Hanbelî mezhebindeki tefsîr, hadîs, fıkıh âlimlerinden. İsmi, Abdülazîz bin
Ca'fer bin Ahmed bin Ziyâd bin Ma'rûf el-Begâvî olup, künyesi, Ebû Bekr'dir. 275
(m. 898)'de Bağdâd'da doğmuştur. Ebû Bekr Hallâl'in talebesi olup, onun
lakabıyla anılmıştır. Hanbelî mezhebindeki büyük âlimlerden olup, 363 (m. 974)
Şevval ayının yirmiüçüncü günü vefât etti ve aynı gün Cum'a namazından sonra
defn edildi.
Abdülazîz bin Ca'fer; Muhammed bin Osman bin Ebî Şeybe, Mûsâ bin Hârûn, Muhammed
bin Fadl el-Vâati, Sa'îd bin Aceb el-Enbârî, Ebû Halîfe Fadl bin Hab-bâb, Ali
bin Taygûr, Ca'fer el-Feryâbî, Ahmed bin Muhammed Ca'd, İbrâhîm bin Muhammed bin
Heysem, Kâsım bin Zekeriyyâ el-Mutnz, Hüseyn bin Abdullah, Ebü'l-Kâsım
el-Begâvî, Abdullah bin Ahmed, Ebû Bekr bin Ebû Dâvûd ve pek çok âlimden hadîs-i
şerîf öğrenmiş, rivâyetlerde bulunmuştur.
Ahmed bin Ali bin Osman bin Cüneyd, Bişr bin Abdullah el-Fâtinî, Ebû İshâk bin
Salalâ, Ebû Abdullah bin Batta, Ebü'l-Hasen et-Temîmî, Ebû Hafs el-Akberi, Ebû
Hafs el-Bermekî, Ebû Abdullah bin Hâmid ve pek çok âlim de Abdülazîz bin
Ca'fer'den rivâyetlerde bulunmuşlardır. Kuvvetli bir zekâya sahip olan Abdülazîz
Hallâl; çok güç, anlaşılması zor olan mes'eleleri hemen anlardı. Hadîs âlimleri,
onun sika (sağlam, güvenilir) bir râvi olduğunu bildirmişlerdir. O, son derece
ibâdete düşkün, Allahü teâlânın emirlerine uyan, dünyâya kıymet vermiyen, harâm
ve şüpheli olan şeyleri terk etmekle beraber, mubahların çoğunu da terk etmiş,
arif, âlim ve müttekî bir zât idi. Hanbelî mezhebinin büyük âlimlerinden olup,
Hanbelî mezhebindeki fıkhî beyânları pek çoktur. Bununla beraber, Ehl-i sünnet
vel-cemâat i'tikâdına hizmetleri de büyük olmuştur. Zamanının sultanı ve devlet
adamları yanında da büyük bir kıymeti vardı. Eshâb-ı kirâmın fazîlet ve
üstünlükleri sırasında Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekr, Ömer ve Osman'dan (r.anhüm
ecmâin) daha üstün olduğunu söyleyenlere karşı buyurdu ki: İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel'den işittim. Ona Eshâb-ı kirâmın fazîlet derecelerinden sorulduğu zaman
buyurdu ki: "Kim Hz. Ali'nin, Hz. Ebû Bekr'den üstün olduğuna inanırsa, muhakkak
ki Resûlullaha (s.a.v.) ta'n etmiş (kusur bulmuş) olur. Kim onun Hz. Ömer'den
üstün olduğuna'inanırsa, Resûlullaha (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekr'e ta'n etmiş olur.
Kim de Hz. Ali'nin, Hz. Osman'dan üstün olduğuna inanırsa, Hz. Ebû Bekr, Hz.
Ömer, Hz. Osman, Şûra ehli, Muhacirler ve Ensâr'a (r.anhüm ecmâîn) ta'n etmiş
olur."
Kendisine îmândaki istisnadan (ya'nî inşâallah müslümanım demekten) soruldu.
Cevâbında "Evet olabilir. Fakat bu, şek ve şübhe üzere olmayacak. Bu, amelim iyi
olmayabilir korkusundan dolayı, ihtiyaten olur" buyurdu.
Buyurdu ki:
"Başkasından gasbedilmiş (zorla alınmış) elbise ile kılınan namaz bâtıldır."
"Kadın, erkeğin yanında cemâatle namaza durduğu zaman; sağında, solunda ve
arkasında olanların namazı bozulur."
"Nafile namazda da su içmek, namazı bozar."
Ehl-i sünnet olmıyan kimselerle konuşur, onlara doğruyu anlatırdı. Çok zekî ve
büyük âlim olduğundan, onların delillerinin hepsini çürütür, söyleyecek birşey
bulamazlardı.
Ebû Bekr, Ahmed bin İshâk el-Hicrî, Ebû Fadl bin Temîmî bildiriyorlar ki: "Bir
ihtiyar zât, bir hadîs-i şerîfin tafsilâtını öğrenmek için dolaşıyordu. Onun
mes'elesi de Peygamberimizin (s.a.v.) "Kıyâmet
günü yetmişbin kimse hesâbsız Cennete girecektir"
hadîs-i şerîfinde, acaba daha
ziyâdelik var mı, daha fazla kimse hesapsız Cennete girecek mi? idi. Bu ihtiyar,
Ebû Fadl'a: "Şu şu beldeleri dolaştım. Bu hadîs-i şerîfte bildirilen (70 000)
üzerine bir fazlalık, bir ziyâdelik bulamadım. Her kime sorsam, böyle işittik
diyorlardı. Böyle sora sora Basra'ya geldim. Orada da sordum. Yine bilen olmadı.
Birgün, çok yorgun olduğum hâlde uyuya kalmışım. Rü'yâmda Peygamberimizi
(s.a.v.) gördüm. Hemen mübârek ayaklarını öptüm. Peygamberimiz bana "Ey filân
kimse. Benden işittiğin bu haber için çok yoruldun."
"Evet yâ Resûlallah" dedim.
Peygamberimiz "Bağdâd'a
Câmi-i halîfeye git. Alnı açık, yüksek sesli bir zât görürsün. Ona bu mes'eleyi
sor, o sana cevap verir"
buyurdu. Ayaklarım beni taşıyamıyacak kadar yorgun olduğu hâlde, Bağdâd'a
gittim. Kendi kendime "Bu zâtı kimseye sormayacağım" dedim. Câmi-i halîfeye
girinceye kadar Peygamberimizin tarif ettiği zâtı arıyordum. Cum'a günüydü,
câmiye girdim. Onun sesini işittiğim zaman, aynen Peygamberimizin (s.a.v.)
vasıflandırdığı şekildeydi, önünde durdum. Bu zât Ebû Bekr Abdülazîz bin Hallâl
idi. Kendisine "Ey üstâd, sana sorulacak bir mes'elem var" dedim. Abdülazîz
"İhtiyara yer açınız" dedi. Önüne vardım, bana "Otur" dedi. Ben de oturdum.
Sonra bana yavaşça "Sen Resûlullahın (s.a.v.) gönderdiği zât değil inisin?" diye
sorunca heyecandan titremeye başladım. Ona "Evet" deyip sustum. Sonra bana "Ey
ihtiyar sorunu sor" dedi. Ben de o hadîs-i şerîfi sordum. Bunun üzerine "Sen
sorduğun (hesapsız Cennete gireceklerden) birisiyle beraber bulunuyorsun"
cevâbını verdi.
Ebû Bekr Abdülazîz Hallâl son hastalığında buyurdu, ki: "Ben Cum'a gününe kadar
aranızdayım." Bunun üzerine "Allahü teâlâ sana afiyet versin" dediler. Bu sözü
söyleyenlere: "Ebû Bekr Mervezî'nin şöyle dediğini işittim: Ahmed bin Hanbel
yetmişsekiz sene yaşadı ve Cum'a günü vefât etti. Cum'a namazından sonra defn
edildi. Ebû Bekr Hallâl da yetmişsekiz sene yaşadı. Cum'a günü vefât etti ve
Cum'a namazından sonra defnolundu. Bu, onun kerâmetlerinden birisidir.
Cenâzesinde hiç görülmemiş bir cemâat bulundu.
Vefât ettiği zaman, defn edileceği yer hakkında yakınları arasında ihtilâf
çıktı. Ba'zıları vefât ettiği yere, ba'zıları ise başka bir yere defn edilmesini
istediler. Bu husustaki münâkaşa çoğaldı. Bu münâkaşa, kılıçlarını sıyırıp
vuruşma safhasına kadar geldi. Ba'zı âlimler bunlara "Sizler sultânın hareminde
mi dövüşüyorsunuz?" dediler. Bu söz üzerine onlar, seçilen hakemin emrettiği
şeyi yapacaklarını bildirdiler, iki cemâatin da arzularının hilâfına uzak ıssız
bir yere defnolundu.
Onun kabri geceleri nûr ile dolup, bu nurun, kabrinden semâya doğru yükseldiği
herkes tarafından görülürdü.
Abdülazîz Hallâl bir zaman çok sıkıntıya düştü. Bir küçük kâğıt alıp "Rahman ve
Rahim olan Allahü teâlânın ismi ile başlıyorum, Filân oğlu filân muhtaçtır" diye
yazdı. O yazılı kâğıdı alıp, halifenin kapısına geldi. Mektubu elinden bıraktı.
O sırada esen rüzgâr mektubu aldı götürdü. O da evine döndü. Az bir zaman geçti
ki kapı çalındı. Kapıyı açınca, tanımadığı bir ihtiyarla karşılaştı, ihtiyar ona
ağır bir kâğıt tomar verdi. Onu alıp içeri girdi. Kâğıtların içinde, beşyüz
dirhem olduğunu gördü. İçerisinde de yazılmış bir pusula vardı. Pusulada ise "Ey
bu mektubun sahibi! Bundan sonra birşey isteyeceğiniz zaman daha dikkatli
olunuz" yazılı olduğunu gördü.
Abdülazîz bin Ca'fer, Nu'mân bin Naîm, Sırrî bin Âsım, Muhammed bin Mus'ab,
Abdurrahmân bin Arar, Abde bin Ebî Lübâbe'den, o da Ebû Hüreyre'den (r.a.)
rivâyet etti. Peygamberimiz (s.a.v.) "Kadere îmân; hüzün ve kederi giderir"
buyurdu. Yine rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamberimiz (s.a.v.) "Sizin en
hayırlınız,
Kur'ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir"
buyurdular.
Yazmış olduğu kitaplardan ba'zıları şunlardır: el-Muknî, yüz cüzlük bir
kitaptır. eş-Şâfiî, seksen cüzdür. Muhtasar-ı Sünne, Tefsîr-ül-Kur'ân gibi
kitapları da vardır.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh-119
2)
Târih-i Bağdâd, cild-10, sh-459
3)
Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh-45
4)
El-A'lâm cild-4, sh-15
5)
Mu'cem-ül-müellifîn cild-5, sh-244
|