Tâbiînden olup, tefsîr, fıkıh âlimi ve meşhûr rü'yâ tâbircisi. Asıl adı
Muhammed'dir. Babasının adı Şîrîn olup, Resûlullahın (s.a.v.) hizmetçisi ve
Ensâr-ı kirâmın büyüklerinden Enes bin Mâlik'in azatlı kö-lesidir. Annesi Safiye
de Müslümanların göz bebeği Hz. Ebû Bekir'in âzâdlısıydı. Basralı'dır. 33 (m.
653) senesinde doğup, 110 (m. 729) senesinde vefât etti.
Güzel bir terbiyeyle yetiştirilip, büyütüldü. Sahâbe-i kirâmdan otuz kişi ile
görüştü, onların sohbetinde, bulunarak hadîs ilmini tahsil etti. Çok hadîs
öğrendi. Hadîs ilminde imamlık (300 000)'den fazla hadîsi ezbere bilen)
derecesine yükseldi. Hz. Âişe, Enes bin Mâlik, Zeyd bin Sâbit, Hasan bin Ali,
Ebû Hureyre, Abdullah bin Abbâs, Cündeb bin Abdullah, Semura bin Cündeb, İmrân
bin Husayn, Huzeyfe bin el-Yeman, Ebû Sa'îd-i Hudrî, Ebû'd-Derdâ'dan (r.anhüm)
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Tâbiînden de pek çok kimseyle görüşüp, sohbet etti.
Onlardan da hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu. Kendisinden Kûfe'nin en
büyük âlimlerinden Şa'bî, meşhûr hâfız ve imamlardan Katâde bin Diâme, yine
devrin meşhûr âlim ve muhaddislerinden Dâvûd bin Ebî Hind, Ebû Eyyûb, Hâlid
el-Hazzâ. Cerîr bin Hâzim, Eş'as bin Abdülmelik, Âsım el-Ahvel, Mâlik bin Dinar,
el-Evzâî, Umare bin Mihrân, Ebû Hilâl, İbni Avn, Süleymân et-Teymî, Mukâtıl bin
Süleymân hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. Hadîs ilminde imâm olup, sikadır, ya'nî
sağlam ve güvenilirdir. Rivâyet esnasında harfler üzerinde dahi titizlik
gösterirdi. Hadîs ilminde isnada çok önem verirdi. Bu hususta "İlk zamanlarda
halk, isnad sormuyordu. Fakat, ne zaman ki müslümanlar arasında fitne vâki oldu;
o zaman, sünnet ehlinden olanların hadîslerini almağa, bid'at ehlinden olanların
hadîslerini terk etmeğe başladılar" buyurdu. Rivâyette son derece titiz
davranırdı. "Bu ilim, ya'nî hadîs ilmi, dindir. Öyle ise dîninizi kimden
aldığınıza dikkat ediniz" buyururdu. Müfessirlerin ikinci tabakasına mensûbtur.
Tefsîr ilminde Abdullah bin Abbâs'ın (r.a.) talebesidir. Âyet-i kerîmelerin
iniş, tefsîr ve izahına son derece dikkat ederdi. Bu hususta; "Kur'ân-ı kerîmden
bir âyeti, Ubeyde bin es-Selmânî'den sordum. Bana Allahü teâlâdan sakın, Kur'ân-ı
kerîmin ne şey için nâzil (indiğini) olduğunu bilenler gitti (kayboldu)"
dediğini rivâyet eder. Tevbe sûresi, ondokuzuncu "Siz, (müşriklerin)
hacılara
su dağıtma işi ile Mescid-i Haram'ın îmârını, Allaha ve âhıret gününe îmân edip
de Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında
bir olamazlar
(müşriklerin Bâtıl işleri ile mü’minlerin müsbet amelleri eşit değildir).
Allah, zâlimler
topluluğuna hidâyet ihsan etmez."
âyet-i kerîmesinin nüzul
sebebini şöyle rivâyet etti: Hz. Ali Mekke-i mükerremeye gidip, Abbâs'a hitaben;
"Amca! Resûlullaha daha kavuşmayacak mısın?" deyince Abbâs da; "Ben Mescid-i
Haram'ı imâr ediyorum. Beytullah'ın örtüsünü giydiriyorum" cevâbı üzerine bu
âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme, îmâna yakın olmayan herhangi bir
amelin, indi ilâhide kıymetsiz olduğunu göstermektedir. Nisâ sûresinin sekizinci
âyeti olan "Miras taksim olunurken, (Mirasçı olmıyan) akraba,
yetimler, yoksullar da hazır
bulunurlarsa, kendilerini
(ondan birşey vererek) rızıklandırın!"
hükmü gereğince, Ubeydet-ül-Selmânî (r.a.)
yetimlere miras taksim etti. Sonra bir koyun kesmelerini emretti. Pişirilip, bu
âyette bildirilenlere yedirildi ve bu âyet olmasaydı koyunun parasını ben
verirdim, dediğini rivâyet etti.
Fıkıh ilminde büyük iktidar sahibiydi. Müctehid olup, verdiği fetvalar çok
beğenilirdi. Ba'zı kimseler, Eshâb-ı kirâmın fetvası da ancak bu kadar
yerindeydi diyerek, kendisini methettiklerinde, "Allah adına yemîn ederim ki,
biz Sahâbenin fıkıh bilgisini anlamayı arzu etsek dahi, aklî kavrayışımız
yetersiz kalır" buyurdu. El-lclî onun hakkında; "Ben İbni Sîrîn kadar fıkıhta
takva sahibi ve takvada fıkıha bağlı bir kimse görmedim" dedi.
Meşhûr rü'yâ tâbircisidir. Rü'yâ tâbircilerinin piridir. Bu hususta bir kitap da
yazdığı rivâyet edilir. Rü'yâyı hadîs-i nefs, (nefsanî söz), tahvîf-i şeytan,
(şeytan korkutması), tebşîr-i Rahman (Rahmandan müjde) olmak üzere üçe ayırırdı.
Bir kimse rü'yâda gördüğü hoş olmayan ba'zı şeyleri ona anlatıp, tâbirini sorup,
kendisine zararı dokunup dokunmayacağını sorunca, ona şu cevâbı verdi: "Uyanık
iken Allahü teâlânın emirlerini yapmakta titiz ve takva sahibi ol. Böyle olursan
uykuda gördüğün kötü rü'yâların sana zararı dokunmaz." Biri, "Rü'yâmda elimdeki
bir mühür ile erkeklerin ağızlarını ve kadınların da edeb yerlerini
mühürlediğimi gördüm, acaba bu nedir?" diye sorunca, "Sen Ramazan ayında
müezzinlik yaptın ve imsak vakti sabah ezanı okudun mu?" deyince adam, "Evet,
doğru söylüyorsun, öyledir" dedi ve rü'yâsının tâbirini yaptı. Yine birisi "Rü'yâmda
zeytinyağını zeytinlerin üzerine döktüğümü gördüm. Acaba bu nedir?" diye
sorunca; "Zeytinyağı zeytinden olmadır, aslına gidiyor. Sen cariyelerini
araştır. Belki de bunlardan biri, genç yaşta esir edilen annen olabilir"
cevâbını verdi. Adam araştırınca, hakîkaten cariyesinin annesi olduğunu gördü.
Yine bir başkası, "Rü'yâmda incileri domuzların boynuna astığımı gördüm. Acaba
bu nedir?" deyince, "Sen ehli olmayanlara hikmet öğretiyorsundur" cevâbını
verdi. Adam talebelerini araştırınca, öyle olduklarını tesbit etti. Yine bir
adam gelip "Ben rü'yâda bir kuşun mescidden güzel bir taş alıp, gittiğini
gördüm" deyince, "O halde Hasan-ı Basrî vefât etti" buyurdu. Hakîkaten çok
sevdiği Hasan-ı Basrî vefât etmişti. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (r.a.) rü'yâda,
"Güya Peygamber efendimizin mübârek kabrini açıp, mübârek kemiklerini göğsünde
toplar" görür. Bu rü'yâdan korkup İbn-i Sîrîn'e (r.a.) gider. Kendisini
tanıtmayıp, rü'yâyı anlatır. İmâm-ı a'zam'ın rü'yâyı anlatması bitince; "Bu
rü'yâ senin değil, Ebû Hanîfe'nindir. Böyle rü'yâyı ancak o görebilir" buyurdu.
O zaman Ebû Hanîfe kendini tanıtınca, İbni Sîrîn, "Sırtınızı açın göreyim" dedi.
İmâm-ı a'zam sırtını açıp, iki omuzu arasında bir ben olduğunu görür ve bunun
üzerine, "Sen o kimsesin ki, Resûlullah (s.a.v.) senin hakkında, "Ümmetimden
bir kimse gelir. İki omuzu ar asında bir ben bulunur. Allahü teâlâ benim dinimi
onun eli ile diriltir."
buyurmuştur dedi. Sonra; Bu rü'yâdan korkma! Muhakkak ki, Resûlullah (s.a.v.)
ilmin şehridir. Sen de ona kavuşursun." buyurdu. Gerçekten de öyle oldu. İmâm-ı
a'zam ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinin en büyüğünün kurucusudur. Bugün
müslümanların büyük çoğunluğu Hanefî mezhebindendir. İbni Sîrîn'in (r.a.) pek
çok meşhûr rü'yâ tâbirleri, hikâye ve menkıbeleri, siyer, târih ve ahlâk
kitaplarında yazılıdır.
Bezzazdı, ya'nî manifaturacılık yapardı. Bey ve Şira'da (alış-veriş) zulümden
kaçıp, adaletle davranırdı. Malının gizli ve aşikâre bütün kusurlarını söyleyip,
hiç birini gizlemezdi. Müşteriye koyun satarken, "Bu koyunun bir kusuru var.
Odunu ayağı ile ezer" dedi. Nafaka hususunda "Her Cum'a günü çocuklara Pâlûzu-Pâlüze
(bir çeşit tatlı) yedirmek uygundur. Tatlılar, her ne kadar zarurî ve mübrem
ihtiyaç değillerse de, onları tamamen terk etmek cimrilik sayılır" buyurdu. Otuz
erkek, onbir kız olmak üzere, kırkbir evlâdı vardı. Abdullah hariç hepsi
kendinden önce vefât etti. Annesine çok hürmet gösterir, ona bir şey söylemesi
gerektiği zaman, hürmetinden sesle konuşmaz, işaretle anlatırdı. Kız kardeşi
Hafsa (r.anhâ) da âlim olup, Tâbiînin kadın muhaddislerindendi. 110 (m. 729)
senesinde Basra'da vefât etti. Âlimler onu çok övüp, buyurdular ki: "Hişâm bin
Hassan, İbni Sîrîn, gördüğüm insanların en doğrusudur." Ebû Âvâne, "Ben İbni
Sîrîn'i gördüm, onu gören mutlaka Allahü teâlâyı hatırlar." İbni Sa'd da; "Mu-hammed
bin Sîrîn, sika, (güvenilir) pek kıymetli bir imâm ve çok âlim bir insandı."
Hatîbi Bağdâdî; "İbni Sîrîn, kendi zamanında vera' ve takva ile yâd olunan
fukâhadan biridir." Biri gelip, "Ba'zı kimseler sima' yerlerine gidip, simâ'nın
te'sîriyle düşüp bayılıyorlar; Sen buna ne dersin?" diye sorunca; "Aramızda bir
gün ta'yin edelim. Onlar gelsinler, bir duvar üzerinde otursunlar. Kendilerine
Kur'ân-ı azîm tamamiyle okunsun. Eğer Kur'ân'ın te'sîriyle yere düşerlerse,
onlar dediğiniz gibidirler" buyurarak hâllerine hiç itibar etmemiştir.
"Bid'at
sahipleri ile birlikte bulunmayınız" derdi. En tehlikeli hastalık, kanser gibi
olan gıybetten çok sakınırdı. Ebû Avf anlatır; İbni Sîrîn'in yanına gittim.
Haccâc'ın haysiyetine dokunacak lâf etmek istedim. Buyurdu ki, "Şüphe etme ki,
Allahü teâlâ hükmünde âdildir. Başkasının hakkını Haccâc'dan alacağı gibi,
Haccâc'ın hakkını da başkalarından alacaktır. Yarın izzet ve celâl sahibi
Allahın huzuruna çıktığın zaman işlediğin en küçük günah, Haccâc'ın işlediği en
büyük günahtan senin için daha çetin olacaktır" buyurdu. Gıybet hakkında
sohbetinde buyurdu ki; "İnsanların, filân şahıs filândan daha âlimdir, demeleri
de harâm olan gıybettendir. Çünkü, ikincisi bunu işitince üzülür. Bilinen bir
husustur ki, gıybetin haddi, bir şahsın din kardeşini, hoşuna gitmeyecek şekilde
anmasıdır. Denilir ki, iki yahudi tabib, Süfyân-ı Sevrî'nin yanına girmişler.
Tabibler gittikten sonra Süfyân-ı Sevrî "Gıybet olmayacağını bilseydim, tıbda
biri diğerinden daha ileri derdim" buyurmuştur. Bir kişi O'na gelip "Gıybetini
ettim, bu hâlimi hoş gör ve hakkını helâl et!" deyince şu cevâbı verdi: "Allahü
teâlâ müslümanların şerefiyle oynamayı ve onların namusuna dil uzatmayı harâm
kılmıştır. Gıybetlerini yapmayı yasak etmiştir. O'nun harâm kılıp yasak ettiği
bir şeyi, ben nasıl hoş görüp helâl ederim? Ancak seni bağışlamasını isterim."
Şeytan'a aldanmamak, hile ve tuzağına düşmemek hususunda şunu buyurdu:
"Şeytan'ın en büyük vesvese ve hilesi, kula kendisini din kardeşlerinden üstün
göstermesidir. Kul bu hâldeyken vefât etse, Allahü teâlâ onu sevmez ve
amellerinden hiçbir şey ona fayda vermez!"
Hiçbir müslümana hased etmez, her müslümana çokça nasîhat verirdi. Bu hususta;
"Ben, ne din, ne de dünyâ hususunda kimseye hased etmedim. Bu, Allahü teâlânın
bana olan en büyük ni'metlerinden biridir" buyurdu. Kendisinden nasîhat
isteyenlere, "Sakın hiçbir kimseye hased etme. Zira o adam, Cehennemliklerden
biri ise, sonu Cehenneme varacak olan fâni dünyâ ni'metleri hakkında ona nasıl
hased edeceksin? Eğer Cennetliklerden biri ise, bu taktirde ona uymalı ve
imrenmelisin. Hased etmene yine mahal yoktur! Senin için hayırlı olan da budur!"
buyurdu. Cömerdlik hususunda Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin hâlini anlatmak isteyerek
şunu buyurdu; "Biz öyle cömerd kimselere yetiştik ki, onlar tabaklar içinde
meyve hediyeleşir gibi, gümüş para ile hediyeleşirlerdi." Kardeşlerine iyilik
yapmayı, genişlik ve rahatlık vermeyi ve birbirlerini sevindirmeyi çok severdi.
Kapısının önünde bağlı bir katırı vardı. Her kim ona binerek bir yere gitmeye
muhtaç olursa, gelip katırı alır ve istediği yere gidip gelirdi. Kendisinin bunu
severek kabul ettiğini bildikleri için, izin almaya ihtiyaç duymazlardı.
Misafire ikrâmı çok sevip, hizmeti de bizzat kendisi yapardı. Kendisine bir
misafir geldiği zaman, misafirin yanında ve memleketinde bulunmayan bir şey ile
ikrâmda bulunmaya çalışırdı. Sadaka-ı fıtr olarak vereceği yiyecek maddesini
iyice temizletir ve kaba doldurarak verirdi. Birine "Ne haldesin?" diye
sorduğunda O da; "Ailesi kalabalık olan, parası olmayan ve üstelik beşyüz dirhem
borcu bulunan bir adamın hâli nasıl olur?" diye cevap verdi. Hemen kendi evine
gitti. Bin dirhem alıp, adama götürerek "Al, beşyüz dirhemi borcuna ve beşyüz
dirhemi de çoluk çocuğuna harcarsın" dedi. Başka parası olmadığından "Vallahi
artık kimsenin hâlini sormam" diyerek, soracağı kimsenin derdi ile alâkadar
olamayacağım demek istedi. Vefâtında otuzbin dirhem olan borcunu oğlu Abdullah
ödedi.
Bir defasında, kefil olduğu kimse ve kendisi borcu ödeyemeyince hapsettiler.
Akşam olunca zindana onu serbest bırakmak istedi ve "Şimdi evine git! Sabah
erken gelirsin" dedi. Bu teklifi beğenmedi vazifesini tam yapmasını istedi ve
"Sana verilen vazifeye hıyânet etmek suretiyle, bana iyilik etme!" buyurdu.
Hapisteyken, Enes bin Mâlik (r.a.) vefât edince, vasiyet üzerine hapishaneden
çıkarılıp, cenâze namazını kıldırdı.
Yanında ölümden bahsedildiği vakit kas katı kesilir ve bütün a'zâları
hareketsizleşirdi. Hastalık hâlinde tamamen Allahü teâlâya müteveccih bulunurdu.
Vefâtından önceki hastalığında, ziyâretçilerin, "Nasılsınız?" suâline karşılık,
"Şiddetli bir belâ içindeyim. Acıkıyorum, yiyemiyorum. Susuyorum, kana kana su
içemiyorum. Uzun müddet uyuyorum, fakat biraz uyuklamadaki zevki dahi
bulamıyorum" cevâbını vererek duâ isterdi. Sıdk hakkında, "Kibar bir kimse için
söz, yalana ihtiyaç göstermiyecek derecede geniştir" buyurdu. "Edeblerden
hangisi Allahü teâlâya daha yakındır?" suâline, "Allahü teâlâyı Rab tanımak,
O'na itâat ederek hareket etmek, neş'e ve ni'met zamanında Allahü teâlâya hamd
etmek ve sıkıntıda sabretmek" cevâbını verdi. Gönülleri fetheden, insanlara
doğru yolu gösteren çok kıymetli vecizeleri vardır.
"Kişi hayırlı amel işledikten sonra, onu bırakmasın. Zîrâ, tövbeden sonra,
tekrar geri dönenin felah (kurtuluş) bulduğu yoktur."
"İfrat etmeksizin dostunu azıcık eksik sev; belki günün birinde sana düşman
olur. Yine ifrat etmeksizin düşmanına azıcık buğz et; belki günün birinde senin
dostun olur."
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler.
"Anasına babasına âsi olduğu halde anne ve babası
ölen kimse, onlar öldükten sonra onlar için hayır duâda bulunursa, Allahü teâlâ
onu iyilerden, ana ve babasına itâat edenlerden yazar."
"Kim oruçlu olduğu halde unutarak yiyip içerse
orucuna devam etsin."
KAYNAKLAR
1)
Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1019
2)
Fâideli
Bilgiler sh-396
3)
Vefeyât-ul-a'yân
cild-4, sh-181
4)
Tabakât-ı İbn-i
Sa'd cild-7, sh-193
5)
Hilyet-ül-evliyâ
cild-2, sh-263
6)
Târîh-i Bağdâd cild-5, sh-331
7)
Tehzîb-üt-tehzîb
cild-9, sh-214
8)
Şezerât-üz-Zeheb
cild-1, sh-138
9)
Tehzîb-ül-esmâ
ve'l-lugâ cild-1, sh-106
10)
Miftâh-üs-se'âde cild-1, sh-336, 337
11)
Tabakât-ul-kübrâ
cild-1, sh-36
12)
Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh-33, 34
|