Meşhûr âlim ve
velîlerden. Künyesi Ebû Yahyâ'dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.
131 (m. 748) senesinde Basra'da vefât etti. Babası bir rivâyete göre Sicistân
diğer bir rivâyete göre Kabil esirlerindendi. Mâlik bin Dînâr (r.a.) Enes bin
Mâlik, Ahnef, Hasen-i Basrî, İbn'i Sîrîn, İkrime ve daha birçoklarından hadîs
rivâyet etmiştir. Kardeşi Osman Hâris bin Vecih, Abdüsselâm bin Harb, Ca'fer bin
Süleymân Ed-Dâbî ve başkaları da ondan hadîs rivâyet etmiştir. İlmi Hasen-i
Basrîden (r.a.) öğrendi ve O'nun sohbetinde kemâle geldi. Hattatlık yaparak
geçimini temin ederdi. Gençliğindeki sefîh (kötü) hâline tövbe edip, dîne uyma
hususunda son derece titiz davranmış ve yükselmiştir. Duâsı kabul olanlardandı.
Kerâmetleri ve menkıbeleri meşhûr olan bu zâta, Mâlik-i Dînâr (Dînâr sahibi) da
denilmiştir. Bu ismin verilmesinin sebebi şöyle rivâyet edilmektedir Bir
defasında gemiye binmişti. Gemi ilerleyince gemici ondan ücret istemiş, o da
parasının olmadığını söyleyince, bayıltıncaya kadar dövmüşlerdi. Ayılın-ca,
ücreti vermezsen seni denize atacağız diyerek tutup kaldırdıklarında, suyun
yüzünde bir çok balıkların ağızlarında birer dinar (altın) olduğu halde
gördüler. Bunun üzerine o, balıkların ağzından iki dinar alıp gemicilere
vermiştir. Gemiciler bu hâli görünce onun evliyâ olduğunu anlayarak özür
dilemişler. O ise bu hâdise üzerine gemiden inip, deniz üzerinde gözden
kayboluncaya kadar yürüyüp gitmiştir.
Buyurdular ki:
"Hasta olduğum bir zamanda kimsem yoktu. Ba'zı şeylere ihtiyâcım vardı. Yürümeye
takatim olmadığı halde, sıkıntı ile yavaş yavaş yürüyerek çarşıya çıktım. Bu
sırada şehrin ileri gelenlerinden birisi geçiyordu. Bekçiler bana kenardan yürü
diye bağırdılar. Takatim olmadığı için yavaş yürüyordum. Biri geldi. Omuzuma
şiddetli bir kamçı vurdu. Ertesi gün o adamın elinin kesildiğini duydum."
"Din
bakımından faydalanmadığın kimse ile dostluğu terk et. Amellerin en güzeli
ihlâsla yapılan ameldir." "Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur
damlasının yalçın kayadan kayması gibi va'z ve nasîhati gönüllerden silinir
gider."
"Bahar
yağmurları yeryüzünü yeşillendirdiği gibi, Kur'ân-ı kerîm de kalbin yağmurudur
ve onu canlandırır." Yine buyurdu ki; "Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır.
Birincisi; Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetinde bulunmak ve din
kardeşleri ile sohbet etmek, ikincisi; geceleri teheccüd namazı kılmak ve doya
doya Kur'ân-ı kerîm okumak. Üçüncüsü de; Allahü teâlâyı hiç unutmayıp, O'nu
zikretmek."
Buyurdu ki;
"Şu beş şey bedbahtlığın alâmetidir: Birincisi, gözün yaşarmaması. İkincisi,
kalbin katı olması. Üçüncüsü, hayâsızlık. Dördüncüsü, dünyâya düşkün olmak.
Beşincisi, dünyâ için canından endişe etmektir. Mü'min olan kimse Allahü
teâlâdan korkar, boş sözlerden dilini korur."
"Üç şey gönlü
öldürür. Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak."
Mâlik bin
Dînâr bir yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rü'yâsında bir ses işitti.
Şöyle deniyordu:
"Yâ Mâlik
hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahman affedilmedi." Sabahleyin çevresinde
Muhammed oğlu Abdurrahmân'ı aramaya başladı. Sordukları kimse ona: "Aradığın
kimse Kur'ân ehlidir. Her yıl hacca gelir" dediler. Araya araya onu bir köşede
Kur'ân okurken buldu. Abdurrahman O'nu görünce bir ah çekip bayıldı. Daha sonra
şöyle dedi:
"Beni rü'yânda
gördün. Bana, Allahü teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?"
Mâlik bin Dînâr çok şaşırdı. Ona hayret edip sordu:
"Sâlihlerden
birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor.
Ne günâh işledin?"
"Bir Ramazan
ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni aramış ve
bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir gözünü
çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı büyük
bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi azat ettim.
Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir duâ
ederim. Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rü'yâmda: "Allah seni affetmedi"
diye söyler."
Tekrar
ağlamaya başladı. Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini
öğrenerek onun yanına gitti. Babası o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı:
"Hoşgeldin yâ
Mâlik!"
"Beni nasıl
tanıdın?"
"Bugün Allahü
teâlâya duâ edip, seni görmeği dilemiştim."
"Seni
ziyâretimin bir sebebi var."
"Buyurun bir
isteğiniz varsa hemen yerine getiririm."
"Farz et ki
kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân'ı tutup Cehenneme götürüyorlar. Onu bu hâlde
görsen üzülmez misin?" Bunu duyunca babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine
gelip dedi ki: "Sen şahit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helâl
ettim."
Daha sonra
Mâlik bin Dînâr, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi: "Baban
senin suçunu bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek." Bunu duyunca
Abdurrahmân ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Mâlik bin Dinar'a
rica etti. "Oğlumu affettim, öbür âleme göçeceği yakın zannediyorum. Şehâdet
getirip ruhunu teslim etsin." Mâlik hazretleri Şehâdeti telkin etmeğe başladı.
Fakat Abdurrahmân cevap vermiyordu. Nihayet gözlerini açıp, karşısında babasını
görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: "Babacığım ne olur, gel sen de benim
gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!" "Ey gözümün nuru! Ben suçunu bağışladım.
Senden râzı oldum.",
Bu sırada
Abdurrahmân iki defa şehâdet getirdi. Mâlik bin Dînâr ona sordu: "Hâlin
nasıldır?"
"Baygın halde
iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana: "Baban senden râzı değil!
Bu topuzla senin başına vuracağım" dedi. Az sonra, başka bir melek gelip yeşil
bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: "Şehâdet getir! Baban ve Allahü
teâlâ senden râzı oldu" dedi.
Bunları söyler
söylemez ruhunu teslim etti.
Birgün Basra
valisi Mâlik bin Dinar'a (r.a.) der ki: "Ey Mâlik, bize karşı bu kadar ağır
konuşabilmen için sana cesaret veren ve bizi mukabele etmekten âciz bırakan şey
nedir biliyor musun? Dünyâya hiç değer vermemen ve bizden beklediğinin
olmamasıdır."
Yanına bir
köpek gelip oturduğu zaman ona birşey yapmaz ve kovalamazdı. Buyururdu ki; "Bu
köpek, kötü arkadaşdan daha iyidir, kişinin iyi insanları yanında bulup da doğru
yola gitmemesi, şer (kötülük) olarak kendisine yetişir."
Rivâyet ettiği
hadîs-i şerîflerden ba’zıları: "İki
haslet vardır ki, bunlar bir mü'minde bulunmaz. Bunlar kötü huy ve bahillik
(cimrilik)tir." "Allah korkusu her hikmetin başıdır ve vera' da
(şüphelileri
terk etmek) amellerin seyyididir."
Buyurdular ki:
"Kimin gözü ve
gönlü, fâni hayattan bakî hayat hakkında iyi bir ibret dersi almamış ise, iyi
bilinmeli ki o adamın kalbi perdeli, ameli de azdır."
"Her kim
dünyâya evlenme teklifinde bulunursa, dünyâ ondan nikâhının bedeli olarak
dîninin tamamını ister."
Mâlik bin
Dinar'a (r.a.) sormuşlar "Yâ Mâlik, bu gün nasıl sabahladınız?" O da cevâbında:
"Öyle bir halde sabahladım ki; ömrüm kısalıyor, günahlarım ise artıyor!"
"Kulun
lüzumsuz ve boş şeylerle vakit geçirmesi kalbi karartır, bedeni zayıflatır,
geçim sebeplerini de zorlaştırır."
"İnsan,
kendisi sâlih olmadığı halde sâlihlerin şeref ve haysiyetine dil uzatacak
olursa, başka günahı olmasa bile bu ona yeter!"
"Şu zamanlarda
insanların kardeşliği, aşçının çorbasına benzedi. Kokusu güzel fakat tadı yok."
Mâlik bin
Dînâr kira ile bir ev tutmuştu. Komşusu Yahudi idi. Bu evin güney tarafı
yahudinin evinden yana idi. Yahudi yaptığı pisliği bu duvara atarak devamlı
kirletmeyi âdet haline getirmişti. Uzun bir zaman geçmesine rağmen bir şikâyet
gelmediğine hayret eden Yahudi, Mâlik bin Dinar'a gelerek, "Halâdan, pis kokudan
rahatsız olup olmadığını sordu. Mâlik bin Dînâr ise rahatsız olduğunu, fakat
yıkayıp temizlediğini bildirdi. Yahudi hayret içinde bu sıkıntıya niçin
katlandığını sorduğunda, cevaben; "Allahü teâlânın rızâsı için." Çünkü o buyurdu
ki: "Ve
öfkelerini
yutup insanları affedenler."
(Âl-i İmrân
134) Yahudi bunun üzerine "Ne iyi bir din ki, Allah'ın dostu, Allah'ın
düşmanının verdiği eziyetlere katlanmakta, asla feryâd etmemekte, kimseye
söyleyip şikâyet etmemektedir" diyerek müslüman oldu.
Birgün hasta
ziyâretine giderken Mâlik bin Dînâr (r.a.) durumu şöyle anlatıyor:
"Hastanın
hâlinden, ölüm durumunun yakın olduğu anlaşılıyordu. Kendisine Kelime-i şehâdeti
telkin etmek (söyletmek) için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa da
söylettiremedim. O durmadan on, onbir diyordu. Sonra kendisine gelip bana, "Ey
Üstadım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne zaman şehâdet kelimesini söylemeye
çalışsam, bu ateş bana hücum ediyor" dedi. Bunun üzerine mesleğini sorduğumda;
malını ribâya veren, faiz yiyen, ölçü ve tartıda hile yapan biri olduğunu
anladım."
KAYNAKLAR
1) Vefeyât-ül-a'yân
cild-4, sh-139
2)
Miftah-üs-se'âde cild-2, sh-23, 24
3) Tehzîb-ül-esmâ
ve'l-luga cild-2, sh-80
4) Tehzîb-üt-tehzîb
cild-10, sh-14
5) El-A'lâm
cild-5, sh-260
6) Hilyet-ül-evliyâ,
cild-2, sh-357
7) Mîzân-ül-i'tidâl
cild-3, sh-426
8) Meşâhir-u
eshâb-ı güzîn, sh-111
9)
Risâle-i Kuşeyrî sh-287
10) Kâmûs-ul-a'lâm
cild-6 sh-4123
11) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1034
12) Rehber
Ansiklopedisi cild-11, sh-199
|