Tâbiînin büyük
hanım evliyâlarından. Babası İsmâil'dir. Dünyâya düşkün olmaması ve ibâdetleri
ile meşhûr olan bir hâtûndur. 135 (m. 752)'de Kudüs civarında vefât etti.
Babası
İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbi'a (dördüncü) koydu.
Babası İsmâil efendi çok fakîr olduğundan Râbi'a doğduğu gece evde ihtiyaç olan
şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzun oldu. Efendisine
"Filân komşuya gidip, bir miktar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hz.
Râbi'a'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz
vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için o komşunun evine gitti. Kapıya
elini sürdü ve geri gelip, "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok
üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rü'yâsında Peygamber
efendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzülme. Bu
kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmişbin kişiye şefâat edecek.
Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı
şerîfe, Cum'a geceleri de dörtyüz salevât gönderirdin. Bu Cum'a gecesi unuttun.
Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dörtyüz altını helâl
parandan ver." Sonra Basra valisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver." Hz. Râbi'a'nın
babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen
kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca,
Resûlullahın (s.a.v.) kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını
fakîrlere sadaka olarak verdi. Hz. Râbi'a'nın babası İsmâil efendiye de mektûbda
yazılanı ve ona ilâve olarak pek çok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa
tekrar gelmesini tenbîh etti. Hz. Râbi'a'nın babası, altınları aldıktan sonra
lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece geçimleri rahatlamış oldu ve kızlarına
rahatça bakıp çok güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.
Râbi'a-i
Adviyye biraz büyümüştü ki, annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da
kıtlık ve fevkalâde pahalılık oldu. Bu hengâmede Râbi'anın ablaları dağıldılar.
Kimsesiz kalan Râbi'a'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş
gördürdü. Daha sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O
ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri dahi sabırla yapmağa
çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyan
etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi. Bir gün
karşısına bir namahrem (yabancı) çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken
düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzun olmuş bir kalb ile Allahü
teâlâya yalvardı.
"Yâ Rabbi!
Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin
ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Bilemiyorum
ki, acaba benden râzı mısın?" Bu sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhırette
meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın" diyordu. Râbi'a tekrar
efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta
dururdu. Bununla beraber hergün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet
ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığında Râbi'a'nın odasından sesler
geldiğini duydu. Pencereden baktı. Gördü ki, Râbi'a, secde hâlinde, Allahü
teâlâya şöyle niyaz ediyordu: "Ey Rabbim! Biliyorsun ki benim arzum senin emrine
uymaktır. Benim se'âdetim senin huzurunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana
ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sahibimin hizmetinde bulunduğum için ona
hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev sahibi, bunları
duydu. Ayrıca, Râbi'a'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere
asılı olmayarak havada durduğunu, odanın o kandilin nuru ile aydınlandığını
görünce hayretten dona kaldı. "Artık Râbi'a köle olamaz" diyordu. Sabaha kadar
uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbi'a'yı çağırdı ve dedi ki: "Artık serbestsin.
Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim. Râbi'a, "Gideyim"
dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir,
bir gün ve gecesinde bin rek'at namaz kılardı. Kefenini dâima yanında taşır,
namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan
gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî
ve Hasan-ı Basrî, Râbi'a hâtûndan feyz alırlardı.
Kimseden
birşey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete
gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağlamakta olduğunu gördü.
"Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve kerem sahibi şu hâtûn
olmasa, halk mahv olur. O, zamanın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ
ve sıkıntılardan onun hürmetine muhafaza etmektedir. Ona bir miktar yardımım
olsun
diye şu altın dolu keseyi getirdim. Fakat kabul etmez diye korkuyorum. Onun için
ağlıyorum. Siz bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız için kabul eder" dedi.
Hasan-ı Basrî hazretleri içeri girip olanları bildirince, Râbi'a (r.aleyha)
buyurdu ki; "Ben bu dünyâlıkları bunların hakiki sahibi olan Allahü teâlâdan
istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda,
kendisini inkâr edenlerin dahi rızkını vermekte iken, kalbi O'nun muhabbetiyle
yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle.
Kalbi mahzun olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik.
Hiç bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabul etmiyoruz. Bir defasında
devlete ait olan bir kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da
kalbim öyle dağıldı ki, o diktiğimi sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım."
Mâlik bin
Dinar (r.a.) şöyle anlattı: Bir gün Râbi'a'nın yanına gittim. Abdestini almış,
kalan sudan bir kaç yudum da içmiş idi. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırık
idi ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçden yapılmış bir de yastığı vardı.
Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve "Ey Râbi'a! Zengin arkadaşlarım var.
Kabul edersen sana onlardan birşeyler alayım" dedim. Bana dönerek; "Yâ Mâlik!
Bana da, onlara da rızkı veren Allahü teâlâdır. O, fakîrleri fakîr olduğu için
unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım ediyor mu
sanıyorsun?" dedi. Ben de "Hayır, hiç öyle olur mu?" dedim. Bunun üzerine "Madem
ki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama lüzum yok. O, öyle istiyor,
biz de O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.
Hz. Râbi'a,
çok oruç tutardı. Bir defasında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece
açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı
çaldı. Bir tabak yemek getirdi. Hz. Râbi'a yemeği alıp, yere koydu. Mum
getirmeğe gitti. Gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su
bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da
"Yâ Rabbi! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat acizliğimden
sabredemiyorum" diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses
duyuldu: "Ey Râbi'a, istersen dünyâ ni'metlerini üstüne saçayım, istersen,
üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir
arada bulunmaz" bu sözü işitince şöyle duâ etti: "Yâ Rabbi, beni kendinle meşgul
eyle ve senden alıkoyacak işlere beni bulaştırma." Bundan sonra dünyâ
zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı "Bu benim son namazımdır" diye o
huşu ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgul olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini
Allahü teâlâ ile meşguliyetten alıko-yar korkusuyla "Yâ Rabbi! Beni kendinle
meşgul eyle ki, beni kimse senden alıkoymasın" diye duâ ederdi.
"Niye
evlenmiyorsun?" diye ısrar edenlere de şöyle söyledi: "Benim üç büyük derdim
var. Benim, bunların sıkıntısından kolayca kurtuİmâmı garanti ederseniz, o zaman
evlenirim. Birincisi, (Acaba son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?)
ikincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol
tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü, (Herkesin hesabı görüldükten sonra bir grup
Cehenneme ve bir grup Cennete giderken, acaba ben hangi grupta bulunacağım?)"
dedi. O kimseler, "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten
âciziz" dediler. Hz. Râbi'a: "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu
günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.
Bir gün ikindi
vakti yanına bir misafir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip
misafire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misafirin
yanından ayrılamadı. Nihayet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de,
misafiri de oruçlu idiler. Nihayet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir miktar
suyu misafire ikrâm için hazırladı. Baktı ki, etin bulunduğu tencere Allahü
teâlânın izni ile kaynıyor ve et yemeği çok güzel pişmiş, yemeği misafire ikrâm
etti. İftar ettiler. Misafir olan kimse dedi ki, "Hayatımda bu kadar lezzetli
bir yemek yemedim." Râbi'a-i Adviyye (r.aleyha) "Her hâlinde Allahü teâlâyı
hatırlıyan ve sadece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler"
buyurdu.
Hz. Râbi'a'nın
hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kafileye katılarak yola çıktı. Yolda merkebi
ölünce kafiledekiler, "Eşyalarınızı bizim hayvana yükleyelim" dediler. Onlara
"Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben
yavaş yavaş gelirim" dedi ve kervan yoluna devam etti. Hz. Râbi'a, "Yâ Rabbi!
Çok âciz olduğumu görüyorsun, biliyorsun. Beni evine da'vet ettin ama bineğim
yarı yolda öldü. Koca çölde yalnız kaldım. Durumu sana havale ettim" diyerek
eşyalarını yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti.
Hz. Râbi'a buna çok sevindi.
Bir gün, Hz.
Râbi'a'ya yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu. Komşudan alalım dediler. O
da, "Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz
verdim. Zararı yok, yemek soğansız olsun" buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki,
bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören Hz. Râbi'a, "Bu
ilâhi bir imtihandır, Allahü teâlânın azabından emin değilim, korkuyorum" deyip,
yemeği değil, kuru ekmeği yedi.
Bir gün,
Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada evin damında
bulunan Hasan-ı Basrî (r.a.), Allahü teâlânın muhabbetinden pek çok ağlamış,
gözyaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Hz. Râbi'a'nın yüzüne düşürmüştü.
Damlanın nereden geldiğini araştıran Hz. Râbi'a,
yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi (r.a.) görünce: "Ey Hasan! Sakın
gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde muhafaza et
ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile kaynasın" dedi.
Bir defasında
kendisini sevenler ziyârete gelmişlerdi. Evde, odayı aydınlatacak bir kandil
yoktu. Gelenlere ise ışık lâzımdı. Hz. Râbi'a parmaklarına üfledi. Bunun üzerine
Allahü teâlânın izni ile sabaha kadar parmaklarından ziya fışkırdı ve oda
aydınlandı.
Bir kimse,
kendisine, cebinden çıkardığı parayı vermek istedi. Hz. Râbi'a elini havaya
doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o kimseye, "Sen cebinden
alıyorsun, bana böyle veriyorlar" dedi.
Bir gün iki
kişi Râbi'a-i Adviyye'yi ziyârete geldiler, ikisi de aç idiler. "Yemeği
helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah
rızâsı için birşeyler istedi. Râbi'a hazretleri evde mevcut olan iki ekmeğini
buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir
yığın ekmekle geldi. Râbi'a hazretleri ekmekleri saydı. Onsekiz ekmek vardı.
Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı.
Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz
senin ekmeğini yemeye gelmiştik, önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene
verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin." Cevâbında: "Siz ikiniz
gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya
gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misafirlerin karnını doyu ram
ayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü En'âm sûresi 160.
âyet-i kelimesinde "bire on vereceğini"
bildiriyor. Ben O'nun bu va'dine güvendim, iki ekmek yerine 20 ekmek geleceğini
bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."
Bir defasında
namaz kılarken gözün'e bir kamış saplandı. Kalb huzuru ve Allahü teâlânın
muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hâli o kadar fazla idi ki, namaz
esnasında bunu hiç fark etmedi. Namaz bitince oradakilere "Gözüme bir bakın.
Galiba gözüme bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış parçası gözüne saplanmıştı.
Güçlükle çıkardılar.
Râbi'a-i
Adviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde
uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak birşey
bulamadı. Giderken "Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbi'a hazretlerinin
dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı.
Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı
bulunca tekrar geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi
defa tekrarlandı. Yedinci defa tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu:
"Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona
yaklaşma gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git,
yorulma boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır." Bu
hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.
Hasan-ı Basrî
hazretleri suâl edip: "Ey Râbi'a, yokluğu neden buldun?" dedi. Cevâbında:
"Kendimi Hak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havale ettim" buyurdu. Yine
Hazret-i Hasan suâl edip: "Ey Râbi'a Hak teâlâ aşkına sana ihsan olunan ilim ve
amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında: "Ey Hasan, cariyelikten
kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi temin ederim. Lâkin hiç bir zaman
iki akçeyi bir elime almadım. Korktum ki ikisi bir yere gelir de beni Hak
teâlânın yolundan ve ma'rifetullahtan alıkoyar."
Birinin
"Yâ Rabbi, bana rahmet kapısını aç" diye duâ ettiğini işitince Râbi'a-i Adviyye:
"Ey câhil, Allahü teâlânın rahmet kapısı kapalı mı idi de şimdi açmasını
istiyorsun? Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapısı olan
kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ edilmelidir" dedi..
Kendisine
dediler ki, "Hasan-ı Basrî hazretleri buyuruyor ki, (Cennette, Allahü teâlâyı
görmekten bir an mahrum olursam öyle ağlayıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet
ehli bana acıyacak) buna ne dersiniz?" Buyurdu ki: "Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer
dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen
bildirdiği üzüntü, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse âhırette de dediği gibi
olacaktır. Aksi halde olmayacaktır."
Hep evinde
bulunup dışarı çıkmaz, devamlı ibâdet ederdi. Birgün, birisi ona, "Biraz dışarı
çıksan da Allahü teâlânın mahlûkatı yaratmaktaki fevkalâde san'atını temaşa
etsen" dedi. O da "Ben, dışarda san'atı temaşa edeceğime, içeride hep ibâdetle
meşgul oluyor ve san'atkârı müşahede ediyorum" buyurdu.
Hz. Râbi'a bir
gece, "Yâ Rabbi! Ya kalb huzuru ile namaz kılmamı nasîb et, ya da kalb huzuru
ile kılamadığım namazımı kabul buyur. Allahım benim bütün dünyâdaki arzum ve
işim, seni yâdetmek, âhırette de Cemâl-i ilâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu
anlayışıma bağışla" diye yalvardı.
Bazen Allahü
teâlâya şöyle niyazda bulunurdu: "Yâ Rabbi! Benim dünyâdaki bütün gayret ve
maksadım, hep seni hatırlamak, hep seninle meşgul olmak, âhırette ise, cemâlin
ile müşerref olmaktır. Benim bütün arzum budur."
Bir gün Râbi'a
Hâtûn ağlıyordu. Dediler ki: "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin ağlıyorsun?
Rabbinle yakınlığın var." Buyurdular ki: "Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm
vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey Râbi'a,) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb
buyurursa benim hâlim ne olur? Eyvah! Eyvah!" deyip ağladı.
Tevekkülü o
dereceye ulaşmıştı ki, "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla
yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim
çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemin ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi
kalbime gelmez, çünkü Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve
üzerine almıştır" derdi:
Bir zaman
hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler "Ey Râbi'a! Görüyoruz ki sana gelmiş olan bu
hastalık sana çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ senin çektiğin bu
ızdırabı hafifletsin" deyince, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırabı
çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir." "Evet biliyoruz" dediler. O da: "Madem
bunu biliyorsunuz da, O'nun irâdesine muhalefet etmemi, irâdesinin tersini
O'ndan istememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman onlar, "Ey Râbi'a peki
senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da, "Allahü teâlâ benim hakkımda ne
irâde etmiş, takdir etmişse ona râzı olmak" buyurdu.
Bir gün
kendisine sordular ki; "Ölümü arzu ediyor musun?" Buyurdu ki; "İnsanlardan
birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım.
Halbuki Allahü teâlâya karşı olan kabahatlerimiz o kadar çok ki huzuruna varmayı
(ölümü) nasıl arzu ederim?"
Kendisine
dediler ki; "Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" Buyurdu ki; "Beni alâkadar
etmiyen her şeyi terk etmekle ve ebedi olanın dostluğunu arzu etmekle."
Hz. Râbi'a,
aralıksız olarak inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde görürlerdi. Yakınları dedi
ki, "Hiç bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" O
da, "Benim gönlümde öyle bir dert var ki, tabibler tedavisinde âciz kaldılar.
Yaramın merhemi Allahü teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum
ki, belki maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır"
diye cevap verdi.
Yaşı sekseni
bulmuştu. Yolda kendi kendine yürüyebiliyordu. Fakat yaşlılığın te'sîriyle
yürümekte güçlük çekerdi. Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi.
Böyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabul etmezdi. Vefâtı yaklaşınca
yakınlarından Abede binti Şevvâl'i yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı
kefeni göstererek, "Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defn et" diye
vasiyyet etti.
Vefât etmeden
önce hasta yatağının başucunda bekleyen büyüklere, "Kalkınız, burayı boşaltıp,
yalnız bırakınız ki, Allahü teâlânın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince,
oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler, içerden şöyle sesler geliyordu:
"Ey mutmainne nefs, râzı
olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve
Cennetime gir"
(Fecr sûresi,
27-30. âyet). Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti, içeri girdiklerinde Hz.
Râbi'a'nın vefât ettiğini gördüler.
135 (m. 752)
târihinde Kudüs'de vefât etti, vefâtından sonra Abede binti Şevval vasiyyetini
yerine getirdi. Tur dağı üzerine defn edildi.
Abede binti
Şevval anlatıyor: "Râbi'a'yi vefâtından bir sene sonra rü'yâda gördüm. Yeşil
elbiseler giymiş, başında da yeşil bir başörtüsü vardı. Ben, "Seni sardığım
kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi"
dedi.
Vefâtından
sonra kendisini rü'yâda görenler, "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne
gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men
rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey Melekler! Hemen
geri gidip Rabbime şöyle arz ediniz. (Ey Allahım! Dünyâda bunca halk arasında,
ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"
Nakledildiğine
göre Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mân Tûsî, Râbi'a'nın (r.a.) kabri başına
gelip "Hâlin nasıldır?" diye sordular. Allahü teâlânın izni ile şöyle cevap
verdi: "Allahü teâlâ bana çok şeyler ihsan etti; Ni'metler içindeyim
elhamdülillah."
Bessâr bin
Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbi'a-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ
ederdim. Bir defasında onu rü'yâmda gördüm. Bana dedi ki: "Hediyelerin nurdan
mendil içinde ve nurla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." "Bu nasıl
oluyor?" dedim. "Hayatta olan mü'minler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek
mendiller içinde nurdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filan
dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.
"Yâ Rabbi,
dünyâda, bana neyi takdir etmiş isen onların hepsini düşmanlarına ver. Âhırette
benim için hangi ni'metleri ihsan etmeyi takdir etmiş isen onları da dostlarına
ver. Ben sadece seni istiyorum."
"Yâ Rabbi,
eğer sana ibâdet etmem Cehennem korkusu ile ise beni Cehenneme at. Eğer Cennete
girmek ümidi ile ibâdet ediyor isem, Cennetini bana yasak eyle. Eğer sırf, senin
rızân için ibâdet ediyor isem, o hâlde bâkî olan Cemâlin ile müşerref eyle."
Çok defa şöyle
derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir
başka istiğfâra muhtaçtır."
Allahü
teâlânın muhabbeti ile çok ağlar, hep mahzun olarak yaşardı. Cehennem lafzını
duyunca, onun dehşeti ile kendinden geçerek bayılıp düşerdi.
Dediler ki;
"Bir kulun Allahü teâlânın takdirine râzı olup olmadığı nasıl bilinir?" Buyurdu
ki; "Gelen ni'metlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de zevk aldığı
zaman."
Bir kimse "Yâ
Rabbi! Benden râzı ol" dedi. Bunu gören Hz. Râbi'a, "Kendisinden râzı olmadığın
(Kaza ve kaderine rızâ göstermediğin) bir zâtın, senden râzı olmasını istemeğe
utanmıyor musun?" dedi.
Kendisine
sordular ki; "İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran en üstün şey nedir?" "Muhabbet
sahibi o-lan kişi, muhabbetinden öyle sâdık olmalı ki, gönlünde O'nun için
olmıyan hiç bir sevgi bulunmamalı" buyurdu.
"İşlediğiniz
günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyin."
"Sabır insan
olsaydı çok kerîm olurdu."
"Ma'rifetin
alâmeti, her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"Kul Allahü
teâlânın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını kendisine
gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını görmez olur."
KAYNAKLAR
1) El-A'lâm
cild-3, sh-10
2) Ed-Dürr-ül-mensûr
sh-202
3) Vefeyât-ul-a'yân
cild-2, sh-285
4) Câmi-u-kerâmât-il-evliyâ
cild-2, sh-10
5) Tabakât-ül-kübrâ
cild-1, sh-65
6)
Tezkiret-ül-evliyâ sh-39
7) Nefehât-ül-üns
sh-692
8) Keşf-ül-mahcûb
sh-253 (Urdu tercümesi)
9)
Risâle-i Kuşeyrî sh-262, 290, 329, 424, 516, 531, 624
10) Tam İlmihâl Se'âdet-i
Ebediyye sh-1057
|