TÜRKİYE GAZETESİ YAYINLARI

 

İSLÂM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ

1.CİLD

Bir Önceki Sayfaya Gider

CİLD  -  ALFABE  -  ASIR

Bir Sonraki Sayfaya Gider

01   02   03   04   05   06   07   08   09   10   11   12   13   14   15   16   17   18

BERÂ BİN ÂZİB (Radıyallahü Anh)

Eshâb-ı kirâmdan, Ensârın büyüklerinden. Ebû Umâre künyesi ile meşhûrdur. Ayrıca Ebû Amr, Ebûttufeyl ve Ebû Ömer künyeleri ile.de tanınır. Nesebi, Berâ bin Azib bin Hâris bin Adiyy bin Cüşem bin Mecdea bin Hârise bin Hâris bin Amr bin Mâlik bin Evs, el-Ensârî, el-Evsî’dir. Annesi, Habîbe binti Ebû Habîbe’dir.

Resûlullahın (s.a.v.) hicretinden önce Medine-i Münevvere’de küçük yaşta iken müslüman oldu. Babası Âzib de Sahâbî idi. Dîni hükümleri Peygamberimizden (s.a.v.) önce hicret eden Eshâb-ı kirâmdan ve babasından öğrendi. Hz. Berâ, Resûlullahın (s.a.v.) ve diğer Sahâbenin hicretlerini şöyle anlatıyor: (Resûlullahın Eshâbından Medine’ye ilk gelen zat Mus’ab bin Umeyr ile Abdullah İbn-i Ümmî Mektûm idi. Bunlar Medine’deki müslümanlara Kur’ân-ı kerîm okutuyorlardı. Sonra Bilâl-i Habeşî, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Ammâr bin Yâser hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer bin Hattab el-Fârûk yirmi kişi ile birlikte geldi. Nihayet Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiler. İşte bu anda Medine halkının Resûlullahın teşrifine sevindiği kadar, hiçbir şeye sevindiğini görmedim. Ben de Peygamberimiz (s.a.v.) gelmeden az önce uzun sûrelerden sayılan sûrelerle beraber “Sebbihisme Rabbike’l-a’lâ” sûresini okumuştum.

Resûlullah (s.a.v.) ile beraber onbeş (diğer bir rivâyete göre ondört) savaşta bulundu. Bedir harbinde çocuk yaşta idi. Bu hususta kendisi “Resûlullah (s.a.v.) ben ve İbn-i Ömer küçük yaşta olduğumuz için bizi Bedir Savaşına göndermedi” diyor. Uhud ve diğer savaşlarda (bir rivâyete göre Resûlullah (s.a.v.) ile ilk defa Hendek harbinde bulundu.) Peygamberimizin (s.a.v.) önünde harp etti. Çok cesur idi. İran’da Rey şehri alınırken çok kahramanlık gösterdi. Hz. Osman halife olunca, 24 (m. 644) senesinde Rey’e vali tayin etti. Hz. Ali ile birlikte Cemel, Sıffîn ve Haricîlerle yapılan savaşlarda bulundu. Ebher’i (Kazvin’in batı tarafı) fethetti. Kazvin’i de ele geçirdikten sonra Zincan’a giderek burayı şiddetli bir savaşla aldı. Hz. Berâ bin Azib hayatının son zamanlarında Kûfe’ye yerleşerek dünyâ işlerinden el çekti. 72 (m. 691)’de Mus’ab bin Zubeyr zamanında burada vefât etti.

Buhârî ve Müslim kendisinden 305 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Resûlullah’tan (s.a.v.), babasından, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Eyyûb. Bilâl-i Habeşî ve diğer zatlardan rivâyette bulundu. Kendisinden de Abdullah bin Zeyd el-Hatml, Ebû Cuhayfe (bunlarla görüşmüştür), Ubeyd, Rebî, Yezîd, Lût (Bunlar Hz. Berâ’nın oğullarıdır), İbn-i Ebî Leyla, Adiyy bin Sâbit, Ebû İshâk, Muâviye bin Süveyd bin Mukarrin, Ebû Bürde (Bu iki zat Ebû Musa’nın oğullarıdır) ve diğer zatlar hadîs rivâyet ettiler. Hadîs ilminde Rey kapısını ilk defa Hz. Berâ açtı.

Hz. Berâ, kıblenin değiştirilmesini şöyle anlatıyor: “Resûlullah efendimiz Medine’ye teşrif ettikleri zaman onaltı veya onyedi ay kadar Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kıldı. Halbuki O, kıblenin (Mekke’de) Mescid-i Harama doğru olmasını arzu ediyordu. Allahü teâlânın emriyle kıble Kâ’be’ye doğru oldu. Peygamberimizin Kâ’be-i Muazzamaya doğru kıldırdığı ilk namaz ikindi namazı idi. Peygamberimizle namaz kılanlardan birisi mescidden çıktı. Yolda giderken bir mescidde cemaatle namaz kılanlara rastladı ki, onlar rükû’da idiler.

Onlara: “Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Mekke’ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehâdet ederim” deyince namazlarını bozmadan oldukları gibi Kâ’be-i Muazzama’ya döndüler. Peygamberimiz (s.a.v.) Beyti Makdis’e doğru namaz kılarken Yahudilerle diğer Ehl-i Kitab bundan hoşlanırlardı. Kıble değişip yüzünü Beyt-i Şerife doğru döndürünce bunu beğenmediler. Kıble değişmeden önce Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılıp, vefât eden kimseler vardı. Bunlarla ilgili olarak Allahü teâlâ “Allah sizin imânınızı (yani ibadetinizi) boşa çıkarmaz.” Âyet-i kerîmesini indirdi.

Hz. Berâ, Uhud harbinde meydana gelen bir hadîseyi şöyle naklediyor. Uhud harbinde Peygamberimize (s.a.v.) yüzü zırh ile örtülü bir kişi gelerek “Yâ Resûlallah! Şimdi harb edeyim de sonra mı müslüman olayım, yoksa hemen mi?” diye sordu. Resûlullah “Önce müslüman ol, sonra harb et!” buyurdu. Sonra harbe girerek şehîd oldu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) “Az iş yaptı, fakat çok sevab kazandı.” buyurdu. Medine’nin etrafına harb için hendek kazılırken Hz. Berâ, Resûlullahın hâlini şöyle anlatır. Resûl-i Ekrem’i hendek kazıldığı esnada bizimle birlikte toprak taşırken gördüm. Kucağında taşıdığı toprak mübârek karnının beyazlığını örtmüştü. Bu sırada Hz. Abdullah bin Revâhâ veya Âmir bin Ekva’ın bir şiirini söylüyordu.

“Ya Rabbi! Sen bize hidâyet etmemiş ve doğru yolu gösterip bize rahmet etmemiş olsaydın, biz muhakkak dalalette kalırdık.

Üzerimize hücum eden kâfirler, sakındığımız fitne ve fesadı bize ulaştırmak istedikleri ve bizimle karşılaştıkları zaman, sen bizim kalblerimize sabır ve rahatlık ver, bizi onlara karşı güçlü yap!”

Yine Hz. Berâ, Peygamberimizin (s.a.v.) Hudeybiye’deki mu’cizesi ile ilgili olarak şöyle bildiriyor “Hudeybiye’de bir kuyu vardır. Biz buraya gelince kuyunun suyunu tamamen çekerek bir damla su bırakmamıştık. Bu hal, Resûlullaha arz edilince kuyunun yanına gelip kenarına oturdu. Sonra içinde biraz su bulunan bir kab istedi. Getirilen su ile abdest aldı. Sonra ağzını çalkaladı. Yavaşça duâ edip, abdest ve çalkantı suyunu kuyuya döktü. Kuyuyu Resûlullahın emri ile kısa bir müddet bu halde bıraktık. Bundan sonra kuyuda istediğimiz kadar su hasıl oldu. Biz ve hayvanlarımız gidinceye kadar suya kandık.” buyurmaktadır.

Hz. Berâ, Resûlullahın (s.a.v.) hilye-i se’âdetleri (dış görünüşü) hakkında: “Resûlullahın mübârek yüzü bütün insanların yüzlerinden güzel idi. Ahlâk ve yaradılış itibariyle de insanların en güzeli idi. Çok uzun boylu olmayıp kısa dahi değil idi. Uzun ile kısa arası bir boyda yaratılmıştı. İiki omuzunun arası (yani mübârek göğsü) geniş idi. Kulaklarının yumuşağına kadar inen gür saçı vardı. Bir gün Resûlullahı kırmızı ve yeşil çizgili bir elbise içinde görmüştüm. Kesin olarak derim ki: Güzellikte O’na denk olabilecek hiç bir kimse görmedim” ve “Resûlullahın mübârek yüzü ay gibi nurlu idi” buyuruyor. Hz. Berâ “Resûlullahı (s.a.v.) yatsı namazında “Tîn sûresini” okurken dinledim. Daha önce ondan güzel sesli hiçbir kimseyi dinlememiştim.” diyerek Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmi okurken bütün insanlardan daha güzel sesle okuduğunu bildiriyor.

Hz. Berâ bin Âzib’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:

“Resûlullahın (s.a.v.) Hz. Hasan bin Alî’yi omuzuna alarak “Yâ Rabbi! Ben bunu seviyorum, Sen de sev!” diye duâ ettiğini gördüm.”

“Ensâr kıymetli ve mübârek insanlardır. Onları ancak, mü’min olan sever ve şüphesiz münafık olan da onlara düşmanlık eder. Kim Ensârı severse Allahü teâlâ da onu sever; kim de Ensâra düşmanlık eder, sevmezse, Allahü teâlâ da ona düşmanlık eder.”

“Selâmı yayınız, selâmet bulursunuz.”

Resûlullah (s.a.v.) uyumak istediği zaman elini sağ yanağının altına koyup yatarak şöyle duâ ederdi: “Ey. Allahım! Kullarını hesap için toplayacağın kıyâmet gününde beni azabından koru!”

Bir gün Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile beraber Ensârdan bir zâtın cenazesine gitmiştik. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) mübârek başı öne eğik olarak mezarın başına oturarak üç defa “Yâ Rabbi! Kabir azabından sana sığınırım” dedikten sonra şunları anlattı:

“Mü’min öleceği zaman Allahü teâlâ, yanlarında kefen ve güzel koku bulunan, yüzleri güneş gibi parlayan melekleri gönderir. Onlar bu mü’mini göreceği bir yerde beklerler. Ruhunu teslim ettiği zaman yer ile gök arasındaki ve göklerdeki bütün melekler onun için istiğfâr edip, Allahü teâlâdan onun bütün günahlarını affetmesi için duâ ederler. Göklerin bütün kapıları kendisi için açılır, her kapı kendisinden geçmesini ister. Ruhu Allahü teâlânın huzuruna çıktığı zaman, melekler: “Yâ Rabbi! Bu filân kulunun ruhudur.” derler: Allahü teâlâ: “Onu geri çevirin ve onun için hazırladığım mükâfat ve ihsanları kendisine gösterin. Çünkü ben ona va’d ettim: “Sizi topraktan yarattım ve tekrar toprak yapacağım, tekrar topraktan çıkaracağım.” (Tâhâ sûresi 55. âyeti) Ruh kabrine döner ve hattâ kendisini defn edip dağılanların ayak seslerini dahi duyar. Melekler son bir sıkıntı olarak onu iyice sıkıştırıp: “Rabbim Allah, dînim İslâm ve Peygamberim Hz. Muhammed’dir (s.a.v.)” der. Bu cevabı verince birisi: “Doğru söyledin.” der. İşte bu, Allahü teâlânın “Allah îmân edenlere dünyâ ve âhiret hayatında o kararlı sözlerinde daima sebat ihsan eder.” (İbrâhim sûresi 27. âyeti) buyurduğu sözün mânâsıdır. Sonra karşısına yüzü, elbisesi, kokusu güzel birisi gelir ve “Nimetleri devamlı olan Allahü teâlânın Cennet ve rahmeti ile sana müjdeler olsun” der. mü’min kimse: “Allah sana hayırlı, karşılıklar versin, sen kimsin?” diye sorar. O kimse “Ben senin dünyâdaki iyi amellerinim. Sen daima Allah’a ibâdet etmek için koşar, isyana ise, tenbellik edip yaklaşmazdın. Bunun için Allahü teâlâ seni hayırlı, güzel nimetlerle mükâfatlandırdı. Bundan sonra birisi: “Buna Cennetten bir döşek getirin ve Cennetten kabrine bir kapı açın” der. Bir döşek getirilir ve Cennet’e doğru bir kapı açılır. O mü’min de: “Yâ Rabbi! Kıyâmeti çabuk getir de biran önce aileme, çocuklarıma kavuşayım” der.

Kâfir ise; o da dünyâdan alâkasını kesip öleceği zaman, çirkin, suratlı, şiddetli azâb yapan melekler, ateşten elbise ve katrandan gömleklerle karşısında dururlar. Ruhu çıktığı zaman yer ve gökteki bütün melekler kendirsine la’net ederler. Göklerin kapıları kapanarak hiçbir kapı onun habîs kötü ruhunun kendisinden geçmesini istemez. Böylece ruhu geri döndürülür. Melekler: “Yâ Rabbi! Bu falan kulunun ruhudur, yerler ve gökler bunu kabul etmiyorlar” dedikleri zaman Allahü teâlâ: “Onu geri çevirin ve ona hazırladığım büyük âzâbı gösterin. Çünkü ona da: “Sizi topraktan yarattım, yine toprağa iâde edeceğim ve tekrar topraktan çıkaracağım” diye vahdettim” buyurur. Sonra ruhu mezarına götürülür. Hatta mezarının yanından dağılmakta olanların ayak seslerini de işitir. Ona da: “Rabbin kim, Peygamberin kim ve dinin nedir?” suâlini sorarlar. O kâfir kimse de: “Bilmiyorum” der. Melekler de: “Evet, bilmezsin.” derler. Bundan sonra çirkin elbiseli, pis kokulu ve vahşi yüzlü birisi gelip karşısına dikilerek: “Allahın gadabı ve sonsuz âzâbı sana müjde olsun” der. Adam: “Allah senin de cezanı versin, sen kimsin?” diye sorunca, onun yanına, gelen kimse: “Ben senin dünyâda iken yaptığın çirkin amelinim. Sen kötülüğe, Allahü teâlâya isyana koşa kaşa giderdin, fakat ibadete ve taâta gevşek davranır, yapmazdın. İşte bugün Allahü teâlâ kötülüğünün ve küfrünün cezasını sana çektirecek”, cevabını verir. Sonra gözleri görmeyen, konuşamayan ve kulakları duymayan bir melek onu yakalar. Onun için demirden bir tokmak hazırlanır. Bütün insanlar ve cin toplansalar onu yerinden kaldıramazlar. Hatta dağlara vurulsa, kül ve toprak haline getirir. Bununla kendisine bir kere vurulduğu, zaman parçalanır, kül haline gelir. Tekrar dirilir ve alnına öyle bir şiddetle vurulur ki, insan ve cinden başka yeryüzündeki bütün mahlûklar onun bağırmasını işitirler. Sonra bir melek: “Buna ateşten iki demir levha getirin ve mezarından da Cehenneme doğru bir kapı açın.” diye seslenir. Hemen onun kabrine ateşten iki demir levha döşenir ve Cehennemden de bir kapı açılır.”

Resûlullah’a (s.a.v.) abdest alırken selâm verdim. Abdestini bitirdikten sonra selâmımı aldı. Elini uzatarak benimle müsâfeha etti. Ben de Resûl-i Ekrem’e: “Yâ Resûlallah, bu Arap olmayanların âdeti değil midir?’’ diye sordum. Resûlullah (s.a.v.) da: “Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman müsâfeha ederlerse günahları dökülür.” buyurdu.

“Namaz kılmak için ayağa kalktığımız zaman Resûlullah (s.a.v.) saflar arasında dolaşır, elleri ile göğüslerimize veya sırtlarımıza dokunur, safları düzeltir, sonra: “Saflarınız bozuk olmasın, sonra o bozukluk kalblerinize de girer.” buyururdu.”

Bir köylü, Resûlullah’a (s.a.v.) gelip: “Yâ Resûlallah! Beni Cennete götürecek bir ameli bana Öğret” deyince Peygamberimiz (s.a.v.): “Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yap, yani Allahü teâlânın emirlerini, iyi amelleri insanlara öğret, harâm ve yasak olan kötü şeyleri de insanlardan men’et. Bunlara gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini sakındır.” buyurdu.

Peygamberimiz (s.a.v.) Kurban bayramı hutbesinde şöyle buyurdu: “Bu günümüzde bizim yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır. Bundan sonra evlerimize dönüp kurban kesmektir. Her kim böyle yaparsa sünnetimize uygun iş yapmış olur.”

Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Berâ’ya bir duâ öğretti. Hz. Berâ, duayı tekrarlarken, “Nebîyyike” yerine “Resûlike” okuyunca, Resûlullah (s.a.v.) “Hayır (Resûlike) deme, (Nebîyyike) diyerek oku.” buyurdu. Böylece duanın değiştirilmesine müsâade etmedi.

Hz. Berâ, Hudeybiye andlaşmasını şu şekilde anlatıyor “Resûlullah (s.a.v.) Hicretin altıncı senesinde Zilka’de ayında umre yapmak için Mekke’ye gitmişti. Fakat müşrikler Peygamberimizin Mekke’ye girmesine mâni olmuşlardı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlarla ertesi sene Mekke’de umre için üç gün kalmak şartı ile Hudeybiye’de bir andlaşma yaptı. Müslümanlar andlaşma kâğıdına Hz. Ali bin Ebî Tâlib’e “Bu andlaşma, Muhammed Resûlullah (s.a.v.) tarafından barış yapılan maddeleri ihtiva etmektedir” şeklinde Peygamberimizin “Resûlullah” unvanını yazdırmışlardı. Müşrik heyetinde bulunanlar Resûl-i Ekrem’e: “Biz senin peygamberliğini kabul etmiyoruz. Eğer seni Resûlullah olarak tanıyıp tasdik etmiş olsaydık, Senin Mekke’ye girmene mâni olmazdık. Sen sadece Abdullah’ın oğlu Muhammedsin” dediler. Resûlullah da bunlara karşılık “Beni yalanlasanız da Ben Resûlullahım, Muhammed bin Abdullah’ım (s.a.v.)” buyurdu. Bundan sonra Hz. Ali’ye “Resûlullah (s.a.v.) kelimesini sil.” buyurdu. Hz. Ali “Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben senin Resûlullah unvanını silemem” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) andlaşma yazısını alarak “Bu andlaşma Muhammed bin Abdullah tarafından barış yapılan şu maddeleri ihtiva eder” diye yazıldı. “Bu maddeler Mekke’ye silâhla girilmeyecek, ancak kılıfı içinde getirilebilecek, Mekkelilerden bir kimse Muhammed’e tâbi olmak isterse (Müslüman olursa), Mekke’den çıkıp Medine’ye gidemeyecek ve Muhammed’in Eshâbından birisi Mekke’de kalmak isterse buna mâni olunmayacaktır.”

Ertesi sene Resûlullah (s.a.v.) Mekke’ye umre yapmak için geldi. Andlaşmada belirtilen üç gün biterken müşrikler Hz. Ali’ye gelerek: “Andlaşma müddeti geçti. Şimdi Peygamberine söyle de Mekke’den çıksın!” dediler. Peygamberimiz de üç gün tamamlanınca Eshâb-ı kirâm ile beraber Mekke’den ayrıldılar.”

 

KAYNAKLAR 

1) El-A’lâm cild-2, sh-46

2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-364

3) El-İsâbe, cild-1, sh-142

4) El-tstiâb, cild-1, sh-139

5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-132

6) Tehzîb-ul-esmâ, cild-1, sh-132

7) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-2, sh-1259

8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-347, 990

9) Eshâb-ı Kirâm, sh-316

 
 

Bir Önceki Sayfaya Gider

Bu Bölümün İndex Sayfasına Gider

Bir Sonraki Sayfaya Gider