Oniki imâmın onbirincisi. İmâm-ı Âli
Nakî'nin oğludur. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı Zeki, Hâlis, Sirâc'dır. Babasının
olduğu gibi, kendisi de "Askerî" ismi ile meşhûr olmuştur. 232 (m. 846) yık Rebî'-ül-evvelin
dördüncü gününde Medîne-i münevyerede dünyâya geldi. 261 (m. 875) senesinde
Bağdâd'da vefât etti. Samarrâ'da babasının yanına defn edildi.
İmâm-ı Askerî
hazretleri, cesur, kerîm, cömerd ve âlim bir zâttır. Yalnız bir oğlu olup, o da,
oniki imâmın onikincisi ya'nî sonuncusu olan Muhammed Mehdî hazretleridir. Bir
çok kerâmetleri vardır.
Kendisini çok
sevenlerden bir zât anlatır:
"Zindana
düşmüştüm. Zindan çok dar ve ayağımdaki zincirler de çok ağır idi. İmâm-ı Askerî
hazretlerine bir mektûb yazarak sıkıntımı anlattım. Mektuba geçim sıkıntımın da
olduğunu yazacaktım, fakat utandığım için yazamadım. İmâm-ı Askerî hazretleri,
mektuba verdikleri cevapta; "Bu mektubu aldığın gün, öğle namazını evinde
kılacaksın" diye yazmış. Hakikaten o gün öğle üzeri, beni zindandan çıkarıp
serbest bıraktılar. Sevinç içinde evime geldim, namazımı kıldım. Kapım çalındı,
kapıyı açtığımda İmâm-ı Askerî hazretlerinin hizmetçisi ile karşılaştım. Bana
yüz altın ile bir mektûb bıraktı. Mektubu açtığımda şunların yazılı olduğunu
gördüm: "Ne zaman bir ihtiyâcın olursa iste! İstediğin şeye, Allahü teâlânın
izniyle kavuşursun."
İmâmı
sevenlerden biri, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatan "İmâm-ı Askerî
hazretlerine bir mektûb yazarak ba'zı şeyler sordum. Bahar hummasından da
soracaktım. Fakat unutmuştum. Daha sonra suâllerimin cevâbı geldi. Suâllerin
cevâbından sonra şöyle yazmışlar "Bu suâllerle beraber bahar hummasını da
soracaktın, fakat unuttun. Onun cevâbını da verelim. "Ey ateş! İbrâhîm'in
üzerine soğuk ve emin ol" âyet-i kerîmesini yazıp, hummalı hastanın boynuna
aşılırsa şifâ bulur" buyurdu. Dedikleri gibi yaptım. Hasta şifâ buldu."
Fakîr bir
kimse anlatır. "İmâm-ı Askerî'nin (r.a.) huzurunda idim. Fakîr olduğumu, ba'zı
ihtiyaçlarımı temin edebilmem için paraya ihtiyâcım olduğunu söyledim. O anda
elinde baston vardı. Bastonun ucu ile yeri kazdı. Biraz sonra yerden, beşyüz
altın kıymetinde, bir kalıp külçe altın çıkardı. Çıkan altını bana verdi. Ben de
ihtiyâcımı karşıladım."
Muhammed bin
Ca'fer isimli bir genç anlatır: "Geçim sıkıntısı içindeydik. Bugün babam bana
dedi ki: "Oğlum gel İmâm-ı Askerî hazretlerine gidelim. Onun çok cömert olduğunu
söylüyorlar. Bizi de boş çevirmez. Bir ihsanda bulunabilir." Ben de "Peki, baba
sen onu hiç gördün mü?" deyince; babam: "Hayır" diye cevap verdi. Daha sonra
gitmeğe karar verip beraber yola çıkınca bana dedi ki: "Beşyüz akçe verse, üçyüz
akçesi ile elbise, ikiyüz akçesi ile de un, geri kalanla da diğer
ihtiyaçlarımızı alırız." Ben de, "Bana da üçyüz akçe verse, yüz akçe ile elbise,
yüz akçe ile yiyecek ve yüz akçesi ile de merkep alıp, Kâhistan tarafına gitsem"
dedim, İmâm-ı Askerî hazretlerinin kapısına geldiğimizde, kapıya birisi çıkarak,
babamı ve beni ismimizle çağırdı ve içeri girdik. İmâm-ı Askerî hazretleri
"Şimdiye kadar niçin gelmediniz?" diye sordu. Babam da, "Perişan hâlimizle
yanınıza gelmeğe utandık" dedi. Ziyâretten sonra çıkıp giderken, arkamızdan
hizmetçi koşarak geldi ve bir kese babama vererek "Bu kesede beşyüz akçe vardır.
İkiyüz akçesi ile elbise, ikiyüzü ile un ve yüz akçesi ile çeşitli
ihtiyaçlarınızı alırsınız" dedi. Bana dönerek bir kese de bana verdi. Bana da
"Bu kesede üçyüz akçe vardır. Yüz akçesi ile elbise, yüz akçesi ile yiyecek, yüz
akçesi ile de bir merkep alırsın, yalnız Kâhistan tarafına gitme" dedi. Daha
sonra meydana gelen hâdiselerden, oraya gitmemin benim için iyi olmıyacağını
anladım." Halife'nin huysuz bir atı vardı. Değil binmek, eyer bile vuramazlardı.
Halife'nin hizmetçilerinden biri "Bu atı İmâm-ı Askerî görsün. Ya bu at onu
öldürür, veyahut at kullanılır hâle gelir" dedi. İmâm saraya çağrıldı. Sarayın
bahçesine girince, doğruca o atin yanına gitti. Ata elini sürdü. At hemen
terlemeğe başladı. Sonra Halife, hazret-i imâmın yanına gelerek, ta'zîmden
sonra, "Efendim biz bu atı hiç kullanamıyoruz. Terbiye de edemedik. Buna bir
eyer vurup eğitebilir misiniz?" dedi. İmâm-ı Askerî hazretleri atin yanına
vardı, eyerini vurdu. Halife "Bir de biner misiniz?" dedi. Bunun üzerine ata
bindi. Sarayın bahçesinde koşturdu. At, en ufak bir serkeşlik yapmadı. Sonra
attan inip halifenin yanına gelerek, "Bundan daha iyisini görmedim" buyurdu.
Halife çok hayret etti ve atı İmâm-ı Askerî hazretlerine hediyye etti.
Kendisini
sevenlerden biri: "İmâm-ı Asker! hazretlerine bir mektûb yazarak, mişkâtin
ma'nâsını sordum. Doğacak çocuğuma ad koymasını ve duâ etmesini istirham ettim.
Cevâbî mektubunda "Mişkât, Resûlullahın kalbidir" buyurdu. Doğacak çocuk için
bir şey yoktu. Ancak mektubun sonuna, "Allahü teâlâ sana büyük ecr ve sonra
hayırlı bir evlât versin" yazmıştı. Çocuğum ölü doğdu. Daha sonra da bir erkek
çocuğum dünyâya geldi" diye anlatmıştır.
Birisi
anlatır: "İmâm-ı Askerî hazretlerinin huzurunda oturuyordum, içeriye temiz yüzlü
bir genç girdi. Kendi kendime "Acaba bu kimdir?" diye merak ettim. Hemen bana
dönüp: "Bu genç Ümm-i Gânim'in oğludur. Bütün dedelerimin yüzükleriyle,
mühürlerini bastıkları taşın sahibidir. Taşa benim de mühür basmam için geldi"
buyurdu. Sonra o gence "Taşı ver" dedi. Genç, taşı çıkarıp verdi. Yüzüğünü taşın
mühür olmayan düz bir yerine bastı. Mühür meydana çıktı. Açık olarak (Hasan bin
Ali) yazdığını gördüm. Sonra genç dışarı çıkıp gitti."
KAYNAKLAR
1)
Mû'cem-ül-müellifîn
cild-3, sh-261
2)
Vefeyât-ül-a'yân
cild-2, sh-94
3)
El-A'lâm cild-2, sh-200
4)
Târîh-i Bağdâd cild-2, sh-366
5)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1011
6) Nûr-ül-ebsârsh-159
|