Hanbelî
mezhebindeki fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ömer bin İbrâhîm bin Abdullah
el-Akberî'dir. Künyesi Ebû Hafs olup, İbn-i Müslim lakabıyla tanınmış, Ebû Hafs
Akberî diye meşhûr olmuştur, ilim öğrenmek için Kûfe, Basra ve daha başka belli
başlı ilim merkezlerine gitmiş, birçok âlimden ilim öğrenmiş ve büyük bir âlim
olmuştur. Kıymetli kitaplar yazmış, 387 (m. 997) senesinde Cemâzil-âhır ayının
sekizinci Perşembe günü öğleye doğru vefât etmiştir.
Ebû Hafs
Akberî; Ebû Ali es-Savvâf, Ebû Bekr en-Neccâd, Ebû Muhammed bin Mûsâ, Ebû Amr
bin Semmâk, Da'lec, Kûfe, Basra ve diğer İslâm şehirlerindeki pekçok âlimden
ilim öğrendi, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hanbelî mezhebindeki fıkıh
âlimlerinden Ömer bin Bedr el-Megâzilî, Ebû Bekr bin Abdülazîz, Ebû İshâk bin
Şâkilâ ve Mülâzime İbni Batta'dan Hanbelî fıkhını öğrenmiştir. Birçok âlim de
kendisinin sohbetinde bulunmuş ve ilim öğrenmiştir.
Meşhûr fıkıh
âlimlerinden olan Ebû Hafs Akberî, zamanında Hanbelî mezhebinin en ince
mes'elelerini bilecek kadar derin ilme sahipti. Kuvvetli bir zekâsı vardı.
Birçok müşkil mes'eleleri güzel bir şekilde çözmekle tanınmıştır. Bu hususta
seçilmiş yazıları vardır.
Kendisi
anlatır: "Ebû İshâk bin Şâkilâ'nın gördüğü bir hâdiseyi şöyle anlatırken
işittim. Mensûr Câmii'nde otururken Ahmed bin Hanbel'i (r.a.) gördüm. Biri ona
geldi ve: "Bir kimse yüzbin hadîs-i şerîf ezberlediği zaman fıkıh âlimi olur
mu?" diye sordu. İmâm-ı Ahmed: "Hayır olamaz" cevâbını verdi. O adam: "İkiyüzbin
hadîs-i şerîf ezber bilirse fıkıh âlimi olur mu?" diye tekrar sordu, İmâm-ı
Ahmed yine "Hayır" cevâbını verdi. O adam daha sonra üçyüzbin ve dörtyüzbin
hadîs-i şerîf ezber bilen bir kimsenin hâlini sorup, hayır cevâbını aldı. Ebû
İshâk bin Şâkilâ bu hâdiseyi anlatırken dinleyen bir zât ona "Sen bu kadar
hadîs-i şerîf biliyor musun ki, bu insanlara fetva veriyorsun?" diye soruldu.
Ebû İshâk cevâbünda "Allah sana afiyet versin. Ben bu miktar kadar (dörtyüzbini
hadîs-i şerîf bilmiyorsam da, dörtyüzbin ve çok daha fazlasını bilen âlimlerin
sözleriyle fetva veriyorum" buyurdu.
Buyurdular ki:
"Kısa iki rek'at namaz kılmanın sünnet olduğu yerlerin ilki, sabah namazının iki
rek'atıdır. Hz. Âişe validemiz buyurdu ki: "Peygamberimiz (s.a.v.) (iki rek'at)
sabah namazının sünnetini kılardı ve bunu çok kısa yapardı. Hattâ ben,
Peygamberimiz (s.a.v.) acaba Kur'ân-ı kerîmden birşey okudu mu okumadı mı diye
düşünürdüm." Geceleyin kılınan teheccüd namazı da kısa kılınır. Peygamberimiz
(s.a.v.): "Sizden biriniz geceleyin kalktığı zaman, her iki rek'atında selâm
vermek üzere, ikişer rek'at namaz kılsın" buyurdu. Yine kısa olarak iki
rek'at tavaf namazı (hacda) kılmak da sünnettir."
Ebû Hafs
Akberî, Peygamber efendimizin Eshâbına son derece muhabbet eder, hiç birisine en
küçük bir şekilde dil uzatılmasına müsâade etmezdi. Hele bozuk inançlı ba'zı
kimselerin, Hz. Muâviye'ye dil uzatmalarına asla izin vermezdi. Ona dil
uzatmanın İslâmiyet'e ve Kur'ân-ı kerîme dil uzatmak olduğunu söyler, onun
(r.a.) vahiy kâtibi olduğunu beyân ederdi. Hz. Muâviye, Kur'ân-ı kerîmin büyük
kısmını bizatihi Resûlullahın mübârek ağzından yazmış, O'nun hayır ve bereket
duâsına kavuşmuştu, derdi.
Ebû Hafs
Akberî, Hz. Muâviye'yi çok sever ve her sohbetinde onun Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden olduğunu anlatır, ona çirkin iftira eden sapık inançlı kimselere
cevap verirdi. Hz. Muâviye'nin fazîletleriy-le ilgili İrbâd bin Sâriye'den
(r.a.) şöyle rivâyet ederek anlattı: Resûlullah (s.a.v.), Muâviye (r.a.) için
"Allahım, ona kitabı ve hesabı öğret ve onu azaptan koru" diye duâ buyurdu ve
Peygamberimizin (s.a.v.) duâsı da mutlaka müstecâbdır, Allahü teâlâ kabul eder.
O azaptan korunduğu zaman Cennet ehlinden olur. (Ona dil uzatmak, Peygamberimize
dil uzatmak olur.) Bunun gibi Peygamber efendimiz (s.a.v.) duâsı bereketiyle
Muâviye'nin (r.a.) Kur'ân-ı kerîme vukûfiyeti ve hesabı pek kuvvetli idi.
Hz. Muâviye ile
Hz. Ali arasında geçen hâdiselerden dolayı ona dil uzatanların yanıldıklarını,
onların birbirlerini çok sevdiğini delilleriyle isbat eden Ebû Hafs Akberî; Hz.
Ali'nin tarafını tutan Kûfe ahâlisine irâd buyurduğu şu hutbe ile, Hz. Ali'nin
Hz. Muâviye'yi çok sevdiğini ve ona asla düşman olmadığını açıkça ortaya
koymuştur.
Hz. Ali, Kûfe
ahâlisine şöyle buyurdu: "Ey Kûfe ahâlisi, muhakkak benim boynumda bir borç var.
Bu borcu sizin üzerinize devretmek istiyorum. Dikkat ediniz haber veriyorum:
Resûlullahdan (s.a.v.) sonra insanların en hayırlısı, Ebû Bekr, sonra Ömer,
sonra Osman'dır, (r.anhüm) Sonra Hz. Ali "Allaha yemin ederim ki, ben bunu
nefsimi karşılaştırmak için söylemedim" buyurdu. Ve şöyle devam etti: "Ey Kûfe
ahâlisi, benim boynumda bir borç vardır ki, bunu boynumdan çıkarmak ve sizin
boyunlarınıza yüklemek istiyorum. Biliniz ki, Resûlullahın (s.a.v.) yanında
oturuyordum. Muâviye de (r.a.) O'nun yanındaydı. Resûlullaha (s.a.v.) vahiy
indi. Benim elimden kalemi aldı, Hz. Muâviye'nin eline (vahiy) yazması için
verdi. Allaha yemin ederim ki, ben kendimde birşey (herhangi bir üzüntü)
hissetmedim. Çünkü ben biliyordum ki, bu hususta Allahü teâlânın emri böyleydi.
Dikkat ediniz! Müslüman; benimle onun arasında olan hâdiseleri konuşmaktan beri
(uzak) olan kimsedir." Hz. Ali bu sözleriyle Hz. Muâviye'nin kıymetini bildirmiş
ve kalbinde ona karşı herhangi bir kin ve adavet (düşmanlık) olmadığını açıkça
beyân etmiştir.
İbn-i Abbâs'a
(r.a.) Hz. Muâviye hakkında soruldu. Cevâbında: Hz. Muâviye benim indimde Hz.
Mûsâ gibidir. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Kasas sûresi 26.ncı âyetinde
Musa'nın (a.s.) ücretle tutulması hususunda iki kadından biri babasına: "Ey
babacığım! Onu ücretle tut. Çünkü o, ücretle tuttuğun kimselerin en kuvvetlisi
ve en eminidir" diye söylediğini Allahü teâlâ haber veriyor, işte bu âyet-i
kerîme nâzil olduğu zaman Cebrâil (a.s.) Peygamberimize (s.a.v.) geldi ve: "Yâ
Muhammed! Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi Muâviye'ye (r.a.) yazdırmanı sana
emrediyor. Çünkü o, senin yazdırdıklarının (vahiy kâtiplerinin) en kuvvetlisi ve
en eminidir" buyurdu.
Ebû Hafs Akberî
şöyle buyurdu: Resûlullahın (s.a.v.) ümmeti için koymuş olduğu her bir sünnet,
Allahü teâlânın emriyledir. Peygamberimiz (s.a.v.): "Cennet ehlinden olmayan
bir kimse ile evlenmedim ve Cennet ehlinden olmayan bir kimseyi de
evlendirmedim" buyurdu. Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle rivâyet etti: Biz
Peygamberimizin (s.a.v.) yanında oturuyorduk, önümüzde taze hurma vardı.
Resûlullah efendimiz hurmadan yemeye ve yedirmeye başladı. Resûlullaha (s.a.v.)
"Yâ Resûlallah! Hem yiyor, hem de yediriyor musunuz?" diye sordum.
Peygamberimiz: "Evet Cennette de böyle yaparız, ba'zılarımız ba'zılarımıza
yedirir" buyurdu.
Ebû Hafs
Akberî'nin (r.a.), el-Muknî, Şerh-ül-Hurakî ve el-Hilâlü beyne Ahmed ve Mâlik
gibi kıymetli eserleri vardır.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Hanâbile'cild-2, sh-163
2) Mu'cem-ül-müellifîn cild-7, sh-271
|