İmâm-ı A'zam
Ebû Hanîfe hazretlerinin ileri gelen talebelerinden. İsmi, Ebû Süleymân Dâvûd
bin Nâsır-i Kûfî'dir. Takva sahiplerinin büyüklerinden, kanâat ehli olup,
zâhidlerin (dinin emirlerini yerine getirenlerin) en meşhûrlarındandır.
Horasanlı'dır. Habîb-i Acemî'nin halifesi idi. Sultan Hârûn Reşîd ve diğer makam
sahiplerinin hediyyelerini kabul etmezdi. Haramlardan, şüphelilerden, mubahların
fazlasından sakınan, pek çok ilimlere sahip bir zâtdır. 165 (m. 781)'de
Bağdâd'ta vefât etti.
İmâm-ı a'zamın
yirmi sene derslerine devam etti. Fıkh ilminde talebelerin içinde en önde
gelenler arasına girdi. Dâvûd-i Tâî hazretlerinin tövbe etmesine, şarkıcı bir
kadının:
Hangi güzel
yüzdür ki, toprak olmadı, Hangi tatlı gözdür ki, yere akmadı.
beytini
işitmesi sebep olmuştur. Bu beyti düşündükçe şuuru alt üst oldu. Zamanının en
büyük âlimi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin huzuruna geldi. İmâm-ı A'zam
bunun yüzünün renginin değiştiğini görünce sebebini sordu. Hz. Dâvûd-i Tâî:
"Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu hâli, anlatamıyacak hâldeyim. Bu hâlin
ne olduğunu okuduğum kitaplarda bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?"
dedi. İmâmın gösterdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamamen terk edip, dinin emir
ve yasaklarına uymada, harâm ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şekilde
ilerledi. Evine çekildi, insanların arasına karışmadı. İbâdetlerini hep evinde
yaptı. Aradan bir müddet geçtikten sonra, İmâm-ı A'zam hazretleri evine gelip:
"Evde oturup, insanlar arasına karışmamak uygun değildir. Talebe arkadaşlarının
arasına gir. Onları iyi dinle, fakat hiç konuşma, mes'eleleri çok iyi öğren"
buyurdu. Dâvûd-i Tâî: "Peki efendim" diyerek İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebû Yusuf,
İmâm-ı Züfer gibi arkadaşlarının arasında bir sene daha derslerine devam etti.
Ba'zı mes'elelerde konuşması ve mes'eleyi hâl etmesi icâb ediyor,
kendini
zor tutuyor, hocasının emrini unutmayıp sabrediyor, konuşmuyordu. Bir sene
boyunca hep sabretti, hiç konuşmayıp, sabırla dinledi.
Hz. Dâvûd-i
Tâî, bir sene dolunca "Bir sene içinde gösterdiğim sabır, daha önce yapmış
olduğum otuz senelik ibâdete bedel oldu" dedi. Sonra Habîb-i Acemî hazretleriyle
görüştü. Ondan feyz alarak kemâle geldi, olgunlaştı. İnzivaya (yalnızlığa)
çekilerek insanların arasına karışmadan yaşamaya karar verdi. Halktan tamamiyle
ümidini, alâkasını kesti. Kendisinin küçük bir arazisi vardı. Hz. Ömer,
İranlılarla yapılan savaşlarda alınan arazilerden bir kısmını da onun dedesine
vermişti. Bu arazinin üçte ikisini dörtyüz dirheme satarak, ömrünün sonuna kadar
bu parayla yaşadı. (Hattâ kefenini de bu para ile aldı). Araziyi sattığı
sıralarda "Bizim yolumuz parayı saklama yolu değildir. İhtiyaç sahiplerine
dağıtma yoludur" diyen arkadaşlarına, "Ben bu parayı, dünyâlık kazanma
sıkıntılarına karşı, başkalarına yük olmadan, ölünceye kadar âhıret için
hazırlık yapayım diye saklıyorum" dedi. Evinde hiç durmadan, biraz sonra
ölecekmiş gibi ibâdet ederdi. Boş şeylerle meşgul olmazdı. Lüzumsuz bir tek
kelime konuşmaz, ibret-siz bir yere bakmazdı.
Yemek yerken
vakitten tasarruf olsun diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle
yerdi. "Çiğnemek, zamanı uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, elli âyet-i kerîmeyi
okumama engel oluyor, niçin zamanı zayi edeyim" derdi.
Ebû Ayaş
anlattı: Dâvûd-i Tâî'nin evine ziyârete gittim. Elinde kuru bir ekmek vardı ve
ağlıyordu. "Yâ Dâvûd, sana ne oldu, niçin ağlıyorsun?" diye sorduğumda:
"Bu ekmeği
yemek istiyorum, fakat helâldan mıdır, değil midir bilemiyorum" dedi. Bir
arkadaşı kendisini ziyârete geldi. Dışarıda güneşin altında içi su dolu bir
testi duruyordu. "Testiyi niçin gölgeye koymuyorsunuz?" diye sordu. Hz. Dâvûd
da, "Testiyi oraya koyduğumda, orası gölgeydi. Onu, güneş ısıtıyor diyen
nefsimin arzusu için, yerini değiştirmek hususunda Allahtan utanıyorum" dedi.
Cüneyd-i
Bağdâdî (r.a.) diyor ki: Hz. Dâvûd-i Tâî, hacamat yaptırarak kan aldırmıştı.
Hacamat yapana bir altın verdi. O'na dediler ki, "Bir altın vermeniz çok değil
mi? İsraf etmiş olmuyor musunuz?" O da: "Hacamatçıya yardım olsun diye verdim.
Mürüvveti olmayanın ibâdeti ve dîni olmaz" dedi.
Hz. Dâvûd-i
Tâî, evinden sadece namaz vakitlerinde çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen
kalkar, aceleyle evine dönerdi. Birgün, onu cemaate hızla giderken görüp, "Niçin
acele ediyorsun?" diye sordular. O da "Askerler beni bekliyorlar" dedi. "Hangi
askerler?" diye sordular. O da "Mezarlıkda bulunan ölüler" dedi. Câmiden
çıkınca, eve birinden kaçıyormuş gibi aceleyle gelirdi. "İnsanlar dünyâya çok
bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ sevgisi geliyor" der. İnsanlarla bir
araya gelmemeye çalışırdı.
Birgün, annesi
O'nun dışarıda güneşin altında otururken iyice terlediğini görünce "Evlâdım,
oruç tutuyorsun, sıcağın altında niçin oturuyorsun? Bu gölgeye gelsen olmaz mı?"
deyince, "Anneciğim, Allahü teâlâya söz verdim ki, nefsimin arzusu için bir adım
atmıyacağım. Hem, artık kendimde yürüme gücü bulamıyorum" dedi. Annesi de
"Niçin?" deyince, O da, "İnsanlardaki, uygunsuz hâlleri görünce, Allahü teâlâya
duâ ettim ki, bendeki yürüme gücünü alsın da, mecbur kalırsam bile insanlar
arasına karışmayayım. Bu suretle insanları görmemiş olurum. Rabbim duâmı kabul
etti. Tam onaltı senedir, bu hâldeyim, sana bunu sorduğun için anlattım" dedi.
Evinin bir çok
odaları vardı. Odalardan biri harâb olunca diğer odaya geçerdi. "Evinizi tamir
ettir-seniz iyi olmaz mı?" diyenlere, "Dünyâyı imâr etmemek için Allahü
teâlâya söz verdim" dedi. "Evinizin tavanı çökmek üzere yaptırmayacak mısınız?"
diyenlere," Artık biz de âhırete göçmek üzereyiz. Yirmi senedir, burada
kalıyorum, evin tavanına doğru bakmış değilim. Lüzumsuz yere, ibretsiz bakmamağa
Rabbime ahd ettim" dedi.
"İnsanların
arasına, niçin karışmıyorsun?" dediler. "Kiminle konuşayım? Akıllı kimseler,
benimle dînî bir mevzuda konuşmuyorlar, emir ve yasaklardan anlatmıyorlar;
yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine hatâlarımı
fazîletmiş gibi anlatıyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine zararı oluyor,
onlarla niçin oturayım" dedi.
Kendisine,
"Niçin evlenmiyorsun?" diyenlere "Sâliha bir hanımla evlenince, onun dünyâ ve
âhıret bütün ihtiyaçlarını görmeyi üstlenmiş olurum. Şayet bunları yapamazsam,
onu aldatmış olurum. Aldatmamak için evlenmiyorum" buyurdu.
Birgün Hz.
Dâvûd-i Tâî, Ca'fer-i Sâdık'a (r.a.) geldi ve "Ey Peygamber efendimizin torunu!
Kalbim çok karardı. Bana nasîhat eder misiniz?" dedi. Hz. Ca'fer-i Sâdık, "Ey
Dâvûd, sen, zamanımızın zahidisin, benim nasîhatime ne ihtiyâcın var ki?" dedi.
Dâvûd-i Tâî, "Ey Resûlullahın torunu! Peygamber efendimizin mübârek kanını
taşıman hasebiyle, senin bütün insanlardan üstünlüğün vardır. O'nun için
hepimize nasîhat etmen lâzım değil midir?" deyince, Ca'fer-i Sâdık şu cevâbı
verdi, "Ey Dâvûd, kıyâmet günü dedem Resûlullahın yakama yapışıp, (dîn-i İslâma
niçin lâyıkıyla hizmet etmedin? İslâma hizmet, iyi,
asil
bir soy'a (nesebe) sahip olmakla olmaz. Bu iş, Allahü teâlânın emirlerini
yapmak, yasaklarından kaçınmakla olur) buyurmasından korkuyorum" dedi. Dâvûd-i
Tâî, bu sözleri işitince ağladı ve dedi ki; "Yâ Rabbi! Peygamberimizin mübârek
kanını taşımak şerefine kavuşan bir zât, böyle hayret içinde olursa, Dâvûd da
kim oluyor ki, ibâdetlerini ve yaptığı işleri beğensin."
Birgün Hz.
Fudayl bin İyâd, Dâvûd-i Tâî'nin (r.a.) rahatsız olduğunu işitti ve ziyâretine
geldi. Fudayl'e buyurdu ki: "Bizi seyrek ziyâret ediniz. Bu kapıyı kapalı
tutunuz. Çünkü, kalabalık olsun istemiyorum." Bir başka gün, Fudayl yine
ziyârete geldiğinde kapıyı açmadı. Fudayl dışarıda çok ağladı.
Hasan bin
Rebî, İbn-i Mübârek'e: "Dâvûd-i Tâî'nin hâli nedir ki, ismi dillerde dolaşır,
her yerde şan ve şöhretinden konuşulur. Halbuki onun dengi pek çok kimseler var
ki, dereceleri pek yüksektir" deyince, İbn-i Mübârek de, "Dâvûd'un insanlar
arasındaki yerinin büyük olmasının sebebi, kalbinin, Allahü teâlânın
muhabbetiyle dolu olması, Allahü teâlânın sevgisinden başka hiçbir sevginin
kalbinde olmamasıdır. Onun, uzleti (yalnızlığı) seçmesinin sebebi, Allahü
teâlânın ma'rifetine kavuşması içindir."
Mehtaplı bir
gecede evinin damına çıkmıştı. Gökyüzüne bakarak, Allahü teâlânın kudretini
düşünüyor, tefekkür ediyordu. Bu hâlde iken içi dolmuş, ağlamaya başlamıştı. O
kadar ağladı ki, kendinden geçip komşusunun damına düştü. Ev sahibi, yukarıda
hırsız vardır diye silâhını alıp dama çıktı. Hz. Dâvûd-i Tâî'yi görünce; "Seni
buraya kim düşürdü?" diye sordu. O da, "Kendimden geçmişim, bizim damdan
sizinkine düşmüşüm, farkında değilim" dedi.
Birgün İmâm-ı
A'zam hazretlerinin oğlu Hammâd ile Ebû Yûsuf hazretleri, Dâvûd-i Tâî'nin yanına
geldi. O zaman, Dâvûd-i Tâî çok fakîr idi. Hz. Hammâd O'na dörtbin dirhem verip:
"Babam İmâm-ı A'zam'dan mirâsdır. Kabul buyurunuz" dedi. O da kabul edip geri
verdi ve: "İzzet ve kanâat ile yaşamak istiyorum. Eğer bir kimseden, bir şey
kabul etseydim, senden kabul ederdim" dedi. Kabul etmeyince, Hz. Ebû Yûsuf,
usulca Hz. Hammâd'a: "Paraları önüne saçınız" dedi. O da yere saçtı. Bunun
üzerine Hz. Dâvûd: "Eğer bütün dünyâ altın ve gümüş olup, önüme atsanız, bana
topraktan daha aşağı gelir" dedi. Hz. Hammâd ve Ebû Yûsuf bunu duyunca çok
ağladılar.
Ba'zı
dostları, "Sana, yağ ile pişmiş bir yemek getirsek yer misin?" dediler. O da
"Evet, canım istiyor" dedi. Pişirip getirdiler. Yemeği önüne koydukları an, uzun
uzun düşündü ve dedi ki; "Filân kimsenin yetim çocukları ne hâldedir? Bu yemeği
alınız, onlara götürünüz. Onlar yesinler. Çünkü onlar yerlerse, Allahü teâlânın
katında hayırlı bir iş olur. Ama ben yersem, necaset olur ve sonu helada biter"
İbni Semmâk
hazretleri, Dâvûd-i Tâî'ye gelip: "Bana nasîhat et?" dedi. O da: "Öyle gayret et
ki, Allahü teâlâ seni yasak ettiği yerde görmesin, emr ettiği yerden de ayrılmış
bulmasın. Allahü teâlâdan haya et ki, senin O'na yakın olduğunu ve senin
üzerindeki kudretini göz önüne getiresin. Oruçlu ol ki, iftarın ölüm olsun,
insanlardan, aslandan kaçar gibi kaç, fakat cemaatleri terk etme ve sünnetden
ayrılma" buyurdu.
Birisi
kendisinden nasîhat istedi. "Dünyâ için, dünyâda ne kadar kalacaksan, o kadar
çalış, âhıret için, âhırette ne kadar kalacaksan o kadar çalış" dedi.
Akrabalarından
birisi: "Akrabayız. Bana nasîhat verip vasiyet ediniz" dedi. Dâvûd-i Tâî
hazretleri ağlamaya başladı. Bir müddet sonra kendisinde konuşacak hâl buldu ve
"Gece ve gündüz, yolculukta bir konak yeri gibidir. Dünyâ ile âhıretin arası bu
kadardır. Dünyâdan, âhırete mutlaka gideceğimize göre oraya hazırlanmak lâzım.
Çünkü yolculuğun bitmesi yakın, ecelin gelmesi de ondan daha aceledir. Ben
bunları sana söylüyorum, fakat bu nasıl hata, senden çok, benim ihtiyâcım
vardır" dedi. Nasîhat isteyen birisine "Ölmüş olanlar seni bekliyor" dedi.
Hz. Dâvûd-i
Tâî, bir gün ilâç içti. Dediler ki, "Dışarıya çıkıp, güneşin altında bir miktar
otur ki, ilâcın faydası görülsün." O da "Mahşer meydanında, Allahü teâlâ bana
(Niçin nefsinin hevesi için bir kaç adım yürüdün?) diye sormasından utanırım"
diye cevap verdi.
Muhammed bin
Süveyd-i Tâî diyor ki: "Dâvûd-i Tâî, uzlete (yalnızlığa) çekilmeden önce, İmâm-ı
A'zam hazretlerinin derslerine sabah akşam devam eder, derslerini hiç
kaçırmazdı. Uzlete çekildiğinde, kalbi nurlar ile doldu. Kalbinde ma'rifetullah
hâsıl olunca, İmâm-ı A'zam (r.a.) Dâvûd-i Tâî'nin ziyâretlerine gelmeye başladı.
İmâm-ı a'zam (r.a.) Dâvûd-i Tâî'nin zaman zaman ziyâretine gelir, ona iltifat
ederdi.
Bir kimse,
Dâvûd-i Tâî'nin (r.a.) yanına geldi. Onu seyretmeye başladı. Bunun üzerine O da:
"Bilmiyor musun, çok konuşmak kadar, çok bakmak da hoş değildir?" dedi. Kûfe'de
bir cenâze vardı. Dâvûd-i Tâî hazretleri de oradaydı. Kabristana mevtayı defn
ettikten sonra oradaki insanlar Dâvûd-i Tâî'nin etrafına toplandılar. "Bize
biraz nasîhat eder misiniz?" dediler. O da "Kim ki, Allahü teâlânın va'd
ettiğinden korkarsa, arzularına çabuk kavuşur. Kimin arzuları çoksa, ona bütün
azaplar yakındır. Ey kardeşlerim, iyi biliniz ki, en büyük sermâye, Allahü
teâlânın râzı olduğu bir iş ile meşgul olmaktır. Kabirde-kiler, kıyâmet kopunca
kabir azâbı kalkacağı için, kıyâmetin çabuk gelmesini beklerler. Halbuki
dünyâ-dakiler, kabirdekilerin pişmanlıklarını bilmedikleri için hep günah
işlerler. Halbuki onlar da ölünce, dünyâda iken neden çok ibâdet yapmadık,
diyerek pişman olurlar" dedi. Birgün Dâvûd-i Tâî pazara çıktı. Taze hurmaları
gördü. Almak istedi. Fakat yanında alacak parası yoktu. Hurma satıcısına "Bana,
parasını yarın vermek üzere bir dirhemlik hurma ver" dedi. Hurmacı da "Veresiye
hurma satmıyorum" cevâbını verdi. Biraz sonra satıcı, bu kimsenin, Dâvûd-i Tâî
hazretleri olduğunu öğrendi. Çok üzüldü. Hemen Dâvûd-i Tâî'nin bulunduğu yeri
öğrenip, yanına geldi. İçinde yüz dirhem olan bir kese uzatarak "Kusurumu
bağışlayınız. Biraz önce ben sizi tanıyamadım. Bir dirhemlik hurma istediniz,
vermemiştim. Şimdi ise size, yüz dirhem hediye ediyorum, ihtiyâcınıza
harcarsınız, lütfen kabul buyurunuz" deyince, Hz. Dâvûd-i Tâî; "Benim bunlara
ihtiyâcım yoktur. Nefsimin istekleri yerine gelecek mi diye tecrübe için bunu
yapmıştım. Elhamdülillah, nefsimin isteği yerine gelmedi ve bu dünyâda bir
dirhemlik bile itibarının olmadığını gördü" buyurdu.
Dâvûd-i
Tâî'nin önceleri çok malı mülkü vardı. Bir yetim veya fakîr görse, ihtiyâcını
sorar, söyleyince hepsini yerine getirirdi. Malının çoğunu Allah yolunda
harcadı. Sonunda kendisi fakîr kaldı. Kırk sene, bayram günleri hariç oruç
tuttu, yakınlarından hiç kimsenin haberi olmadı. Talebelik hayatında da, sahurda
yemeğini az yer, sabah medreseye gider, akşam yemeği zamanında eve gelir iftar
ederdi.
Dâvûd-i Tâî,
dâima hüzünlü hâlde bulunurdu. Geceleri Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder, "Yâ
Rabbi! Sana olan korku ve muhabbetim bende en büyük dert oldu. Öbür dertleri
düşünecek zaman bırakmadı. Senin derdin uykumla arama girdi" der, sabahlara
kadar Kur'ân-ı kerîm okur, namaz kılar, istiğfâr edip günahlarına pişmanlığını
dile getirir, gözyaşı dökerdi.
Ebû Hâlid der
ki, "Bizim evlerimiz karşı karşıya idi. Ben gecenin hangi saatinde uyansam,
Dâvûd-i Tâî'nin ışıkları yanardı. İçerden duâ ve ağlama sesleri gelirdi. O,
geceleri hiç yatmazdı."
Ebû Yahyâ, bir
gün Dâvûd-i Tâî'nin evine gitmişti. Evinin ba'zı yerleri yıkılmıştı. Yorganı
dahi olmayıp, kerpiçten bir yastığı, bir testisi, bir de ekmek torbası vardı.
Evinin kapısı da yoktu. Ziyâretine gelenlerden ba'zıları: "Evinize vahşi
hayvanlar girip, size bir zarar verebilir. Bir kapı getirelim de takalım"
dediler. O da "Siz beni, dünyâ vahşilerinden korumaya çalışıyorsunuz." Peki
kabrin yılan ve çıyanlarından beni kim koruyacaktır? Kabirdekiler ise,
dünyâdakilerden kat kat daha şiddetlidirler" buyurdu.
Birgün, Sultan
Hârun Reşîd, Ebû Yûsuf'a: "Beni, Dâvûd'un yanına götür, O'nu ziyâret edeceğim.
Nasîhat isteyip, duâsını alacağım" dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd'un evine
gittiler, içeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar.
Annesine rica ettiler. Annesi, oğluna, "Evlâdım, müsaade et de içeri girsinler"
deyince, O da: "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce,
dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mazur gör" dedi. Annesi
tekrar rica edince, kırmadı, "Ey benim Allahım! (Annenin hakkını gözet, zîrâ
onun rızâsı benim rızâmdır) buyurduğun için kapıyı açıyorum" dedi. Halife Hârûn
Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptılar.
Onların hâlini bir şâir şöyle anlatır:
Dâvûd
uzunca tuttu, Hâlifenin elini, İyice tetkik etti, sağa sola çevirdi.
Dedi; ne
kadar zarif, ne kadar nâzik bir el, Elbette yanmayacak, ellerden ise eğer!
Ey Halife!
yaşadın, hükmettin bunca zaman, Meyletme zulme sakın, kurtuluş yok hesaptan!
Dâvûd'un
bereketli, o güzel sohbetinde, Her ikisi eridi, gözyaşları içinde.
Ayrılırken
Halife, bir kese altın verdi, Çok özür dileyerek, kabulünü diledi.
Fakat Dâvûd
almadı, uzatılan keseyi, Nezâketle reddetti, incitmedi kimseyi,
Dedi; evimi
sattım, parası yeter bana, Bu helâl para için, rica ettim Allaha,
Dedim: Yâ
Rab! bu para, erince nihayete Ömrüm de sona ersin, gideyim kıyâmete.
Senden bunu
isterim, hazretinden ricam bu,
Ümmid
ediyorum ama, duâm kabul olur mu?
Ayrıldı
misafirler, aradan aylar geçti, Ebû Yûsuf, beylerden, birine şöyle dedi;
Dâvûd-i Tâî
bugün, eyledi Hakka vuslat, Gittiler gördüler ki, ölmüş idi. Hakikat.
Dediler;
nereden bildin, Dâvûd'un vefâtını? Ebû Yûsuf dedi ki: Sattığı ev parasını,
Günlük
sarfına böldüm, dediğim gün bitmişti, Bittiği gün ölmeyi, Haktan talep etmişti.
Ölümünden bir
gün önce, kendisini ziyâret eden zât onu şöyle anlatmıştır: "Hz. Dâvûd'un
hastalandığını duydum ve ziyâretine gittim. Hava çok sıcaktı. Evine geldim,
yastık yaptığı bir kerpicin üzerine başını koymuş, hem çok ızdırab çekiyor, hem
de Kur'ân-ı kerîmden, Cehennem ateşi geçen bir âyet-i kerîmeyi okuyor, onu
durmadan tekrar ediyordu. "Açık havaya çıkarayım ister misin?" dedim. Cevaben:
"Hayatımda, nefsim, bana hiçbir isteğini kabul ettirememiştir. Nefs için, böyle
bir şey istemekten Allahü teâlâya sığınının. Ben ölünce, şu duvarın arkasına
gömünüz ki beni kimse görmesin. Sağlığımda uzlette (yalnızlıkta) idim, ölünce de
öyle, kimsenin görmediği bir yerde yatayım" dedi. Benimle helâlleşti.
Haber
veriyor bize, validesi Dâvûd'un, Önce sabaha kadar, ibâdet ile oğlum, Hıçkırarak
ağladı, meşgul oldu duâyla, Sonra sabaha karşı, namaz kıldı huşûyla. Uzun müddet
kalkmadı, secdede iken başı, Öylece orada kaldı, tam sabaha karşı. Duâ ediyor
sandım, vakit hayli geçmişti, Bir de gidip baktım ki, ruhu teslim etmişti.
Vefât ettiği
gece semâdan bir ses duyuldu, diyordu ki; "Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın
rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ O'ndan râzı olmuştur." Hz. Salât bin Hâkim
diyor ki; "Dâvûd-i Tâî'nin vefât ettiği gece, nûrve çok melekler gördüm,
(Cennet-i a'lâ, Dâvûd'un gelişi için süslenip, hazırlandı. Dâvûd muradına erdi)
diyorlardı. Birisi, o gece rü'yâsında Dâvûd-i Tâî'yi gördü. "Şu anda zindandan
kurtuldum" diyordu. Sabah olunca rü'yâyı anlatmak için evine geldiğinde onu
vefât etmiş olarak buldu. Vefât haberi Bağdâd'ta çabuk duyuldu. Cenâzesini
taşımakla şereflenmek için binlerce insan toplandı. Kabrin başında İbn-i Semmâk
hazretleri, "Ey Dâvûd! Kendini, kabir zindanına konmadan önce dünyâda hapsettin.
Hesap günü gelmeden önce, sen kendini hesaba çektin. Bugün Allahü teâlânın
rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun" dedi.
Hz. Dâvûd-i
Tâî buyurdu ki:
"Her nefs,
dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan
müstesnadır."
"Uzun emele
dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır.
Siz böyle yapmayınız."
"Her an kusur
ve günahları çoğalan, kabahatları yenilenen bir kul, nasıl olur da üzülmez."
"Dünyâya
düşkün olan kimsenin, insanlardan ayrı yaşamasının (uzlete çekilmesinin) bir
faydası olmaz. Dost ve yoldaşı Allahü teâlâ, nasîhat edeni Kur'ân-ı kerîm
olmayan kimse, şüphesiz yolu şaşırmıştır. Onun uzleti uygun değildir."
"Benim uzlete
(yalnızlığa) çekilişimin sebebi, büyüklere hürmetin kalktığını görmem,
arkadaşımın bana kızdığı zaman, beni kötülemek için birçok ayıplarımı sayıp
döktüğünü müşahede etmem olmuştur."
"Dünyâyı
sevenler, dünyâlıkları için âhıretlerini terk ediyorlar. Sen, Allahü teâlânın
emirlerini yapabilmek için dünyâyı terk et."
"Nefsimin hiç
bir amelini güzel bilmedim ve karşılığında sevab ummadım." "Senin ayıplarını
araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma." "Hayatımda, gece ibâdet edenlerden
başka hiç kimseye imrenmedim." "Selâmet istersen dünyâya kıymet verme, kerâmet
istersen, sonsuz olanı yüce tut."
Abdülmelik bin
Ömer, Habîb bin Ebî Ömer, Muhammed bin Abdullah bin Ebî Leylâ gibi âlimlerden
hadîs-i şerîf rivâyet etti. İsmâil bin Ali, Mus'âb bin Mikdâd, Ebû Nâim, El-Fadl
bin Vekî gibi zâtlar Hz. Dâvûd-i Tâî'den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Zühd ve
takvada o kadar ileri gitmişti ki, zamanın âlimleri: "Eğer bütün insanlar
Dâvûd-i Tâî ile tar-tılsa, ibâdetçe cümlesinden ağır gelir" buyurdular.
KAYNAKLAR
1)
Miftah-üs-se'âde, cild-2, sh-250
2) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye, sh-996
3)
El-A'lâm, cild-2, sh-235
4)
Vefeyât-ül-a'yân, cild-1, sh-177
5)
Hilyet-ül-evliyâ, cild-7, sh-535
6)
Tabakât-ül-kübrâ, cild-1, sh-76
7)
Tezkiret-ül-evliyâ, sh-141
8) Târîhi
Bağdâd, cild-8, sh-347
9)
Risâle-i Kuşeyrî, sh-74, 75, 76, 301, 329, 572, 579
10)
Keşf-ul-mahcûb, sh-240 (Urdu tercümesi)
11)
Câmi-ul-kerâmât-il-evliyâ, cild-2, sh-346
12) Eshâb-ı
Kirâm, sh-323
13)
Nefehat-ül-üns, sh-94
|