Evliyânın
büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Hüseyn olup, künyesi Ebû’’
Muhammed Cerîrî'dir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin (r.a.) talebelerinin en
büyüklerindendir. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî'nin (r.a.) sohbetinde de bulundu.
311 (m. 923)'de vefât etti. Fıkıh ilminde imâm ve müftî, edeb ilminde mükemmel,
diğer bütün ilimlerde âlim idi. Tasavvufdaki derecesi o kadar yüksek idi ki,
Cüneyd-i Bağdâdî (r.a.) bunun için "Zamanımızın velîsidir" buyurdu. Hz. Cüneyd'e
vefât edeceği zaman, "Sizden sonra kimin sohbetlerine devam edelim?" diye
sordular. "Ebû Muhammed Cerîrî'ye gidin" buyurdu. Tasavvufun üstün hâllerine
vâkıf olmakta nihayette olup, mürsid-i kâmil bir zât idi. Edebe riâyetinin
çokluğu o derece idi ki, yalnız olduğu hâlde bile ayaklarını hiç uzatmaz,
"Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır" buyururdu. Bir sene müddetle
Mekke-i mükerremede kaldı. Hiç uyumadı, konuşmadı, sırtını bir yere dayamadı ve
ayağını uzatmadı. Ebû Bekr Kettânî: "Bu kadarını nasıl yapabildiniz?" diye
sorunca, "Kalbimi ve niyetimi, Allahü teâlânın râzı olacağı şekilde düzelttim.
(Kalbimi riya, kibir, ucub, düşmanlık gibi ma'nevî hastalıklardan temizledim.)
Nihayet bu, zâhirime te'sîr etti. A'zâlarım da Allahü teâlânın beğendiği işleri
yapmaya başladı. İşte, bende görüp beğendiğin hâlin sebebi ve sırrı budur"
buyurdu.
Mekke-i
mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî'nin (r.a.) kabrini
ziyâret etti. Sonra evine döndü. Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında
duruyor gördü. Namazdan sonra, "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce
bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize
geldim" dedi. Hocası Cüneyd, "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de
bizim vazifemizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın" buyurdu. Çünkü, sâdık talebe,
hocasını yanına çeker.
İnsanlara va'z
ve nasîhat ettiği meclisinde, bir gün gencin birisi kendisine, "Gönlümü
kaybettim. Duâ edin de geri gelsin" dedi. Cerîrî (r.a.) gence bakıp, "Biz de
aynı dertteyiz" buyurdu.
Talebelerinin
arasında içinden devamlı "Allah Allah" diye zikreden birisi vardı. Birgün bu
gencin başına bir hurma dalı düşüp, başı yarıldı. Başından akan kan, yer
üzerinde "Allah Allah" yazıyordu. Anlaşıldı ki, her kabdan, içinde olan dışarı
sızar.
Birgün
talebeleri kendisine "Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır?"
diye sordular. Cevâbında buyurdu ki, "Birgün ikindi namazında mescidimize,
hâlinden garib olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve
namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde,
halife bizleri da'vet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp "Biz
da'vete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?" dedim. Başını kaldırdı.
"Da'vete gitmiyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz
bilirsiniz" dedi. Ben de, her hâlde bizim arkadaşlarla beraber olmak istemiyor
diye düşünüp, kendisine fazla iltifat etmedim. O gece rü'yâmda Peygamber
efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib
eden bir çok kimse ile geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin
yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhîm Halîlullah, diğeri
Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebidir, dediler. İleri atılıp
kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifat
etmediler. "Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden
çeviriyorsunuz?" dedim. "Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise
vermekten çekindin" buyurdular. Ağlıyarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât
hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu. Kendisine "Ey efendim! Arzunuzu
yerine getirebilmem için bir miktar bekleyiniz" dedim. Tebessüm edip, "Bir kimse
bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüzyirmibin nebi şefâat etmedikçe onu
yerine getirmiyorsunuz değil mi?" dedi ve çıkıp gitti. Bundan sonra ne kadar
aradım ve sordum ise de kendisini bulamadım, işte kırk yıldır bu hâdisenin
üzüntüsü bende devam ediyor."
Dervişlerden
birisi şöyle anlatıyor: "Ebû Muhammed Cerîrî'nin vefât; senesi, Karâmita
sapıkları ile yapılan muharebede ben de bulunuyordum. Savaş bittikten sonra,
müslümanların bulunduğu kafilenin yanına döndüm. Yaralılar arasında Ebû Muhammed
Cerîrî'yi gördüm. Çok halsiz idi. Yüzyirmi yaşlarında idi. "Ey efendim. Allahü
teâlânın bu belâyı üzerimizden def etmesi için duâ etseniz" dedim. "Duâ, belâ
gelmeden önce yapılır. Belâ geldikten sonra râzı olmaktan ve sabretmekten başka
bir çâre yoktur" buyurdu.
Mekke yolunda
Karâmita sapıklarının çok zulmedip müslüman kanı döktükleri, Hübeyr vak'ası
senesi 311 (m. 923)'de Karâmita sapıkları ile yapılan muharebede şehîd oldu.
Vefâtı için, başka târihler de rivâyet edilmektedir. İbn-i Ata er-Rûzbârî diyor
ki: "Vefâtından bir sene sonra, Ebû Muhammed Cerîrî'nin kabrine uğradım.
Kabirdeki hâli bana gösterildi. Dizleri göğsüne dayalı, parmağı ile Allahü
teâlânın birliğini gösteren işareti yapar hâlde oturuyordu."
Ebû Muhammed
Cerîrî hazretleri buyuruyor ki:
"Nefsine
aldanan, şehevi duygularına esir olur. Hevâî arzularının zindanına kapatılır ve
o kulun kalbi fâideli işlerden zevk alamaz. Kur'ân-ı kerîmi hergün hatm etse
bile, ilâhi kelâmı okumaktaki esas tadı bulamaz. Bunun hâl çâresi, nefsin
esaretinden kurtulmayı candan arzu etmekdir."
"Allahü
teâlânın takdir ve taksimine râzı olup, Allahü teâlâ ile iktifa edenin iç hâli
düzgün, Allahü teâlâyı tanıması kolay olur. Allahü teâlânın yasak ettiklerinden
sakınanın gidişatı dosdoğru, ahlâkı güzel olur. Helâlinden az yiyenin ise, beden
sıhhati düzgün olur."
"Arifler her
işin başlangıcında, avam ise başka şeylerden ümit kestikten sonra Allahü teâlâya
müracaat ederler."
"Yaptığı iyi
amellerin, kendisini Allahü teâlâya kavuşturacağını zanneden, yolunu
kaybetmiştir. Çünkü hadîs-i şerîfte "Ameli, kimseyi kurtaramaz"
buyuruldu. O hâlde, korkulan şeylerden kurtaramayacağı bildirilen amelin, ümid
edilene ulaştırması nasıl mümkün olur? Ama Allahü teâlânın lütuf ve ihsanına
güvenenin, çok şeylere kavuşması ümid edilir."
"Tasavvuf,
çirkin ve aşağı olan her huydan çıkıp, güzel ve yüksek olan huylara girmek ve
edebe riâyet etmektir."
"İhlâs,
âhıretteki ni'met ve azablara yakînen inanmanın alâmetidir, İbâdetlerdeki riyâ
da, âhıretteki ni'met ve azablara inanmakta tereddüt olduğunun alâmetidir."
KAYNAKLAR
1) Târîh-i Bağdâd cild-4, sh-430
2) Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-347
3) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-94
4) Risâle-i Kuşeyrî cild-1, sh-133
5) Tezkiret-ül-evliyâ cild-2, sh-111
6) Nefehât-ül-üns sh-118
7) Tabakât-üs-sûfiyye sh-259
|