Ehl-i sünnetin
iki i'tikâd imâmından birincisi. İsmi, Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî'dir.
Künyesi, Ebû Mensûr'dur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 238 (m.
862) yılında doğduğu tahmin edilmiştir. Doğum yeri Semerkand'ın Mâtürid
nâhiyesidir, 333 (m. 944)'de Semerkand'da vefât etti. Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd
el-Ensârî'nin (r.a.) soyundan olduğu ba'zı târihçiler tarafından kaydedilmiştir.
İmâm-ı
Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet
i'tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan nakledenler vasıtasıyla kitaplara geçirdi,
izah ve isbât etti. Kelâm ilminde, akâidde müctehid olan Mâtürîdî (r.a.), kelâm
ve fıkıh ilmini Ebû Nasr İyâd'dan öğrendi.
İlimde çok iyi
yetişen Mâtürîdî, çeşi4li kitaplar yazmak ve talebe yetiştirmek suretiyle Ehl-i
sünnet i'tikâdını yaymıştır. Yetiştirdiği talebelerden el-Hakîm es-Semerkandî
adıyla meşhûr Ebül-Kâsım İshâk bin Muhammed, Ebû Muhammed Abdülkerîm bin Mûsâ
el-Pezdevî, Ebü'l-Leys el-Buhârî ve Ebü'l-Hasen Ali bin Sa'îd gibi ilim ve takva
yönünden yükselmiş olan büyük âlimler başta gelmektedir. Böylece, İ-mâm-ı
a'zamdan (r.a.) gelen i'tikad bilgilerini nakleden İmâm-ı Mâtürîdî'den sonra da,
talebeleri ve talebelerinin talebeleri bu hususta binlerce kitap yazarak,
Peygamberimizin (s.a.v.) gösterdiği doğru yol olan Ehl-i sünnet i'tikâdını,
kendilerinden sonraki nesillere bildirdiler.
İmâm-ı
Mâtüridî'nin yaşadığı devir, Abbasî Devleti'nin zayıflamağa başladığı ve yeni
İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i'tikâdî fırkalar
arasında mücâdelenin arttığı bir zamana rastlar. Mâtüridî de diğer İslâm
âlimleri gibi, kendi zamanında Ehl-i sünnet i'tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir
şekilde izah ederek yaymış ve müslümanların bu doğru i'tikâda uymalarını
sağlamıştır. Bu hususta ta'kip ettiği usûl, İmâm-ı a'zamın el-fıkh-ül-ekber,
er-Risâle, el-fıkh-ül-ebsât, el-Alim vel-mütealîm ve el-Vasiyye gibi i'tikadla
ilgili kitaplarında bildirilen i'tikad bilgilerini, aklî ve naklî delîllerle
açıklıyarak tasnif etmek olmuştur. Böylece Mâtüridî Ehl-i sünnet i'tikâdında
müctehid imâm oldu.
Eserleri:
Hayatını İlme ve Ehl-i sünnet i'tikâdını yaymaya hasreden ve bu hususta büyük
hizmetler veren Mâtürldî, benzerine rastlanmayacak ölçüde değerli eserler
yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır:
1. Kitâb-üt-tevhîd: Bu kitapta sapık fırkaların sözlerinin yanlış olduğunu isbât
edip, doğru i'tikad o-lan Ehl-i sünnet i'tikâdını çok mükemmel bir şekilde
açıklamıştır.
2. Te'vîlât-ül-Kur'ân: Tefsîre dâir benzeri az bulunan bir eserdir. Semerkandî bu
esere büyük birşerh yazmıştır.
3. Reddü
Evâili'l-Edille lil Ka'bi ve Beyanü vehmi'l-Mu'tezile: Mu'tezileyi reddeden ve
çürüten bireserdir.
4. Er-Reddü
âlâ usûl'ü Karamita: Karamita fırkasını reddeden bir eserdir.
5. Reddü
kitâb-ül-imâme li Ba'zir-Revafıza: Eshâb-ı kirâma düşman olanları red deden bir
eseridir.
6. Kitâb-ül-makâlâtfil-kelâm: Kelâm ilmine dâir bir eseridir.
7. Me'haz-üş-şeriyye: Fıkıh ilmine dâirdir.
8. Kitâb-ül-cedel: Usûl-ü fıkıh ilmine dâir olan bu eserinden başka kitapları da
vardır.
Taşköprüzâde
şöyle yazmıştır "Ehl-i sünnet vel-cemâatın kelâm ilmindeki reisleri iki zâttır.
Bunlardan birisi Hanefî, diğeri Şâfiî'dir. Hanefî olanı, Ebû Mensûr Mâtüridî,
Şâfiî olanı ise Ebü'l-Hasen el-Eş'arî'dir."
Zebidî de şöyle
demiştir: "Ehl-i sünnet vel-cemâat ismi geçince, Eş'arîler ve Mâtürîdîler
kastedilir."
İmâm-ı Mâtürîdî
ve İmâm-ı Eş'arî, Ehl-i sünnetin i'tikadda iki imamıdır. Ehl-i sünnetin reisi
ise, İ-mâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'dir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini
toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi,
Resûlullahın (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) bildirdiği i'tikâd, îmân
bilgilerini de topladı. Yüzlerce talebesine bildirdi. (Bkz. İmâm-ı a'zam).
Talebesinden, ilm-i kelâm, ya'ni îmân bilgileri mütehassısları yetişti.
Bunlardan İmâm-ı a'zamın talebesi olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiği
talebelerinden, Ebû Bekr Cürcânî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden olan,
Ebû Nâsır-ı İyâd da, kelâm ilminde Ebû Mensûr-i Mâtürîdî'yi yetiştirdi. İmâm-ı
Mâtüridî, İ-mâm-ı a'zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan
sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet i'tikâdını kuvvetlendirdi ve her
tarafa yaydı.
İmâm-ı Eş'arî
de, İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm,
Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin bildirdiği i'tikad, imân, bilgilerini
açıklamışlar, kısımlara ayırmışlar ve herkesin anlayabileceği bir şekilde
anlatmışlardır.
Bu iki imâmın
ve hocalarının, amelde dört hak mezheb imâmlarının ve onlara tâbi olanların;
imânda, i'ikâdda tek bir mezhebi vardır. Bu mezheb Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebidir. Çünkü İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imânı ve i'tikâdı
emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl i'tikad edileceğini, bizzat
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve
herşeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz (s.a.v.), Allahü
teâlâya, O'nun yarattıklarına ve O'nun emir ve yasaklarına imânın nasıl
olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâma ve O'nun bildirdiklerine,
temiz, dürüst ve hakikî bir imân, ancak O'nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz
kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir
ayrılığın, O'ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin
kendilerini haklı çıkarmak için öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, ictimâi,
fennî. v.s. gibi sebeblerin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet her ne suret
ve sebeble olursa olsun, îmânda ve i'tikadda ayrılığa asla izin vermemekte,
yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kirâmın
îmân ve i'tikadda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki
asırlarda gelenler arasında ise zamanla imânda, i'tikadda ba'zı ayrılıklar
ortaya çıkarıldı ve bid'at fırkalarının sayısı yetmişikiye ulaştı. Bu
ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini
benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve her birine göre farklı
olmakla beraber, esas sebepler, "Münafık ve başka dinden olanların çıkardıkları
fitneler, Kur'ân-ı kerîmin müteşâbih. âyetlerini kendi anlayışlarına göre te'vîl
etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecûsî inançlarının
İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kirâmın maslahata (huzurun, dirliğin,
iyiliğin teminine ait konulardaki ictihâd ayrılıklarını anlayamama ve bunları
kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtiraslarına perde veya âlet etme,
kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni müslüman olmuş
büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına
ait ba'zı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma
yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir. Ancak, İslâm târihinde görülen 72
sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsi ve dünyevî menfaat ve sâiklerle ortaya çıkmış
olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem ve bilhassa müteşâbih
âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsîr yoluna gitmişler, böylece felsefe
yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde te'vîl ederek kendilerine
Kur'ân-ı kerîmden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kur'ân-ı
kerîmde geçen, Allah'ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi
düşüncelerine ve konuşma dilindeki ma'nâlarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı
zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, ya'nî cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık
fırkalar, Kur'ân-ı kerîmin doğru ma'nâsı olan murâd-ı ilâhiyi anlayamamışlar,
doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi
ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.
İslâmiyette ilk
i'tikad ayrılıkları, Hz. Osman'ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah
İbni Sebe adındaki münafık olan bir Yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır.
Müslümanların saf ve berrak imânlarını bozmak gayesiyle i'tikâddaki birlik ve
beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah
İbni Sebe, Hz. Ali'nin halifelik mes'elesini bahane ederek, müslümanları bölmek
gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul
ettirmek için, "Hz. Ali'nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul
ettiğine" varıncaya kadar pek çok şeyler uydurdu. Bir kısmı insanları aldattı.
Abdullah İbni Sebe'ye aldananların içinde siyâsi hırs ve gayret ile hareket
edenler çoktu. Böylece Hz. Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar
karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Hz. Ali'nin hakkıdır diye ve bu inanca sahip
olanlara "Şia" (Şiî) denildi. Şiîler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten
ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hz. Ali'nin
hilâfeti, hakem ta'yini yoluyla Hz. Muâviye'ye bırakmasını beğenmeyip, Hz.
Ali'ye ve Hz. Muâviye'ye karşı çıkıp ayrılanlara ise "Haricî" ismi verildi.
Hâricîler'den bir kısmı Kur'ân-ı kerîmin ba'zı bölümlerini kabul etmezler. Bir
kısmı da sapıklıklarında, yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri
gitmişlerdir.
Bozuk
fırkalardan biri olan Mu'tezile ise, Hasen-i Basrî'nin (r.a.) derslerinde
bulunan Vâsıl bin Ata tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi
ve velî bir zât olan Hasen-i Basrî, "Büyük günâh işleyen ne mü'mindir ne de
kâfirdir" diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Ata için, "I'tezele annâ
Vâsıl", ya'nî "Vâsıl bizden ayrıldı" buyurmuştu. Buradaki “I’tezele=ayrıldı"
kelimesinden dolayı Vâsıl'a ve onun yolunu tutanlara "Mu'tezile" ismi
verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye
meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ'nın yolundan yürüyerek, Allahü teâlânın zâtı ve
sıfatları ile, kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla.) îmân arasındaki
münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri
derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.
Ayrıca Mürcie,
Kaderiyye, İbahiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırkalar, İslâm târihi
boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar
çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp, sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son
asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan'da yayılmış ve bugün de,
çeşitli İslâm ülkelerindeki müslümanların arasında yayılması için
çalışılmaktadır.
Diğer bozuk
fırkalar târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâatin mevcudu
her devirde çok olmuşdur. İslâmiyet; îmân, i'tikad, amel ve ahlâk esasları
olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve
muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki müslümanların yarıdan
çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikadı üzeredirler.
Kur'ân-ı kerîm
ve hadîs-i şerîfler, İmanda parçalanmanın, arkalara ayrılmanın kötü olduğuna
bildiriyor. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 114.ncü âyetinde meâlen; "Hidâyeti
(kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, mü'minlerin yolundan
ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme atarız" ve Al-i
İmrân sûresi 103.ncû âyetinde de meâlen; "Hepiniz Allahın ipine (Kur'ân-ı
kerîme) sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz" buyurmaktadır.
Peygamberimiz de (s.a.v.) müslümanlar arasında imânda ve i'tikadda ayrılıkların
felâket olduğunu bildirerek, meşhûr olan bir hadîs-i şerîfinde "Benî İsrâil
(yahudiler), yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme
gidip, ancak bir fırkan kurtulmuştur. Nasarâ (Hıristiyanlar) da,
yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra
benim ümmetimde yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip,
yalnız bir fırka kurtulur’’ buyurmaktadır. Eshâb-ı kirâm bu bir
fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; "Cehennemden kurtulan fırka, benim ve
Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir" buyurdu.
Bir başka
hadîs-i şerîfte; "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka
kurtulacak, diğerleri helâk olacaktır" buyurduğunda Eshâb-ı kirâm; "Kurtulan
fırka hangisidir?" diye sorunca, "Ehl-i sünnet vel-cemdattir" buyurdu.
Eshâb-ı kirâm bu defa "Ehl-i sünnet vel-cemâat nedir?" diye sordular. "Bugün
benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır" buyurdu.
Ehl-i sünnet
i'tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır (s.a.v.). Eshâb-ı kirâm îmân bilgilerini
bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i i'zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan
öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet
bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile
bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur.
Ya'nî, bunları anlamak, doğruluklarını ve kıymetlerini kavramak için akıl
lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i'tikâdında idiler. Amelde dört
mezhebin imâmları da bu mezhebde idi. İ'tikadda mezhebimizin iki imâmı olan
Mâtürîdî ve Eş'arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Her iki imâm, hep bu mezhebi
yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış
olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet
âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve
karşılarındaki saldır-ganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma
metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin
ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen binlerce derin âlim ve veli, bu
iki yüce imâmın kitaplarını inceliyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde
olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, nassları,
zahirleri üzere almışlardır. Ya'nî, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık
olan ma'nâlar vermişler, zaruret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu
ma'nâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik
hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan
felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklidcilerinden işittiklerine uyarak,
îmân bilgilerinde ve ibâdetlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Son asırlarda
Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrılan ba'zı din adamları "Selefiyye" adını
verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır. Bunun i'tikadda mezheb olduğunu söyleyip,
kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslâmiyette "Selefiyye mezhebi" diye bir şey
yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla
yazmamışlardır, İslâmiyette "Selef-i sâlihîn" mezhebi, ya'nî Ehl-i sünnet
mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn; hadîs-i şerîf ile medh edilen, övülen ilk iki
asrın müslümanlarıdır. Ya'ni Selef-i sâlihîn, Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîne verilen
işimdir. Bu şerefli insanların i'tikâdına "Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi"
denir. Bu mezheb, imân, inanç mezhebidir. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn-i i'zâmın
İmânları hep aynı idi. İnançları arasında hiç bir fark yoktu. İmâm-ı Gazalî
hazretleri İlcâm-ül-avâm kitabında "Bu kitapta i'tikad fırkalarından, Selef
mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhebden ayrılanların bid'at sahibi
olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tâbiînin i'tikâdları
demektir..." buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi
demek olduğunu açıkça bildirmiştir.
Mısır'daki
Ezher Üniversitesinden mezun üstâd İbn-i Halife Alîvî "Akıdelrüs-selef-i
vel-halef’ adlı kitabında şöyle yazmıştır "Ebû Zehrâ
(Târih-ül-mezâhib-ül-İslâmiyye) kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü
asrında, Hanbelî mezhebinden ayrılan ba'zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn)
ismini verdiler. Hanbelî mezhebi âlimlerinden Ebü'l-Ferec İbn-i Cevzî ve diğer
âlimler bu selefîlerin, Selef-i sahilinin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli,
mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler.
Daha sonra yedinci asırda, İbn-i Teymiyye el-Harrânî bu fitneyi tekrar
alevlendirdi. Kendilerine (Selefiyye) ismini takanlar, İbn-i Teymiyye
selefîlerin büyük imâmı dediler. İbn-i Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olarak
yetişti. Ya'nî, Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık
görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet i'tikâdından ve dolayısı ile Hanbelî
mezhebinden ayrılıp uzaklaştı. Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık
yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun
bu yoluna selefiyye dediler. Bu hususu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve
kaynakları iyi anlayamamış olan ba'zıları Ehl-i sünnet âlimlerinin
kitaplarındaki "Selef ve "Selef-i sâlihîn" ifâdelerini değiştirerek, "Selefiyye"
şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır, i'tikadda Selefiyye diye bir mezheb
yoktur. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfte fırka-i nâciye, kurtuluş fırkası
olarak bildirdiği tek bir i'tikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebidir. İmâm-ı Mâtüridî ve İmâm-ı Eş'arî bu mezhebde iki i'tikad imâmıdır ve
bu mezhebi yaymışlardır.
İmâm-ı Mâtüridî
ve İmâm-ı Eş'arî ayrı bir mezheb kurmamışlar, Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin, dört
mezheb imâmının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile
bildirdikleri îmân ve i'tikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını
kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde
yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî'nin talebe zincirinde
bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı a'zamın talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet
i'tikâdının açıklamasında bu iki imâm meşhûr olmuş, yaşadıkları zamanlarda
i'tikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına
saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemâat
i'tikâdını izah etmekte, ba'zı bakımlardan farklı usûller tâkib etmişlerdir.
Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu
usûllere uyarak, Ehl-i sünnet i'tikâdını nakletmişlerdir.
İmâm-ı
Mâtürîdî'nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i'tikâdının başlıca esasları
şunlardır:
Allahü teâlâ
kadîm olan zâtı ile vardır. Herşeyi, O yaratmıştır. Birdir, ibâdete hakkı olan
da O'dur. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil
sıfatları vardır. Bu sıfatları; hayat, ilim, semi', basar, kudret, irâde, kelâm
ve tekvîn'dir. Bu sıfatları da ezelidir. Allahü teâlânın isimleri tevkifidir,
ya'nî dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını
söylemek yasak edilmiştir. Kur'ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O'nun sözüdür. Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu
harf ve kelimelerin ma'nâsı, Kelâm-ı ilâhiyi taşımaktadır. Bu harflere,
kelimelere Kur'ân denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhi olan
Kur'ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedidir.
Allahü teâlâyı
mü'minler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu
an-laşılmayarak ve ihatasız, ya'nî şekli olmıyarak görecektir. Nasıl görüleceği
düşünülemez. Çünkü O'nu görmeği akıl anlıyamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez.
Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı, O'nu görmek ni'metine kavuşmağa
elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Hz. Mûsâ (a.s.) peygamber
olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz mi'râc gecesinde gördü ise de,
bu dünyâda değildi Dünyâdan çıktı, âhırete karıştı. Cennete girdi ve orada
gördü.
Allahü teâlâ,
insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor, iyi ve kötü
işlerin hepsi O'nun takdiri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden razıdır,
fenalardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işde, kendi kuvveti de te'sîr eder. Bu
te'sîre "kesb" denir.
Peygamberler
(a.s.) Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü
teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Kabir azabı,
kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması,
kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından
çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan
çıkması, mahşer yerinde toplanması, ya'nî ruhların cesetlere gelmesi, kıyâmet
gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap,
iyiliklerin ve günahların oraya mahsus bir terazi ile tartılması, Cehennem
üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır.
Mü'minlere
mükâfat ve ni'met için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azâb için hazırlanmış
Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet
ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân
ile âhırete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmıyacaktır.
İbâdetler imâna
dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmayan kâfir
olmaz. Mü'min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Ancak farzlara
ve harâmlara, olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine
inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak imânı
giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur.
Halifelikten
konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik
sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek
lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed'e
(a.s.) îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Matem tutmak,
dinde yoktur. Üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte
Peygamberimiz: "İki şey vardır ki, insanı küfre (imânın gitmesine)
sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem
tutmaktır" buyurdu.
Resûlullaha,
Eshâb-ı kirâma, Tâbiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya'nî onları vesîle ederek
duâ etmek, duânın kabulüne sebep olur.
Dîni deliller
müctehidler için dörttür Kitap, Sünnet, icmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukâha. Avamın
delili müctehidin fetvâsıdır.
Tenâsühe, ya'nî
ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak,
dîne aykırıdır. Böyle inananın imânı gider.
Kıyâmet günü
Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir.
Peygamberimiz (s.a.v.): "Şefâatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır"
buyurdu.
Peygamberin
mu'cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü'minlerin firâseti haktır. Evliyânın
kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid'at
dalâlettir, sapıklıktır. Bid'at, dinde sonradan yapılan şey demektir.
Peygamberimiz (s.a.v.) ve dört halifesinin bulunmayıp da, onlardan sonra dinde
meydana çıkarılan, i'tikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir
ve büyük felâkettir.
Mest denilen
ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak
ü-zerine mesh edilmez.
Ebû Mensûr-i
Mâtüridî, irâde-i cüz'iyye hakkında buyurdu ki: "İrâde-i cüz'iyye, bir varlık
değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz. îrâde-i cüz'iyye, kullarda bir
hâldir. Kuvveti, bir şeyi yapmak ve yapmamakta kullanmaktır. Kullar, irâde-i
cüz'iyyelerini kullanmakta serbesttir. Mecbur değildir." Bu mezhebe göre şeytana
irâde, bende bir hâldir, iyiliğe kullanırsam Allahü teâlâ iyiliği yaratır.
Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz,
diye cevap verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması caiz ise
de, ihtiyari olan işleri yaratmağa, kulların irâdelerini sebep kılmıştır.
İrâde-i cüz'iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir
iş yapmak irâde edirce, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse, o işi yaratır. Kul
irâde etmezse, itiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde, kul irâde-i cüz'iyyesini
ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır. Eğer günahlara sarf ederse,
günahları yaratır. O zaman kul, dünyâda fena olur, âhırette azâb görür. Böyle
olduğunu bilen bir kimseye, şeytan birşey diyemez.
"Siz, ancak
Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz!"
meâlindeki
âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtüridî şöyle açıklıyor: "İhtiyârî
işleriniz, yalnız sizin irâdenizle, olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ
da, o işi irâde edip yaratır."
KAYNAKLAR
1) Fevâid-ül-behiyye fî-terâcim-il-hanefîyye sh-95, 195
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh-21
3) Miftâh-üs-se'âde cild-2, sh-21
4) İşârât-ül-merâm an ibârât-il-imâm sh-23
5) Kitâb-üt-tevhid mukaddimesi
6) Nazm-ül-feraid sh-16
7) Kitâb-ül-ensâb sh-498
8) llhâf-üs-se'âde cild-2, sh-5
9) Tâc-üt-terâcim sh-59
10) Tabakât-ül-fukahâ sh-72
11) Ketâib-il-a'lâm il-ahyâr vh-130
12) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-439, 1001
13) Rehber
Ansiklopedisi cild-11, sh-284
14) llcâm-ül-avâm sh-5
|