Tebe-i
tâbiînin büyüklerinden, Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden.
Adı, Leys bin Sa'd bin Abdurrahman el-Fehmî'dir. Künyesi Ebu'l-Hâris'tir. Ailesi
İran'ın İsfehân şehrinden olup 94 (m. 772) yılında Mısır'ın Kalkaşende kazasında
doğdu. Mısır ve Hicaz âlimlerinden ilim tahsil edip, Mısır'da hadîs ve fıkıh
tedrisâtiyle meşgul oldu. Bu ilimlerde, zamanının en üstünlerinden idi. Çok
cömert olup, malının tamamını çok kerre Allah rızâsı için fakîrlere dağıtırdı.
175 (m. 791) yılında vefât etti. Kabri, Mısır'da "Karâfet-üs-sugrâ"da olup,
meşhûr ziyâretgâhlardan biridir. Doğum ve vefât târihleri hususunda başka
rivâyetler de vardır.
Leys bin Sa'd
hazretleri, fıkıhda ve hadîsde Mısır halkının imâmı (âlimi) idi. Mutlak
müctehidlerden olup, mezhebi kitaplara yazılamadığı için unutuldu. Onun
hakkında, dört hak mezhebten birinin imâmı olan İmâm-ı Şâfiî'nin çok hüsn-i
zannı vardı. Hattâ Ebû Hatim, İbni Hibbân, İmâm-ı Şâfiî'nin şöyle dediğini
rivâyet etmiştir. "Leys bin Sa'd, İmâm-ı Mâlik'ten daha fakîh idi. Şu kadar var
ki, onu talebeleri zayi' ettiler." Ya'nî, O'ndan öğrendiklerini kitaplara
yazmadılar. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (r.a.) de: "Leys, ilmi çok ve rivâyet ettiği
hadîs-i şerîfleri sahih olan bir zâttır. Şu Mısırlılar arasında ondan sağlam
olanı yoktur. Ben, Leys bin Sa'd'ın bir benzerini görmedim" demiştir. İbn-i Sa'd
da "Tabakât'ında: "Leys bin Sa'd, yaşadığı asırda fetva ile uğraşırdı. Hadîs
ilminde sika (güvenilir) bir râvi olup, çok hadîs-i şerîf bildirmiştir"
demektedir. Ayrıca O, şerefi yüksek ve cömert bir kimse idi. İmâm-ı Nâfi, Leys
bin Sa'd'ın Tâbiînden ellinin üzerinde âlimle, Tebe-i tâbiînden de yüzelliden
fazla kimse ile görüşmüştür diyor. Bunlardan Nâfi mevlâ İbn-i Ömer, İbn-i Şihâb-ı
Zührî, İbni Ebî Melike, Yezîd bin Ebî Hubeyb, Yahyâ bin Saîd el-Ensârî ve onun
kardeşi Abdurrahman bin Saîd, İbni Iclân, Hişâm bin Urve, Ata bin Ebî Rebâh,
Bükeyr bin el-Eşecc, Hâris bin Ya'kûb (r.aleyhim) ve daha pek çok âlimden
hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de Muhammed bin Iclân, Hişâm bin
Sa'd, Yahyâ bin İshâk es-Sılhînî, Ebû Seleme el-Huzâî ve daha bir çok âlim
hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Abdullah bin Ahmed, İmâm-ı Mâlik bin
Enes'ten rivâyet ederek diyor ki: "Hadîs bakımından insanların en sağlamı,
Mukbirî'den daha çok Leys bin Sa'd idi. O, Ebû Hüreyre'den kendisinin rivâyet
ettiklerini ve babasının O'ndan rivâyet ettiklerini ayırıyordu." Ebû Dâvûd da:
"Mısır'da hadîs bakımından Leys bin Sa'd'dan daha sağlamı yoktur. Amr bin Hâris
de O'na yakındır" dedi. İmâm-ı Esrem de: "Şu Mısırlılar arasında Leys bin
Sa'd'dan daha mazbut (zabtı kuvvetli) bir râvi yoktur. Amr bin haris ve
diğerleri bunun kadar değillerdi" dedi. Hadîs ilminde yüksek derecelere varan
daha birçok âlim, Leys bin Sa'd'ın sika (güvenilir), sadûk, (hadîste rivâyeti
sağlam) bir râvi olduğunu haber vermektedirler. Bir ara Bağdâd'a gidip, orada da
hadîs-i şerîf ilmîni tahsil etti. İbn-i Şihâbı Zührî'den çok ilim öğrendi.
Mısır'dan 161 (m. 777) senesinde Şevval ayında çıkıp, Kurban Bayramında Bağdâd'a
vardı. Leys bin Sa'd, fıkıh ilminde de çok büyük bir âlimdi. İmâm-ı Şâfiî ve
İbni Hıbbân'ın, bu hususta O'nun hakkında bildirdikleri yukarıda anlatılmıştı.
Harmele bin Yahyâ da, O'nun fıkıh ilmindeki üstünlüğünü nakletmektedir. Yahyâ
bin Bükeyr de, Şerahbil bin Cemil'den naklederek şöyle bildiriyor: "Emevî
halifelerinden Hişâm bin Abdülmelik zamanındaki insanlara yetiştim. O zamanda
çok âlimler vardı. Yezîd bin Ebî Hubeyb ve diğerleri Mısır'da bulunuyordu. Leys
bin Sa'd, o zaman çok gençti. Fakat herkes onun fazîletini ve dindeki vera'ını
(haramlardan çok sakınmasını) biliyorlar ve yanına gidiyorlardı. Ben, Leys bin
Sa'd'dan daha mükemmelini görmedim. O, fakîh bir zât olup, Arapçanın nahv
bilgisine sahipti. Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hadîs-i şerîfler ve
şiirleri ezberliyordu. Müzâkeresi çok güzeldi. Onun gibisini görmedim." İbn-i
Hibbân, "Kitâb-üs-sikâ"sında diyor ki: "Leys bin Sa'd, fıkıh ve diğer ilimler,
vera', fazîlet ve cömertlik bakımından zamanındakilerin büyüklerindendi." İbni
Ebî Meryem de: "Allahü teâlânın yarattıklarından şu zamanda hiçbir kimseyi
Leys'den daha fazîletli görmedim. Leys bin Sa'd da bulunan bu haslet, Onu Allahü
teâlâya yaklaştırıyordu" dedi.
Yûsuf bin
İsmâil en-Nebbânî, "Câmi'u kerâmât-il-evliyâ" adındaki eserinde şöyle yazıyor "Leys
bin Sa'd, müctehid din imâmlarının en büyüklerinden biriydi. Eshâb-ı kirâmdan ve
Tâbiînden sonra bu dîn-i mübîne en çok hizmet edenlerdendir. İmâm-ı Leys, bir
defasında ev yaptı. Onu çekemiyenlerden İbn-i Refâ'a, ona inadından gelip bir
gece evini yıktı. İkinci defa tekrar yaptı, yine geceleyin yıktı. Üçüncüsünde
İbni Refâ'a'ya felç isabet etti ve bir müddet sonra öldü.
İbn-i Vehb de
diyor ki: "İmâm-ı Mâlik bin Enes ve Leys bin Sa'd olmasaydı insanlar yolunu
şaşırırdı."
Leys bin Sa'd,
çok cömert olup, malı çok fazla idi. Senelik geliri 80 000 dinardı. Bunların
hepsini Allah rızâsı için fakîrlere dağıtır, elinde bir şey kalmazdı. Bunun için
kendisine hiç zekât farz olmadı. Her gün fakîrlere 360 altın sadaka vermeden
kimse ile konuşmazdı ve buyururdu ki: "Benden bir sadaka veya hediye kabul eden
kimsenin bende olan hakkı, benim onda olan hakkımdan daha büyüktür. Çünkü o,
benden, benim için Allahü teâlâya yakınlık vesîlesi olan bir şeyi kabul
etmiştir."
Bir gün hasta
olan İmâm-ı Abdullah'ı ziyârete gitti. Onu ağlıyor görünce, "Ey Abdullah, neden
ağlıyorsun?" diye sordu. O, "Bin dinar borcum var!" dedi. İmâm-ı Leys
hizmetçisine o kadar parayı getirtti ve borcunu ödedi. Yine bir gün kadının biri
İmâm-ı Leys'e gelerek kocasının hasta olduğunu ve evlerinde hiç bal
bulunmadığını söyledi ve elindeki küçük kaba bal doldurmasını istedi. İmâm-ı
Leys, kendine 6,5 kg. büyüklüğünde bir kap dolusu bal verilmesini emretti.
Yanındakiler "Kadının istediği bir şişe baldır" deyince, İmâm-ı Leys:
"Kadıncağız
kendi hâlince istedi, biz de ona kendi hâlimizce yardım ettik" diye cevap verdi.
İmâm-ı Leys'in
oğlu Şüayb şöyle anlatıyor: "Bir keresinde babamla birlikte hacca gitmiştik.
Medine'ye gidince, Mâlik bin Enes, kendisine bir tabak yaş hurma gönderdi. Babam
da, tabağa bin dinar altın koyup geri gönderdi."
Bir gün
kendisine üç kişi birlikte gelip fakîr olduklarını söylediler. Onların her
birine bin dinar altın verdi. Yine bir defasında İbnü'l-Hey'a'nın evi yanmıştı.
Ona da bin dinar altın gönderdi. Kâdı Mansûr bin Ummâr'a da bin dinar gönderdi
ve dedi ki: Bunu oğlum Şuayb duymasın. Zira bunu size az görür. Sonra Şuayb'ın
bundan haberi yoktu. O da Kâdı Mansûr'a, babasınınkinden bir dinar eksik
gönderdi ve dedi ki: "Babamın verdiği gibi olmasın diye bir dinar eksik
gönderdim."
Kâdı Mansûr
bin Ummâr şöyle anlatıyor: "Ben, bir zamanlar Mısır'da en büyük câmide va'z ve
na-sîhat ederdim. Bir Cuma günü idi. İki kişinin kapı önüne gelip beni
dinlediklerini gördüm. Cuma namazı bitince, o iki kimse bana: "Leys bin Sa'd
hazretleri sizi yanına çağırıyor" dediler. Ben de, "Peki! geliyorum" dedim.
Huzuruna varıp selâm verdim. Selâmımı aldı ve bana: "Câmide va'z eden sen
misin?" diye sordu. Ben de: "Evet, benim!" dedim. Bunun üzerine bana dedi ki: "Allahü
teâlâ senden râzı olsun! Şimdi de gel, yanıma otur ve câmide konuştuklarını
burada da anlat!" Yanında bir kaç kişi daha vardı. Ben de,
Cennet ve Cehennem hakkında konuştum. Bu sırada baktım ki, Leys hazretleri
ağlıyor, öyle ağladı ki, kendinden geçip bayılmıştı. Bir müddet sonra ayıldı ve
eli ile bana artık dur, diye işaret etti ve sonra bana, "Adın nedir?" diye
sordu. Ben de adımın Mansûr olduğunu söyledim. Sonra, "Kimin oğlusun?" dedi. Ben
Ummâr'ın oğlu olduğumu söyledim. Bana "Sen Ebû Serî misin?" diye sordu. Ben de:
"Evet! Ben Ebû Serî'yim" diye cevap verdim. Bunun üzerine bana: "Sen, Salâtîn
(sultanların yaptırdığı büyük) câmilerde va'z ve nasîhat etmeye devam et! Zira
ben, Allahü teâlâdan senden daha iyi bahseden birisini göremiyorum. Allaha hamd
olsun ki, seni görmeden evvel benim canımı almadı." Sonra da bir kölesini
(hizmetçisini) çağırdı. Hizmetçisi hemen geldi ve ona: "Şöyle şöyle bir kese
vardı. Onu alıp getir!" buyurdu. Hizmetçi gidip söylediği keseyi getirdi. İçinde
tam bin dinar vardı. Bunu bana verdi ve buyurdu ki: "Sen her zaman böyle va'z et
ve yanıma gel, bir kese al! Ben her sene sana bu kadar ya'nî bin dinar veririm."
Ben de: "Ey efendim! Bu bana Allahü teâlânın sizin vasıtanız ile bahşettiği
büyük bir ni'metidir" dedim.
İkinci Cuma
günü gelince, tekrar yanına geldim. Yine bir şeyler anlatmamı istedi. Konuşmaya
başladığım zaman, ağlamaya başladı. O kadar ki, kendinden geçip bayıldı. Bu hâli
Allah sevgisinin kendisinde çokluğundandı. Ben de konuşmayı kestim. Bir müddet
sonra yine ayıldı ve bana bir kese uzattı. Baktım ki, içinde tam beşyüz dinar
vardı. Ben de: "Allahü teâlâ sizden râzı olsun! Ben, sizden başka kimseden bu
cömertliği görmedim" dedim.
Diğer hafta,
üçüncü Cuma günü gelince, namazdan sonra yine yanına uğradım. Bana, yine bir
şeyler anlatmamı buyurdu. Ben de, konuşmaya başladım. Baktım ki, yine ağlamaya
başladı. Uzun müddet ağlaması devam etti. Sonra bana: "Şu sedirin altında bir
kese vardır. Onu al!" buyurdu. Ben de aldım, içinde 300 dinar vardı.
Başka bir
zaman, huzuruna gittim ve dedim ki: "Ey efendim! Ben hacca gitmek niyetindeyim.
Onun için sizinle vedalaşmaya geldim." Bunun üzerine Leys bin Sa'd hazretleri,
bir hizmetçisini yanına çağırdı. Hizmetçi huzuruna geldiği vakit, O'na: "Git,
hemen ihramlıkları getir ve Mansûr'a ver! Onun ihramları da bizden olsun!"
buyurdu. O da, "Peki!" deyip gitti. Bir müddet sonra geldi. Elinde bir bohça
vardı. Bohçanın içinde tam 40 tane ihramlık bulunuyordu. Ben de: "Allahü teâlâ
râzı olsun! Ben bu kadar ihramlığı ne yapayım. Bana iki tanesi yeter! Diğerleri
fazladır. Onun için iki tanesini alayım, diğerleri kalsın!" dedim. Bana buyurdu
ki: "Ey Mansûr! Sen cömert bir kimsesin. Sana bir kavim arkadaş olur. Sen de bu
ihramlıkları onlara dağıtırsın. Bu ihramlıkları getiren hizmetçim de sana
hediyem olsun" Hizmetçisini de bana verdi.
Leys bin Sa'd
çok misafirperverdi. Gittiği ve bulunduğu her yerde mutlaka misafir ağırlamaya
çalışırdı. Abdullah bin Sâlih diyor ki: "Ben, Leys bin Sa'd ile beraber tam
yirmi sene kaldım. Sabah ve akşam yemeğini hiç yalnız yediğini görmedim.
Yemeklerini muhakkak misafirlerle, et yemeğini ancak hasta olduğu zaman yerdi.
Muhammed bin İshâk da şöyle diyor: Leys bin Sa'd, bir zamanlar İskenderiye
şehrinin deniz sahiline gitti. Yanında üç gemisi vardı. Birisini mutfak için
kullanıyordu, ikincisi de, kendine ve çoluk çocuğuna aitti. Üçüncüsünü de
misafirlerine ayırmıştı.
Leys bin Sa'd,
ilimde ve ma'rifette yüksek derecelere kavuşmuş olduğundan her sözü hikmetli,
dinleyenleri ikna edici idi. Kendisi şöyle anlatıyor:
Bir zamanlar
halife Hârun Reşîd'in yanına gittim. Bana dedi ki: "Ey Leys! Sizin
memleketinizin insanları ne hâldedir?" Ben de, ona şöyle cevap verdim:
"Memleketimizin hâli, Nil nehrinin hâli gibidir. Nasıl Nil nehrinin rengi, O'nun
kaynağına, başına bağlı ise, bizim iyiliğimiz, başımızdaki reisimize bağlıdır.
Eğer Nil nehrinin kaynağı bulanık olursa, Nil nehri de bulanık akacaktır. Fakat
nehrin başı saf ve berrak akarsa, Nil nehri de, o zaman saf ve temiz akacaktır."
Bunun üzerine halife: "Çok doğru söyledin, ey Ebû Hâris (Leys)!" dedi.
Bir gün Hârûn
Reşid ile hanımı Zübeyde, aralarında münâkaşa edip birbirlerine aşırı derece
gücenmelerdi. Bu esnada Hârûn Reşîd, hanımına: "Eğer ben Cennetlik olanlardan
değilsem, vallahi sen benden boşsun!" deyip onu şartlı yemin ile boşadı. Fakat
biraz sonra pişman olup, ikisi de çok üzüldüler. Bağdâd'taki bütün âlimleri
toplayıp, bu yemininin dînî hükmünü onlardan sordu. Fakat hiçbir âlim, bu yemin
hakkında hâl çâresi olacak bir fetva veremediler, İslâm memleketlerinin her
birine yazı ile haber salınıp, bütün âlimleri Bağdâd'ta topladı. Yemini hakkında
onlara da sordu. Her biri ayrı şeyler söyleyip hiçbiri tatmin edici bir fetva
veremediler. Bunlar arasında Mısır'dan gelen Leys bin Sa'd, meclisin ta sonunda
oturmuş hiç konuşmuyordu. Onun bu hâli Hârun Reşîd'in dikkatini çekti ve
hizmetçisine: "Şu meclisin sonundaki ihtiyar âlime git ve niçin konuşmadığını
sor!" dedi. Leys bin Sa'd da: "Diğer âlimlerin hepsi konuştular. Halife de
onları dinledi" buyurdu. Bunun üzerine halife Hârûn Reşîd şöyle dedi: "Eğer
birkaç âlimin cevâbı ile yetinseydim, zaten Bağdâd'ta binlerce âlim vardı. Bu
kadar çok âlimin katıldığı bu meclisi kurdum ki, herkesin ilmine müracaat edeyim
ve böylece beni tatmin eden bir cevap bulabileyim!" O zaman Leys bin Sa'd:
"Benim fikrimi almak istersiniz, emir buyurunuz, herkes dağılsın. Burada ikimiz
yalnız kalalım. O zaman fikrimi sana açıklarım" buyurdu. Hârûn Reşîd emir verdi.
Bütün âlimler
oradan ayrıldı. Ancak halife ile Leys bin Sa'd ve bir de hizmetçisi Lûlû
kaldılar. Leys bin Sa'd: "Ey mü'minlerin emîri! Benim sana söylediklerim
hakkında, bana bir teminat verir misin ki, her söylediğimden ve yaptığımdan bana
zarar gelmesin?" dedi. Halife, "Evet! Sana her türlü teminat verilmiştir. Emin
olabilirsin ki, sana hiçbir zarar gelmez." Bunun üzerine Leys bin Sa'd, bir
Kur'ân-ı kerîm getirilmesini istedi ve halifeye dedi ki: "Ey mü'minlerin emîri!
Şu Mushafı eline al ve baştan sonuna kadar sayfa sayfa aç! O da aynen söylediği
gibi tek tek açtı. Rahman sûresine geldiği zaman, bu sûreyi okumasını söyledi.
Sûrenin başından okumaya başladı. Tam, "Her kim ki, Allahü
teâlâdan korkarsa, ona iki Cennet vardır!"
âyet-i
kerîmesine gelince, "Dur, ey mü'minlerin emîri! dedi. Halife, bu işten birşey
anlıyamamıştı. Hattâ kızar gibi oldu. Önce verdiği sözü hatırlattıktan sonra
Leys bin Sa'd, O'na "Sen, Allahtan korkarsın değil mi?" diye sordu O da:
"Vallahi, ben Allah'tan korkuyorum" dedi. O zaman Ley" bin Sa'd da: "Ey
mü'minlerin emîri, sana müjdeler olsun! Allahü teâlâ sana bir değil, iki Cennet
verecektir" buyurdu. Halifenin yeminine çâre olan fetvayı işiten hanımı Zübeyde
de çok sevindi. Halife ona: "Sen çok doğru söyledin ve iyi fetva verdin!" dedi.
Bundan sonra da: "Şimdi benden ne dileğin varsa iste!" dedi, Leys bin Sa'd da:
"Şu yanınızdaki hizmetçiyi ve Mısır'da senin ve hanımının arazilerini de
isterim. Fakat mallarınızı emânet ve ariyet olarak istiyorum. Mülkünü istemem!"
dedi. Halife de: "Arazilerimizin hepsi mülk olarak senin olsun! Emânet değil"
dedi. O da, mülkünü istemediğini, sadece kullanmak üzere istediğini bildirince,
halife onun isteğini kabul etti. Kendisi ve hanımı Zübeyde tarafından çeşitli
kıymetli hediyeler ve ikrâmlar takdim edilip izzet ve ikrâmla Mısır'a uğurlandı.
Leys bin
Sa'd'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde, Peygamberimiz buyurdu ki: "Vallahi
ben, günde yetmiş kerreden fazla Allaha tövbe eder, istiğfârda bulunurum,"
"Bir kimse,
namazdan sonra 33 kerre (Sübhanallah), 33 kerre (Elhamdülillah), 33 kerre (Allahü
Ekber) ve bir kerre de (Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerike leh. Lehülmülkü ve
lehülhamdü ve hüve alâ, külli şey'in kadir) derse, Allah onun bütün günahlarını
affeder. Günahları, deniz köpükleri kadar çok olsa bile!.."
"Sizden
biriniz kıbleye karşı bevl etmesin!"
"Ben sizi,
sarhoş eden her şeyden men ediyorum."
"İnsanoğlunda
üçyüz altmış organ, yahut kemik, yahut mafsal vardır. Bunlardan her biri için
her gün bir sadaka var: Her iyi söz bir sadakadır. İnsanın kardeşine yardım
etmesi bir sadakadır. Verdiği bir içim su sadakadır. Yoldan eziyet veren şeyi
gidermek bir sadakadır."
KAYNAKLAR
1) El-A'lâm
cild-5, sh-248
2) Vefeyât-ül-a'yân
cild-4, sh-127
3) Tehzîb-üt-tehzîb
cild-8, sh-459
4)
Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-207
5) Mîzân-ül-i'tidâl
cild-3, sh-423
6) Hilyet-ül-evliyâ
cild-7, sh-318
7) Târîh-i
Bağdâd cild-13, sh-3
8) Câmi'u-kerâmâti'l-evliyâ
cild-2, sh-238
|