tıraş etmek, tırnak kesmek, su ile istincâ etmek, yâni su ile
temizlenip tahâretlenmek.”
“Kitâb-ül-evâil”de
şöyle bildirilmiştir: Allah için ilk önce gazâ eden, savaşa sancak götüren ve
savaşta askere sağ cenah, sol cenah ve orta cenah şeklinde savaş tertibi veren
İbrâhim aleyhisselâmdır. Kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm ile Rumlar savaş yapınca, İbrâhim aleyhisselâm Rumlara savaş açarak Lût aleyhisselâma yardım edip, onları Rumların
tasallutundan kurtardı.
Sakalı ve
saçı ilk ağaran İbrâhim aleyhisselâmdır. Oğlu
İshak aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâma çok benzerdi. Yakından tanımayanlar
ayırt edemezlerdi. Fark edilmesi için alâmet verilmesi husûsunda duâ etti.
Bunun üzerine bir sabah uyanınca sakalının bir kısmının ağardığını gördü. Ne
alâmettir diye merâk edince, “Nur ve zînet, süstür” diye vahyolundu. Sevinerek “Yâ
Rabbî, nûrumu artır” diye duâ etti.
Büyük
İslâm âlimi ve ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu
ki:
“İbrâhim aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün
insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve peygamberler babası olmakla
şereflenmesi, hep Allahü teâlânın
düşmanlarından teberrî etmesi yâni yüz çevirip sevmemesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerîmde, Mümtehine
sûresinde meâlen; “Ey mü’minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda
yürüyünüz! Yâni siz de, onun gibi ve onunla beraber bulunan mü’minler gibi
olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: “Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O taptıklarınızı da
sevmiyoruz. Sizin, uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda
düşmanlığa sebep oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça
ve emirlerini kabûl etmedikçe, bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her
şekilde kendini gösterecektir.” buyuruyor.
İbrâhim aleyhisselâm yüzyetmişbeş yaşında Hazret-i Hâcer ve Hazret-i Sâre'den sonra Kudüs'te vefât etti. Vefât etmeden önce oğlu hazret-i İsmâil'e şu vasiyette bulundu: “Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti; bu nûru iyi muhâfaza edip, zâyi etmeyip ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et, nikâhlı, afif ve temiz kadınlara teslim eyle. Sen evlâdına da böyle vasiyette bulun.” Bu hususta hazret-i İsmâil’den kuvvetli söz alıp vasiyetini tamamladı.
İbrâhim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Bir gün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içerde birisinin oturduğunu gördü. “Bu eve seni kim koydu?” diye sorunca, o şahıs; “Ev sâhibi koydu” diye cevap verdi. “Ev sâhibi benim. Ben seni içeri koymadım!” deyince de; “Senden ve benden başka bir sâhip vardır. O her şeyin sâhibidir” dedi. Bunun üzerine oturanın melek olduğunu anladı. Kimsin diye sordu ve Melek-ül mevt, yâni ölüm meleği olduğunu öğrendi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Mü’minlerin rûhunu nasıl alırsın bana göster” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm; “Mübârek yüzünü yan tarafa çevir” dedi. Yüzünü çevirince gâyet güzel bir sûret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine; “Ey Melek-ül mevt! Eğer ölen bir kimseye bu sûret gösterilirse ona kâfidir” buyurdu. Bundan sonra “Îmân etmeyenlerin, kâfirlerin rûhunu nasıl alıyorsun onu da göster?” deyince, Azrâil aleyhisselâm; “Tâhâmmül edemezsin” buyurdu. Görmek isteğinde ısrâr edince; “Yüzünü yana çevir” dedi. İbrâhim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir sûret gördü. Bu hâli gördü ve kendinden geçti. Kendine gelince de; “Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler bu ona yeter.” buyurdu.
İbrâhim aleyhisselâm bundan sonra da Melek-ül mevt'e yâni Azrâil aleyhisselâma; “Ziyârete mi geldin? Rûhumu almaya mı?” buyurdu. “Eğer izin verirsen rûhunu almaya!” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Dost dostun canını alır mı?” deyince; “Yâ İbrâhim (aleyhisselâm) bu hususu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlâ; “Dost dosta kavuşmak istemez mi?” buyurdu dedi. İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince; “Çabuk gel kardeşim, hemen canımı cânâna kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz” buyurdu. Bunun üzerine Azrâil aleyhisselâm mübârek rûhunu kabzetti.
İbrâhim aleyhisselâm Kudüs civârında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir. Bu kasaba, İbrâhim aleyhisselâmın Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlürrahmân ismiyle meşhûrdur. Bu beldede; hazret-i Lût, hazret-i İshak ve hazret-i Ya’kub'un ve daha pek çok peygamberin kabrinin bulunduğu rivâyet edilmiştir. Müslüman hükümdârlar orada bulunan mescidleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir ettirmişlerdir. Halîlürrahmân'daki mescid ve türbeleri ise son olarak, Osmanlı Sultânı ikinci Abdülhamid Han tâmir ettirmiştir.
1- İbrâhim
aleyhisselâmın mübârek vücûduna ateş tesir
etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında Allahü teâlâ;
“Ey ateş!
İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol.” buyurunca ateş onu yakmadı.
2- Cansız
olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar
(dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması
üzerine yeniden dirilmişlerdir.
3- İbrâhim
aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi
yanmıştır. Rivâyete göre İbrâhim (aleyhisselâm)
Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada
yakacak hiç bir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını
karşılayamayan ahâli, durumlarını İbrâhim aleyhisselâma
anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı
ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pek çok kimse îmân etti.
4- Bazen
yırtıcı ve yabanî hayvanlar İbrâhim aleyhisselâm
ile beraber giderler ve dile gelerek gâyet açık olarak onunla konuşurlardı. Bir
defâsında, hanımı hazret-i Hâcer'le ve oğlu hazret-i İsmâil'le görüşmek ve
onları ziyâret etmek için Mekke'ye gitmişti. Şam'a geri dönüşünde bir çok yabânî
hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile beraber
yürüyüp, onunla açıkça konuştular.
5- İbrâhim
aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da
görürdü. Bu mûcizesi Mısır'a gittiğinde zevcesi Hazret-i Sâre'ye musallat olmak
isteyen zamanın kralı Fir’avn, Hazret-i Sâre'yi sarayına alınca, İbrâhim aleyhisselâm dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın
duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece Hazret-i
Sâre'ye el uzatmaya kalkışan Fir’avn'un ellerinin kuruyup, ayaklarının
tutmayarak yere yıkıldığına şâhid olmuştur.
6- İbrâhim
aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç
bitip yeşermiştir. Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden geldi.
Duâsı netîcesinde bu mûcizeyi gösterdi.
7- İbrâhim
aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular
yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmâil
de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı.
--------------------------------------------------------
1)
Hâşiyetü şeyh-zâde ala tefsîr-i Beydâvî
2)Tefsîr-i
Mazharî
3)
Câmi'ul-beyân an te’vîl-il-Kur’ân
4) Câmi-u
ahkâm-ül-Kur'ân
5)
Tefsîr-i kebir
6)
Tefsîr-i Rûh-ul-beyân
7)
Tefsîr-i Hüseynî
8)
Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn
9) Sahîh-i
Buhârî
10)
Feth-ul-Bârî Şerh-ul-Buharî; cild-6, sh. 275, 280, 289, 293
11)
Sahîh-i Müslim
12)
Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî); cild-1, 251, 260, 266. mektub
13) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078
14)
Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 80
15) İslâm
Ahlâkı; sh. 110, 114, 118, 128
16) Arâis-ül-mecâlis;
sh. 72
17) Meâric-ün-nübüvve;
sh. 308
18)
El-Kâmil fit-târih; cild-1, sh. 94
19) Ahbâr-u
Mekke; sh. 30
20)
Târih-ül ümem vel-mülûk; cild-1, sh. 128, 135, 158, 160
21) Mu'cizât-ül-enbiyâ;
sh. 29
22) Bedâyi-üz-zühûr;
sh. 88
23) Tabakât-ı
İbn-i Sa'd; cild-1, sh. 46
24)
Hüsnü't-tenebbüh; Süleymâniye Kütüphânesi, Murâd Buharî kısmı. No: 69 V. 235
vd.
25)
Ravdat-üs-safâ; sh. 158
26)
Ravdat-ul-ebrâr, cild-1, sh. 20
27)
Mir’ât-ül-Haremeyn (Mir’ât-ı Mekke kısmı); sh. 135 vd.
28) Rehber
Ansiklopedisi; cild-8, sh. 37, cild-12, sh. 20
29) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-2, sh. 108, cild-5, sh. 21, cild-6, sh. 190, 317,
cild-7, sh. 277, cild-8, sh. 324, cild-9, sh. 209, cild-12, sh. 143, cild-10,
sh. 162, cild-13, sh. 349, cild-14, sh. 164, cild-15, sh. 121, cild-16, sh. 349
30)
Kavl-ul-fasl; sh. 4
31) Kısâsı
enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa); cild-1, sh. 5
32)
Delâil-ün-nübüvve; sh. 109
33) Kısâs-ı
enbiyâ (Kısai); cild-1, v. 146 a, vd.
34) Kitâbu
derc-il-münîfe (İmâm-ı Süyûti, Süleymâniye Kütüphânesi, Reis-ül-küttâb kısmı
No: 1150)