Evliyânın
büyüklerinden. İsmi, Ömer bin Seleme en-Nişâbûrî'dir. "Ebû Hafs" künyesi ile
meşhûrdur. Babasına "Selem" de denir. Demircilikle uğraştığı için "Haddâd"
lakabı ile anılmaktadır. Buhara yolu üzerinde, Nişâbûr şehrinin girişine yakın
bir yerde olan Körezba isimli köyde doğdu. 270 (m. 883) senesinde vefât etti.
Vefâtı hakkında çeşitli târihler vardır. Ubeydullah bin Mehdî Ebî Verdî ve Ali
en-Nasrabâdî'nin sohbetinde bulunup, feyz almıştır. Ahmed bin Hadreveyh el-Belhî
ile arkadaşlık etti. Şah İbn-i Şüca' el-Kirmânî ve Ebû Osmân-ı Sa'îd bin İsmâil
kendisinin talebelerindendir.
Ebû
Hafs-ı Haddâd, kerâmet, mürüvvet itibariyle zamanında eşsizdi Âbid, âşık, zâhid,
dünyâyı terk etmiş, gönül sultanı büyük bir zâttı. Allahü teâlâyı hatırladığı
zaman rengi değişir, kendinden geçerdi. Yanında bulunup, onun bu halini görenler
Allahü teâlâyı hatırlardı.
O'nun tövbesi
ve büyüklerin yoluna giriş hâli şöyle anlatılır: Bir cariyeyi sevmişti, ona
kavuşmayı çok arzu ediyor ve bunun çârelerini araştırıyordu. Yakınları kendisine
şöyle bir yol gösterdiler "Senin derdine deva bulacak yahudi bir büyücü var,
onun yanına git!" dediler. Ebû Hafs hemen vakit geçirmeden büyücüye gitti.
Durumunu anlattı yardım istedi. Efsuncu yahudi, ona: "İyiliği terk edeceksin,
kırk gün gece ve gündüz namaz kılmayacaksın, hayırlı iş ve hak bildiğin şeylerin
yanına varmayacaksın ki, ben seni muradına kavuşturayım" dedi. Ebû Hafs,
büyücünün dediği şeyleri yaptı. Kırk günün bitiminde, büyücü, Ebû Hafs'a sihir
yaptı. Fakat Ebû Hafs muradına nâil olamadı. Bunun üzerine yahudi: "Sen mutlaka
iyi bir iş ve harekette bulunmuşsun, hayır yapmışsın. Yoksa sihir tutardı.
Yaptığın iyiliği hatırlamaya çalış!" dedi. Ebû Hafs: "Şu yaptığım iş hariç, hiç
bir güzel niyet ve hayrımı hatırlamıyorum. O da, yolda giderken kimsenin ayağı
takılıp düşmesin diye ortada bulunan bir taşı alıp kenara koymamdır" buyurdu.
Yahudi: "Sen, kırk gün O'nun emrini yerine getirmeyip hükmünü terk ettiğin
halde, O seni terk etmedi. Hiç korkma, Allah arzunu boşa çıkarmaz" dedi. Bu
sözler üzerine Ebû Hafs'ın içine öyle bir ateş düştü ki, bu ateş her tarafını
sardı, dayanamayacak bir hâl aldı. Orada tövbe etti. Yahudi de onun yanında
müslüman oldu.
Ebû
Hafs'ı Haddâd, o sırada demircilik yapıyordu. Tövbe ettikten sonra hâllerini
gizlemeye çalışırdı. Hergün kazandığı bir altını kimsesizlere, yoksullara
dağıtır, geceleri dul kadınların kapısına yiyecek bırakırdı. Kendisi yatsı
namazında borç alır, bununla orucunu açardı, öyle zaman olurdu ki, pınarda kalan
sebzeleri toplar, bunları temizler, pişirir ve yerdi.
Ebû
Hafs-ı Haddâd, bir gün sokakta gözleri görmeyen birisinin: "Allahtan
beklemedikleri
şey kendilerine göründü"
(Zümer sûresi-47) âyet-i kerîmesini okuduğunu
işitince kendinden geçti. Elini ocağa sokup, kızgın demiri çıkardı, örs üzerinde
dönderdi. Çıraklar hayret içinde "Bu, ne hâl usta!" diye bağrıştılar. Ebû Hafs-ı
Haddâd "Dövün!" buyurdu. Çıraklar: "Usta bu dövülüp temizlenmiş!" dediler. Ebû
Hafs, kendine gelince: "Yıllardır, bu işi bırakmaya çalıştım, fakat başaramadım,
ama meslek bizi bıraktı" buyurup işini terk etti. Rabbine ibâdete yönelip,
halkın içine karışmaz oldu. Kendilerine yakın bir yerde, hadîs-i şerîf okunur ve
dinlenirdi. Ebû Hafs'a: "Sen niçin gelip de dinlemiyorsun?" dediler. Ebû Hafs
da: "Bir hadîs-i şerîf işitmiştim, otuz senedir bu hadîs-i şerîfe uygun hareket
etmek istiyorum, fakat yapamıyorum. Diğer hadîs-i şerîfleri işittiğimde nasıl
yaparım" buyurduklarında, onlar: "O, hangi hadîs-i şerîftir?" dediler. Ebû Hafs:
"Kişinin işine yaramayan
şeyleri terk etmesi, iyi bir müslüman olu-şundandır"
hadîs-i
şerîfidir" diye cevap verdi.
Birgün
yolda giderken, ağlayıp sızlayan şaşırmış bir adama rastladı. Ona; "Bir derdin
mi var?" diye sorunca, adam: "Bir tek bineğim vardı, onu da kaybettim, başka bir
şeyim yok" dedi. Ebû Hafs duâ edince bineği çıkageldi.
Ebû
Osman şöyle anlatır: "Ebû Hafs'ın yanına gitmiştim, önüne konulmuş bir kaç muz
gördüm. Bir tane aldım, yerken boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana: "Hangi
hakla muzlarımdan alıp yiyebili-yorsun?" dedi. Ben de: "Efendim, kalbinizi
bilirim, size itimâd ederim. Sahip olduğun şeyleri dağıtırsın, ikrâm edersin"
dedim. Bana: "Ey kendini bilmez! Ben kendime güvenemiyorum ki, sen nasıl
güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Ben
kendimde meydana gelecek şeyleri bilmiyorum. Kişi, kendisinden hâsıl olacak
şeyleri bilmezse, başkasından olacak, şeyleri nasıl bilir?" buyurdular.
Birgün
çarşıya çıkmışlardı. Yolda bir yahudi ile karşılaştılar. Ebû Hafs hemen yere
düştü. Kendine geldiğinde, niçin böyle bir durum olduğunu sordular. Buyurdu ki:
"Ben müslüman olduğum için Allahü teâlânın lütufları içindeyim. Şimdi ise O'nun
adaleti ile muamele ettiği bir adamı gördüm. Eğer, Allahü teâlâ onu lütfuyla,
bana da adaletiyle muamele ederse hâlim nice olur?"
Ebû
Hafs hazretleri, hac yolculuğuna çıkmışlardı. Kendisi ümmî idi. Bağdâd'a
ulaşınca, talebeler; "Horasan'ın ileri gelen evliyâsından olan bir zâtın,
karşısındaki bir kimse ile tercümanla konuşması ne ayıp!" dediler. Cüneyd-i
Bağdâdî talebelerini, Ebû Hafs'ı karşılamaya gönderdi. Ebû Hafs da onun tale-beleriyle
çok açık ve anlaşılır bir Arapça ile konuştu. Bu durumu gören talebeler mahcup
oldular. Âlimlerden meydana gelmiş topluluk O'na, "Fütüvvef’in ne demek olduğunu
sordular. Ebû Hafs "Önce siz konuşun, güzel ifâde size mahsustur" buyurdular.
Cüneyd-i Bağdâdî, "Kendinde olanı görmemen, yaptığın bir işi, "Bunu ben yaptım"
diyerek kendine maletmemendir." Ebû Hafs da: "Bize göre fütüvvet, "İnsaf etmek,
fakat insaf beklememektir." Cüneyd-i Bağdâdî: "Haydi arkadaşlar, gidelim. Zîrâ
o, insanların etrafına bir hat çekti. Hepsini fütüvvetle geçti, kimsenin
söyliyemeyeceği sözü söyledi" buyurdular.
Ebû
Hafs, öyle heybetli otururdu ki, bu hâli sohbetinde bulunanlara te'sîreder,
hiçbir talebesi emri olmadan oturup kalkamaz, yüzüne bakmaya cesaret edemezdi.
Edebli bir şekilde otururlardı. Birgün Cüneyd-i Bağdâdî ona: "Talebelerine,
büyüklerin yanında oturma edeblerini ne iyi öğretmişsin" dedi. Ebû Hafs: "Sen,
mektubun başlığına önem vermiyorsun. Ba'zan başlık, mektûbtaki bilgilerin
sıhhatine fleol olabilir" buyurdu. Sonra: "Bir kazan baharatlı yemek ve helva
yapmaları için talebelerinize söyleyiniz" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî bir
talebesine işaret etti. Bir müddet sonra yemek geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd: "Bunu
bir hamalın başına koy, yorulduğu evin kapısında seslensin!" Hamal, denileni
yaptı. Yorulduğu yerdeki ev sahibine seslendi. Ev sahibi: "Eğer, baharatlı bir
yiyecek ve helva getirdiysen, içeriye buyur!" dedi. Hamal: "Allah Allah, acâib
şey!" dedi ve ev sahibine: "Benim baharatlı yiyecek getireceğimi nereden
bildin?" dedi. Ev sahibi: "Çocuklarım, bu yemeği uzun zamandır benden
istiyorlardı. Dün duâ ederken hatırından bu yemekler geçmişti, isteğimin
çevrilmeyeceğim biliyordum."
Ebû
Hafs-ı Haddâd'ın, edebe son derece riâyetkâr, kibar bir talebesi vardı. Cüneyd-i
Bağdâdî bir kaç defa ona dikkat etti. Ebû Hafs'a "Bu talebe, kaç senedir
yanınızda bulunmaktadır?" diye sordu. Ebû Hafs da: "On yıldır" diye cevap verdi.
Cüneyd-i Bağdâdî: "Üstün bir nezâketi, gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir
edebi yar" buyurdu. Ebû Hafs, bunun üzerine: "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için
onyedibin altın harcadı, onyedibin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize
söyleme cesaretini kendinde bulamadı" buyurdu.
Ebû
Hafs-ı Haddâd hacca gitmişti. Hac dönüşünde, Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebeleri
karşıladılar. Onlara "Yol hediyem şu sözümdür; eğer bir arkadaşınız size
saygısızlık ederse, onu özür dilemeye teşvik edin! Fakat siz, onun dilediğinden
çok özür dileyin. Eğer kırgınlık gitmemişse ve hakkın da kendi tarafınızda
olduğuna kanâat getirirseniz, yine arkadaşınızı en güzel bir şekilde özür
dilemeye teşvik edin ve siz de özür dileyin! Kırk gün buna devam edin! Yine
kırgınlık gitmezse, o zaman kendinize şöyle deyin: "Ey ahmak nefs! Ne inatçı, ne
bencil, ne vurdumduymaz, ne edebsizsin! Sende biraz olsun mertlikten bir eser
yoktur. Kırk gün arkadaşın senden özür diledi de özrünü kabul etmedin. Ben
senden el etek çektim, sen bilirsin, nasıl istiyorsan öyle ol!" buyurdu.
Talebesi Ebû
Osman şöyle anlatıyor: "Ebû Bekr-i Hanefiyyenin evindeydim. Ebû Hafs-ı Haddâd da
oradaydı. Arkadaşlar bir dostumuzdan bahsettiler. Ben de: "Keşke, o da burada
olsaydı!" dedim. Ebû Hafs: "Kâğıt, kalem olsaydı. Ona gelmesi için bir mektûb
yazardım" buyurunca, ben: "Burada var" dedim. Ebû Hafs-ı Haddâd: "Fakat ev
sahibi çarşıya gitti. Eğer orada öldüyse, bunlar vârislerinin olur, böyle olunca
onlarla yazı yazılmaz" buyurdu. O kalem kâğıdı kullanmadı,"
Ebû
Hafs-ı Haddâd, Ebû Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misafir kaldı. Çeşit çeşit
yemeklerini yedi. Ayrılıp giderken yanına vardığında: "Ey Şiblî! Eğer yolun
Nişâbûr'a uğrarsa, yanıma gel! Misafirperverlik nasıl oluyormuş, sana
öğretirim." Şiblî de: "Ben ne yaptım ki?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd: "Başka ne
yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu
yoktur. Misafir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık
çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde gelişi ağır
gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sahipliği olmaz" buyurdu. Bir müddet
sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla beraber Nişâbûr'a geldiğinde Ebû Hafs-ı
Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece tam kırkbir (41) mum yakmıştı. Şiblî
bunları görünce: "Bu ne hâl böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd: "Ne oldu?" buyurdu.
Şiblî "Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı
Haddâd "Öyleyse onları söndür" buyurdu. Şiblî de, kalkıp hepsini söndürmeye
uğraştı ise de, bir tanesini söndürebildi. Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd,
"Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Bir
tanesini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için
olanı söndüremedin. Sen ise Bağdâd'da her yaptığın şeyi benim için yapmıştın.
Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı" buyurdu.
Talebesi Ebû
Osman şöyle anlatıyor: Ebû Hafs-ı Haddâd'a "İnsanlara nasîhat etmek, ilim
öğretmek istiyorum" dedim. Bana: "Sende bu hâl neden hâsıl oldu?" buyurdu. Ben
de: "İnsanlara şefkat hissinden" dedim. Bana: "İnsanlara şefkat hissi sende ne
derecededir?" buyurdu. Ben de: "Öyle bir durumdadır ki, bütün günahkârların
yerine Cehennemde yanmaya hazırım" dedim, izin verip bana nasîhatle: "Önce
kendine, sonra etrafındakilere nasîhat et! Etrafındaki halk topluluğu seni
şımartmasın! Çünkü cemâat dışına, Cenâb-ı Hak ise içine nazar eder, bakar"
buyurdular. Ben bir yerde sohbet ederken, hocam gizli bir köşeye saklanmışlar.
Sohbet bitince, sadaka isteyen bir kimseye herkesten önce gömleğimi çıkarıp
verdim. O anda Ebû Hafs-ı Haddâd: "Seni yalancı, in bakayım o kürsüden" dedi.
Hatâmı sorduğumda hocam bana: "Hem halka karşı beslediğin şefkat ve merhametten
bahsediyorsun. Hem de sadakayı acele ile verip, hepsinden önce sevaba ben
kavuşayım diyorsun! Şayet önce söylediğin da'vân ü-zere olsaydın, bu bencilliği
yapmazdın, în bakalım oradan? Orası senin yerin değildir" buyurdu.
Ebû
Zekeriyya da şöyle anlatıyor: "Malım olmasına rağmen fakîrlikten korkardım. Bir
gün Ebû Hafs-ı Haddâd bana: Eğer Allahü teâlâ sana fakîrliği takdir etti ise,
kimse seni zengin yapamaz" buyurdular. Bunun üzerine ben de fakîrlik korkusu
kalmadı.
Talebesi ve
damadı olan Hayrî-i Nişâbûrî şöyle anlatıyor: "Nişâbûr'a ona talebe olmak için
gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana: "Sen henüz gençsin, bizimle
oturamazsın" buyurdular ve beni kabul etmediler. Çıkarken arkamı dönerek
gitmedim. Arka arka giderek çıktım. Kalbim ona çok ı-sınmıştı. Biç müddet sonra
kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden, "Şu kapının
önünde bir çukur kazayım, içine gireyim ondan çık artık emri gelinceye kadar
orada durayım" diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra sadâkatimi
anladı ve beni yanına çağırdı. Huzuruna aldı. Gönlümü hoş etti ve talebeliğe
kabul etti."
Bir gün ona:
"Aklı başında bir kimse, kendisine zulmeden birini ma'zûr görebilir mi?" diye
sordular. O da şu cevâbı verdi. "Evet, mümkündür. Ama o zulmedeni, kendisine
Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir ni'met olarak bilirse!.."
Ebû
Hafs-ı Nişâbûrî'nin mübârek lisânından çıkıp gönüllere te'sîr eden kıymetli
sözleri çoktur. Buyurdular ki:
"Hakîkî âlim,
suâli cevaplandırırken, kıyâmette, "Bu cevâbı nereden buldun?" diye
sorulacağından korkan kimsedir."
"Firâset sahibi
olduğu iddiasında bulunmaya, kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak şey başkasının
firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah (s.a.v.) "Mü'minin
firâsetinden korkunuz"
buyurdu. Fakat firâset sahibi olmaya çalışın
buyurmamışlardır. Şu halde fîrâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin,
firâset da'vâsında bulunması nasıl doğru olabilir?"
"Tasavvuf,
baştan başa edebtir. Zîrâ her vaktin bir edebi her makamın bir edebi vardır. Her
hâlin bir edebi vardır. Vakitlerle ilgili; edebe riâyet edenler (Vaktini iyi
şeylerle geçirenler), velî olan kimselerin makamına ulaşırlar. Edebi terk
edenler, Allahü teâlâya yakın olduklarını zannettikleri halde, ondan uzaktırlar.
Ba'zı kullar da vardır ki; kendilerinin zannettiklerinden daha yüksek bir
mertebeye sahiptir, daha sevgilidirler."
"Kulu, Allahü
teâlâya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her halükârda daimî surette O'na
ihtiyaç duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye dört elle sarılması ve gıdayı
helâl yoldan temin etmesidir."
"Her zaman
nefsini suçlamayıp, ona muhalefet etmeyen aklanmıştır. Nefsine rızâ gözüyle
bakan mahvolmuştur."
"Allah korkusu,
kalbde bulunan bir meş'aleden ibaret olup, hayır ve şer nâmına kalbde bulunan
her şey, ancak onunla görülebilir."
"Hakîkî
fakîrlik, bir kimsenin almaktan çok, vermekten hoşlanmasıdır."
"Ümit edilir
ki, üzerinde dâima Allahü teâlânın lütfunu gören kimse mahvolmaz."
"İbâdet ve amel
sahibi için en fazîletli şey, Allahü teâlânın huzurundaki murakabe hâlidir."
"Allahü teâlâya
güvenip kendini zengin bilmek ne hoştur! Bir nâmerde dayanıp kendini zengin
bilmek ise ne fenadır.
"Zehir ölümün
habercisi olduğu gibi, günahlar da küfrün habercisidir."
"Gönlünde
tevazunun bulunmasını isteyen bir kimsenin, sâlihlerin sohbetinde bulunması ve
onlara hizmetten ayrılmaması lâzım gelir."
"İşlenen kusur
ve kabahatlardan ötürü her zaman gönlü kırık olmak lâzımdır." "Mürüvvet, insafı
yerine getirmek ve hiç kimseden intikam almayı istememektir."
"Her kim söz,
iş ve hâllerini Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun yapmaz ve
günahlarından dolayı kendini suçlamazsa, onu evliyâlar sınıfından saymayız."
"Yirmi yıl
kalbimizi muhafaza etmeye çalıştık. Kötülüğün oraya girmemesi için kapısında
bekledik. Aradan bir zaman geçti, öyle bir hâl aldı ki, bekleyen değil, beklenen
olduğumuzu anladık."
"Zamanın fesada
varmasına şu üç topluluğun hareketi, sebep oldu: 1- İrfan sahibi olduklarını
iddia edenlerin günah işlemesi. 2- Muhabbet ehli olduklarını söyleyenlerin
hıyâneti. 3- Allah yolunda olduklarını söyleyenlerin yalanı."
"Nefsinde
gördüğü şeyleri iyi sanan kimse, ayıplarını göremez ve bilemez. Ancak nefsinin
ayıbını arayan, ondan gelen herşeyi incelemeye tâbi tutan kusurlarını anlar ve
hatâlarını bulur."
"Aklına geleni
yaptığın müddetçe, bir zindan hayatı yaşayacağını bil! Ancak işlerini cenâb-ı
Hakka teslim edersen, rahata kavuşursun!"
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-evliyâ
cild-10, sh-229
2) Şezerât-üz-zeheb
cild-2, sh-150
3) Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-96
4) Tezkiret-ül-evliyâ
cild-2, sh-286
5) Keşf-ül-mahcûb
sh-262
|