Tasavvuf
ehlinin meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Ali bin Atıyye olup, künyesi Ebû
Tâlib, nisbeti Mekkî'dir. 386 (m. 996) senesinde Bağdâd'da vefât etti. Bağdâd
ile Vâsıt arasındaki dağlık bölgenin sâkinlerindendir. Mekke-i mükerremede
yetişti. Orada tanındı. Zühdü ve takvası çok fazla idi. Çok ibâdet ederdi.
Birçok zâttan rivâyette bulundu. Daha sonra Basra'ya geldi. Bir müddet sonra
buradan ayrılıp, Bağdâd'a yerleşti. Bağdâd'da va'z ve nasîhata başladı. Te'sirli
va'z ederdi. Bu yüzden, kısa zamanda etrafında dinliyenler çoğaldı. Ancak, cezbe
hâlinde kendinden geçtiği bir sırada, söylediği bir söz sebebiyle herkes ondan
uzaklaştı. O, bunun üzerine va'z ve nasîhat etmeyi bıraktı.
Ebû Kâsım
Serrât anlatır: "Vefâtına yakın, Ebû Tâlib-i Mekkî'nin yanına girdim. Ona "Bana
bir şeyler tavsiye et" dedim. Bana, "Eğer, sonum hayır olursa, cenâzemin üzerine
badem ve şeker serp" dedi. Ben, "Sonunun nasıl olacağını bilemem ki" dedim.
Bunun üzerine o: "Yanıma otur. Elin elimde olsun. Eğer, elini yakalarsam, bil
ki, akıbetim iyidir" dedi. Dediği gibi yaptım. Elimi eline verdim. Vefâtına çok
yakın bir sırada, elimi kuvvetlice yakaladı. Vasiyetine uygun olarak tabutu
üzerine şeker ve badem serptik."
Ebû Tâlib-i
Mekkî'nin çok eseri vardır. En meşhûr eseri: "Kût-ül-kulûb" kitabıdır. (Bu eser
basılmıştır ve tasavvuf ile alâkalıdır). Diğer eserleri: 1. İlm-ül-kulûb, 2.
Kırk hadîs-i şerîf.
Meşhûr eseri
olan Kût-ül-kulûb kitabından alınan ba'zı seçmeler ve nakiller:
İslâmın beş
şartından birincisi, Kelime-i şehâdet getirmektir. Kelime-i şehâdet demek,
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh
söylemektir. Ma'nâsı: "Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe
hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir kimse yoktur. Hakîkî ma'bûd ancak
Allahü teâlâdır. Abdullah'ın oğlu Muhammed (s.a.v.)adındaki o büyük ve mübârek
zât, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya'nî peygamberidir" demektir.
Tevhîd
i'tikâdında (Allahü teâlâyı bir kabul etmede) farz olan husus, Allahü teâlâya,
O'nun birliğine, kâmil sıfatları bulunup, noksan sıfatların hiçbirisinin Allahü
teâlâda bulunmadığına, kalb ile kat'î olarak inanmaktır.
(Allahü
teâlânın sıfatları iki kısımdır: 1. Zatî sıfatlar, 2. Sübûtî sıfatlar. Zâti
sıfatlar altı tanedir 1. Vücûd; Allahü teâlâ vardır. Varlığı ezelîdir.
Vâcib-ül-vücûd'dur. Ya'nî, varlığı lâzımdır. 2. Kıdem; Allahü teâlânın evveli
yoktur. 3. Beka; Allahü teâlânın hem zâtı ve hem de sıfatları hiç yok olmaz.
Yokluk imkânsızdır. 4. Vahdaniyet; Allahü teâlâ, zâtında, sıfatlarında ve
işlerinde birdir. Ortağı yoktur. 5. Muhâle-fet-ün-lil havadis; Allahü teâlâ
zâtında, sıfatlarında, yarattıklarına asla benzemez. 6. Kıyam bi-nefsihi, Allahü
teâlâ zâtı ile kâimdir. Varlığı kendindendir. Varlığının devamı için hiçbir şeye
muhtaç değildir. Ba'zı âlimler, Vahdaniyet ile Muhâlefet-ün-lil-havâdîs
sıfatlarının aynı olduklarını söyliyerek, zâtî sıfatlar beş tanedir demişlerdir.
Sübûti sıfatlar
sekiz tanedir. 1) Hayat; Allahü teâlâ diridir. Hayatı, varlıkların hayatına
benzemez. O'nun kendi zâtına mahsus bir hayatı vardır. Bu sıfat da ezelî ve
ebedidir. 2) İlim; Allahü teâlâ her şeyi bilir. Bilmesi, varlıkların bilmesi
gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Allahü teâlânın ilmi de ezeli ve
ebedidir. 3) Sem'; Allahü teâlâ işitir. O'nun işitmesi vasıtasız ve ortamsızdır.
Kulların işitmesine benzemez. 4) Basar, Allahü teâlâ, aletsiz ve herhangi bir
duruma muhtaç olmadan görür. 5) İrâdet; Allahü teâlânın dilemesi vardır.
Dilediğini yaratır. Hersey O'nun dilemesi ile olur. İrâdesine engel olacak
hiçbir kuvvet yoktur. 6) Kudret; Allahü teâlânın her şeye gücü yeter. Hiçbir şey
O'na zor gelmez. 7) Kelâm; Allahü teâlâ söyleyicidir. Fakat O'nun söylemesi,
âlet, harfler, sesler ve diller ile değildir. 8) Tekvin; Allahü teâlâ
yaratıcıdır. Tek yaratıca O'dur.
Allahü teâlânın
zâtının ve sıfatlarının hakikatlerini anlamak imkânsızdır. Allahü teâlânın
sıfatları, kullarınkine benzemez.»
Allahü teâlâya
kâmil bir imânla inanan kimse, Allahü teâlâya çok yakın olur, herşeyde O'nun
rızâsını gözetir. Kalbinden O'nun rızâsından başkasını çıkarır. Her işinde,
hâlini Allahü teâlâya arz eder. O bilir ki, Allahü teâlâ kendisine can
damarından daha yakındır.
Resûlullah
efendimiz (s.a.v.), Peygamberlerin sonuncusudur. O'ndan sonra Peygamber
gelmiyecektir. Allahü teâlâ O'na kitap olarak Kur'ân-ı kerîmi verdi. Kur'ân-ı
kerîm de kitapların sonuncusudur.
Hz. Mûsâ ve Hz.
Îsâ kendi ümmetlerine, Resûlullahın (s.a.v.) geleceğini müjdelediler. Allahü
teâlâ, şayet, O'nun zamanına yetişirlerse, O'na îmân edip, yardım edeceklerine
dâir Peygamberlerinden (aleyhimüsselâm) söz aldı. Peygamberler de
(aleyhimusselâm) kendi ümmetlerinden, O'nun zamanına yetişirlerse, O'na îmân
edip, tasdîk edeceklerine dâir söz aldılar. O'nun dinine girmelerini emrettiler.
Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde, İmrân sûresi otuzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen: "Ey
Sevgili Peygamberim! (s.a.v.) Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve
Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ
bana tabî olanları sever" buyurmaktadır.
Resûlullah
efendimiz de: "Bir kimse beni, ailesinden, malından ve insanlardan daha çok
sevmedikçe, kâmil bir îmânla îmân etmiş olmaz" buyurmaktadır.
Peygamber
efendimizi sevmenin alâmeti, kişinin hem zâhiriyle (beden ve a'zâlarıyle) ve hem
de kalbiyle O'na tâbi olmasıdır, insanın zâhiriyle Resûlullaha (s.a.v.) tâbi
olmasının alâmeti, Allahü teâlânın emirleri olan farzları yapması, yasakları
olan harâmlardan sakınması, Peygamber efendimizin yüksek ahlâkı ile
ahlaklanması, edeb ve terbiyesini O'nun edeb ve terbiyesine tâbi kılmasıdır.
Resûlullah efendimize uyan bir kimse, dünyâya düşkün olmaz. Ya'ni harâmlara ve
şüpheli olan şeylere rağbet etmez. Dünyâ malı, makam ve mevkisi ile övünmez.
Âhırete ve âhıret işlerine ehemmiyet verir. Sâlih ve takva sahibi kimselerle
beraber olmaya çalışır. Uzak olsalar bile, âlim ve iyi insanları, Allah için
sever. Yakın olsalar; bile, fâsık ve bid'at sahibi kimseleri sevmez.
Namazın
Fazîleti:
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen, "(Öyle
mü'minler) ki onlar namazlarında huşû'a riâyet ederler, Ya'nî, kalbleri Allah
korkusuyla dolu, uzuvları sakın ve mutmaindir" buyurdu. (Mü'minûn-2). Sa'id
bin Cübeyr buyurur ki: "İbn-i Abbâs'dan (r.a.) "Namazda huşu' demek, namaz
kılanın sağında ve solunda bulunanları bilmemesidir" tefsîrini duyduğumdan beri,
kırk senedir, namazda iken, sağımda ve solumda olanları tanımadım. Onların kim
olduğunu bilmedim."
Haberde geldi.
Rivâyet edilir ki; kul namaza durduğu zaman, melekler onun iki omuzunda, onunla
beraber namaz kılarlar. O duâ ettiği zaman âmin derler. Gökten onun üzerine
hayırlar dökülür. Namaz kılanlar için gök kapıları açılır. Allahü teâlâ,
meleklerine namaz kılan mü'minlerin saflarıyla övünür.
Peygamber
efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ mahlûkuna, tevhîdden (Kendisinin bir
olduğuna îmân etmelerinden) sonra,
namazdan daha sevimli bir şeyi farz kılmamıştır."
Allahü teâlâ
namaz kılanların akıbeti hakkında meâlen: "Ki onlar, Firdevs Cennetine vâris
olacaklardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır." (Mü'minûn-11)
Namaz
kılmıyanlar hakkında ise meâlen: "Onlar (kitapları sağ ellerine
verilenler) Cennettedirler. (Bunlar) günahkârların hâllerini
(birbirlerine) sorarlar. Müşriklere: "Sizi Cehennem ateşine atan nedir?"
derler. Onlar derler ki, "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik.
Bâtıla dalanlara muvafakat ederdik. Hesap gününü de yalan sayardık. Tâ bize o
yakîn (ölüm) gelinceye kadar (bu hâlde kaldık)" buyuruldu. (Müddessir
39-47)
Namaz en
fazîletli amellerdendir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimize en fazîletli
amelin ne olduğunu sordular. Peygamber efendimiz de, "Vaktinde kılınan
namazdır" buyurdular.
Haberlerde
şöyle gelmiştir: Beş vakit namaz, bütün şartlarına riâyet edip ve vakitlerini
geçirmeden devam eden kimse için kıyâmet günü bir nûr ve burhan (delil) olur.
İnsanların
hırsızlık bakımından en kötüsü, namazından çalıp, namazın rükû'unu ve secdesini
tam yapmıyandır.
Fudayl bin İyâd
(r.a.) buyurdu ki: "Farzlar, insan için sermâye, nafileler ise kâr ve kazanç
gibidirler. Kâr, sermâye olduktan sonra meydana gelir."
Sa'îd bin
Müseyyib (r.a.) buyurdu ki: "Kırk seneden beri cemâatle beraber İftitâh
tekbirini (Namaza başlarken alınan tekbiri) kaçırmadım." O, bu sebepten câmi
güvercini diye isimlendirilirdi.
Bir rivâyette
şöyle gelmiştir Kıyâmet günü, namaz kılanların derecelerine göre Cennete
götürülmesi emri verilir. İlk tabakadakilerin yüzleri yıldızlar gibi parlar.
Onları melekler karşılar, "Siz kimlersiniz?" derler. Onlar da, "Biz, Muhammed'in
(a.s.) ümmetinden, dünyâda iken namaz kılanlarız" cevâbını verirler. "Sizin
dünyâda iken amelleriniz ne idi?" diye sorarlar. Onlar: "Biz ezanı işittiğimiz
zaman, abdest almaya kalkardık. Bizi bundan hiç birşey alıkoyamazdı" derler.
Bunun üzerine melekler: "Size, şimdi kavuştuğunuz bu durumunuz lâyıktır" derler.
Sonra ikinci grup kimseler gelir. Bunlar, güzellik ve yüzlerinin parlaklığında,
öncekilerden üstündürler. Yüzleri ay gibi parlamaktadır. Melekler onlara: "Siz
kimlersiniz?" diye sorarlar. Onlar, "Biz namaz kılan kimseleriz" derler.
Melekler, "Sizin namazlarınız nasıl idi" derler. Onlar, "Biz namaz vakti
girmeden, abdestimizi alırdık" derler. Melekler onlara, "Siz kavuştuğunuz bu
hâle lâyıksınız" derler. Sonra üçüncü tabakadaki kimseler gelirler. Durumları,
öncekilerden daha üstündür. Yüzleri güneş gibi parlak ve açıktır. Melekler
onlara, "Sizin makamınız daha yüksek ve yüzleriniz öncekilerin hepsinden daha
parlak, sizler kimlersiniz?" derler. Onlar da: "Biz dünyâda iken namaz
kılardık." derler. Melekler, "Sizin namazlarınızın hususiyeti ne idi?" diye
sorarlar. Onlar "Biz ezanı mescidde dinlerdik. (Ezandan önce abdest alır, câmiye
girer, namaz vaktine kadar oturur, ezanı beklerdik)" derler. Bunun üzerine
melekler "Siz de şu kavuştuğunuz ni'metlere lâyıksınız" derler.
Müslim bin
Yesâr (r.a.) sâlih bir zât idi. Namaza başlayacağı zaman çoluk çocuğuna;
"İstediğinizi ve gizli şeylerinizi konuşabilirsiniz. Çünkü ben, namaza durduğum
zaman, artık sizi ve söylediklerinizi işitmem" derdi. Müslim bin Yesâr bir gün
Basra Câmii'nde namaz kılarken arka tarafına, câminin yapıldığı dört büyük
kemerden birisi, büyük bir gürültü ile düştü. Etrafta bulunanlar bunu duyunca,
telâşla câmiye girdiler. Bir de ne görsünler; o, direğin düşerken çıkardığı
sesten habersiz, namazına devam ediyordu. Namazını bitirince, herkes yanına
gelip, "Geçmiş olsun" diyordu. O da onlara, "Siz niçin bana böyle
söylüyorsunuz?" dedi. Onlar, olan hâdiseyi anlattılar. O, "Ne zaman yıkıldı?"
diye sorunca, onlar "Sen namaz kılarken" dediler. O da böyle bir şeyi hiç fark
etmediğini söyledi.
Büyük zâtlardan
birisi, "Namaz âhırete ait bir iştir, insan namaza başladığı zaman, artık
dünyâdan çıkar" buyurdu.
Yine
büyüklerden birine: "Sen, namazda hiç dünyâ ile ilgili şeyler hatırlıyor musun?"
diye sordular. Cevâbında: "Bana hiçbir şey namaz kadar sevimli değil ki, onun
dışında bir şeyi hatırlıyayım" dedi.
"Ahıret
âlimleri ile dünyâ âlimleri arasında fark vardır. İlim tahsil edip pekçok şeyler
öğrenmiş, fakat gayesi Allahü teâlânın rızâsı değil de, dünyâda mal ve mülk
sahibi olmak, makam ve mevki elde etmek olan âlimlerin, âlim oldukları dış
görünüşlerinden ve simalarından (yüzlerinden) anlaşılmaz. Fakat âhıret âlimleri
böyle değildir. Onların âlim oldukları, yüzlerinden belli olur. Onların
simalarında huşu', tevazu, vekar ve olgunluk vardır. Bunlar, Allahü teâlânın ona
verdiği hususiyetlerdir."
"İlim, Allahü
teâlânın emirlerini yapıp, harâm ve harâma düşme tehlikesi olan şeylerden
korunmak için elde edilir. Böyle ilim fâidelidir."
Câbir (r.a.),
Resûlullah efendimizden şöyle rivâyette bulunmuştur:
"Her âlimin yanında oturma! Fakat, şüpheden
yakîne, riyadan ihlâsa, dünyâya rağbetten ona rağbet etmemeye, kibirden
tevâzuya, düşmanlıktan nasîhata çeken âlimlerle oturup kalk."
Ahmed bin
Hanbel hazretlerinin oğlu Abdullah, babası Ahmed bin Hanbel'e (r.a.) sorar:
"Sizin Ma'rûf-i Kerhî'nin (r.a.) yanına gidip geldiğinizi duyduk. Ondan bir
hadîs-i şerîf almak veya birşey öğrenmek için mi, gidiyorsunuz? Ahmed bin Hanbel
(r.a.): "Evlâdım! Onun yanında, işin başı olan takva var. Onun için onun yanına
gidip geliyorum" dedi.
"Âlim olan ile,
âlim olmayıp, sadece kıssa (hikâye) anlatan arasında fark vardır. Alim olan,
kendisine sorulmadıkça konuşmaz. Kendisine birşey sorulursa, bildiği kadarı ile
cevap verir. Eğer susmak, daha muvafık ise, susar. Çünkü o, susulacak ve
konuşulacak yerleri iyi bilir."
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmin Enbiyâ sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Eğer
bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz" buyuruyor. Zikir ehlinden maksat,
âlimlerdir. Buna göre, bilmiyenlerden sormak caiz değildir. Çünkü onlar
câhildirler. Âlimlerin suâl soranlara cevap vermesi vâcibtir. Peygamber
efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki; "İlim,
hazînelerden ibarettir. Anahtarı sormaktır. Öyleyse bilmediklerinizi sorunuz.
Suâl sormak ile dört kişiye sevab verilir. Bunlar: Suâli soran, âlim olan, âlim
olan zâtı dinliyen ve bunlara sevgi duyandır."
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Ey mü'minler!
Hepiniz Allahü teâlâya tövbe ediniz ki,
felah
bulasınız."
(Nur sûresi: 31). Ya'nî, (Ey îmân edenler!
Nefslerinizin arzu ve isteklerinden, şehvetleriniz doğrultusunda gitmekten
vazgeçip, Allahü teâlâya dönünüz. Umulur ki, âhırette muradınıza kavuşursunuz.
Cehennemden kurtulup, ni'met yeri olan Cennette ebediyyen kalır, böylece
mutluluğa kavuşursunuz. İşte bu felaha ermektir.)
Başka bir
âyet-i kerîmede meâlen: "Ey îmân edenler! Allahü teâlâya öyle tövbe edin ki,
tam bir pişmanlıkla, hâlis bir tövbe olsun; olur ki, Rabbiniz kötülüklerinizi
örter ve sizi (ağaçları) altından ırmaklar akan Cennetlere kor. O gün
Allahü teâlâ Peygamberini ve O'nunla beraber îmân edenleri utandırmıyacaktır"
buyuruldu. (Tahrim-8)
Resûlullah
efendimiz (s.a.v.): "Tövbe edeni Allahü teâlâ sever." "Günahından tövbe eden,
günahı olmıyan gibidir" buyurdu.
Ebû Muhammed
Sehl (r.a.): "İnsanlara en lâzım olan şey; tövbe etmektir. Tövbe bilgisini
öğrenmemek kadar, cezası büyük birşey yoktur. Halbuki insanlar, bu bilgiyi
bilmiyorlar."
"Hz. Ali
(kerremallahü vecheh), tövbeyi terk etmeyi, kalbin körlüğünden saydı. Onu, zanna
tâbi olmak ve zikri unutmakla eş tuttu."
"Her günahı
yaptıktan sonra tövbe etmek de farzdır. Her günahın tövbesi kabul olur.
Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabul olur. Tövbenin kabul edileceğinden
şüphe etmemelidir. Tövbeyi şartlarına uygun yaptım mı, yapmadım mı diye şüphe
etmelidir. Tövbe edilmiyen herhangi bir günahtan, Allahü teâlâ intikam alabilir.
Çünkü, Allahü teâlânın gazabı, günahlar içinde saklıdır. Tövbenin şartları: O
günahı terk etmek, yaptığına pişman olmak, o günahı bir daha işlememeğe
azmetmektir. (Kul hakkı var ise, hakkı sahibine iade eder.) Tövbenin
doğruluğunun alâmetlerinden ba'zısı şunlardır: İnce kalblilik ve Allahü teâlânın
korkusundan, günahlarının çokluğundan dolayı ağlamaktır. Kul, günahını büyük
gördüğü zaman, o günah, Allahü teâlânın nezdinde küçük olur. Kul günahını küçük
görürse, o günah Allahü teâlânın katında büyük olur."
Denilir ki:
"Mü'min; günahını, başının üzerinde düşmek üzere olan bir dağ gibi görür.
Münafık ise; günahını, burnu üzerine konan ve hemen uçacak bir sinek gibi
görür."
Bilâl bin
Sa'îd; "Günahın küçüklüğüne bakma. Fakat kime karşı âsî olduğuna bak" buyururdu.
Büyüklerden
birisi dedi ki: "Bağışlanmıyacak olan günah; kulun, yaptığı günah için, keşke
her yaptığım günah böyle olsa diyerek, o günahı hafif görmesidir."
"Yeme-içmede
dikkat edilecek bir takım hususlar vardır: Yenecek şeyin helâlinden olması
lâzımdır. Niyetini düzeltmesi lâzımdır. Yemeği, sağlık ve sıhhat sahibi olup,
Allahü teâlâya hakkıyle kulluk edebilme niyetiyle yemelidir. Yemekten önce
elleri yıkamalıdır. Yemeğe başlarken, besmele çekmeli, sonunda "Elhamdülillah"
demelidir. Sağ elle yemelidir. Tuzla başlayıp, tuzla bitirmelidir. Yemeği
kötüle-memelidir. Mevcuda rızâ göstermelidir."
Haberde;
"Yemeği birlikte yiyiniz. Çünkü Allahü teâlâ onda sizin için bereket yapar.
Lokmayı küçük alınız, iyice çiğnedikten sonra yutunuz. Yemek yiyenlerin
yüzlerine bakmamalı. Yediklerine bakmamalı, onları araştırmamalıdır. Sol ayağı
üzerine oturup, sağ ayağını dilemeli, yaslanarak, yatarak yememelidir. Ev
sahibinden ve büyüklerden önce yemeğe başlamamalıdır. Hurma ile çekirdeği bir
tabakta veya avu-cun içinde bir arada tutmamalı, çekirdeği ağızdan, elin sırtına
koyup atmalıdır." denilmiştir.
Tahinlerinden
birisi der ki: "En güzel ilâç, isteği olduğu hâlde yemeği kesmektir." "Her amel
niyete muhtaçtır. İnsan yemek yerken, su içerken ve başka işlerinde niyetini
düzeltmeli, ibâdet ve tâata güç kazanmaya niyet etmelidir. Bundan başka, bir
kimse arkadaşlarını ve dostlarını yemeğe da'vet ederken, niyeti onlara ikrâm,
onlarla sevinmek ve cemâatin bereketinden istifâde etmek olmalıdır. Peygamber
efendimiz (s.a.v.) "Cemâat berekettir" buyuruyorlar. Sonra bir kimse
da'vet edildiği zaman, da'vete icâbet (da'veti kabul edip, gitmenin) sünnet
olduğunu niyet etmesi gerekir. Böyle niyet ederse, da'vete icâbetinden dolayı
sevab kazanır. (Mü'minin da'vetine gitmek sünnet olduğu hâlde, harâm bulunan
da'vete gitmemeli, harâmdan, mekruhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir.)
Aynı zamanda bunların hepsi güzel ahlâktır. Peygamber efendimiz buyurur ki:
"Kul, güzel ahlâkı sebebiyle, gecelerini
ibâdetle, gündüzlerini oruçla geçiren kimsenin derecesine ulaşır."
Yemeği yedikten
sonra, yıkamadan veya bir beze silmeden önce parmakları yalamalıdır. Dökülen
kırıntıları toplayıp yemelidir, israf etmekten çok sakınmalıdır.
Da'vet edilen
şahsın, da'vet edenden muâyyen bir şey istemesi, ben şunu istiyorum demesi,
kanaatkâr bir insanın yapacağı bir şey değildir. Ancak, da'vet eden onu iki
yemekten birisini seçmekte serbest bırakırsa yine de da'vet edene en kolay ve
hafif geleni tercih etmelidir. Sünnet-i seniyye de böyledir."
"Tâbiînin
ekserisi (r.aleyhim), Allah için dost ve arkadaş olanların çok olmasını güzel
görmüşlerdir. Çünkü böyle dostlar, rahatlık ve genişlik vaktinde insan için süs,
darlık ve sıkıntı zamanında ise yardımcıdırlar. Böyle dostlar, insanı Allahü
teâlânın beğendiği işlere teşvik ederler.
Resûlullah
efendimizden (s.a.v.) bildirilen bir hadîs-i şerîfte:
"Kim kendisine Allah için bir dost, bir arkadaş
edinirse, Allahü teâlâ onu, Cennette hiçbir ameliyle ulaşamıyacağı bir dereceye
yükseltir."
Ömer bin
Hattâb'dan (r.a.) bildirilmiştir: "İslâmiyet geldikten sonra, bir mü'mine sâlih
bir dosttan daha hayırlı bir şey verilmemiştir."
Tâbiînden
birisi şöyle buyurdu: Mü'minlerden kardeşlerin, dostların çok olsun. Çünkü
mü'min şefâat edecektir. Umulur ki, dost edindiğin mü'min kardeşinin şefâatine
kavuşursun."
Ebû İdrîs
el-Havlânî, Muâz bin Cebel'e (r.a.) dedi ki, "Ben seni Allah için seviyorum.
Muâz bin Cebel ona: "Müjdelerim, müjdelerim. Resûllullahtan (s.a.v.) duydum.
Buyurdu ki: "İnsanlardan bir topluluk için, kıyâmet günü Arş'ın etrafında
kürsüler vardır. Onların ise, yüzleri dolunay gecesinde-ki ay gibidir, insanlar
korku içindedirler. Fakat onlar korkmazlar. Onlar; Allahü teâlânın, kendilerine
korku olmıyan velî kullarıdır. Onlar mahzun olmazlar." Peygamber efendimize
(s.a.v.): "Onlar kimlerdir yâ Resûlallah?" diye soruldu. Cevâbında: "Allahü
teâlâ için birbirini sevenler" buyurdu.
Haberde geldi
ki: Bir kimse Allah, için, bir müslüman kardeşini, ona olan sevgisinden, ona
kavuşma arzusundan dolayı ziyâret ederse, peşinden bir melek seslenerek "Sen iyi
bir kimsesin. Cnınet senin için güzeldir" der.
Hasen-i Basrî
hazretleri buyurur ki: "Kim Allah için edindiği bir kardeşini uğurlarsa, Allahü
teâlâ kıyâmet günü Arş'ın altından meleklerini gönderir, onu Cennete kadar
uğurlarlar."
Ata bin Ebî
Rebâh (r.a.) dedi ki: "Üç gün geçince kardeşlerinizi arayınız. Eğer onlar hasta
ise, onları ziyâret ediniz. Eğer meşgul iseler, onlara yardım ediniz. Eğer
unutmuşlar ise, onlara hatırlatınız."
Fudayl bin İyâd
ve başkaları (r.aleyhim) şöyle dediler: "Bir müslümanın, diğer müslüman
kardeşinin yüzüne, (Allahü teâlânın rızâsı için) sevgi ve merhametle bakması
ibâdettir. Fakat Allah için sevmenin, bir takım şartları vardır. Bu şartlardan
ba'zıları: Allah için birbirini sevenler beraber olduklarında, birbirlerine
merhametli ve şefkatli olurlar, birbirinden uzakta olup, buluştukları vakit,
birbirlerine nasîhat ederler. Birbirlerini gıybet etmezler. Birbirlerine
verdikleri sözleri yerine getirirler. Birbirlerine eziyet etmezler. Birbirlerine
yabancı gibi durmazlar. Birbirleriyle karşılaştıklarında, sevinirler ve
kendilerinde rahatlık hissederler. Yine Fudayl binjyâd buyurdu ki: "Birbirlerini
dost ve kardeş edinmiş kimseler, birbirini gıybet ederlerse, aralarındaki
dostluk ve kardeşlik kalkor ve yok olur."
Peygamber
efendimiz (s.a.v.): "Kim harâm mal kazanır ve onu tasadduk ederse, bu
tasadduk kabul edilmez." buyurdu. Meşhûr haberlerde, Hz. Ali ve
başkalarından (r.anhüm) şöyle bildirilir "Dünyânın helâli hakkında hesap vardır.
Haramı için ise ceza."
Yûsuf bin Esbât
ve Süfyân-ı Sevrî hazretleri; "Helâl rızık aramak ve bulmak için alçalma,
zillete düşme durumunda olan kimseyi, Allahü teâlâ, âhırette yüksek makam ve
mertebelere kavuşan sıddîklarla beraber haşredecektir (toplayacaktır)."
Büyük âlimler
buyurdular ki; "Helâl kazanç elde etme hususunda utanan ve çekinen kimse, felaha
kavuşamaz. Âhırette Cehennem azabından kurtulup, Cennete kavuşamaz."
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen, "Ey Resûller! Helâl şeylerden yiyiniz ve sâlih amel
işleyiniz. Çünkü ben ne yaparsanız hep bilirim" buyuruyor. (Mü'minûn-51)
Helâlinden yemek, sâlih amelden önce emredildi. Ba'zı âlimler (r.a.), "Amellerin
zekâtı (temizliği), helâl yemektir. Yiyecekler ve içecekler helâlinden olursa, o
ameller de daha temiz olur ve daha fayda verir" buyurmuşlardır.
Allahü teâlânın
evliyâ kullarından birisi şöyle buyurur. "Helâl, başlangıcında günah işlenmeyen,
sonunda Allahü teâlânın unutulmadığı, kullanırken veya yenirken Allahü teâlânın
hatırlandığı, onu yedikten ve kullandıktan sonra da şükredilen şeydir."
Büyüklerden
biri der ki: "İnsanlara karşı yapmacık hareketlerde bulunup, dâima etrafına
karşı süslenme gayreti içerisinde bulunan kişi, harâm yemekten kurtulamaz. Çünkü
o, amelinde (işinde) Allahü teâlâya karşı samimî değildir."
Denilir ki;
"İnsanlara nasîhatta bulunan kimselerde şu üç şeyi arayınız: Birincisi,
i'tikâdının düzgün oluşunu. Eğer, bid'at ve dalâlet sahiplerinin i'tikâdında
ise, onlara yaklaşma. Çünkü o hak üzere konuşmaz, ikincisi; eğer harâmdan
yiyorsa, onun konuşması nefsindendir. Üçüncüsü; eğer sağlam bir akla sahip
değilse, hatâsı ve yanlışı, doğrusundan fazla olur. Artık bu gibi hususlara
dikkat etmek, unutulmuş. Fakat kim bunlara önem verirse, faydasını görür."
Sehl (r.a.):
"Kişi helâl yiyip, vera' sahibi olmadıkça, kâmil bir îmâna sahip olamaz"
buyurdu.
Büyük zâtlardan
birisi buyurdu ki: "Şu üç şey pek kıymetlidir Sünnet-i seniyye ile amel etmek,
helâl para ve cemâatle kılınan namaz."
Yûsuf bin
Esbât, Şuayb bin Harb'e: "Helâlinden kazanmak, farzdır" buyurdu. Sehl hazretleri
yine: "Helâlinden yemeyen kimsenin kalbinden, ma'nen yükselmesine engel olan
perdeler kalkmaz. Namazda, oruçda gevşek olur. Bu durumdan, ancak Allahü
teâlânın yardımıyle kurtulur" buyurmuşlardır.
Hz. Ömer
çarşıda ticâretle uğraşanlara: "Harama düşmeyecek kadar bilgi sahibi olmıyan,
bizim çarşımızda ticâret yapmasın. Yoksa faiz yer" buyurdular.
Ba'zı âlimler
"Alış-veriş ilmini öğren, sonra çarşıya gir, alış-veriş yap" buyurmuşlar,
Peygamber e-fendimizin (s.a.v.) "İlim öğrenmek her müslümana farzdır" hadîs-i
şerîflerini; (Helâl, harâm, alış-veriş bilgilerini öğrenmek, farzdır) şeklinde
açıklamışlardır. Bir kimse, çarşıya girmek istediği zaman; onun, çarşı ile
alâkalı, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenmesi gerekir.
Haberde şöyle
bildirilmiştir: "Ailesine helâlinden yedirmek için çalışıp, çabalayan kimse,
Allah yolunda savaşan mücâhid gibidir."
"Dünyâyı,
helâlinden temiz olarak istiyen kimse, şehîdler derecesinde olur."
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), birisinin yanına teşrif buyurdular. O kimse, ölüm hâli üzere
bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.) ona: "Kendini nasıl buluyorsun?"
buyurdu. O da: "Günahlarımdan korkuyorum. Fakat Rabbimin rahmetinden de ümidim
var" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.):
"Kalbinde
böyle korku ve ümid bulunan kimseye, Allahü teâlâ umduğunu ihsan buyurup,
korktuğundan emin kılar."
buyurdu.
Yahyâ bin
Eksem, vefâtından sonra rü'yâda görüldü. Ona: "Allahü teâlâ sana ne muâmelede
bulundu?" diye soruldu. O dedi ki: "Bana, ey Yahyâ! Sen şunu, şunu yaptın, değil
mi? diye sordular. Bu sırada beni büyük bir korku kapladı. Bu korkumun nasıl
olduğunu ancak Allahü teâlâ bilir. Sonra, "Yâ Rabbî! Bana, senden böyle
bahsedilmemişti?" dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Benden nasıl
bahsedilmiştir diye buyurdu. Ben de, "Yâ Rabbî! Bana, Abdürrezzâk'ın, ona
Ma'mer'in, ona Zührî'nin, ona Enes bin Mâlik'in, Enes bin Mâlik'in de senin
Peygamberin ve Habîbinden bildirdiği hadîs-i şerîfte, "Kulum beni zannettiği
gibi bulur. Öyleyse, dilediği şekilde zanda bulunsun" buyuruldu. Ben, senin
bana azâb etmiyeceğini zannediyordum" dedim. Bu cevâbım üzerine Allahü teâlâ:
"Habîbim Muhammed (s.a.v.), Enes bin Mâlik, Zührî, Ma'mer, Abdürrezzâk ve sen
doğru söylediniz" buyurdu. Sonra bana güzel elbiseler giydirildi, önümde
vildanlar Cennete kadar yürüdüler. Bu esnada çok sevinçli idim."
Dahhâk (r.a.)
şöyle rivâyet etti: "Kul, kıyâmet günü Rabbine yaklaşır. Allahü teâlâ: "Ey
kulum! Amelini sayıp söyler misin?" buyurur. Kul, "Yâ Rabbi! Senin huzurunda ben
amelimi nasıl sayabilirim. Sen herşeyi daha iyi bilensin" der. Bunun üzerine
Allahü teâlâ, onun bütün günahlarını tek tek söyler. Kul bunların hepsini tasdik
eder. Allahü teâlâ: "Dünyâda iken bu günahlarını örtmüştüm, şimdi de, îmân
etmenin, Peygamberlerimi tasdîk etmenin hürmetine bu günahlarını af ediyorum"
buyurur."
Peygamber
efendimizden (s.a.v.) şöyle bildirilmiştir: "Cehenneme girip sonra oradan
cihan birisi, Allahü teâlânın huzurunda durdurulur. Allahü teâlâ ona "Yerini
nasıl buldun?" buyurur. O şahıs: "Yâ Rabbî! Orası çok kötü bir yerdir" der.
Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Onu (tekrar eski yerine)
çeviriniz’’ buyurur. Eski yerine
giderken, bir ara geriye dönüp, bakar. Allahü teâlâ niçin döndüğünü, suâl eder.
O da "Yâ Rabbî! Cehennemden çıkardıktan sonra, belki oraya beni bir daha
atmazsın ümidiyle öyle geriye dönmüştüm" der. Bu söz üzerine Allahü teâlâ: "Onu
Cennete götürünüz" buyurur. Onun bu şekilde ufacık bir ümid gösterip, Allahü
teâlânın rahmetinden ümidini kesmemesi, Cennete girmesine vesîle olur."
Peygamber
efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
"Allahü teâlâdan dilekte bulunduğunuz zaman, rağbetinizi, isteğinizi büyük
yapınız. Allahü teâlâdan Firdevs Cennetini isteyiniz. Çünkü Allahü teâlâya
hiçbir şey büyük ve fazla gelmez."
Şöyle
bildirilmiştir: İbâdet bakımından birbirine eşit iki kişi vardı. Cennete
girdikleri zaman, ikisinden birisi diğer arkadaşının ulaşamadığı yüksek
derecelere kavuştu. Bu derecelere ulaşamıyan: "Yâ Rabbî! Bu, dünyâda iken sana
benden fazla ibâdet etmemişti. Şimdi ise, onu illiyyine yükselttin" der. Allahü
teâlâ da ona: "O, dünyâda iken benden, yüksek derecelere kavuşmayı istiyordu.
Sen ise, sâdece Cehennemden kurtulmayı diliyordun. Ben herkese istediği yeri
verdim?" buyurur. Sehl (r.a.) buyurdu ki: "Bir kimse helâl lokma yemezse, kalbi
karanlık, ibâdetlerinde gevşek ve ihmalkâr olur. Kim kalbinde Allah korkusunu
görmek isterse, helâl lokma yesin, Sünnet-i seniyyeye göre amel etsin,
insanların, Allahü teâlânın katında yüksek mertebelere kavuşamamalarının
sebeblerinden ikisi; harâm yemek ve başkalarına eziyet ve sıkıntı vermektir."
Denilir ki,
"Kulun helâlinden ağzına almış olduğu ilk lokma ile, geçmiş bütün günahları
bağışlanır."
Haberde şöyle
gelmiştir "Doğru olan tüccar, kıyâmet gününde, şehîdler ve sıddıklarla beraber
olur."
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), sabahın erken vaktinde Eshâb-ı kirâm ile beraber
oturuyorlardı. Bu sırada, güçlü-kuvvetli bir genç gördüler. Çalışmak için
erkenden gelmişti. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm), yazık bu gence, keşke bu gençliğini,
gücünü ve kuvvetini Allah yolunda harcasaydı dediler. Bunun üzerine Peygamber
efendimiz (s.a.v.), "Böyle söylemeyiniz. O başkasından dilenmemek, insanlara
muhtaç olmamak için çalışıyorsa Allah yolundadır. Eğer bu genç, zaif ve güçsüz
olan ana-babası veya gücü yetmiyecek durumda olan zürriyetini (çoluk çocuğunu)
başkalarına muhtaç etmemek için bile çalışsa, o yine Allah yolundadır. Eğer o,
mal ve servet çokluğu ile övünmek için çalışırsa, o zaman şeytanın yolundadır"
buyurmuşlardır.
İbn-i Mes'ûd
(r.a.): "Ben boş olup, ne âhıret ve ne de dünyâ işiyle uğraşmıyan kimseyi
sevmem" buyurmuşlardır.
İbrâhîm
Nehaî'ye (r.a.): Doğru tüccar mı, yoksa sâdece kendisini ibâdete vermiş, başka
bir şeyle uğraşmıyan kimse mi sana daha sevgilidir? diye sordular. O da, "Doğru
tüccarı daha çok severim. Çünkü o, cihad içerisinde bulunmaktadır. Şeytan onun,
ölçü, tartı ve alış-verişinde, hile yapmasını istiyor. Fakat bu doğru tüccar,
şeytanın bu isteğini yapmıyor. Bu hususta onunla mücâdele ediyor" buyurdu.
Ömer bin Hattâb
(r.a.) buyurdular ki; "Hiçbir yer bana, içerisinde ailemin geçimini temin
ettiğim yerden daha sevimli değildir."
Ebû Kilâbe,
Eyyûb-i Sahtiyânî'ye şöyle buyurmuştur: "Çarşıya pazara git, alışveriş yap.
Çünkü, insanlara muhtaç olmamak, âfiyetin iyi hâllerindendir."
İslâm âlimleri
buyurmuştur ki: "Ticâret yap. Alış-veriş yap. Allahü teâlâ sana bereket ihsan
eder."
Muâz bin Cebel
(r.a.) vasiyetinde şöyle buyurdu: "İnsanın dünyâsını unutmaması gerekir.
Dünyâdan da nasîbini alması lâzımdır. Fakat insan, âhırete ait payına ve
nasîbine daha muhtaçtır. Öyleyse insanın, âhıret ile alâkalı işlerine öncelik
vermesi gerekir." (Çünkü âhıret âlemi sonsuz, dünyâ ise bir göz açıp kapayacak
kadar çok çabuk geçicidir. Bir anlık dünyâ lezzeti, zevk-u sefası için, ebedi,
sonu olmayan lezzetler fedâ edilip, elden kaçırılır mı?)
Ariflerden
birisi şöyle buyurur "İnsanlar üç kısımdır: Birincisi, âhıret işlerinden, dünyâ
ile uğraşmıya fırsat bulamıyanlar. Bunlar âhıreti kazanan kimselerdir. İkincisi,
dünyâ ile meşgul olurlar. Yalnız, bununla âhıretini kazanmayı isterler. Bunlar
da, âhırette kurtuluşa erenlerdendir. Üçüncü kısım kimseler ise, dünyâ zevk ve
eğlencesine dalıp, âhıreti unutanlardır ki, bunlar âhırette zarara uğrayıp,
helâk olacak olanlardır."
Lokman Hakim
şöyle nasîhatta bulundu: "Dünyâdan yetecek kadar nasîbini al. Yoksa, insanlara
muhtaç olur, ellerine bakarsın."
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "(Ey Resûlüm, tarafımdan kavmine) de ki: "Ey
(günah işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden
(sizi, bağışlamasından) ü-midi kesmeyiniz. Çünkü Allah (şirk ve
küfürden başka, dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur.
Şüphesiz ki O, Gafûr'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîmdir (çok
merhametlidir)" buyuruyor. (Zümer-53.)
Süfyân-ı Sevrî
(r.a.), "Âhırette hesabımın ana-babama bırakılmasını istemem. Çünkü ben şunu
kesin olarak biliyorum ki, Allahü teâlâ bana, onlardan daha merhametlidir"
buyurdu.
Resûlullah
efendimizden şöyle rivâyet edilmiştir:
"Benim hayatta olmam da, ölümüm de sizin için hayırlıdır. Hayatta olmama
gelince'size uyacağınız, takip edeceğiniz yolları gösteririm. Vefâtıma gelince;
sizin amelleriniz bana arz olunur, iyi amellerinizi görünce, Allahü teâlâya hamd
ederim. Günahlarınızı görünce, Allahü teâlâdan, sizin af ve mağfiretinizi
dilerim."
Yine rivâyet
edildiğine göre: "Kul tövbe ettiği zaman; Allahü teâlâ, meleklere ve günahları
işlediği yerlere o kulun günahlarını unutturur. Günahlarını da iyiliğe çevirir.
Bu kıyâmete kadar böyle olur. O günahlara kıyâmette şahit olacak bir şey
bulunmaz."
Denilir ki,
"Kul günah işlediği zaman, âmir durumunda olan sağ taraftaki melek, günahları
yazan sol taraftaki meleğe, bu günahı altı saat yazmamasını (beklemesini)
emreder. Eğer o kul, bu zaman zarfında tövbe ve istiğfâr ederse, sol taraftaki
melek, o kul için, o günahı yazmaz. Eğer tövbe ve istiğfâr etmezse, o günahı ona
yazar."
Enes bin
Mâlik'in (r.a.) rivâyet ettiği uzun bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: "Kul,
günah işlediği zaman o günah ona yazılır." Bir A'râbî, "Yâ Resûlallah! Eğer
o kul tövbe ederse?" diye sorunca, Peygamber efendimiz (s.a.v.) "O günah yok
edilir" buyurdu. A'râbî, "Eğer o günaha tekrar dönerse?" diye sordu.
Peygamber efendimiz "Ona günah yazılır" buyurdular. A'râbî tekrar "Yâ,
tövbe ederse?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) "O zaman, o günah onun
sahîfesinden silinir" buyurdu. A'râbî "Yâ Resûlallah! Günahın böyle tövbe
ile yok edilmesi ne zamana kadar devam eder?" diye sordu. Resûlullah efendimiz:
"Kul, Allahü teâlâdan af ve mağfiret
diledikçe, Allahü teâlâ, onun günahını yok eder. Günahın yok edilmesi, kulun
usanıp istiğfârı bırakmasına kadar devam eder. Kul, iyilik yapmaya karar
verince, sağ taraftaki melek, o kul, o iyiliği yapmadan önce ona bir iyilik
yazar. İyiliği yapınca, on iyilik yazar. Sonra Allahü teâlâ onu yediyüz katına
kadar çıkarır. Kul bir kötülük yapmaya karar verince, o kötülük ona yazılmaz.
Eğer o kötülüğü yaparsa, ona bir günah yazılır. Bu kötülüğün de arkasında Allahü
teâlânın affı vardır."
Peygamber
efendimiz buyurdular ki: "Sizden
biriniz, Allahü teâlâ hakkında zannı güzel olarak ölsün. Çünkü Allahü teâlâ:
Kulum beni zannettiği gibi bulur, buyurmuştur."
Hasen-i Basrî
(r.a.) buyurdu ki: "İnsanlar, Rablerine olan zanlarına göre amel yaparlar.
Mü'minin Rabbi hakkında zannı da güzel, ameli de güzeldir. Kâfir ve münâfıkın
ise, Allahü teâlâ hakkındaki zanla-rı kötüdür. Fakat insanların ekserisi bunu
bilmezler."
Süfyân-ı Sevrî
(r.a.) bir gün ağlarken görüldü. Kendisine, niçin ağlıyorsur? Allahü teâlânın
affı ve merhameti var, dediler. Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî hazretleri:
"Günahlarıma ağlamıyorum. Acaba sön nefeste imânımı kurtarabilir miyim diye, o
korkudan ağlıyorum" buyurdu. (İnsanoğlu şu iki durum arasında olmalıdır Allahü
teâlânın rahmetinden ümit kesmemeli. Fakat, Allahü teâlâ çok merhametlidir deyip
de günah işlememelidir. Çünkü, Allahü teâlânın gazabı günahlarda gizlidir. Onun
için, hiçbir günahı küçük görmemelidir. Dâima Allahü teâlâdan korkmalıdır.)
Birisi, büyük
zâtlardan birine dedi ki: "İnsanlara o kadar nasîhatte bulunuyorum, anlatıyorum,
fakat hiçbir değişiklik olmuyor" O zât da, "Kalbinde Allah korkusu olmıyan bir
kimseye, nasîhat nasıl fâide verir?" cevâbını verdi. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde
A'lâ sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Muhakkak ki, Allahü teâlâdan
korkan nasîhat alacaktır" buyurulmaktadır.
Büyük günah
işliyenlerin amelleri boşa gider. Sahiplerini de felâkete götürür. Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden
sakınırsanız, sizin diğer günahlarınızı örteriz ve sizi iyi bir gidişata
sokarız." buyuruyor. (Nisâ-31) âyet-i kerîmede, küçük günahlara keffâret
için, kulu helake götüren büyük günahlardan kaçınmak şart koşuldu. Peygamber
e-fendimiz de: "Beş vakit namaz ve iki Cum'a arasında büyük günahlardan
sakınan kimselerin, küçük günahları örtülür." buyurdu. Âlimler, büyük
günahların sayısı hakkında çeşitli olarak bildirmişlerdir, İbn-i Abbâs
hazretleri büyük günahların yetmişe kadar ulaştığını buyurduktan başka, Allahü
teâlânın yasak ettiği herşey büyük günahtır demiştir. Yine o ve daha başka
âlimler, Cehenneme atılmak ile tehdid edilen herşey büyük günahtır, demişlerdir.
Âlimlerin
(r.aleyhim) bildirdikleri büyük günahlardan bir kısmı şunlardır: Allahü teâlâya
şirk (ortak) koşmak. Günah işlemekte ısrar etmek. Allahü teâlânın rahmetinden
ümit kesmek. Allahü teâlânın mekrinden emin olmak. Yalan yere şahitlik etmek.
Yalan yere yemin etmek. İffetli bir müslümana iftira etmek, içki içmek. Zulüm
ile yetimin malını yemek. Faiz yemek. Zina etmek. Lût kavminin yaptığı kötü işi
yapmak. Adam öldürmek. Hırsızlık yapmak. Ana-babaya karşı gelmek.
Übâde bin
Sâmit, Ebû Sa'îd el-Hudrî ve daha başka Sahâbe-i kirâm; (r.anhüm) Siz, ba'zı
şeyleri kıldan daha ince ve önemsiz görüyorsunuz. Halbuki biz, onları büyük
günahlardan sayardık" buyurmuşlardır.
Rivâyet edilir
ki; kul kıyâmet günü amellerinden hesaba çekilir. Bütün amelleri boşa gider.
Neticede Cehenneme girmesi, lâzım olur. Fakat bu sırada, ba'zı güzel ameller
ortaya çıkar. O kul, buna hayret eder. "Yâ Rabbî! Ben dünyâda iken böyle ameller
yapmamıştım" der. Bunun üzerine ona: "Bu iyi ameller, dünyâda iken seni gıybet
eden, sana eziyet eden, sana zulüm edenlerin amelleridir. Onların iyiliklerini
sana verdim" buyurulur. Bu bakımdan küçük de olsa iyi amelleri hafif görmemek
lâzımdır.
Sehl'e (r.a.);
"Cehaletten daha büyük ma'siyet (günah) nedir?" diye soruldu. O, "Bir kimsenin
câhil olduğu hâlde, câhil olduğunu bilmemesidir. O kimse, cahilliği sebebiyle
âlim olduğunu zanneder. İlim öğrenmez. Bunu ihmâl eder. Bilmediği mevzularda
fetva verir. Bunu ilim zanneder.
"Allahü
teâlânın beğenmediği ve yasak ettiği bir işten sakınmak, Allahü teâlânın
beğendiği yetmiş şeyi yapmaktan daha hayırlıdır."
"Câhil kimse,
fazîletli işlere önem verir de, küçük bir günahtan sakınmaz. Halbuki günahlar,
küçük bile olsa, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır."
Büyük zâtlardan
birisi buyurdu ki: "Ben yemek içmek ve uyku gibi bütün işlerime niyetimi
düzelterek başlarım. (Meselâ, yemek yerken, ibâdet ve tâata güç ve kuvvet
kazanabilmek için yer, uykuyu, dinlenip kuvvet bularak, daha iyi ibâdet ve tâat
edebilmek için uyurum.) Birçok iyi amellerin terk edilmesi niyetin zaif
olmasındandır. Onun için niyeti iyi yapmak lâzımdır." Enes'den (r.a.) bildirilen
bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır. "Size bir kavmi
(topluluğu) haber vereyim mi? Onlar Peygamberler (a.s) ve şehîdlerden
değildirler. Fakat, Peygamberler ve şehîdler de onlara gıbta ederler. Onların,
Allahü teâlâ tarafından ihsan edilmiş, nurdan minberler üzerinde yerleri vardır"
Eshâb-ı kirâm: "Onlar kimlerdi?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v.),
"(Onlar) Kulları, Allahü teâlâya, Allahü teâlâya da kullarını sevdirirler.
Yeryüzünde (Allahü teâlânın) kullarına nasîhatta bulunurlar." Biz,
"Evet bunlar, nasîhatleriyle Allahü teâlâyı sevdirirler. Fakat, kulları Allahü
teâlâya nasıl sevdirirler?" diye sorduk. Resûlullah (s.a.v.), "Onlar, kullara
Allahü teâlânın sevdiği şeyleri emrederler, harâm kıldıklarından da nehyederler.
Kullar, böyle kimselere itâat ederlerse, Allahü teâlâ da onları sever"
buyurdu.
Muâz bin
Cebel'den gelen meşhûr haberlerde şöyle bildirilmektedir: "Kim Lâ ilâhe illallah
derse, Cennete girer. Kimin son sözü Lâ ilâhe illallah olursa, ona Cehennem
ateşi dokunmaz. Kim, Allahü teâlâya, O'na bir şeyi ortak koşmadan kavuşursa,
Cehennem ateşi ona harâm olur."
Bir hadîs-i
şerîflerinde, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyururlar:
"Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.
Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız."
Resûlullah
(s.a.v.) Eshâb-ı kirâma, "Eğer siz benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok
ağlardınız" buyurunca, Cebrâil (a.s.) inip "Allahü teâlâ buyuruyor ki:
"Kullarımı ümitsizliğe düşürme." Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Eshâb-ı
kirâmı (aleyhimürrıdvân) ümitlendirici ve onları şevklendirici sözler buyurdu.
Hums emîri
Umeyr bin Sa'd, Ömer'in (r.a.) huzuruna girince, Hz. Ömer ona: "Yâ Umeyr!
Dünyalık olarak yanında ne var?" diye sordu. O şu cevabı verdi: "Yanımda bir
asam yar. Ona yaslanıyorum, zarar veren bir yılana rastlarsam, onunla onu
öldürüyorum. Sonra deriden bir torbam var, onda yiyeceklerimi taşıyorum. Bir
tabağım var, onda yemeğimi yiyorum. Bir de abdest ve içecek suyumu taşıdığım bir
kab var. Bunlardan başka dünyâlık bir şeyim yok" dedi.
Bu sözleri
dinleyen Hz. Ömer, "Doğru konuştun, Allahü teâlâ sana merhamet eylesin" dedi.
Resûlullah
(s.a.v.) buyurdular ki: "Her kötülüğün başı, dünyâ sevgisidir." ve "Ne
mutlu kendi ayıbı ile meşgul olup, kendisini başkasının ayıplarıyla uğraşmaktan
alıkoyan kimseye. Ne mutlu, günah yollardan olmaksızın kazandığı malları infâk
eden kimseye. Ne mutlu huyu güzel, içi iyi ve güzel olan, kötülüğü insanlara
dokunmayan kimseye. Ne mutlu, ilmiyle amel eden, malın fazlasını infâk eden
(Allah yolunda harcayan), sözün fazlasını tutan, Sünnet-i seniyyeye uygun
hareket edip, bid'ate dalmıyan kimseye." Resûlullah (s.a.v.) efendimiz bir
hadîs-i şerîfte şöyle buyurdular: "Kişinin mâlâya'nîyi terk etmesi,
müslümanlığının güzelliğindendir." Bu hadîs-i şerîf için, ilmin yarısıdır
denilmiştir. Mâlâya'nî, farz olarak emredilmeyen, fazîletli olması sebebiyle
kendisine teşvik edilmiyen, yapılmasında sevab, terk edilmesinde günah olmayan,
fakat kendisine ihtiyaç duyulmıyan şeydir.
Selef-i
sâlihîn, günün evvelini âhıret işlerine, sonunu ise dünyâ işlerine ayırırlardı.
Hz. Ömer de (r.a.) tüccarlara bu şekilde yapmalarını emretmiştir.
Çarşıda iş
yapan kimseyi, onun dünyâ işi, âhıret işinden alıkoymaması, dünyâ ticâreti de,
âhıret ticâretinden alıkoymaması gerekir.
Bid'at sahibine
veya günah ve kötü işler yapan kimseye yardımcı olan kimse, bid'at sahibinin ve
günah işliyenin günahına ve bid'atine ortaktır.
İbn-i Abbâs'ın
bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Dünyâ, kıyâmet günü perişan, çirkin ve yaşlı bir kadın suretinde getirilir.
Mahlûkâta yaklaşır. Oradakilere, siz bunu tanıyor musunuz, denir. Onlar: Onu
tanımaktan Allahü teâlâya sığınırız, derler. Bunun üzerine onlara: Bu,
kendisiyle birbirinize karşı övündüğünüz, onun yüzünden akraba ile alakayı
keseğiniz, birbirinizi hased ettiğiniz, birbirinize buğz, kin tuttuğunuz,
gaflete daldığınız dünyâdır, denir. Sonra dünyâ Cehenneme atılır. Dünyâ: Yâ
Rabbî! Nerede bana tâbi olanlar, nerede benim taraftarlarım diye bağırır. Bunun
üzerine Allahü teâlâ, ona tâbi olup, peşinden gidenleri de ona katınız,
(Cehenneme, onun yanına atınız)
buyurur."
Selâm bin Ebî
Muti' dedi ki: "Zühd üç şekilde olur: Birincisi, işinde ve sözünde ihlâs sahibi
olmak, Allah için bir işi yapmak, Allah için konuşmak, riya, menfaat duygusu
karıştırmamak. İkincisi, iyi olmayanı terk etmek, sâlih ve iyi olanı yapmak.
Üçüncüsü, helâl olanın da, lâzım olan miktarını kullanıp, f!zlasını terk etmek.
Haberde geldi ki: "Kur'ân-ı kerîmi en güzel okuyan, okurken Allahü teâlâdan
korktuğunu gördüğün kimsedir."
Denilmiştir ki;
"Kur'ân-ı kerîmi okuduğunuz zaman, ağlayınız. Eğer ağlıyamıyarsanız, ağlamaya
çalışınız."
Kur'ân-ı kerîm
hüzünlü olarak nâzil olmuştur (inmiştir). Onun için, Kur'ân-ı kerîmi okurken
hüzünlü olmaya çalışınız. Ya'nî, Kur'ân-ı kerîmde îmân etmiyenlerin, îmân edip
de günah işleyenler, kötülük yapanlar için çeşitli tehditler ve karşılaşacakları
cezalar da bildirilmektedir. Bu tehdit ve cezalar, insanı ağlatacak derecede pek
şiddetlidir.
Kur'ân-ı kerîmi
okuyan sâlih bir kimse, Allahü teâlânın sevdiği ve seçtiği kullar için
hazırladığı yüksek makamları, Allahü teâlânın ni'met ve ihsanlarından, iyi
hâllerinden bahseden âyet-i kerîmeleri okurken bu güzel hâllerin sâdece kendisi
için değil de, bütün mü'minler için olduğunu düşünür. Azâb âyetlerini okurken,
bu azapların kendisi için hazırlandığını, sanki azapla korkutulan kişinin
kendisi olduğunu kabul eder. Böyle bir azâba düşmekten endişe duyar, bu korkuyu
kalbinde hisseder.
Âlimlerden
birisi şöyle buyurdu: "Kur'ân-ı kerîm okuyordum. Bir tad alamıyordum. Fakat
Kur'ân-ı kerîmi, Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbına (aleyhimürrıdvan) okurken
dinliyormuş gibi okumaya başlayınca, tad almaya başladım. Sonra Kur'ân-ı kerîmi
Cebrâil'in (a.s.) Resûlullaha vahyini dinliyormuş gibi okumaya başladım. Bundan
da daha başka bir tad aldım."
Yine âlimlerden
birisi şöyle buyurdu: "Her âyet-i kerîme için (anlıyabildiğim) altmış bin ma'nâ
vardır. Geri kalan ma'nâ ise çok daha fazladır."
Hz. Ali buyurdu
ki: "Eğer isteseydim, Fâtiha-i şerîfenin, yetmiş katır yükü tefsîrini
yapabilirdim."
Ebû Süleymân
Dârânî'nin (r.a.): "Ben bir âyet-i kerîmeyi okurum, dört gece üzerinde dururum.
Üzerinde iyice tefekkür etmeden (derin ma'nâları ve murâd-ı ilâhi üzerinde iyice
düşünmeden), diğer âyete geçmem" buyurduğu bildirilmiştir.
Resûlullah
(s.a.v.) buyurdular ki: "Tövbe edeni
Allahü teâlâ sever. Tövbe eden, günahı olmıyan kimse gibidir."
Ebû Süleymân
Daranî (r.a.) buyurdu ki: "Akıllı kimse için, kalan ömründe, daha önce Allahü
teâlâya karşı yaptığı isyanlara, kaçırmış olduğu ibadet ve tâatlara, ağlarsa bu
ona lâyıktır. Fakat, kalan ömrünü de günahlar içinde geçiren kimseye ise,
ağlamak daha çok lâyıktır."
Muâz bin Cebel
(r.a.) bir nasîhatında, "Kötülük yaptı isen, peşinden iyilik yap ki, o iyilik,
yaptığın kötülüğü yok etsin" buyurmuştur.
Allahü teâlâ da
Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Onlar ki, Rablerinin rızâsını kazanmak için
sabrederler. Namazı gereği üzere kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli
ve aşikâr harcarlar, kötülüğü de iyilikle giderirler. İşte bunlar (adı
geçenler var ya), âhıret se'âdeti onlar içindir" buyuruyor. (Ra'd-22)
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de
"Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve
sâlihlerden olsam" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden
(Allah yolunda harcayın) buyurmaktadır. (Münâfıkûn-10).
"Çok defa ruh
gargara hâline gelmeden önce (Âlem-i melekütî) o kula gösterilir. Melekleri,
âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Kul, melek-ül-mevti (ölüm meleğini)
Azrâil'i aleyhisselâm görüp, ona "Ey Azrâil! (a.s.) "Bana bir gün daha mühlet
versen de, bu zaman zarfında Allahü teâlâya ibâdet etsem, sâlih ameller işlesem,
günahlarımdan vaz gecsem" der. Bunun üzerine, Azrâil (a.s.) "Günlerini bitirip,
tükettin. Dünyâda kalacak bir günün yok" der. O kişi yine "Öyleyse, iki saatlik
bir zaman müsâade et" der. Azrâil (a.s.), "Dünyâda kalacak bütün saatlerini
tükettin. Bir saatin bile kalmadı" der. Nihayet ruh, hul-kuma (boğaza) gelir.
Bundan sonra tövbe kapısı kapanır. Ameller sona erer. Göz bir noktaya bakar. Son
nefesini de verip ruh çıkar. Ya tevhîd üzere (müslüman olarak) ruhunu teslim
eder, kî buna hüsn-i hatime (güzel ve hayırlı akıbet) denir. Yahut da, şekavet
üzere can verir. Bu durumda, îmân üzere değil de, îmân edilecek hususlarda şek
ve şüphe ederek ruhunu teslim eder. Buna ise, sû-i hatime (kötü son) denir. Kul,
tövbe etmeye elinde fırsat varken, bunu ganimet bilmelidir. Yoksa bu fırsatı bir
daha bulamaz. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "O kimseler ki, kötü
işlerde ısrar ederken onlardan birine ölüm gelip hayattan ümidini kesince "Ben
şimdi tövbe ettim" der, o kimseler için tövbe yok. (tövbeleri makbul
değildir.) Kâfir oldukları hâlde ölenlere de tövbe yok. İşte biz onlar için
âhırette acıklı bir azâb hazırlamışızdır" (Nisâ-18)
Ruh çekilip,
son bağı kopacağı zaman, kendisine birçok fitneler ârız olur. Bu öyle
fitnelerdir ki, şeytan yardımcılarını, özellikle, ölüm halindeki kimseye
musallat edip onun üzerine toplar. Onları kendisine vekil eder. Bunun üzerine
şeytanın yardımcıları, o kimsenin yanına gelirler. O kimsenin babası, anası,
kardeşi, kız kardeşi ve sevdiği kimselerden olup da, daha önce vefât etmiş
kimselerin suretinde görünürler. Ona derler ki: "Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz bu
hâlde seni geçip gittik. Sen yahudi dîni üzere öl. Çünkü yahudi dîni Allahü
teâlânın katında makbul bir dindir" derler. Eğer bu kimse, onların bu sözlerine
aldanmaz, onları dinlemez de, onlar bu kimsenin yanından giderlerse, başkaları
gelir. Bunlar da, şöyle derler: "Sen Nasrânî (hıristiyan) olarak öl. Çünkü
hıristiyanlık mesîh Îsâ'nın (a.s.) dînidir." Böylece her milletin dinlerini ona
söylerler. Bu sırada, Allahü teâlânın şaşırıp sapmasını murâd ettiği kimse
şaşar. İşte, "Ey bizim Rabbimiz! Bize ölümden önce hidâyet ettiğin gibi, ölüm
zamanında da kalblerimîzi şaşırtma" kavl-i şerîfinin ma'nâsı budur. Allahü
teâlâ bir kulunun, hidâyet ve îmânda sebatını dilerse, o kimseye rahmet-i
ilâhiyye yetişir. Ba'zı âlimler bu rahmetten murâd, Cebrâil'dir (a.s.) dediler.
Rahmet-i
ilâhiyye şeytanı kovup, ölüm yorgunluğu ile yorulmuş olan kimsenin üzerinden bu
yorgunluğu giderir. O zaman o kimse rahatlar ve güler. Çok kimsenin bu hâlde
gülmesi görülür ki, Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmesi ile müjdelenip; "Ey
filan beni bilir misin, ben Cebrâilim. Bunlar ise, senin düşmanların olan
şeytanlardır. Sen Hanif milleti (dîni), Muhammed aleyhisselâmın dîni üzere vefât
ediyorsun" der. İşte bu melekten daha çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey
yoktur.
Ölmekte olan
kimsenin, his duygularından en son kaybedeceği şey, işitmesidir. Çünkü, ruh
kalbden ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, ruh kabz
oluncaya kadar gayb olmaz. Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.),
"Mevtânıza (ölülerinize) Lâ ilâhe illallah Muhammedûn resûhullah sözünü
telkin ediniz" buyurmuşlardır.
Ölüm hâlinde
olanın yanında, çok söz söylemek, yasaklanmıştır. Çünkü ölüm hâlindeki kimse, bu
sırada çok sıkıntı ve meşakkat içerisindedir.
Eğer ölünün
ağzından salyası akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü göğermiş ise,
bilinmelidir ki, o şakîdir. Ahıretteki bütün akıbeti ona gösterilmiştir. Onun
için bu durumu almıştır.
Eğer mevtanın
ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor ve gözü de kırpık gibi ise, o da
âhıretteki iyi hâlini gördüğünden böyle iyi bir surete girmiş olduğu anlaşılır.
Resûlullah
(s.a.v.) Allahü teâlâdan, Sa'd bin Ebî Vakkas'ın yaptığı duâların kabul
edilmesini diledi. Sonra, Sa'd bin El Vakkas'a buyurdular ki:
"Ey Sa'd! Temiz ve helâlinden ye. Böylece,
yaptığın duâlar kabul olur."
Alimler
(r.aleyhim) buyurdular ki: "Haram yenilmesi sebebiyle, yapılan duâ, helâlinden
yenilip, iyi amel işleninceye kadar alıkonup bekletilir."
Ali bin Fudayl
babasına: "Ey babacığım! Helâl olan şey pek kıymetlidir." Bunun üzerine babası:
"Ey oğul! Helâl olan şey, pek kıymetli olup, onun azı bile Allahü teâlânın
katında çok kabul edilir."
Denilir ki:
"Karnında harâm lokma veya sırtında harâmdan bir iplik olduğu hâlde namaz kılan
kimsenin, namazı kabul olmaz." (ya'nî, namazına sevab verilmez. Fakat namaz
borcundan yine kurtulur. Bir kimse helâlinden yerse, yaptığı ibâdetin sevabına
da kavuşur.)
Sehl (r.a.)
buyurdu ki: "Bir kul ağzını semâya (göğe) doğru açar, ağzına, yağmur damlaları
düşer, bundan vücûdu faydalanıp kuvvet kazanır da, bu kuvveti (enerjiyi)
kötülükte kullanır veya kazandığı bu gücü Allahü teâlâya itâat ve onun beğendiği
işlerde harcamazsa, ağzına giren o yağmur damlaları onun için helâl olmaz."
(Burada, yenen şeyler helâl bile olsa, bununla elde edilen kuvveti, Allahü
teâlânın beğendiği işlerde sarf etmenin ehemmiyeti anlatılmaktadır.).
Tefsîr
sahiplerinden birisi: "Yine; böyle, zâlimlerin ba'zısını ba'zısına
kazandıkları işler sebebiyle, idareci ve hâkim yaparız" meâlindeki
(En'âm-129) âyet-i kerîmenin tefsîrinde, "İnsanların amelleri bozulunca, onların
üzerine amelleri kendi amellerine benzeyen âmirler getirilir" buyurmuştur. Bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde başka bir âlim ise, "İnsanlar dinleri yönünden
bozulunca, onların rızıkları da bozulur" demiştir.
Şam'ın
âbidlerinden birisi şöyle demiştir: "Kırk seneden beri (günâha girerim
korkusuyla) kalbime huzur ve rahatlık vermeyen şeyi terk ettim."
Yûsuf bin Esbât
ve Vekî' bin Cerrâh derler ki: "Bize göre dünyâ üç şeydir. Helâl, harâm ve
şüpheliler, Helâl için hesap, harâm için ceza, şüpheliler için de itab (kınama
ve azarlama) vardır."
Hz. Ebû Bekr
buyurdular ki: "Biz harâm olması korkusuyla, yetmiş tane helâl kapıyı terk
ediyorduk."
"Ey insan!
Sonunu düşün. Dinini muhafaza eyle. Yediğine içtiğine dikkat et. Helâlinden
yemeğe çok dikkat et. Dünyâya daldın. Âhırete, hayır mı, yoksa şer mi
gönderdiğine, bakmıyorsun. Kötü akıbetten Allahü teâlâya sığınırız."
Haberde geldi
ki: "Allahü teâlâ, faiz yeme hakkında yaptığı tehdit kadar, başka hiçbir şey
için yapmamıştır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurulmaktadır "Ey
mü'minler! Allahdan korkun ve (câhiliyette işlediğiniz) faiz hesabından
arta kalanı bırakın (almayın) eğer gerçek mü'minler iseniz. Yok, eğer bu
faizi terk etmezseniz bilin ki, Allaha ve Peygamberine karşı harbe girmişsiniz.
Eğer ribâ (faiz) almaktan tövbe ederseniz, anaparanız sizindir ve böylece
ne zâlim olursunuz ne de zulme uğramış bulunursunuz." (Bekara: 278, 279).
KAYNAKLAR
1) El-A'lâm cild-6, sh-274
2) Kâmûs-ül-a'lâm cild-1, sh-730
3) Târîh-i Bağdâd cild-3, sh-89
4) Vefeyât-ül-a'yân cild-3, sh-303, 304
5) Kût-ül-kulûb
|