Evliyânın
büyüklerinden. Allahü teâlânın aşkıyla yananların öncüsü, ibâdet ve tâatta,
nefse düşmanlıkta, işlerinin güzelliğinde, konuşmasının tatlılığında, şaşılacak
hâller, keskin görüşler ve doğru firâsetler sahibi olup, ismi Ahmed bin
Muhammed, künyesi Ebü'l-Hüseyin'dir. İbn-i Begâvî denilmekle tanınır. Babası,
Herat ile Merv arasında bulunan Buğşur şehrinden olup, Ebü'l-Hüseyin (r.a.)
Bağdâd'da doğdu ve orada yetişti. Zünnûn-i Mısrî, Sırrî-yi Sekâtî, Ahmed bin
Ebü'l-Havârî, Muhammed bin Ali Kassab gibi zâtları görüp kendilerinden ilim
öğrendi. Cüneyd-i Bağdâdînin (r.a.) akranıdır. Sonra gelen âlimler, onun
yüksekliğini, ittifakla bildirip, kendisine Emîr-ul-Kulûb (kalblerin emîri)
dediler. Karanlık gecede, odasında söz söylese, mübârek ağzından nûr çıkar, bu
nûr ile oda aydınlanırdı. Bunun için ve firaset nurunun çokluğu ile bâtın
hâllerinden çok haberler verdiği için, kendisine Nuri denilirdi. Tenhada bir
kulübesi vardı. Geceleri orada bulunur ve hep ibâdet ederdi. Kulübesinden göke
kadar bir nûr çıkar, bunu herkes görürdü. 295 (m. 908)'de vefât etti. Cüneyd-i
Bağdâdî (r.a.), "Nûrî, zamanın sıddîkı idi. O-nun vefâtı ile ilmin yarası gitti"
buyurdu.
Ebû
Muhammed Megazilî diyor ki: "Nûrî kadar çok ibâdet eden başka bir kimse daha
görmedim." Nefsine ağır gelen şeyleri yapmakta çok şiddetli, olup, çok
sıkıntılara katlanırdı. Sabahleyin birkaç ekmek alıp, evinden "Dükkâna,
gidiyorum" diye çıkardı. Yolda aç olanlara ekmekleri verir, kendisi mescide
gidip öğleye kadar ibâdet eder, ondan sonra dükkânına giderdi. Evdekiler,
götürdüğü ekmeklerle dükkânda bir şeyler yediğini zannederlerdi. Dükkândakiler
de yemeğini evde yiyip geldi. diye düşünürlerdi Bu hâl yirmi yıl devam etti.
Bir defa
Bağdâd'da Bâkırcıların bulunduğu çarşıda büyük bir yangın çıkıp, çok kimse
yandı. Dükkânlardan birinde iki tane Anadolu çocuğu vardı. Ateş etraflarını
sarınca, çocuklar imdat istemeye başladılar; Ateş, çok şiddetli olduğundan, hiç
kimse bu çocukları kurtarmak için ateşe girmeye cesaret, edemiyordu. Bu
çocukların ustası olan kimse, "Kim bunları kurtarırsa kendisine bin altın
vereceğim" dedi. Bu sırada Ebü'l-Hüseyin Nûrî (r.a.) oraya gelmişti ve durumu
görünce, Besmele çekip ateşe girdi ve çocukları tutup çıkardı. Hiç birine zarar
gelmedi. Çocukların ustası olan kimse, Ebü'l-Hüseyin hazretlerine bin altını
takdim edince, O kabul etmeyip, "Sen Allahü teâlâya şükret ve o altınları al.
Allahü teâlâ bize bu mertebeyi paraya pula meyl etmememiz sebebiyle verdi. Biz
dünyâyı değil âhıreti istiyoruz" buyurdu.
Bir defa
Sahrada yürürken ayağına diken battı ve ayağından kan aktı. Akan her damla,
yerde "Allah" yazıyordu.
Bir defa hamama
gitmişti. Bir kimse, elbiselerini alıp gitti. "Yâ Rabbi, elbisesiz ne yaparım.
Bana elbiselerimi iade eyle" diye duâ etti. Elbiseyi götüren kimse, o anda geri
geldi ve kendisinden özür diledi.
Allahü
teâlâya kavuşturan yolda ilerliyebilmek için (nefs) engelini aşmak lâzım
olduğunu düşünüp, kendi nefsine şöyle dedi: "Ey nefsim! Senelerdir, hevâ ve
hevesine uygun olarak yiyip-içtin, yatıp uyudun, gezip-gördün, dilediğin gibi
yaşayıp, her arzunu tatmin ettin. Ama bundan sonra hevâ olan şeylerin hepsini
terk edip, hep ibâdet ile meşgul olacaksın ve bu zamana kadar, hevâ ve hevesine
uyarak, yaptığın şeylerin ve arzu ettiklerinin hiç birisine kavuşamıyacaksın.
Bunları yaparken, sabredip tahammül gösterebilirsen çok büyük se'âdete
kavuşursun. Eğer tahammül edemeyip ölürsen, hiç değilse bu yolda ölmüş olursun."
Kendisi şöyle anlatıyor: Bunlara uygun olarak kırk sene kadar nefsimle mücâdele
ettim. (Bu yolda olanların kalpleri gayet nâzik olup, bir çok sırlara vâkıf
olurlar) diye duymuştum. Kendimde böyle bir hâl göremediğim için, kendimi
kusurlu kabahatli bulup, nefsime olan düşmanlığımı arttırdım. Zîrâ biliyordum
ki, bu büyüklerin sözleri mutlaka doğrudur ve bildirdikleri gibi olur. Nefsimin
arzu ettiklerinin tam tersini yapmaya devam edip, nefsimin zevk aldığı şeylerden
hiçbirinin çevresine dahi yaklaşmadım. Ondan sonra Allahü teâlânın çok
ihsanlarına kavuştum..
Ba'zı
hasedci kimseler, zamanın halifesine gidip, tasavvuf ehli zâtlar hakkında
uygunsuz sözler sarf edip, cezalandırılmaları gerektiğini söylediler. Öyle ki,
tasavvuf ehli zâtların hâllerini, halifeye hâşâ küfür üzere bulunuyorlar diye
anlattılar. Halife bunları duyunca, bahsedilen zâtların idam edilmesi için
ferman çıkardı. Bu zâtlar, Ebü'l-Hüseyin Nûrî, Cüneyd, Şiblî, Ebû Hamza, Rakkâm
idi. (r.aleyhim). Cellâd, önce Rakkâm'ı idam edecek iken Hz. Nûrî fırlayıp, idam
sehbasınâ geldi ve "Önce beni idam et" dedi. Cellâd "Kılıç, kendisine koşulacak
bir şey değildir. Niçin acele ediyorsun? Sana henüz sıra gelmedi" deyince, Nûrî
(r.a.), "Bizim yolumuz îsâr (arkadaşını, kendine tercih etmek), fedâkârlık
yoludur. En kıymetli ve tatlı şey candır. Ben kendimi fedâ edip, bir kaç saniye
de olsa bu kardeşlerimin yaşamasını arzu ediyorum..." buyurdu. Bunlar halifeye
arz edilince halife bu zâtların hâline çok hayret edip, "Bunların hâllerini kadı
(hâkim) incelesin" dedi. Kadı, Nuri'nin bu sözlerini duymuştu ve Hz. Cüneyd'in
ilminin yüksekliğini biliyordu. Kadı, Şiblî'ye "yirmi altının zekâtı nedir?"
dedi. Şiblî, "Yirmibuçuk altın" deyince, Kadı, "Böyle yapan bir kimse var mı?"
diye sordu. Hz. Şiblî, "Evet, Ebû Bekr-i Sıddîk, elinde bulunan kırkbin altının
hepsini vermiş idi" buyurdu. Kadı, "Peki, yirmi buçuk altın dediniz. Elinde
bulunan yirmi altının hepsini verdikten sonra, bu yarım altın ne demek oluyor?"
deyince, Hz. Şiblî "O, altınları elinde biriktirmiş olmanın cezasıdır" buyurdu.
Kadı, Hz. Nuri'ye de bir suâl sorup, hemen cevâbını aldı. Nûrî (r.a.) "Ey kadı!
Bu suâlleri soruyorsun ama, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onların
oturması, kalkması, durması, yürümesi, uyuması, dinlenmesi, hâsılı bütün
hayatları, bir an kesintiye uğramadan hep Allahü teâlâ iledir. Sen niçin bunları
sormuyorsun. Esas ilim bu âlimlerdedir..." buyurdu. Kâdı bunları dinleyince,
derhal halifeye haber gönderip, "Eğer bu zâtlar zararlı ve kötü kimseler ise,
ben, yeryüzünde iyi bir kimsenin bulunduğunu kabul etmem. Bunlar çok yüksek
zâtlardır. Kendilerinden devlete hiçbir zarar gelmez" dedi. Halife bu haberi
alınca, kendilerini çağırarak bir arzuları olup olmadığını sordu. Onlar, "Bizim
arzumuz, bizi unutmandır. Biz, senin bizi kabul etmen ile şeref kazanmayız,
buradan kovman ile de hakîr olmayız. Ya'nî bizi kabul etmen veya kovman bizim
için aynıdır. En iyisi sen bizi unut, bizi kendi hâlimize bırak" dediler. Halife
çok ağlayıp, izzet ikrâm ve hürmet ile kendilerini uğurladı.
Ebû
Bekir Şiblî (r.a.) bir yerde va'z ediyordu. Ebü'l-Hüseyin Nûrî (r.a.) oraya
geldi ve "Ey Şiblî! Allahü teâlâ, ilmi ile amel etmeyen âlimden râzı değildir ve
onun anlattıkları, kimseye te'sîr etmez. İlmin ile amel ediyor isen bu kıymetli
vazifeye devam et. Değilse bu vazifeyi ehline bırak" buyurunca, Şiblî biraz
düşünüp, kendisini bu vazifeye lâyık olarak görmedi ve bu vazifeden ayrılıp
evine çekildi. Ebü'l-Hüseyin-i Nûrî hazretlerinin büyüklüğünü bilen İsfehânlı
bir genç, kendisini ziyâret için Bağdâd'a gitmek istedi. İsfehân hükümdarı bu
gence, oraya gitmemesini, o zâtla görüşmemesini istedi. Bu arzusundan vaz
geçmesi hâlinde kendisine bir köşk, bin altın kıymetinde eşya ile, bir câriye ve
ayrıca bin altın vereceğini bildirdi ise de, genç, muhabbetinin çokluğu
sebebiyle, yalın ayak yola çıktı. Bağdâd'a yaklaştığı bir sırada, Hz. Nûrî
talebelerine emredip gencin geçeceği yolun bir kısmının süpürülerek
temizlenmesini istedi ve "Bu yolun büyüklerinin muhabbeti ile yanan bir genç,
yalın ayak buraya geliyor" buyurdu. Genç geldiğinde, "Nereden geliyorsun?" diye
sordu. O da, "İsfehan'dan" deyince, "Şayet İsfehân hükümdarı, (Eğer oraya
gitmekten vaz geçersen sana, içinde bin altın kıymetinde eşya ve bir câriye
bulunan çok güzel bir köşkü, içindekilerle birlikte vereceğim. Ayrıca bin altın
tda hediye edeceğim) deseydi ne yapardın?" dedi. Bunu duyan gencin muhabbeti
daha da fazlalaştı. Hüngür hüngür ağlıyarak "Hepsini terk edip geldim efendim"
diyebildi, Hz. Nuri, "Onsekizbin âlemi bir tepsinin üzerine koyup, bu yolda
yürümek arzusunda olan bir talebenin önüne sunsalar, bu kimsede, o tepsiye göz
ucuyla bir baksa, ona, bu yolda ilerlemek nasîb olmaz" buyurdu.
Ca'fer-i
Huldî şöyle anlatıyor: Hz. Nuri, Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî!
Cennet ve Cehennemi insanlarla doldurmak senin muradındır. Benim vücûdumu,
Cehennemin tamamını dolduracak kadar büyüt ki, diğer insanların yerine ben
yanayım. Onlar da Cennete gitsinler. Böylece hem senin muradın yerine gelmiş
olur ve hem de insanlar azâb görmemiş olurlar" dedi. Biraz sonra ben uyudum.
Rü'yâmda bana şöyle denildi, "Nuri'ye gidip, (Allahü teâlâ buyuruyor ki, O'nu, o
merhameti sebebiyle mağfiret eyledim) de." Hz. Şiblî, Hz. Nuri'ye, "Allahü
teâlânın huzurunda bulunduğunuzu düşünerek murakabeye daldığınızda, bir
kılınızın dahi kıpırdamadığını, aynı hâlde kaldığınızı görüyoruz. Bunu kimden
öğrendiniz?" diye sorunca, "Fare deliğinin ağzında, avının çıkmasını beklerken,
benden çok daha sakin ve dikkatli olarak duran kediden öğrendim" buyurdu.
Bir gece
Kâdsiyeliler, şöyle bir ses duydular "Ey ahâli! Allahü teâlânın dostlarından bir
zât (Arslanlar Vadisi) denilen yerde kendisini tevkif etti. Ona yardım edin, onu
kurtarın" diyordu. Bütün ahâli yola dökülüp, bildirilen yere vardılar. Orası
vahşî hayvanların bulunduğu yerdi. Oraya vardıklarında gördüler ki, Nuri (r.a.)
bir çukura inmiş, orada bekliyor. Kendisini oradan çıkarıp, Kadsiye'ye
götürdüler ve bu hâlin sebebini sordular. Cevâbında, "Uzun zamandan beri birşey
yiyip içmediğim için, karnım çok acıkmıştı. Ekmek ile hurma yiyecektim. Nefsim
hurmanın tazesini arzuladı. Demek bende, hâlâ nefsânî arzular var. Şurada vahşi
arslanlar beni parçalasınlar da, nefsim taze hurma istemesin diyerek çukura
indim. Nefsin insana yaptığı zarar, arslanın yapacağı zarardan çok daha
fazladır" buyurdu.
Zeytûne
adında bir hizmetçisi vardı. Birgün kendisine ekmek ve süt hazırlayıp getirdi.
Hz. Nuri, ekmeği yemeğe başlayınca, hizmetçi, "Ne münasebetsiz birisi, ellerini
yıkamadan yemeğe başlıyor" diye düşündü. Tam bu sırada bir kadın gelip
hizmetçiye "Bu kadın benim çamaşırlarımın bulunduğu bohçamı" çaldı deyip,
Zeytûne'nin yakasına yapıştı valiye götürdü. Hz. Nuri, valiye gidip, Zeytûne'ye
eziyyet etmemelerini, kaybolan bohçanın, gelmekte olduğunu söyledi. Bu sırada
bir câriye, kaybolan bohçayı getirdi. Zeytûne'yi serbest bıraktılar. Nuri (r.a.)
hizmetçisine "Bir daha ne münasebetsiz birim diyecek misin?" buyurdu. Zeytûne
hatâsını anlayıp, "Asla böyle bir şey düşünmem" dedi ve tövbe etti.
Ebü'l-Hüseyin-i
Nuri (r.a.) bir zaman rahatsız oldu. Cüneyd (r.a.), kendisini ziyârete gelip,
çiçek ve meyve getirdi. Bir zaman sonra Hz. Cüneyd rahatsız oldu. Hz. Nuri,
talebelerinden bir kaçı ile kendisini ziyârete gitti. Ziyâret esnasında,
talebelerine, "Herkes, Cüneyd'in rahatsızlığından bir miktar kendi üzerine
alsın" buyurdu. Talebeler, "Peki efendim, aldık" dediler. Bu anda Cüneyd (r.a.)
sıhhate kavuşup ayağa kalktı. Ebü'l-Hüseyin, "Çiçek ile meyve ile hasta ziyâret
etmek yerine, bizim yaptığımız gibi ziyâret edilirse, hasta daha çok memnun
edilmiş olur" buyurup ayrıldılar.
Ebü'l-Hüseyin
(r.a.) zayıf ve halsiz bir ihtiyara kırbaç vurulduğunu, o hâline rağmen
ihtiyarın sabrettiğini gördü. "Bu kadar halsiz ve güçsüz olmanıza rağmen, nasıl
bu kadar ezaya sabredebiliyorsunuz?" diye sordu, ihtiyar "Evlâdım! Belâya
sabretmek ve tahammül etmek beden ile değil, himmet iledir" dedi. Hz. Nuri,
"Peki, sabır nedir?" deyince, ihtiyar, "Sabır, belâ geldiği zamanki hâlin ile,
belâ gittiği zamanki hâlin eşit olmasıdır" dedi.
Ebü'l-Hüseyin-i
Nuri (r.a.) buyurdu ki:
"Tasavvuf,
insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya
yaklaşmaktır."
"Bu zamanda
ilmi ile amel eden âlim ve hakikati anlatan arif kimse, yok gibidir."
"İnsan,
mahlûkları, eşyayı görmekle değil, bunları görünce, bunları yaratan zâtın
büyüklüğünü düşünmekle huzur bulur." "Dünyâ Allahü teâlânın dînine hizmet;
âhıret ise Allahü teâlâya kurbet (yakınlık) yeridir."
KAYNAKLAR
1) Tabakât-üs-sûfiyye
sh-164
2) Hilyet-ül-evliyâ
cild-10, sh-249
3) Târîh-i
Bağdâd cild-5, sh-130
4) Nefehât-ül-üns
sh-130
5) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1000
6) Risâle-i
Kuşeyrî sh-112
7) Keşf-ül-mahcûb
sh-130
8) Tezkiret-ül-evliyâ
cild-2, sh-39
9) Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-97
10)
Sıfat-üs-safve cild-2, sh-294
|