Ehl-i sünnetin i'tikaddaki iki imâmından
biri. İsmi, Ali bin İsmâil'dir. Künyesi, Ebü'l-Hasen'dir. 260 veya 266 (m. 879)
senesinde Basra'da doğdu. 324 veya 330 (m. 941)'da Bağdâd'da vefât etti. Basra
kapısı ile Kerb arasındaki kabristana defn edildi. Soyu, Eshâb-ı kirâmdan bir
Sahâbîye dayanmakta o-lup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmâil bin İshâk bin Sâlim
bin İsmâil bin Abdullah bin Mûsâ bin Bilâl bin Ebî Biirde bin Ebû Musel-Eş'arî'dir.
İmâm-ı Eş'arî, üvey babası ile mu'tezile kelamcılarından olan Ebû Ali Cübbâî'nin
talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar
mu'tezile fırkasında bulunmuştur. Bu fırkanın meşhûrları arasına katılmıştı. 40
yaşından sonra bu bozuk yoldan dönmüştür. İmâm-ı Eş'arî'nin (r.a.) bu bozuk
yoldan dönmesi söyle nakledilir: Bir Ramazan-ı şerîf ayının ilk günlerinde
rü'yasında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz (s.a.v.) ona: "Yâ Ali,
benden nakledilen yola yardım eyle" buyurdular. Bu rü'yadan sonra Ramazan-ı
şerîf ayının ortasında, ikinci defa Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü'yada
görmekle şereflendi. Rü'yâsında, "Sana emrettiğim şey, ne oldu, ne yaptın?"
buyurdu. "Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular.
Bu rü'yadan sonra kelâm ile uğraşmayı terk etti. Ü-çüncü defa Ramazan-ı şerîfin
yirmiyedinci gecesi, Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü'yada gördü. "Sana
emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terkedip, Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs ilmine sarıldım" dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime
yardımcı olmam emrettim" buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür dileyip, "Mes'elelerini
ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığın yolu (mu'tezileyi), nasıl terk
edeyim?" dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Allahü teâlâ sana, ilahî yardımı
ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana böyle emretmezdim" buyurdu.
İmam-i Eş'arî bu rü'yâyı da gördükten sonra uyanıp, "Hakdan öte, sapıklıktan
başka bir şey yok" diyerek, mu'tezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet i'tikadına
girdi. Bu rü'yasından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Mes'eleleri derinlemesine
inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmii'ne gidip, kürsî'ye çıktı. O sırada
mu'tezile bozuk yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen
İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemaate söyle hitâb etti: "Ey insanlar! Çoktan beri size
görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delîlleri
gözden geçirdim. Tercih hususunda zorlandım.
Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ
ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mu'tezile yoluna ait
i'tikadlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet i'tikadına
girdiğini herkese ilan etti.
Önceden mu'tezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i
sünnet i'tikadı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru
i'tikadın yayılması için uğraştı.
Ebü'l-Hasen-i Eş'arî hazretlerinin Ehl-i
sünnet mezhebine gemesi ile, kelâm ilmi, mu'tezilenin elinden kurtulmuş oldu.
Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu.
Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet i'tikadının yayılmasında büyük bir
zafer olmuştur. O zaman te'sîrli ve zararlı olan mu'tezile yolu mensûbları,
İmâm-ı Eş'arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki,
hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan
mu'tezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münazarada onu
mağlub etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş'arî'nin (r.a.) karşısında cevap
vermekten aciz kaldı.
Ebû Sehl Su'lukî söyle anlatır: "Basra'da
bir mecliste Ebü'l-Hasen Eş'arî ile mu'tezilîler arasında çetin bir mün'azara
oldu. Mu'tezilîler çok kalabalıktı. Onunla münazaraya giren herkes yeniliyor,
susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun karşısına
çıkamadı. İkinci defa böyle bir münazara için gittiğimizde, mu'tezileden kimse
gelmemiş, münazaraya cesaret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat İmâm-ı
Eş'arî'ye: "Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!" dedi.
İmâm-ı Eş'arî; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilmini zamanın meşhûr âlimlerinden olan
Zekeriyya bin Yahyâ es-Sâci'den, Ebû Halife el-Cumhî, Sehl bin Serb, Muhammed
bin Ya'kub el-Mukrî, Abdurrahman bin Halef ed-Dabî'den öğrenmiştir. Bağdâd'da
Câmi-i Mensûr'da Cum'a günleri Ebû İshâk Mervezî'nin hadîs derslerine devam
etmiş, kendisi de Ebû İshâk Mervezî'ye kelâm ilmini öğretmiştir.
İmâm-ı Eş'arî tasavvuf ilminde de âlim ve evliyâ idi. Ebû İshâk İsferanî söyle
demiştir "Benim ilmim, Şeyh Ebü'l-Hasen Bâhilî'nin ilmi yanında, deniz yanında
bir damla gibidir. Ebü'l-Hasen Bâhilî'nin de, benim ilmim, Ebü'l-Hasen
Eş'arî'nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir, dediğini işittim."
İmâm-ı Eş'arî, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası
Cubbai, daha önce münazaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkin, doğrunun
ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda
müdafaadan yılmazdı. İmâm-ı Eş'arî'nin zamanı, mu'tezile fırkasının Ehl-i
sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır.
Valilik, kadılık gibi makamlar, mu'tezile fırkasından olanların elinde
bulunuyordu. Böylece bozuk i'tikadlarını yayıyorlar, insanları saptırıp,
imânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş'arî ve diğer Ehl-i sünnet
âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı.
İmâm-ı Eş'arî ayrıca, mu'tezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin
münazaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta
devlet erkanından olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir:
"Onlar valilik, kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize
gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti
anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl
anlayacaklar?"
Ebû Abdullah İbni Hafif söyle anlatmıştır.
"Gençliğimde, İmâm-ı Eş'arî hazretlerini görmek için Basra'ya gitmiştim.
Basra'ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, "Ebu'l-Hasen
Eş'arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu niçin arıyorsun?" dedi. "Onu
seviyorum ve görüşmek istiyorum" dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel" dedi.
Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra'nın ileri
gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da
oturdu. Mu'tezilenin meşhûr âlimleri, münazara için orada toplanmıştı. Biz girip
oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mu'tezile âlimine
çeşitli mes'eleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni
oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor,
doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna
edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum.
Yanımda bulunan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü'l-Hasen Eş'arî'dir" dedi.
İmâm-ı Eş'arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca,
"İmam-ı Eş'arî'yi ve hizmetini nasıl buldun?" buyurdu. "Fevkalade" dedim. Sonra,
"Efendim, o mecliste neden siz hastan bir mes'ele sormadınız? Başkaları
sorduktan sonra mevzua girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze
girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dininde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde
reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbat edip, kendilerine doğrusunu bildirfyoruz"
buyurdu.
İmâm-ı Eş'arî, eser yazmak, münazaralara girmek ve kıymetli talebeler
yetiştirmek suretiyle, Ehl-i sünet i'tikadının yayılması ve böylece insanların
se'âdete kavuşması hususunda büyük hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği
talebelerinden bir kısmı şu zâtlardır: Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebül-Hasen
Bahilî, Ebû Abdullah bin Hafif Şirazî, Hâfız Ebû Bekr Cürcanî el-İsmâilî, Şeyh
Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zahir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî,
Dimyânî. Bunlardan Ebû Abdullah Tâi, İmâm-ı Ebû Bekr Bakıllanî'nin hocasıdır.
Ebü'l-Hasen Şazilî de Ebû İshâk İsferanî'nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek'in
hocasıdır. Bu zat, önceden İmâmiyye fırkasından iken, Ebül-Hasen Eş'arî
hazretleri ile yaptığı bir münazara ve ilmî mübahese sonunda hatasını anlayıp,
imâmiyye fırkasını terk edip, Ehl-i sünnet i'tikâdına girdi. İmâm-ı Eş'arî'nin
bildirdiği i'tikadı Basra'da yaydi. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş'arî'nin en meşhûr
talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziyyîn) Şirazlıların şeyhi, üstadı ismiyle
meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyanî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı
Eş'arî'nin münazara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû
Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş'arî'nin yanında bulunmuştur.
Sonra memleketi Şiraz'a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmis; İmâm-ı
Eş'arî'nin bildirdiği i'tikad bilgilerini memleketinde yayılmıştır. Şeyh Ebû Ali
Zahir de, hocası İ-mâm-ı Eş'arî'den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini
Horasan'da yaydi. Böylece İmâm-ı Eş'arî'nin bildirdiği i'tikad bilgileri, Ehl-i
sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden itibaren Irak
havalisinde, İran'da yayıldı. Selcuklu devleti hükümdarlarının resmi mezhebi
oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdâd çevresinde
yayıldı. Selahüddin Eyyûbi Mısır'ı fethedince, orada da yayıldı.
Eserleri:
İmâm-ı Eş'arî'nin eserleri, beş grubta toplamr:
1.Kırk yaşından önce mu'tezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal
etmiştir.
2.Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecûsilere yazdığı reddiyeler.
3.Hariciye, mu'tezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4.Makalatlar.
5.Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.
Eb'ül-Hasen El-Eş'arî hazretlerinin pekçok
eseri vardır. Bunları İbn-i Asakir "Tebyîn isimli eserinde, İbn-i Fârek'den
nakledip, isimlerini yazmıştır. İbn-i Fûrek ise, "Ebul-Hasen; el-Eş'arî (r.a.),
el-Umed (veya el-Gamed) adlı da, kendi eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu
eserler, onun yanında dersini dinliyenlere söyliyerek yazdırdıkları, çeşitli
İslâm memleketlerinden sorulan suallere verdiği cevapları ihtiva eden,
üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört
senesine kadar da pek çok eser yazmıştır:" demektedir. İbn-i Fûrek ayrıca, Ebü'l-Hasen
el-Eş'arî'nin el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka
kitaplarını da bildirmektedir.
"El-Umed" adlı eserde bildirilen kitaplardan ba'zıları:
1- Kitâb-ül-Füsûl: Mulhidler (dinsizler) tabiatcı felsefeciler, dehrîler,
zamanın ve alemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler,
yahudiler, hıristiyanlar ve mecûsilere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir
eserdir.
2.
Mûcez: On iki
kitaptan ibarettir.
3.
Halk-ul-ef’âl
4.
İstitâa
hakkındaki kitap5.Sıfatlar hakkındaki kitap
6.El-Luma fi'r-reddi al ehli'z-zeygi ve'l-bida': Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın
iradesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitaa, va'd ve va'id ve imamet
mes'elelerinden bahseden on bölüm ihtiva eden kıymetli bir kitabtır. İmâm-ı
Eş'arî hazretlerinin bu mevzularda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır.
Yakın zamanda Mısır'da ve Beyrut'ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca
Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizceye tercümesi vardır.
Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme
edilmiştir.
7.Risâlet-ül-Iman: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8.Kitab-ül-Fünûn: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9.Kitab-ün-Nevâdir: Kelâm ilminin inceliklerini anlatır.
10.Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhid'e karşı yaptıkları bütün i'tirâzlarının
toplandığı bir kitap.
11.El-Cevherfi'r-Reddi ala ehli'z-Zeyei vel-Münker.
12.Nazar, istidlâl ve şartları hakkında Lübbaî'nin suallerine verilen cevaplar.
13.Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap
üç makaleyi ihtiva e-der. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî'nin ba'zı şüpheleri,
Aristo'nun sema (gök ve alem) hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadîseleri,
se'âdetve sekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.
14. Cevab-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli mes'eleleri ihtiva eder.
El-Umed'de bildirilenlerden başka, İbn-i Fürek'in zikrettiği eserlerinden
ba'zıları da şunlardır:
1.Tenasühe inananlar hakkındaki eser.
2. Mantıkcı l ara dair yazılan eser.
3.Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.
4.Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap. İmâm-ı Eş'arî'nin ayrıca: Risâle ketebbiha
ila ehli's-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının
Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ul-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen
kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini
geniş olarak anlatmaktadır.
Bunlardan başka su eserleri de meşhûrdur:
Makalat-ül-İslâmiyyin: Bu eserinde i'tikadî
fırkalardan ve kelâm ilminin ince mes'elelerinden bahsetmektedir. Matbûdur.
El-İbane an usul-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış
olup, bu husustaki delilleri içinde topladığı eseridir.
Kavl-ul-cumlat, Eshâb-ül-hadîs ve Ehl-üs-Sünne
fi'l-i'tikad (basılmâmıştır.) Risâlet-ul-istihsan el-Havdu fî ilm-il-kelam,
basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.
İzah-ül-Burhan et-Tebyîn ala usûl-id-dîn, Kitab-ül-ulüm, Tefsîr-ül-Kur'ân-
es-Şerh vet-tafsil, İbn-i Asakir'in bildirdiğine göre, Ebül-Hasen Eş'arî'nin
tefsîri 70 veya 300 cild idi.
İmâm-ı Eş'arî, Ehl-i sünnetin i'tikadda iki imâmından biridir. İ'tikadda diğer
imam da, İmâm-ı Maturidî'dir. Bu iki büyük âlim, Ehl-i sünnet i'tikadını yaymış
olup, i'tikadda iki imâmdırlar. Ehl-i sünnetin reisi ise İmâm-ı a'zamdır.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara
ayırdığı ve usuller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın (s.a.v.) ve Eshâb-ı
kirâmın (r.a.) bildirdiği i'tikad, imân bilgilerini de topladı ve yüzlerce
talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, ya'ni imân bilgileri
mütehassısları yetişti. Bunlardan İmâm-ı a'zamın talebesi olan İmâm-ı Muhammed
Şeybanî'nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcanî dünyâca meşhûr oldu. Bunun
talebesinden de, Ebû Nâsır-i İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Matüridî'yi
yetitirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a'zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı.
Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet i'tikadını
kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmâm-ı Eş'arî de; İmâm-ı Şâfii'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki
büyük imam, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin bildirdiği i'tikad ve imân
bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir
şekilde yaymışlardır. Eş'arî ve Mâtüridî, hocalarının müşterek mezhebi olan (Ehl-i
sünnet vel-cemaat)den dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imâmın ve hocalarının ve bunlarında hocaları olan, amelde dört hak mezheb
imamlarının ve onlara tabi olanların imânda, i'tikadda tek bir mezhebi vardır.
Bu mezheb Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslâmiyet, bütün insanlara
yalnız bir tek imânı ve i'tikadı emretmektedir. Bu imânın esaslarını ve nasıl
i'tikad edileceğini, bizzat Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir.
İnsanlara, kendilerini ve herşeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren
Peygamberimiz (s.a.v.), Allahü teâlâya, O'nun yarattıklarına ve O'nun emir ve
yasaklarına imânın nasıl olacağım da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâma ve
O'nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakikî bir imân, ancak O'nun bildirdiğini
tam ve hiç şüphesiz kabûl edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl
kadar da olsa bir ayrılığın, O'ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir
ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri, dinî, siyâsî, beşerî, ictimaî, fennî, v.s.
gibi sebeplerin, ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir tarafı yoktur. Çünkü
İslâmiyet, her ne sûret ve sebeple olursa olsun, imânda ve i'tikadda ayrılığa
asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kirâmın îmân ve i'tikadda hiçbir
ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler
arasında ise zamanla îmânda, i'tikadda ba'zı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve
bid'at fırkalarının sayısı yetmişikiye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve
bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri
sebepler çok çeşitli ve her birine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler;
"Münafık" ve başka dinden olanların çıkardıktan fitneler, Kur'ân-ı kerîmin
müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre te'vîl etmeye kalkışmaları, eski
Hind ve Yunan felsefesi ile, mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları,
Eshâb-ı kirâmın maslahata (huzurun, dirliğin teminine) ait konulardaki ictihâd
ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve
ihtiraslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan
İslâmiyetin henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım
insanların eski din ve inançlarına ait ba'zı unsurları tamamen terk edememeleri
ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir.
Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsi ve dünyevi
menfaat ve sâiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur'ân-ı
kerîmdeki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre
tefsîr yoluna gitmişler. Böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları
istikametinde tev'il ederek kendilerine Kur'ân-ı kerîmden deliller bulduklarını
ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kur'ân-ı kerîmde geçen, Allah'ın eli, yüzü, tahtı
v.b. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki
mâ'nâlarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden,
ya'nî cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur'ân-ı kerîmin doğru
ma'nâsı olan murâd-ı ilâhiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet
âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve
fiilen saldırmışlardır.
İslâmiyette ilk i'tikad ayrılıkları, Hz.
Osman'ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah İbni Sebe adındaki münafık
olan bir yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak
îmânlarını bozmak gayesiyle i'tikaddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak
için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, Hz. Ali'nin
halifelik meselesini bahane ederek, müslümanları bölmek gayretine düştü.
Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, "Hz.
Ali'nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul ettiğine" varıncaya
kadar pekçok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah İbni Sebe'ye
aldananların içinde siyâsî hırs ve gayret ile hareket edenler çoktu. Böylece Hz.
Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla
hilâfet, Hz. Ali'nin hakkıdır diyen ve bu inanca sahip olanlara "Şia" (Şii)
denildi Şiîler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi
içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hz. Ali'nin hilâfeti, hakem ta'yini yoluyla Hz. Muâviye'ye bırakmasını
beğenmeyip, Hz. Ali'ye ve Hz. Muâviye'ye karşı çıkıp ayrılanlara ise "Haricî"
ismi verildi. Hâricîler'den bir kısmı Kur'ân-ı kerîmin ba'zı bölümlerini kabul
etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında yeni bir peygamber geleceğine inanacak
kadar ileri gitmişlerdir.
Bozuk fırkalardan biri olan mu'tezile ise, Hasen-i Basrî'nin (r.a.) derslerinde
bulunan Vâsıl bin Ata tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi
ve veli bir zât olan Hasen-i Basrî, "Büyük günah işleyen ne mü'mindir nede
kâfirdir" diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Ata için, "I'tezele annâ vâ-sıl"=Ya'nî,
"Vâsıl bizden ayrıldı" buyurmuştu. Buradaki' “I’tezele=ayrıldı" kelimesinden
dolayı Vâsıl'a ve onun yolunu tutanlara "Mu'tezile" ismi verilmiştir. Sonraki
yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin
Atâ'nın yolundan yürüyerek Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile, kader,
amellerle (ibâdetlerle, muâmelâtla.) îmân arasındaki münâsebet ve diğer
konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan
ayrılıklara düşmüşlerdir.
Ayrıca mürcie, kaderiyye, ibâhiye, mücessime, cebriyye gibi birçok bozuk
fırkalar, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış kendi içlerinde de
sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp sonra unutulup
gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan'da
yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki müslümanlar arasına yayılması
için çalışılmaktadır.
Diğer bozuk fırkalar târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâat
ise her devirde çok olmuş, İslâmiyet îmân, i'tikad, amel ve ahlâk esasları
olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve
muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki müslümanların yarıdan
çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdı üzeredirler.
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda
parçalanmanın, fırkalara (mezheblere; ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor.
Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 114.ncü âyetinde meâlen "Hidâyeti
(kurtuluş yolunu)
öğrendikten sonra,
Peygambere uymaytp mü'minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok
fena olan Cehenneme atarız"
ve Al-i İmrân sûresi 103.ncü
âyetinde de meâlen "Hepiniz. Allahın
ipine (Kur'ân-ı
kerîme) sımsıkı
sarılınız.. Fırkalara bölünmeyiniz"
buyurmaktadır. Hazret-i
Peygamberimiz de (s.a.v.) müslümanlar arasında îmânda ve i'tikadda ayrılıkların
felâket olduğunu bildirerek meşhûr olan bir hadîs-i şerîfinde: "Benî
İsrâil (yahudiler),
yetmişbir
fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası
kurtulmuştur. Nasarâ
(hıristiyanlar) da, yetmişiki
fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim
ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip,
yalnız bir fırka kurtulur"
buyurmaktadır. Eshâb-ı kirâm bu
bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda "Cehennemden kurtulan fırka,
benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir"
buyurdu.
Bir başka hadîs-i şerîfte; "Ümmetim
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helâk
olacaktır"
buyurduğunda Eshâb-ı kirâm; "Kurtulan fırka hangisidir?" diye sorunca, "Ehl-i
sünnet vel-cemâattir"
buyurdu. Eshâb-ı
kirâm bu defa "Ehl-i sünnet vel-cemâat nedir? diye sordular. "Bugün
benim ve Eshâbımüı bulunduğu yolda olanlardır"
buyurdu.
Ehl-i sünnet i'tikâdını ortaya koyan
Resûlullahtır (s.a.v.). Eshâb-ı kirâm îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar.
Tâbiîn-i i'zâm da' bu bilgilerim, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra
gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakl ve
tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değişdiremez.
Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya'nî, bunları anlamak, doğruluklarını
kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet
i'tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhebde idi. İ'tikâdda
mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş'arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi.
Bu her iki imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan
felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi
savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de,
bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve
davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden
farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan
sonra gelen binlerce derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın kitablarını
inceliyerek, ikisinin de Ehl-i sünnet mezhe binde olduklarını söz birliği ile
bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, (Nass)ları, zahirleri üzere almışlardır.
Ya'nî, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olan ma'nâları
vermişler, zaruret olmadıkça nassları te'vîl etmemişler, bu ma'nâları
değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç
yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan
felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklidcilerinden işittiklerine uyarak,
îmân bilgilerinde ve ibâdetlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Son asırlarda Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrılan ba'zı din adamları "selefiyye"
adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır. Bunun i'tikadda mezheb olduğunu
söyleyip, kitablarında yazmışlardır. Halbuki, İslâmiyette "Şelefiyye mezhebi"
diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve
kitaplarında asla yazmamışlardır, İslâmiyette "Selef-i sâlihîn" mezhebi, ya'nî
Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerîf ile medh edilen,
övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Ya'nî, Selef-i sâlihîn, Eshâb-ı kirâm ve
Tâbiîne verilen işimdir. Bu şerefli insanların i'tikâdına "Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebi" denir. Bu mezheb îmân, inanç mezhebidir. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn-i
i'zâmın îmânları hep aynı idi. İnançları arasında hiç fark yoktu. İmâm-ı Gazalî
hazretleri İlcam-ül-avâm kitabında "Bu kitabta i'tikad fırkalarından, Selef
mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhebten ayrılanların bid'at sahibi
olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tâbiînin i'tikadları
demekir..." buyurarak, Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebi
demek olduğunu açıkça bildirmiştir.
Mısır'daki Ezher Üniversitesinden mezun üstâd İbn-i Halife Alîvî "Akıdet-üs-selef-i
vel-halef’ adlı kitabında şöyle yazmıştır. "Ebû Zehra (Târih-ül-mezâhib-ül-lslâmiyye)
kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbelî mezhebinden ayrılan
ba'zı kimseler, kendilerine (Sele fiyyîn) ismini verdiler. Hanbelî mezhebi
âlimlerinden Ebüli-Ferec, İbnü'l-Cevzî ve diğer âlimler, bu selefilerin, Selef-i
sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid'at ehli, mücessime arkasından olduklarını
bildirerek, bu fitnenin yayılmasına önlediler. Daha sonra yedinci asırda İbn-i
Teymiyye el-Harrânî bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine (Selefiyye)
ismini tabanlar, İbn-i Teymiyye selefilerin büyük imâmı dediler. İbn-i Teymiyye,
Hanbelî mezhebinde olarak yetişti. Ya'ni Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi
aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet i'tikâdından ve dolayım
ile Hanbelî mezhebinden ayrılıp uzaklaştı. Kendi başına ayrı bir yol tutup,
tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gittiler. Kendine tâbi olanları da saptırdı.
Ona tâbi olanlar onun bu yoluna sefefiyye dediler. Bu hususu derinlemesine
araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan ba'zı din adamları,
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki "Selef ve Selef-i sâlihîn" ifâdelerini
değiştirerek, "sefefiyye" şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır, i'tikâdda
selefiyye diye bir mezheb yoktur. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfte fırka-i
nâciye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir i'tikad mezhebi vardır. O da,
Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebidir, İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî bu mezhebde
iki i'tikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî ayrı bir mezheb kurmamışlar. Eshâb-ı kirâmın,
Tâbiînin, dört mezheb imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve
tevatür yolu ile bildirdikleri îmân ve i'tikad bilgilerini açıklamışlar,
anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği
şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî'nin talebe
zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise, İmâm-ı a'zamın talebe
zincirindedir.
Ehl-i sünnet i'tikâdının açıklanmasında bu
iki imâm meşhûr olmuş, yaşadıkları zamanlarda i'tikadda doğru yoldan ayrılmış
sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk
düşüncelerine karşı, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdını izah etmekte, ba'zı
bakımlardan farklı usûller takip etmişlerdir. Oaha sonraki asırlarda gelen Ehl-i
sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet i'tikâdını
nakletmişlerdir.
Ebü'l-Hasen-i Eş'arî buyuruyor ki: "Şeyhaynın
(ya'nî Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer'in), diğer bütün ümmetten üstün olduğu
mukakkaktır. Buna inanmıyan ya câhildir veya inadcıdır."
İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin. Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda
Bâb-ül-ebvâb (Demirkapı veya Derhend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet
i'tikâdını bildirmek için yazdığı "Risâletün ilâ ehli's-sagr" (Hudûd ahâlisine
bir mektub) adlı eserinde ba'zı bölümlerin tercümesi şöyledir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru
yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye Uymayı sevdirdi. Helake götüren bid'atlerden
uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin (kat'î ve kuvvetli îmânımızın) hasıl ettiği
serinlik ve huzur ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne
(s.a.v.) uyanlardan, O'nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid'atlere dalıp,
Resûlullahın (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak
yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle beraber olmayı ihsan etti.
Resûlullaha (s.a.v.) salât-ü selâm olsun
ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına da'vet etti. Allahü teâlâ bu
hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mu'cizeler vererek, hakkındaki
şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O'nun ile bildirdi.
İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber
verdi. Nihayet bâtıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı.
Resûlullah (s.a.v.) Peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine
bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
İmdi! Ey Bâb-ül-ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri
yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm'da
(Bağdâd'da) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın ni'metleri içerisinde olduğunuzu,
hâlinizin düzgünlüğünü yakıyorsunuz. Bu sebeble, kederim ve üzüntülerim dağıldı.
Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsanını tamamlamasını, size ve bize
olan ni'metlerini arttırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabul eden
O'dur. Büyük lütuflarda bulunmak O'na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun.
Geçen sene 267 (m. 881) bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da
bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu
kabul ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyen
(o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunlar; okuyunca, dinde
saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi
muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.
Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i sâlihînin asıl kabul edip, dayandıkları
ba'zı hususları (yazmamı) istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara
(bilgilere) uymak suretiyle, bid'at sahiplernin düştüğü, Kur'ân-ı kerîm ve
Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere
şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve
üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte
acele ettim.
Size ba'zı temel bilgileri, delilleri ile beraber bildirdim. Bu deliller, sizin
Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid'atın ise, Selef-i
sâlihîne muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ
ettiklerini, bununla şer'î delilerden, Resûlullahın (s.a.v.) bildirdiği
şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri red eden,
Peygamberlerin aleyhimesselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına
uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere
söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O'na
güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevaba kavuşacağımı ümid
ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekildir.
Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet
eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra
gelen âlimlerin) yolu şudur.
Allahü teâlâ, Muhammed'i (s.a.v.) bütün
dünyâya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım
arkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabî idi. Bunlar, Allahü teâlânın
gönderdiği Tevrat ve İncil'i değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile
insanları Allahü teâlâya da'vet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar,
akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları
sebebiyle, bir çok Bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen
idi. Bunlar, Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî
idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmıyacağını iddia
ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri,
bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara
tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Peygamberimiz Muhammed
(s.a.v.) ise, ihsanların, kâinat ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer
mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve mâliki olan Allahü
teâlânın varlığı ve birliği inancına da'vet etti. Onlara, üzerinde bulundukları
yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah
(s.a.v.) onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan
bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mu'cizelerle isbât etti.
Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ
Peygamberimiz Muhammed'i (s.a.v.) bunları insanlara bildirmesi ve izah etmesi
için gönderdi. Resûlullah (s.a.v.) insanlara, kendilerinde dil, suret ve daha
başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların
sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde
ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine
ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi.
Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen, "Arzda da gerçekten
tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de
(hücrelerde vücûd yapınıza
kadar) bir çok
alâmetler vardır
(ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine azamet ve ifâdesine delâlet ederler)
Halâ
görmiyecek misiniz"
buyurdu. (Zâriyate 20-21)
Yine, insanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara da
meâlen şu âyet-i kerîme ile işaret buyuruldu: "Biz insanı
(Adem'i)
şüphesiz ki, çamurun özünden
yarattık. Sonra Â-dem'in neslini, sağlam bir yerde
(rahimde) bir nutfe (az
bir su) yaptık.
Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra, kan pıhtısını bir
parça et yaptık. O et parçasını da kemikler Mime çevirdik. Kemiklere de et
giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış
(ruh) verdik. Bak ki,
şekil verenlerin en
güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir."
(Mü'minûn:
12-13-14)
Bunlar, Allahü teâlânın yarağının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun
irâde ve tedbîrine delalet eden en açık delillerdendir.
İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara
kabiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir suretle değil de, kendisine has
özellikleriyle malûm olan ve en güzel surette meydana gelmesi mutlaka bir
yaratıcının varlığını göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan,
kendisine mahsus bir sureti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek,
tatmak gibi, ihtiyaçlarını te'mîn edebilmesi için hazırlanmış birtakım
vâsıtalara (duyu organları) sahiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertip üzere
hazırlanmış gıda âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini
emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden
temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdasını yemekte elde eder.
4. Ağızdan alınan gıdalar, mi'deye gelir. Mi'de, kendisine ulaşan gıdâları
pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan
geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra)
çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar
zararsız hâle getirmek gibi ba'zı vazifeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer,
dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve
kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için
hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli
âletler (a'zâlar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkânsız olan,
mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren
sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile
düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi
gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde, bir plân
dâiresinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın meydana
gelmesi bile mümkün olmayınca yukarıda saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve
yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde
meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Sonra Allahü teâlâ meâlen: "Gerçekten,
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
akıl Sahipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin
delille? vardır."
(Al-i İmrân-190) âyet-i kelimesiyle bu hususu (Allahü teâlâdan başka her şeyin
sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli
hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (Dünyâ, Ay, Güneş
v.b.) hareketiyle, meydana gelen fâidelerin büyüklüğüne ve miktarına işaret
buyuruldu. Gecenin meydana gelişi. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu
gibi ve mahsûllerine fazla gelen güneş hararetini (sıcaklığını)
serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini
te'mîn etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık,
onların fâide te'mîn edecek şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni
olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün
aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi
miktarda istirahat etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı,
onlara, çalışmaları için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı
gündüz, istirahatleri için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların
hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından,
kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lâzım olan kadarını
alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf
ve ihsanda bulunmuştur.
Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvafık
gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten
olmasaydı, gözleri bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan
hükümlerin (kanunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen "Doğrusu,
gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval
bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halimdir. Azâb için
acele etmez, gafurdur
(çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır sûre-si-41) âyet-i kerîmesiyle işaret buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü
teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da
yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Sonra felsefecilerin tabiatcı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan
meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın te'sîri ile meydana geldiği
hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize; Allahü teâlâ meâlen "Arzda
birbirine komşu
kıt'alar (kara
parçaları) üzüm
bağları, ekinler, çatallı ve ça-talsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile
sulanıyor. Halbuki yemişlerin de ba'zısını ba'zısına üstün kılıyoruz.
(Tad, renk ve kıymetleri
başka başkadır.)
Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler
(alâmetler) vardır."
(Ra'd-4) buyurdu.
Daha sonra Allahü teâlâ, herşeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin
intizam ve tertip dâiresinde cereyan etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ
işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını meâlen, "Eğer
yer ile gökte, Allahtan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar,
yok oburdu."
(Enbi-yâ-22) âyet-i kerîmesi ile bildirdi.
Sonra, önce yaratıldıklarını kabul ettikleri hâlde, öldükten sonra tekrar
diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu
bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim
diriltecek dedikleri zaman meâlen "(Ey Resûlum
de ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir"
(Yâsîn-79) buyurdu. Sonra bunu
onlara; Meâlen
"O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp
duruyorsunuz"
(Yâsîn-80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve
rüzgâr sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen
ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı
iade etmenin caiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların
ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibâdet
etmenin bozukluğunu meâlen, "Siz kendi yonttuğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?"
(Saffât-95) kavli ile beyân
etti. Sonra meâlen "Sizi de, yaptıklarınızı
da Allahü teâlâ yarattı"
(Saffât-96)
buyurdu. Böylece putlara değil, kendisine ibâdetin vâcib olduğunu beyân etti.
Eğer sizin yontmanız «imadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması
olmadan da, sizin suret ve heyetlerinizin olmıyacağı, evvel emirde (kolayca)
bilinen bir şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sureti
ile, yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibâdete onlar değil ben
lâyıkım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.
Allahü teâlâ, Peygamberlerini (a.s.) inkâr
edenleri de Enam sûresi 91. âyet-i kerîmesinde red buyurdu. Meâlen;
"Yahudiler, Allahü
teâlânın kadrini gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü: "Allah hiçbir insana bir şey
indirmedi" dedi' fer.
(Vahy ve kitapları inkâr
ettiler.) Onlara dedi ki: "Musa'nın
insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar
haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı
kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size
(Peygamber diliyle Kur'ân-ı
kerîmde)
öğretilmiştir. Ey Resûlüm! Sen, Allah
(indirdi) de! Sonra onları
bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar."
Nisâ sûresi 165. âyet-i kerîmesinde ise meâlen: "(İmân edenleri Cennetle) müjdeleyici,
(küfredenleri
Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik
ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların
(yarın) kıyâmette
"Bizi imâna? çağıran olmadı" diye Allahü teâlâya bir hüccet ve özürleri olmasın"
buyuruldu.
Resûlullahın (s.a.v.) Ehl-i kitaba karşı
onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve hususiyetlerine
işaretlerin bulunması ile delîl getirdi. Ehl-i kitap bunları gizledi.
Allahü teâlâ, Resûlullaha (s.a.v.) hak
Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mu'cizelerle yardım
eyledi. Resûlullaha en büyük mu'cize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler,
Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, Hz. Muhammed'in
sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyatta zirveye
ulaşmış olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz
söylemelerini istedi. İnsanlar ve cinler bir araya gelseler bunu
yapamıyacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz
kaldılar. Böylece onların, Resûlullaha îmân etmeme hususunda özürleri ortadan
kalkmış oldu.
Hz. Mûsâ da (a.s. Firavn'ın sihirbazlarını, âsâsıyle rezil ve rüsva etmekle, hem
sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mazeretlerini
gidermişti. Musa'nın (a.s.) asasından meydana gelen harikulade hâllerin kendi
güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile
geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları
ve hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihayet, bu mu'tize karşısında sihirbazlar,
Hz. Musa'ya îmân ettiler.)
Hz. Îsâ da (a.s.) ölüleri ilâçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi
alaca olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mu'cizelerle),
o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiblerin kendisine inanmama
mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın
yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
Resûlullah da (s.a.v.), kendi kavminden
olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine îmân etmeme
hususunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebi
yükseldiğini onlarda kabul ediyorlardı.
İşte Resûlullah efendimiz (s.a.v.), yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış
kimselere, getirdiği deliller ve mu'cizelerle, yollarının bozuk olduğunu, dâ'vet
ettiği yolun ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâima
karşısında duramıyacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı
halde, fevkalâde ihtiraslarından dolayı, îmân etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullaha (s.a.v.)
verdiği mu'cizelerden ba'zısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık
cemâati, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları
arasında fışkıran suyla, hayvanlarına ve sahiplerine kanaca kadar su içirmesi,
kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben; zehirliyim diye haber
vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden sökülerek
huzurlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi, insanlar
kainlerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber vermesi.
Allahü teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli
olanları da bilir. Her şey O'nun yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey
ondan gizli kalamaz.
Kıyâmet günü mü'minler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen: "Nice yüzler
vardır ki, o gün
(kıyâmette) güzelliği
ile parıldar.
(O yüzler) Rablerine bakar. (Kıyâme: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah da
(s.a.v.): "Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz.
O'nu görmekte güçlük cekmiyeceksiniz." buyurmaktadır.
Allahü teâlâ yarattıklarından hiçbirine
muhtaç değildir. O istediğini sapdırır. İstediğini hidâyetiyle doğru yola
iletir, istediğini azîz, istediğini fakîr, istediğini zengin eder. O'nun
işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi ve mâlikidir. O
istediğini yapar.
Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı.
Birisini Cennet için yarattı. Onları isimleri ve babalarının isimleri ile
beraber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı.
Resûlullah efendimizle (s.a.v.), Hz. Ömer (r.a.) arasında şöyle bir konuşma
oldu. Hz. Ömer (r.a.), Peygamber efendimize "Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap
ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?"
diye sorunca, Resûlullah efendimiz (s.a.v.): "Bunlar, hesabı
ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir"
buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.): "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?"
diye sorunca Peygamber efendimiz: "İbâdet
yapına! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur"
buyurdu.
Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin
(s.a.v.) îmân etmeye dâ'vet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka
hiçbir günah îmândan çıkarmaz, îmânlarım, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble,
günâhları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler.
Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da,
Allahü teâlâ meâlen: "Ey
îmân edenler! Namaza
kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi
(dirseklerinizle beraber) yıkayın,
başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın."
(Mâide-6) âyet-i
kerîmesi ile mü’min diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi bozuk olan Kaderiyye'nin
dediği gibi günahkârlar, günahları sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara
abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün mü'minlere değil, yalnız
itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, meâlen "Ey
îmân edenler! Cum'a günü namaz
için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz
kılmaya), koşunuz. Alışverişi bırakın."
(Cum'a-9)
buyurdu. Bu hitabı yalnız itâat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda
günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid'attan başka herhangi bir günahı
yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse hakkında, Cehennemliktir diye
hükmedilemez. Resûlullahın (s.a.v.) Cennetle müjdelediklerinden başka Ehl-i
tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen:
"Muhakkak ki, Allahü
teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği
kimseden mağfiret buyurur
(affeder)." (Nisâ-6) âyet-i
kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü, Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe,
âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur.
Peygamber efendimiz (s.a.v.): "Ehl-i kıbleden
hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız"
buyurdu.
İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu hususa
meâlen, "Halbuki,
üzerinde gözetleyici melekler
var. (Amellerinizi
yazan ve Allah katında) kerîm
olan kâtip melekler var."
(İnfitâr:
10-11) âyet-i kerîmesi ile delâlet buyurdu.
Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan
edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi
kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü
teâlânın diledikleri bayılıp düşecek, (ölecekler), ikinci sûrun üfürülmesi
üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları,
ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada
iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyan eden bedenler, kıyâmet günü
diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevab ve günah işleyen eller, ayaklar ve
diller de diriltilecek, sahipleri hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ
insanların amellerini tartmak için terazi koyacak. Kimin sevabı ağır gelirse, o
kurtulacaktır. Kimin de sevabı Hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır.
Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline
verilen kimsenin hesabı kolay görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler
azâb göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre
sür'atli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır
denince, dünyâdaki köprü ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de
durum böyledir. Ahırette amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı,
fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.)
Kalbinde zerre miktarı îmânı olan kimse. Cehennemde günahı kadar yandıktan
sonra, Cehennemden çıkacaktır.
Resûllullahın (s.a.v.) şefâati, ümmetinden
büyük günah sahipleri için olacaktır. Ümmetinden bir kavmin yanıp, kara kömür
olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücûdları hiç azâb
görmemiş gibi terfi taze olacak. Kıyâmet gününde Resûlullahın (s.a.v.) havzı
bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen kimse, bir daha
susamıyacaktır. Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra
değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.
Resûlullahın (s.a.v.) mi'râc gecesi semâya
çıkarıldığına dâir habere îmân etmek vâcibdir.
Deccâl'e, Îsâ'nın (a.s.) inerek Deccâl'i
öldüreceğine, güneşin batıdan doğacağına, Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve
bunlardan başka, sika (güvenilir) zâtların Peygamberden (s.a.v.) bize nakledip,
doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi kıyâmetten önce vukua geleceklerine
dâir tevatür ile bildirilen diğer alâmetler hakkında gelen haberlere îmân etmek
lâzımdır.
Peygamber efendimizin, gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan
hadîs-i şerîflerinde, bütün getirdiklerini tasdîk etmeye, bunların muhkemleriyle
amel, müşkil, müteşâbih olanların nassını ikrar etmenin (kabul etmenin)
tefsîrini, ilim ihata edemiyecek olanların hakikatim, ilm-i ilâhiyeye havale
etmek vâcibdir.
Mü'minlerin üzerine, emr-i ma'rûf ve nehy-i
anil-münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma; vâcibtir. Muktedir olurlarsa,
yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Muktedir olmazlarsa kalbleri ile o
işi kötü görürler.
Peygamber efendimizin (s.a.v.) hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı,
Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) zamanıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn
asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünü, Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü,
Aşere-i mübeşşeredir (Cennetle müjdelenen on Sahâbî).
Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halifedir. [Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ali (r.anhüm)] Bunların halifelikleri, o zamandaki müslümanların
rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertip üzere ittifak ettiler (birleştiler).
Muhâcir ve Ensârdan ibaret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra
efdâliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin (s.a.v.)
da'vet ettiği şeylere îmân ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu
bir defa gören Eshâb-ı kirâm, Tâbiînden üstündür.
Eshâb-ı kirâm için, haklarında söylenen
hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı,
yaptıkları işler için sahih ve doğru te'vîl yolları aramalı, ta'kib ettikleri
yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zan etmelidir.
[Eshâb-ı
kirâm (aleyhimürrıdvân) arasında olan muharebeleri iyi sebeblerden dolayı
bilmelidir. Bu ayrılıklar, nefsin arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa
geçmek sevgisinden dolayı değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmârenin
kötülükleridir. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) nefsleri ise, insanların en
iyisinin (a.s.) sohbetinde, karşısında tertemiz olmuştu. Şu kadar var ki,
Emîr'in ya'ni Hz. Ali'nin (r.a.) halifeliği zamanında olan muharebelerde, o
haklı idi. Ondan ayrılan hatâ etti. Fakat ictihâd hatâsı olduğundan bir şey
denemez. Nerede kaldı ki, fâsık denilsin, ictihâd hatâsı, fısk, günah değildir.
Hattâ ayıplamağa bile izin yoktur. Çünkü, ictihâddâ hatâ edene de bir sevab
vardır. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Hepsi âdil idi. Her birinin verdiği
haber makbul idi. Hz. Ali'ye uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri
haberler, doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi. Aralarındaki muharebeler,
i'timâdın gitmesine mâni olmamıştır. O hâlde hepsini sevmek lâzımdır. Çünkü,
onları sevmek, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i
şerîfte, "Onları
seven, beni sevdiği için sever"
buyurulmuştur. Onlara
düşmanlık, Peygamberimize (s.a.v.) düşmanlık olur. Hadîs-i şerîfte: "Onlara düşmanlık
eden, bana düşman olduğu için eder"
buyurulmuştur. O büyükleri
ta'zîm etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik, tahkir etmek, O'nu
tahkirdir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Şiblî (r.a.) buyuruyor ki: "Eshâb-ı
kirâma (r.anhüm) ta'zîm etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha (s.a.v.)
îmân etmemiş olur."] Bu hususta Selef-i sâlihîn, Peygamber efendimizin "Eshâbımı
zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz"
hadîs-i şerîfine uydular. Ehl-i
ilim, bu hadîs-i şerîfin ma'nâsı için "İyiliklerinden başkası ile onları
zikretmeyiniz (anmayınız)" demektir, dediler. Yine Peygamber efendimiz: "Eshâbın
hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim kudretinde olan Allahü teâlâya yemin
ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda Uhud dağı kadar altın infâk etse,
onların küçük ölçek, hattâ yorun ölçeklerine bile varamazsınız"
buyurdu. Yine Allahü teâlâ
meâlen "Muhammed (a.s.) Allahü
teâlânın Peygamberidir. O'nun beraberinde bulunanlar
(Eshâb-ı kirâm) kâfirlere
karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rükû' ve
secde eder hâlde
(namaz kılarken) Allahü
teâlâdan sevab ve rızâ istediklerini görürsün. Secde eserinden
(çok namaz kılmaları yüzünden
meydana gelen) nişanları
yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur"
(Feth-29)
âyet-i kerîmesi ile medh ve sena eyledi.
Ya'kûb'un (a.s.) oğulları arasında meydana
gelen işler, onların kıymetini düşürmiyeceği gibi, dünyâ işlerinde, Eshâb-ı
kirâm (r.anhüm) arasında olup-biten işlerde onların kadr-u kıymetlerini
düşürmez.
İster icmâ ettikleri, ister ihtilâf ettikleri şeylerde olsun, Selef-i sâlihînin
sözlerinin dışına çıkmak hiçbir kimseye caiz değildir.
Peygamber efendimizin: "Ehl-i havâric Cehennemin kalbleridir." ve "İki fırka var
ki, onlara şefâat etmem; mürde ve kaderiyye" diye rivâyet edilen, hadîs-i
şerîflerine binâen Eshâb-ı kirâmı sevmiyenler, hâricîler, kaderiyye ve mürcieden
ibaret olan Ehl-i bid'atı zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber olmamak
gerektiğini İslâm âlimleri bildirmişlerdir. Yine Peygamber efendimiz: "Kaderiyye
bu ümmetin mecûsîleridir" buyurdu. Bunlar, Allahü teâlânın yaratması gibi
yaratabileceklerini iddia ettiler.
Müslümanların birbirlerine iyilik etmesi ve sevişmesi lâzımdır. Fakat
Peygamberimizin Eshâbından birisini, yahud Ehl-i beytini ve ezvâcını (mübârek
zevcelerini) kötüleyenlerden uzaklaşmak gerekir.
İşte Selef-i sâlihînin üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i
sâlihîn, bilgilerde kitap ve sünnetin hükmüne tâbi oldular. Halef (sonra gelen
âlimler) de bu hususta onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi fâidelendirsin.
KAYNAKLAR
1)
Tebyînü kizb-ül-müfteri
sh-38, 39
2)
Tabakât-üş-Şâfiiyye
cild-3, sh-347
3)
El-Milel ven-nihâl cild-1, sh-94
4)
Temhîd (Bakillâni)
sh-3 vd.
5)
Risâle-i Kuşeyrî sh-1, 3
6)
Şezerât-üz-zeheb
cild-3, sh-131
7)
Târîh-i Bağdâd cild-1 h sh-346
8)
İlcâm-ül-avâm sh-4
8) Esâs-üt-takdîs sh-98sh
10) Fetâvâ-yı
hadsiyye (İbn-i Hacer Heytemî) sh-111
11) Nazm-ül-ferâid
sh-17
12) Kav-ül-ül-fasl sh-3
13) Tathir-ül-fuâd
mindenis-il i'tikâd, sh-5
14) Dürr-ül-muhtâr
(Şâhidlik kısmı) cild-4
15) Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-439, 1000
16) Rehber Ansiklopedisi cild-4, sh-323
|