Büyük
müctehidlerden. Künyesi, Ebû Bekr'dir. 223 (m. 838) senesinde Nişâbûr'da doğup,
311 (m. 924)'de yine burada vefât etti. Muhammed bin İshâk; büyük hadîs
âlimlerinden olan İshâk bin Râheveyh'i, Muhammed bin Humeyd er-Râzî'yi dinledi.
Fakat rivâyette bulunmadı. Çünkü o zaman henüz küçüktü. Fakat, Mahmûd bin
Gaylân, Muhammed bin Ebân el-Müstemlî, Ahmed bin Menî gibi daha birçok âlimden
(r.aleyhim) rivâyette bulunmuştur. Nişâbûr'da daha küçük iken, yolculuk
sırasında Rey'e uğrayıp burada âlimleri dinlemiştir. Bunlardan başka, Bağdâd,
Basra, Kûfe, Şam, Cezîre, Mısır ve Vâsıt gibi ilim merkezlerini, ilim elde etmek
için dolaşmıştır. Ondan da; İmâm-ı Buhârî (r.a.), İmâm-ı Müslim (Sahihinin
dışındaki kitaplarında), Ebû Amr bin Hamdan, Ebû Bekr Ahmed bin Mihrân el-Mukrî
ve daha başka büyük âlimler (r.aleyhim) rivâyette bulunmuşlardır.
İbn-i Huzeyme,
Şafiî mezhebindedir. Fıkıh ilmini çok iyi bilir, ilmi herkes tarafından kabul
edilirdi. Daha küçük iken hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf dinleyip, bu sahada
pek yükseldi. Cerh ve ta'dîl ilmini (Hadîs-i şerîf rivâyet eden râvîlerin,
rivâyetlerinin hangi sebeblerle kabul edilip, edilemiyeceğini inceleyen ilmi)
çok iyi biliyordu. O, büyük âlimlerin bulunduğu meclislerde mes'eleler hakkında
rahatça konuşur, cevaplarını söyler, fetvalarını verirdi. Hattâ, bir mecliste,
meşhûr âlim Müzenî kendisine sorulan bir suâl üzerine susmuş, cevâbını İbn-i
Huzeyme vermişti. Bunun üzerine Müzenî, suâli sorana "İbn-i Huzeyme, hadîsi
benden daha iyi bilir" demiştir.
Âlimlerin
hakkında söyledikleri: İbn-i Hibbân onun için: "Yaşadığı asırda Sünnet-i
seniyyeyi, onun asıl lâfızlarını ve ilâve edilen kısımları çok iyi bilendir.
Hattâ, bütün Sünnet-i seniyyeyi gözünün önünde gibi bilen İbn-i Huzeyme'nin bir
benzerini bu asırda görmedim" der. Kaffâl eş-Şâşî ise, "İbn-i Huzeyme, hadîs-i
şerîflerin ma'nâlarını ve onlardaki incelikleri onbızla çeker gibi çıkarırdı"
demektedir.
Ebû Zekeriyyâ
Yahyâ bin Muhammed bin Yahyâ et-Teymî anlatıyor: "Emir Ebû İbrâhim İsmâil bin
Ahmed Nişâbûr'a gelince, İbn-i Huzeyme ile beraber onu karşıladık. Kendisine
zamanın âlimlerinden Ebû Amr el-Hıfâf ve şehrin diğer ulemâsını (âlimlerini)
takdim ettik. Bunlar arasında büyük âlim Ebû Bekr Cârûdî de vardı. Emîrin, daha
önce bu âlimlerle görüşüp tanışması olmadığı için, Cârûdî'yi İbn-i Huzeyme
zannetti, İbn-i Huzeyme'yi tanımıyordu. Daha sonra İbn-i Huzeyme'yi kendisine
takdim etmemize rağmen, emir, diğerlerine yaptığı iltifatı ona yapmadı. Ebû Amr,
emîrin solunda idi. Emîre bir şeyler anlatıyor idi. Bu sırada emir, Ebû Amr'a
fey ile ganimet arasındaki farkı sorunca, Ebû Amr "Bu suâli üstadımız, İbn-i
Huzeyme halleder" dedi. Emir işin farkına yeni varmıştı. Kapıcıya İbn-i
Huzeyme'yi çağırmasını emretti. Gelince, kendisini çok iyi karşıladı. Onu
kucakladı. İlk karşılaşmada, kendisine gereken alâkayı göstermediğinden dolayı
kusuru için özür diledi Sonra, aynı suâli kendisine sordu, İbn-i Huzeyme, emîre
mevzu ile alâkalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri okudu. Gerekli açıklamaları
yaptı. Okuduğu hadîs-i şerîfleri saydık. Ravîleriyle beraber 170 küsuru
bulmuştu. Bundan dolayı emîrin takdirini kazandı"
Ebû Ali Hüseyn
bin Muhammed el-Hâfız; "Muhammed bin İshâk gibisini görmedim. O, fıkıh ile
alâkalı hadîs-i şerîfleri, Kur'ân-ı kerîmden bir sûreyi ezberleyen kimse gibi
ezberlerdi" dedi.
Büyük âlim
Hâkim; "İbn-i Huzeyme'nin fazîletlerine dâir yanımda yazılı çok ma'lûmat vardır"
demiştir.
Tâcüddîn
es-Subkî de, Tabâkât-ı kübrâ'sında şöyle der: "O, çok çeşitli ilimleri
kendisinde topladı. Onunla kimse münazara edemezdi. Seçkin âlimler onunla boy
ölçüşmekten âciz kalmıştır. Nişâbur'da kalıyordu. Orada ilimde bir tane idi.
Halbuki orada ilimde yüksek derecelere ulaşmış âlimler de vardı. Her taraftan,
istifâde etmek için ona gelirlerdi. Herkes ondan fetva alırdı.
Birgün İbn-i
Huzeyme'ye, "Bu kadar ilme nasıl kavuştun?" diye sordular. O, Resûlullah
efendimizin (s.a.v.) "Zemzem suyu ne için içilirse, onun için olacağını"
buyurduğunu söyleyip, "Ben zemzem suyunu içerken, Allahü teâlâdan fâideli ilim
istedim" demiştir.
Yine ona,
"Kendiniz için elbise yaptırsaydınız, daha iyi olmaz mıydı?" denildiği zaman,
"Ben kendime pek ehemmiyet vermiyorum. Halbuki, birkaç elbisem bile var"
demiştir.
İbn-i Huzeyme
şöyle der: "Bir eser yazacağım zaman, istihâre yaparım. Eğer, hayırlı olduğuna
kalbim kanâat getirirse, yazmaya başlarım."
İbn-i Huzeyme
(r.a.), misafirlerine ikrâm ve cömerdlik hususunda Hâtem-i Tâî gibi idi. Bir
düğün ziyafeti tertip edip, bütün kasaba halkını da'vet etmişti. Gelen
da'vetlilere pekçok ikrâmlarda bulundu. Ancak sultanlar böyle bir ikrâmda
bulunabilirdi.
Muhammed bin
Fadl der ki: "Dedem Ebû Bekr hiçbir şey biriktirmez, ne varsa ilim sâhipleri
için sarf ederdi."
İbn-i Huzeyme
(r.a.) çok âlim yetiştirdi. Hattâ ba'zı talebeleri, zamanın tanınmış âlimleri ve
devlet adamları yanında parmakla gösterilir hâle gelmişlerdi Bunu çekemeyen
Ehl-i sünnetten olmayan bozuk i'tikâda sahip olan haşeviyye, cehmiyye ve
mu'tezileye mensûb kişiler, İbn-i Huzeyme'nin talebelerinden ba'zılarını
aldattılar. Onları dînî mevzularda şüpheye düşürdüler, İbn-i Huzeyme ile
talebelerinin arasında fitne çıkarmaya çalıştılarsa da, Allahü teâlâ yüce lütfu
ile onlara fırsat vermedi Ebû Bekr bin Huzeyme'ye (r.a.) yardım eyledi.
Hâfız Zehebî
(r.a.), Tezkiret-ül-huffâz'da bu mevzu ile alâkalı olarak şöyle der: "Ebû Bekr
Muhammed bin Hamdûn ve âlimlerden bir topluluk anlattı; İbn-i Huzeyme yaşça
ilerlemiş, ilmî yönden de zamanının tek âlimi derecesine erişmişti. Talebeleri
hem fetva işlerinde ve hem de sultânın meclislerinde en önde geliyor, kıymetli
eserler yazıyorlardı. Bu sıralarda, mu'tezilî olan Mensûr et-Tûsî, İbn-i
Huzeyme'nin derslerini dinlemek için gelip gidiyordu. İbn-i Huzeyme,
talebelerinin kelâmî (i'tikâdla alâkalı) mevzulara dalmasına müsâade etmezdi.
Mu'tezilî olan bu şahıs, vâ'iz birisi olan Ebû Abdurrahmân ile beraber olup:
"İbn-i Huzeyme, kelâm ilmine müsâade etmiyor, onu yasaklıyor" demeye başladılar.
Bu hususta kendilerine taraftar bulup, talebeler arasında fitne ve fesad
çıkarmaya çalıştılar, fakat muvaffak olamadılar.
Muhammed bin
İsnâk bin Huzeyme (r.a.) anlatır: "Kardeşim Ahmed, çok ibâdet eden, zâhid bir
kimse idi. Dünyâ malından hiçbir şeyi yoktu. Bu hâlde iken kendini zorlar, her
sene kurbân keserdi. Ne kadar sıkıntı çekse, bu ibâdeti terk etmezdi. Bu
kardeşim, dünyâdan göçtü, Rü'yâda gördüm ki, kıyâmetteyiz. Bütün insanlar Arasat
meydanında toplanmışlar. Aniden kardeşimi gördüm. Bir eşini görmediğim çok güzel
bir at üzerinde idi. Ayrıca bir çok binek huzuruna toplanmıştı. Kardeşime
"Allâhü teâlâ sana ne yaptı?" dedim. "Allahü teâlâ beni bağışladı" dedi. "Allahü
teâlânın seni bağışlama sebebi ne idi?" dedim. O da şöyle anlattı: "Birgün Cum'a
Câmii'nde namaz kılıyordum. Cebimde bir gümüşüm vardı. Bir ihtiyar geldi.
Direğin önünde durup "Allâhü teâlâ bana bir gümüş verene merhamet etsin, borcum
var. Alacaklım da beni sıkıştırıyor, kötü sözler söylüyor" dedi. Namazı çabuk
kılıp, bir gümüşü ona verdim. Beni kabre koyup, gittikleri zaman bir ses duydum.
"Ey Ahmed bin İshâk! Bir muhtaca merhamet ettin. Biz de sana rahmet eyledik.
Yaptığın her şeyi affeyledim. Seni Cennet ve cemâlime lâyık eyledim" diyordu.
Kardeşime, yanındaki bineklerin ne olduğunu sordum. "Bunlar, benim kestiğim
kurbanlardır. Üzerinde olduğum binek ise, ilk kurbanımdır" dedi. "Şimdi nereye
gidiyorsun?" dedim. "Cennete gidiyorum" dedi ve gözümden kayboldu."
İbn-i
Huzeyme'nin (r.a.) 40'ı âşkın eseri vardır. Hepsi de sağlam ve muteberdir. Bu
eserlerden ba'zısı: 1. Kitâb-üt-tevhîd ve îsbât-ı Sıfât-ır-Rab 2.
Muhtasar-ül-muhtasar. Bu, Sahîh-i İbn-i Huzeyme diye isimlendirilir.
Kitâb-üt-tevhîd'inde rivâyet edilen hadîs-i şerîflerden ba'zıları: Ebû Hüreyre
(r.a.) rivâyet etti: Bir kere Resûlullah (s.a.v.) efendimize et yemeği
getirilmişti. Kol tarafından bir parça önüne kondu. Resûlullah (s.a.v.)
efendimiz etin bu kısmını severdi. Ondan (mübârek ön dişleriyle bir lokma
kopardı. Sonra şöyle buyurdu: "Ben, kıyâmet gününde insanların efendisiyim. Bu
niçindir, biliyor musunuz?" buyurarak, şu beyânda bulundular "Dünyâda gelmiş
geçmiş ne kadar insan varsa, hepsini Allahü teâlâ kıyâmet gününde, düz ve geniş
bir meydanda toplayacaktır. Burası öyle bir yerdir ki, orada birisi seslenince
sesini herkese duyurabilir. Bakan bir kimse de, mahşerde bulunanların hepsini
görebilir, işte burada güneş, (bütün hararet ve sıcaklığı ile) yaklaşır, öyle
olur ki, artık insanların gam ve sıkıntısı dayanılamıyacak ve tahammül
olunamıyacak bir dereceye ulaşır. Bunun üzerine, insanlar birbirine: "İçerisinde
bulunduğunuz şu sıkıntılı ve meşakkatli durumu görüyorsunuz. Rabbinizin katında
size şefâat edecek birisine niçin bakmıyorsunuz?" diyecekler. Bunun üzerine
mahşerde bulunanlar birbirlerine "Haydi Âdem'e (a.s.) gidiniz" diyecekler.
Âdem'in (a.s.) yanına gelerek: "Ey Âdem! Allâhü teâlâ seni yed-i kudreti ile
yarattı. Sana kendi ruhundan üfledi. Meleklere emredip, onları sana secde
ettirdi. Rabbine bizim için şefâat dile. İçinde bulunduğumuz şu hâli ve başımıza
gelen musîbeti görüyorsun" diyecekler. Âdem (a.s.) da onlara: "Rabbim bugün
celallidir. Bundan önce böylesine gazap etmediği gibi, bundan sonra da bu
şekilde gazap etmez. Hem sonra, Allahü teâlâ beni Cennet meyvesi yemekten men
etmişti de, buna rağmen ben ondan yemiştim. (Artık bundan sonra size şefâat
edecek durumum yok. Ben şimdi kendi hâlimi düşünüyorum»: Vay nefsim, vay nefsim!
Siz, benden başka bir şefâatçi bulup, ona gidiniz. Nuh'a gidiniz" diyecek.
Onlarda Nuh'a (a.s.) gidecekler ve "Ey Nuh! Sen, Allahü teâlâ'dan başkasına
ibâdet eden insanlara gönderilen resûllerin şüphesiz büyüklerindensin. Allâhü
teâlâ seni Kur'ân-ı kerîmde "Çok şükreden kul" diye isimlendirdi. (Ne olur)
Rabbinin katında bize şefâat eyle. İçerisinde bulunduğumuz ve şu başımıza gelen
acıklı hâli görüyorsun" derler. Nuh (a.s.) da onlara: "Azîz ve celîl olan Allâhü
teâlâ bugün celallidir. Daha böylesine gazaplanmamıştır. Ve bundan sonra da
böyle gazablanmaz. Sonra, benim bir endişem var. Vaktiyle kavmimin helâk olması
için duâ etmiştim. (Bu bakımdan, ben şimdi hâlim nasıl olur diye kendimi
düşünüyorum): Vay nefsim, vay nefsim! Siz gidiniz, başka şefâatçi arayınız,
İbrâhîm'e gidiniz" der. Bunun üzerine onlar, İbrâhîm'e (a.s.) giderler. "Ey
İbrâ-hîm! Sen yeryüzündeki insanlardan, Allâhü teâlânın Peygamberi ve Allâhü
teâlânın dostu olan bir zâtsın. Allâhü teâlânın nezdinde bizim için şefâat eyle!
Şu acıklı hâlimizi görüyorsun" diyecekler, İbrâhîm (a.s.) da; "Bugün Rabbimin
celâl sıfatı tecellî etmiştir. Bundan önce böyle gazap etmediği gibi, bundan
sonra da böyle gazâb etmez der ve onlara mazeret beyân eder. "Onun için şimdi
kendi nefsimi düşünüyorum. Vay nefsim, vay nefsim! Siz kendinize başka bir
şefâatçi arayınız, Musa'ya gidiniz" diyecektir. Onlar da Mûsâ'ya (a.s.) gidip:
"Ey Mûsâ! Sen Allahü teâlânın resûlüsün. Allahü teâlâ seni, resûl yapmak ve
seninle konuşmak süreliyle insanlardan üstün kıldı. Rabbinin katında bize
şefâatçi ol. Gördüğün gibi, biz çok acı ve ızdırap içindeyiz." Mûsâ (a.s.)
onlara: "Rabbim bugün celâllidir. Bundan önce O, ne böyle görülmüş ve ne de
görülecektir. Hem sonra ben, bir adam ölürdüm. Halbuki onu öldürmekle
emrolunmamıştım. (Şimdi ben nefsimi düşünüyorum. Ah nefsim, ah nefsim! Siz
gidin, başka şefâatçi arayın, Îsâ'ya (a.s.) gidin" der. [Kasas sûresinin 18.nci
âyet-i kerîmesinden i'tibâren bildirildiği üzere, Firavun'un adamlarından bir
Kıptî ile Musa'nın (a.s.) kavminden bir adam dövüşüyordu. Musa'nın (a.s.)
kavminden olan şahıs yardım isteyince, Hz. Mûsâ, yardımına koştu. Göğsüne
vurduğu yumrukla Kıptî yâre serildi. Ancak, ("Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulm
ettim. Beni af ve mağfiret eyle" dedi. Allahü teâlâ da onu affetti) meâlindeki
âyet-i kerîme ile Hz. Mûsâ mağfiret olunmuştur.) Onlar da Îsâ'ya (a.s.) gidip:
"Ey Îsâ! Sen Allahü teâlânın Resûlüsün. Allahü teâlâ tarafından Meryem'e konulan
bir mu'cize ve mukerrem kılınmış bir ruhsun, sen beşikte daha sabî (bebek) iken
insanlara konuştun. Rabbinden hakkımızda şefâat dile. Ne hâlde olduğumuzu
görüyorsun" derler. Îsâ (a.s.) da onlara, "Rabbim bugün celâl sıfatıyla tecelli
buyurmuştur, öyle ki, daha önce bunun benleri bir gazap ve celâl görülmediği
gibi, bundan sonra da benzeri görülmeyecektir", diyecek ve o da bir mazeret
beyân edecek ve "Ah nefsim, ah nefsim" diye endişesini bildirerek, "Benden başka
bir şefâatçi bulunuz, Muhammed'e (a.s.) gidiniz" diyecek. Onlar da Muhammed'e
(a.s.) varacak, "Ey Muhammed! (s.a.v.) Sen Allahü teâlânın resûlü ve son
peygamberisin. Allahü teâlâ, geçmiş ve gelecekte yapılması muhtemel bütün
günahlarını af ve mağfiret etmiştir. Allahü teâlânın nezdinde bizim için
şefâatçi ol" diyecekler. Bunun üzerine ben, Arş-ı a'lânın altına gideceğim.
Allahü teâlâya secdeye kapanacağım. Secdemde Allahü teâlâ daha önce hiçbir
peygambere açıp, ilham etmediği hama ve senaları bana ilham buyuracaktır. Bu
bana ilham edildiği şekilde Allahü teâlâya hamd ve sena ederim. Sonra Allahü
teâlâ, "Yâ Muhammed! Başını kaldır, iste. Dilediğin verilecektir. Şefâat eyle,
şefâatin kabul edilecektir" buyurur. Daha sonra, başına secdeden kaldırıp, "Yâ
Rabbi ümmetim! Yâ Rabbî ümmetim, Yâ Rabbî Ümmetim diye ümmetim için şefâatta
bulunacağım." Bunun üzerine "Yâ Muhammed! Ümmetinden hesap ve suâle lüzum
olmıyanları Cennet kapılarından, sağ kapıdan Cennete koy, onlar bundan başka
Cennettin öbür kapılarında da insantur ile ortaktır" buyurulacaktır." Sonra
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz: "Hayatım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya
yemin ederim ki, Cennetin kapı kanâdlarından iki kanadın arası, Mekke ile Himyer
yahut Mekke ile Busrâ arası kadar geniştir" buyurmuştur. (Himyer, San'a şehrinin
eski adıdır. Mekke-i mükerremeye 855 km. uzaklıktadır. Busrâ, Şam'ın 90 km.
güneydoğusundadır. Havran mıntıkasında bir şehirdir.)
Enes bin Mâlik
(r.a.) rivâyet etti. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Her Peygamberin ümmeti hakkında yaptığı bir duâ
vardır. Ben ise, duâmı, kıyâmet günü Ümmetime şefâat için sakladım."
"Şefâatim,
ümmetimden, büyük günahı olanlar içindir."
"(İnanarak)
Lâ ilâhe illallah diyen ve kalbinde
zerre miktarı hayır bulunan kimse, Cehennemden çıkarılır."
Ebû
Sa'îd-il-Hudrî rivâyet etti. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Ümmetim arasında birçok kimseler vardır ki,
onlardan bir kişi, insanlardan bir topluluğa şefâat eder. O topluluk onun
şefâati sebebiyle Cennete girerler. Yine o kişilerden birisi, kendi aile ve
çoluk çocuğuna şefâat eder de, onlar, onun şefâatiyle Cennete girerler."
Muâz bin Cebel
rivâyet etti. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
"Kim, Allahü teâlâdan başka i-lâh olmadığına,
Muhammed'in (a.s.) Allahü teâlânın resûlü olduğuna kalbinden samîmi ve doğru
olarak inandığı hâlde ölürse, Cennete girer."
Sâlim (r.a.)
babasından rivâyet etti. Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: "Üç kişi vardır
ki, Allahü teâlâ kıyâmet gününde onların yüzüne bakmaz: (Birincisi),
ana-babasına karşı gelen, (İkincisi), içki içmeye devâm eden
(Üçüncüsü), verdiğini başa kakan."
Ebû Hüreyre
(r.a.) anlatıyor: Abdullah bin Ubey yüksekçe bir evin duvarı dibinde
gölgeleniyordu. Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) oradan geçti. Bunun üzerine
Abdullah bin Ubeyy, "Ebû Kebşe'nin oğlu [ya'nî Resûlullah (s.a.v.)] bizi
toza-toprağa, boğdu" dedi. Bu sözü duyan oğlu Abdullah bin Abdullah "Yâ
Resûlallah! Seni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki,
istersen sana onun başını getireyim" dedi. Resûlullah (s.a.v.): "Sakın öyle
bir şey yapma. Bilakis babana iyi davran, onunla iyi geçin" buyurdu.
Abdullah bin Abdullah, îmân etmeyen babasını öldürmek istiyor, fakat Resûlullah
(s.a.v.) "Babanı öldürme" buyurup, ona bunun için izin vermiyordu.
Hibbân bin
Vâsi, kavminin yaşlılarından bildiriyor: Bedir muharebesinde Resûlullah (s.a.v.)
elinde bulunan bir çubukla ordunun saflarını tanzim ediyordu. Sevâd bin
Güzeyye'nin yanına gelince, çubukla onun karnına dokundu. "Yâ Sevâd! Hizaya
gel" buyurdu. Çünkü o, biraz ileri doğru çıkmıştı. Bunun üzerine Sevâd, "Yâ
Resûlallah, canımı acıttın. Halbuki Allahü teâlâ şeni Hak dinle, âdil hareket
etmen için gönderdi. Kısas yapmama izin ver" dedi. Onun bu sözü üzerine
Resûlullah (s.a.v.) mübârek karnını açtı, "Haydi sen de benim sana yaptığım
gibi yap" buyurdu. Sevâd, hemen Resûlullahın, mübârek karnını kucaklıyarak
öptü. Resûlullah efendimiz "Niçin böyle yaptın yâ Sevâd?" diye sorunca
Sevâd: "Yâ Resûlallah! Bildiğiniz gibi muharebeye başlıyoruz. Seninle bu son
görüşmemizde, cildimin cildine değmesini istedim. Onun için böyle yaptım" dedi.
Sa'd bin Ebû
Vakkas anlattı: Dinaroğullarından bir kadının kocası, kardeşi ve babası,
Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte muharebeye katılıp, şehîd düşmüşlerdi. Bu
kadına kocasının, kardeşinin ve babasının şehîd oldukları haberi gelince, o,
"Resûlullah (s.a.v.) nerede, O'na bir şey oldu mu?" diye sordu. Orada bulunanlar
"Hayır, Resûlullaha hiçbir şey olmadı" dediler. Bunun üzerine o kadın: "Öyleyse
Resûlullah gözümle görmek istiyorum" dedi. Kadına Resûlullahı gösterdiler.
Kadın, Resûlullahı (s.a.v.) görünce: "Yâ Resûlallah! Sen kurtuldun ya başkası
önemli değil" dedi.
Üsâme bin Zeyd
şöyle anlatmaktadır. Resûlullah (s.a.v.) bizi Cüheyne kabilesinin bir parçası
olan Hurfe üzerine hücûm ettik. Onların içerisinde birisi vardı ki, bize pek
şiddetli saldırıyor, kaçanları ise himaye ediyordu. Ensârdan birisi ile onun
etrafını sardık. Başka yapacağı bir şeyi kalmadığını görünce: "Lâ ilâhe
illallah" dedi. O böyle söyleyince, Ensârdan olan zât onu öldürmekten vazgeçti.
Fakat ben onu öldürdüm. Sonra Resûlullahın (s.a.v.) yanına geldik. Olanları
anlattık. Resûlullah (s.a.v.), "Yâ Üsâme, kime güvenip de "Lâ ilâhe illallah"
diyen birini öldürdün?" diye sorunca ben: "Yâ Resûlallah! Ö-lümden kurtulmak
için öyle söyledi" dedim. Tekrar Resûlullah (s.a.v.), "Yâ Üsâme! Kime güvenip
de, "Lâ ilâhe illallah" diyen hâini öldürdün?" diye sordu. Bunun üzerine
Üsâme bin Zeyd "Resûlullah Hak dinle yönlendiren Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
Resûlullah (s.a.v.) her soruyu tekrarladıkça ben, keşke o güne kadar müslüman
olmayıp, o gün müslüman olmuş olsaydım ve onu öldürmeseydim" dedim. Sonra,
"Bundan sonra vallahi, "Lâ ilâhe illallah diyeni öldürmiyeceğim" diye söz
verdim. Resûlullah (s.a.v.), "Benden sonra mı yâ Üsâme?" dedi. "Evet,
senden sonra" dedim.
Resûlullah
(s.a.v.), İslâm ordusuyla birkaç gün yürümüşlerdi. Bu sırada ordudan, Ebû
Hayseme ayrılıp, geri döndü. Sıcağı pek şiddetli bir günde, ailesinin yanına
geldi. Ailesi bahçedeki gölgeliklerde bulunuyordu. Etrafı sulayarak
serinletmişti. Ebû Hayseme için sular soğutmuş, yemekler hazırlanmıştı. Ebû
Hayseme kapıda durdu. Hanımına ve hazırladıklarına baktı. Sonra: "Resûlullah
(s.a.v.) güneş altında, toz-toprak içinde muharebe etsin, Ebû Hayseme de, serin
gölgede hazırlanmış lezzetli yemekler yiyerek hanımının yanında, malının yanında
otursun. Bunu adalet de, insaf da kabul etmez, Allahü teâlâya yemin ederim ki,
gölgeliğe girmiyeceğim, gidip Resûlullaha kavuşacağım. Bana azık hazırlayın"
dedi. Dediği yapıldı. O da devesini getirdi. Devesine binip, Resûlullaha ulaşmak
üzere yola çıktı. Tebük'e vardığı zaman, Resûlullaha (s.a.v.)yetişti. Ebû
Hayseme yolda, Umeyr bin Vehb el-Cehmî'ye rastgeldi. O da Resûlallahın ordusuna
katılmak için yola çıkmıştı. Tebük'e yaklaştığı zaman, Ebû Heryseme, Umeyr bin
Vehb'e: Benim bir suçum var. Sen geride kal. Ben Resûlullahın yanına yalnız
gideceğim" dedi. Umey, Ebû Hayseme'nin isteği üzere geride kaldı. Ebû Hayseme
hemen Tebük'ün yanında, Resûlullahın yanına doğru yaklaşmaya başladı.
Müslümanlar, yolda gelen birisi olduğunu, Peygamber efendimize (s.a.v.) haber
verdiler. Resûlullah (s.a.v.) "İnşâallah Ebû Hayseme'dir" buyurdu Ebû
Hayseme, devesinden inip Resûlullâha selâm verdi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
"Tehlikeye yaklaşmıştın" buyurdu. Ebû Hayseme olanları Resûlullaha (s.a.v.)
anlattı. Resûlullah da ona "İyi yapmışsın" buyurup hayır duâda bulundu.
KAYNAKLAR
1) Kitâb-üt-tevhid ve isbât-ı Sıfat-ir-Rabbi
2) Mu'cem-ül-müellifîn cild-9, sh-39
3) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh-720
4) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh-262
5) Mir'ât-ül-cinân cild-2, sh-264
6) Keşf-üz-zünûn sh-1075, 1406
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh-29
8) El-A'lâm cild-6, sh-29
9) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh-119
|