Geri

   

 

 

İleri

 

3  . Fasıl

10 - 2   Peygamberimizin Âhiret Gününde Üstün Kılınınası, Şefaat ve Mahmud Makamı ile Yüceltilmesi

Malûm olsun ki, Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'ni nasıl yaradılışın başında sair peygamberlerden önce yaratmış ve ayrılma âleminde "Ben Rabbiniz miyim?" buyurduğunda "Evet" cevabını vermekte diğerlerinden önceliği almaya muvaffak etmişse geri dönüşte de başkalarından öne geçmeyi nasip kılmıştır.

Kabirden ilk kalkan, ilk şefaat eden, şefaati ilk kabul edilen, sücûda ilk mezun olan, Âlemlerin Rabbi'nin cemâline ilk nazar eden, ümmetleri arasında kazâ eden peygamberlerin ilki olan, ümmetiyle Sırat'ı ilk geçen, cennete ilk giren ve ümmeti cennete ilk giren Fahr-i Kâinat Efendimiz olacaktır. Bunlardan başka daha nice sonsuz fazilet ve kerametlerle şereflendirilecektir. Bu cümleden biri, binekli olarak diriltilecektir. Mahmud Makamı ve Hamd Bayrağı, âlemlerin efendisi Resûlüllah Efendimiz'e mahsus kılınmıştır. Âdem aleyhisselâm ve ondan beri kim varsa hepsi O'nun bayrağinin altına gelecektir. Arş önünde Hak teâlâ hazretleri'ne secde edecektir. O secdede Hak teâlâ hazretleri hiç kimseye nasip etmediği hamd ve senâyı Fahr-i Âlem hazretleri'ne açıp Hak teâlâ hazretleri'ne onunla hamd ve senâ edecektir. Hak teâlâ hazretleri:

— Ya Muhammed! Başını kaldırl İşte istediğin kadar al, şefaat et, şefaatin makbuldür! buyuracaktır.

Tekrar şefaat ve secdeler edecektir. Yine Hak teâlâ hazretleri:

— Ya Muhammedi Başını kaldır!... diyecektir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne edilen ikramlar cümlesinden biri de, Arş'ın sağında durmaktır ki, O'na mahsustur. Yaratıklardan hiç bir kimseye müyesser değildir. Bu mânâda öncekiler ve sonra gelenler O'na gıbta edeceklerdir.

Bir fazileti de peygamberler ve ümmetler arasında şahitlik etmesidir. Hepsi O'na gelip:

— Bizi gam ve kederden kurtarınak için şefaat eyle, yâ Resûlâllah! diyecekler.

Bütün müminler O'nun şefaatiyle cennete girecekler. Kimisine sırf cennete girmesi için, kimisinin derecelerini yükseltmek ve ikramlarını arttırmak için şefaat edecektir. Kevser havuzunun sahibi ve Vesîle'nin sahibi O olacaktır. Bunlardan başka fazilet ve kerametlerden nice hususla yüceltilecek ve ağırlanacaktır.

"İşte bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir." (Hadîd sûresi: 57/21)

Kabirden ilk kalkanın O olduğunun delili İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîstir ki, bu faslın hemen üstünde yazılmıştır. Biri de Ebû Hüreyre'nin hadîsidir ki, o Hazret: "Ben kıyamet günü Âdemoğullarının efendisiyim. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum. Hamd bayrağı benim elimdedir. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum. Âdemoğullarından o bayrağın altında olmayan hiç kimse yoktur. Ben toprağı yarıp çıkanların ilkiyim," buyurmuştur.

Zikredilen her iki hadîste de kabirden ilk çıkanın Resûlüllah Efendimiz olduğu açıktır.

"Kıyâmet gününde Allah'ın emriyle İsrafil sûra üfleyip insanlar kendilerinden geçtikleri zaman ilk kendine gelen ben olacağım. Hazret-i Mûsâ'yı Arş'a yapışmış göreceğim. Bilemeyeceğim, Mûsâ kendinden geçenlere dahildi, aklı başından gitti de benden evvel mi kendine geldi, yoksa 'Rabbi dağa görününce dağ paramparça oldu ve Mûsâ da kendini kaybetti,'" (Arâf sûresi: 7/143) mucibince Tur dağında kendini kaybetmesiyle iktifa olunup burada kendini kaybetmedi mi? Allah'ın müstesna tuttuklarından mı oldu?" buyurmuşlardır.

Saak diye aklı başından gidip kendinden geçmeye derler. İfakat ise iyileşmek, kendine gelmek demektir. Bu rivâyetlerde ifakat mahallinin hangi saaka'dan sonra olduğu beyan olunınamıştır. Ama Şa'bî, Zümer sûresinin tefsirinde nakletmiştir ki, Peygamber Efendimiz: "Son nefhadan (üflemeden) sonra başını kaldıranların ilki benim," buyurmuşlar.

Bundan, muradın son saaka olduğu açıkça anlaşılır. Hadîs-i şerîfte "Allah'ın müstesna tuttuklarından" sözünden kasdedilen âyeti kerîmede: "Sûra üflendiği gün göklerde ve yerde kim varsa hepsi korku içinde kalır. Ancak Allah'ın diledikleri müstesnadır," (Nemi sûresi: 27/87) buyrulmasıdır.

Bazıları burada müşkülât görüp:

Bütün halk nasıl kendinden geçer? Kendinden geçme, hissi olana göredir. Ölülerin ise hisleri yoktur, dediler.

Buna cevap vermişlerdir ki:

Kendini kaybedenler dirilerdir, ölüler değildir. Onlar "Allah'ın diledikleri müstesnadır" istisnasına dahillerdir. Yâni "Kendilerine bundan önce ölüm gelmiş olanlar, işte ancak onlar, kendilerini kaybetmezler," demektir, demişlerdir.

İmâm Kurtubî, bu cevaba meyletmiştir. Hadis-i şerifte Mûsâ için "Allah'ın müstesna tuttuklarından" olmak ihtimali verilmesi bu cevaba aykırı değildir. Zira peygamberler Allah indinde diridirler.

Hadîs-i şerif, İbn-i Merdeveyh'in naklinde Ebû Seleme'den şu ibare ile gelmiştir: "Ben kıyamet gününde kabri yarılan kimselerin ilkiyim. Kabirden kalkarım da başımdan toprağı silkerim. Ondan sonra Arş'ın ayağına gelirim. Mûsâ'yı orada bulurum. Bilemem, Mûsâ toprağı kendi başından benden önce mi silkti yoksa o, Allah'ın istisna ettiklerinden miydi?"

Âlimler istisna olunanların kimler olduğu hususunda on söz üzere ihtilâf etmişlerdir. Kimisi "Onlar meleklerdir" dedi, kimisi "Peygamberlerdir" dedi. Beyhakî, hadîsin tevilinde Hazret-i Mûsâ'nın "Allah'ın istisna ektiklerinden" olmasını tecviz etmede şu sözü ihtiyâr edip: "Benim katımda açıklaması şudur: Peygamberler, şehitler gibi diridirler. Birinci nefhada kendilerinden geçerler. Kendinden geçmenin mânâsı; her yönden ölü olmak demek değildir, belki şuurun gitmesidir," diye buyurdu.

Bazıları da "Murad, şehitlerdir," dediler. Halimi bunu ihtiyâr etmiştir. İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiş olan budur. Zira Hak teâlâ hazretleri, şehitler hakkında:

"Ehyâun inde rabbihim yurzekune — Onlar diridirler, Rablerî katında rızıklanınaktadırlar," (Al-i lmrân sûresi: 3/169) buyurmuştur.

Bundan başka sözler zayıftır, diye zikretmiştir.

Müfehhem sahibi Ebû'l-Abbâs Kurtubî, "Doğrusu şudur ki, muradın hangisi olduğunu belirtmede sahih haber gelmemiştir. Hepsi muhtemeldir," demiştir.

Ama Tirmizi, Tezkire'de bunu itiraz edip: "Ebû Hüreyre'nin hadîsinde şehitler olduğunu belirtmede hadîs-i şerîf gelmiştir ve o sahih hadîstir," dedi.

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) gelmiştir ki: "Fahr-i Âlem Efendimiz, bu âyetten Cebrâil aleyhisselâma sual edip:

Allah'ın kendinden geçmelerini dilemediği tâife kimlerdir? dedi.

Cebrâil aleyhisselâm da:

— Onlar şehitlerdir, diye cevap verdi," demiştir.

Hâkim, mezkûr hadîs için sahihtir, demiştir.

Bazıları da, "Bu tâifeden murad, Arş'ı götüren melekler, Cebrâil, Mikâil ve ölüm meleğidir. Ondan sonra bunlar vefat ederler. En sonra ölüm meleği vefat eder," dediler. Bazıları da, "Bunlar, cennette olan huri ve gılmân'dır," dediler. Ama bu sözlere itiraz olunup "Arş'ı taşıyan melekler, göklerde ve yerde sâkin olanlardan değillerdir. Zira Arş, bütün semâların üstündedir. Cebrâil, Mikâil ve Azrâil aleyhisselâmlar ise sâfîn-i müsebbihîn'den (Allah'ı tesbih eden saf varlıklardan) dir. Huri ve gılmân da cennettedir. Cennetse göklerden yukarı ve Arş'dan aşağıdır. Ve cennet başka bir âlemdir, beka için yaratılmıştır. Şüphe yoktur ki, o, Hak teâlâ hazretleri'nin fena (yok olma) için yarattığı şeylerden uzaktır," dediler.

Ondan sonra haberde gelmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, Arş'ı götüren melekleri, Mikâil'i ve Ölüm Meleği'ni öldürüp sonradan diriltecektir. Ama cennet ehli hakkında haber gelmemiştir. Fakat açık olan şudur ki, cennet ölmezlik yurdudur. Oraya dahil olana asla ölüm yetişmez. Dışarıdan girenlerin ölmesi kabilken böyle olunca orada yaratılanlara ölümün yetişmemesi daha uygun olur. Eğer sual olunup:

— "Külli şey'in hâlikün illâ vechehu — O'nun varlığından başka her şey yok oldu," (K: 28/88) gereği şudur ki, zevâli olmayan Kadim Zât'tan başka her nesne yok olur. Bu takdirde cennetin kendisi de yok olup sonra cezâ (karşılık verme) günü için iade olunınası lâzım gelir, denilirse bunun cevabı şudur:

— "Küllî şey'in hâlikün illâ vechehu" demenin mânâsı, "Her nesne ki, kabil-i helâktir, eğer Hak teâlâ hazretleri helâkini dilerse helâk olur. Ancak Hak teâlâ hazretleri kadîmdir, kadîmin fenası mümkün değildir," demek olur. En iyisini Allah bilir.

Cennette bulunan hurilerin ölmezliği sözünü şu da te'yid eder ki, onlar: "Biz ebedî kalıcılarız, ölmeyiz," demişlerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelmiştir. Hatıra gelmesin ki, onların hulûd (ebedî kalıcılık, ölmezlik) dediklerinden murad, kıyâmetten sonraki hulûd'dur! Zira bu mânâ yalnız onlarda değil, başkalarında da bulunur. Müşterek vasıflarla ise iftihar olunınaz.

Ebû'ş-Şeyh, Kitâbu'î-Azm'inde Vehb bin Münebbeh yolundan bir hadîs rivâyet etmiştir ki, Hak teâlâ hazretleri, Sûr'u sırça (cam) saflığında berrak inciden yarattı. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri: "Kün — Ol!" diye emretti. Hemen Isrâfil aleyhisselâm vücuda geldi. Ondan sonra: "Sûr'u al!" diye emretti. Isrâfil, Sûr'u aldı. O Sûr’un üzerinde bütün yaratıkların ruhlarının sayısınca delikler vardır. Ruhlar o deliklere girerler. Hepsi Sûr'da toplanırlar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, İsrafil'e emreder. Isrâfil, Sûr'u üfler . Onda olan ruhların her biri çıkıp cesedine girer, diye buyrulmuştur

Bu takdir üzre evvelâ Sûr'a üflenir. Tâ ki, ruhlar cesetlerine yine ulaşsınlar. Üflemenin Sûr'a izafe edilmesi hakikat ve cesetlere izafe edilmesi mecaz olur, demişlerdir.

Sahih-i Müslim'de Abdullah bin Ömer'in hadîsinden merfuan rivâyet olunmuştur ki:

"Sûr'a üflenir de onu işitenlerden bir kimse kalmaz hepsinin boynunun bir yanı aşağı öbür yanı yukarı gelir. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri tall'a benzer bir yağmur gönderir. Ondan sonra halkın cesetleri yerden biter gibi çıkar. Sonra bir üfleme daha olur. Halk tamamen hayat bulup kalkarlar, nazar ederler," buyrulmuştur.

"Boyunlarının bir yanı aşağı, öbür yanı yukarı gelir" buyrulması, ölümden kinâyedir. Yâni can verip yanının üstüne düşer, demektir. Tali, şebnem (çiğ)dir. Çok zayıf yağmura da öyle derler. "Kıyâmun yenzurûne — Kalkar, nazar ederler," sözüne iki ihtimal üzre mânâ vermişlerdir. Birisi, "Kalkıp etrafa şaşkınlar gibi bakmırlar," demektir. Biri de, "Kalkıp 'Eyvah bize ne olacak?' diye bekleşirler," demektir.

Darimî'nin naklinde Hazret-i Enes'den rivâyet edilmiştir ki: "Ben, insanlar diriltildikleri zaman onların ilk kabirden çıkanıyım. Mahşer arsasına geldikleri zaman onların önüne düşüp getiren benim. Sükût edip durdukları zaman onların hatibi benim. Hapsedildikleri zaman onlara şefaat eden benim. Kerametten (yâni af ve mağfiretten) ümitleri kesildiği zaman onlara müjde verici benim. Anahtarlar o gün benim elimde olacaktır. Hamd bayrağı benim elimde olacaktır. Ben Rabbime Âdemoğlunun en kerîmiyim. Beyz-i meknûn yahut dağılmış inciler gibi bin hizmetkâr, hizmet için beni tavâf edecektir," buyrulmuştur.

Beyz-i meknûn'dan murad, deve kuşu yumurtasıdır. Meknûn (saklı, gizli) denilmesi kanadinin altında örtülü demektir. Arap tâifesi, sevgililerinin bedenlerini ona benzetirler.

Hâdiyü'l-Ervâh sahibinin rivâyet ettiği hadîste: "Elbette Resûlüllah Efendimiz kıyamet günü dirilir ve Bilâl O'nun önünde ezanla nidâ eder," demişlerdir.

Zehâir-i Ukbâ'da Ebû Hüreyre'nin hadîsinde gelmiştir ki, Peygamber Efendimiz:

"Peygamberler kıyâmet gününde hayvanlar üzerinde (mahşere) gönderilirler. Salih Peygamber devesi üstünde haşrolunur. Fâtıma'nın iki oğlu (Hazret-i Hasan ve Hüseyin) benim Azbâ ve Kusvâ adlı develerimin üzerinde haşrolunurlar. Ben, Burak üzerinde haşrolunurum. O Burak'ın adımı, gözünün yetiştiği yerin nihayetidir. Bilâl, cennet develerinden birinin üzerinde haşrolunur," demiştir.

Taberanî'nin çıkardığı hadîsin özü de şudur: "Peygamberler devâb (binek hayvanları) üzerinde haşrolunurlar. Ben, Burak üzerinde haşrolunurum. Bilâl, cennet develerinden bir deve üzerinde haşrolunur. Ondan sonra ezan okur. 'Eşhedü enne Muhammeden resûlüllah' dediği zaman önce ve sonra gelenlerden müminler ona şehadet ederler," diye buyurmuştur.

Bazı rivâyette: "Peygamber Efendimiz hazretleri, şerefli kabrinden yetmiş bin melek arasında diriltilip gönderilecektir," diye gelmiştir.

Nitekim bazı âlimler, Kâ'bu'l-Ahbâr'dan böyle nakletmişlerdir. Tafsili şudur ki, bir gün Kâ'b (radıyallahü anh), Hazret-i Aişe-i Sıddîka'nın (radıyallahü anh) huzuruna vardı. Mecliste bulunanlar, Resûlüllah Efendimiz hazretlerini yâd ettiler. Kâ'b:

— Her sabah yetmiş bin melek iner, Peygamber Efendimiz hazretleri'nin şerefli kabrinin etrafına dizilirler. Kanatlarını vurup salâvat verirler. Akşam olunca onlar göğe çıkarlar. Yetmiş bin melek daha iner. Onlar da sabaha değin öyle ederler. Hâsılı gündüz yetmiş bin, gece yetmiş bin melek inip kıyâmete değin Peygamber Efendimiz hazretleri'ni bu şekilde ziyaretten hâli olmazlar. Şerefli kabri yarılıp Fahr-i Âlem hazretleri diriltildiği zaman yetmiş bin melek arasında dirilir. Onlar, O'na tazim ve tekrîm ederler, demiştir.

Hakim Tirmizî, Nevâdiri'l-Usûl'de İbn-i Ömer'in hadîsinden getirmiştir ki: "Bir gün Resûlüllah Efendimiz dışarı çıktı. Sağ yanında Ebû Bekir ve sol yanında Ömer (Allah onlardan razı olsun) vardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz:

— Kıyamet günü kabirden çıktığımız zaman da yine böyle çıkarız, diye buyurdu," demiştir.

Tirmizî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz: "Dirildiğimde bana cennet hüllelerinden bir hülle giydirirler. Sonra Arş'ın sağ yanında dururum. Benden başka kimse o makamda durmaz," demiştir.

Câmiu'l'Usûl'ün rivâyetinde: "Ben, toprağı yarıp çıkanların ilkiyim. Sonra beni giydirirler..." ibaresiyle gelmiştir. Kâ'b'ın rivâyetinde: "Yeşil bir hülle," diye gelmiştir.

İmâm-ı Buhârî, Sahihinde İbn-i Abbâs'dan şöyle nakletmiştir ki, âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: "Anadan doğduğunuz gibi çıplak ve sünnetsiz haşrolunursunuz. O gün Allah'ın yaratıklarından ilk elbise giyen ibrahim'dir," diye buyurmuşlar.

Beyhakî'nin rivâyetinde de: "Cennet hüllelerinden ilk elbise giydirilen Hazreti ibrahim olacaktır. Ondan sonra bir kürsü getirilip Arş'in sağ yanına koyacaklar. Sonra bana cennetten bir hülle getirip giydirirler ki, Âdemoğlu ona kıymet takdir edemez," diye gelmiştir.

Mezkûr hadîste Arş'ın sağ yanında kürsü üzerinde oturacağı da zikredilmiştir.

İbrahim aleyhisselâm'a Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden önce elbise giydirilmekle ondan daha üstün olması lâzım gelmez. Bununla beraber ihtimaldir ki, Peygamber Efendimiz, kendisinin içinde vefat ettiği elbiselerle kabirden çıkar. Orada giydirilen kerâmet hüllesi olabilir. Şu karineden dolayı ki, O'nu Arş'ın ayağı katında oturtacaklardır. Bu takdirde Hazret-i İbrahim'in önceliği, insanların geri kalanlarına göre olur, demişlerdir.

Halimi dedi ki: "Haberin açık mânâsı üzre İbrahim aleyhisselâm'a, Fahr-i Âlem hazretleri'nden önce hülle giydirilir. Fahr-i Âlem hazretleri'nin hüllesi ondan daha yüce ve daha mükemmeldir; güzelliğiyle cebr-i noksân (eksiğini tamamlama) vâki olur."

Ebû Dâvud'un rivâyetinde Ebû Saîd (radıyallahü anh) vefat edecek olduğunda yeni elbiselerini istedi. Getirdiler, giydi ve: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden işittim:

— Gerçekten ölü, öldüğü elbise içinde dirilir,* derdi," dedi.

Hâris bin Ebû Seleme ve Ahmed bin Münî' katlarında: "Elbette onlar kefenleri içinde dirilirler ve kefenleri içinde birbirlerini ziyaret ederler," diye gelmiştir.

Zikredilen rivâyetlerin zahirî mânâları birbirine aykırıdır. Ama bunların toplanıp birleştirilmesi şu yolla kolay olur: Bazı ölüler çıplak ve bazıları giyimli haşrolunurlar. Yahut hepsi çıplak haşrolunup peygamberlere elbise giydirilir. Onlardan da ilk ibrahim aleyhisselâm'a giydirilir. Yahut kabirlerden, vefat ettikleri sırada arkalarında bulunan elbiselerle kalkıp sonradan onlar arkalarından dökülür de çıplak haşrolunurlar. Ondan sonra ilk elbise giydirdikleri Hazret-i İbrahim aleyhisselâm olur. Bunlar hep mümkündür, demişler.

Bazıları da Ebû Saîd'in hadîsini şehitlere hamletmişlerdir. Bu takdirde şehitler hakkında buyrulmuş olur da Ebû Saîd umuma hamletmiş olur.

Haşr:

Malûm olsun ki, âlimler, insanların ne şekilde haşrolunacakları hususunda ihtilâf etmişlerdir. Haşr'ın mânâsı, birbirinden farklı ve dağınık şeyleri sürüp bir yere getirmektir. Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "İnsanlar üç şekil üzre haşrolunurlar:

1 . Râğıblar ve râhibler (rağbet ediciler ve korkucular) oldukları halde haşrolunanlar. (Yâni bir kısmı Mahşer arsasına rağbet ederek ve bir kısmı korkarak gelir).

2 . İkişer, üçer, dörder ve onar develere bindirilip haşrolunanlar.

3 . Geri kalanları ki, bunları cehennem ateşi haşreder. Yâni arkalarından bir ateş peyda olur da bunları haşir yerinden yana sürer. Gündüz nerede istirahat ederlerse o da orada durur. Gece onlar nerede yatarlarsa o da orada yatar. Onlar nerede sabahlarsa o da onlarla beraber orada sabahlar. Onlar nerede akşamlarsa o da onlarla beraber orada akşamlar," buyurmuşlardır.

Anlaşılan şudur ki, her nereye gitseler arkalarından yetişir. Onlar uzaklaşmak için kaçarlar, o yetişir, yanlarına gelir. Bu üslûp üzre süre süre Mahşer'e getirir, demektir. İmâm Halimi şuna meyletmiştir ki: Bu haşr, kabirden çıkma zamanında olur. Yâni Doğu ve Batı diyarında olan ülkelerin halkı, kabirlerinden kalktıklarında Mahşer arsasına bu üslûp üzre getirilirler. İmâm-ı Gazalî "Böyle olacak" diye hükmetmiştir.

Bazıları, "Şeyhayn'ın nakillerinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiş olan üslûp üzre haşrolunurlar," dedi. Yâni çıplak, yalıncak ve sünnet olunınamış olarak anadan doğduğu şekil üzre haşrolunurlar. Ondan sonra durağa gelince halleri birbirinden farklı olur, demişlerdir.

Kâfirler yüzleri üzre haşrolunurlar. Bir kişi, Fahr-i Âlem hazretleri'ne:

Yâ Resûlâllah! Yüzü üzerine nasıl haşrolunur? dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

Dünyada iki ayağı üzre yürüten Hak, kıyamet gününde yüzü üstüne yürütmeğe kadir değil midir? diye buyurdu.

İmâm Nesâî'nin naklinde Ebû Zer (radıyallahü anh), merfuan rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri: "Gerçekten insanlar üç bölük olarak haşrolunurlar:

1 . Bir bölüğünü davarlarına binip yemeklerini yemiş ve elbiselerini giymiş olarak haşrederler.

2 . Bir bölüğünü de melekler, yüzleri üzeri sürüyerek haşrederler.

3 . Bir bölüğü de yaya yürüyerek ve koşarak haşir yerine gelirler. Onları bu üslûp üzre haşrederler," buyurmuşlar.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde: "Kıyamet gününde haşir, ak undan yapılmış kursa (daire şeklinde yuvarlak ve yassı çörek) gibi bir yer üzerinde olacaktır. Orada hiç bir kimsenin ilmi yoktur," buyrulmuştur.

Hadîsin metninde geçen "Afrâ", ak demektir. Ama o aka derler ki, çok beyaz olmaz. Onun için pâk un çöreğine tesbih buyurmuşlardır.

Hâkim'in naklinde Ukbe bin Amir'in rivâyetiyle gelenin özü şudur ki: "Kıyamet gününde güneş yere yakın gelir. Halk hararetinden terler. Ter, kiminin baldırinin ortasına çıkar. Kiminin dizine çıkar. Kiminin böğrüne çıkar. Kiminin omzuna çıkar. Kiminin ağzına çıkar," dedi ve mübarek eliyle ağzını işaret buyurdu.

Kimi de: "Ter örter, dedi ve mübarek elini başinin üstüne koyup işaret etti," demiştir.

İmâm Müslim katında da bu hadîsin şahidi vardır. Mikdâd bin Esved'in hadisinde gelmiştir ki: "Kıyamet gününde güneş halkın yakinına gelir. Hattâ bir mil miktarı yere gelir de orada durur. Ondan sonra halk, amelleri miktarınca ter içinde olurlar," buyrulmuş.

Gerçi güneşin yeri felektir. Ama kıyâmet gününde Allah'ın emriyle felekten ayrılıp da mahşer halkinin üzerinde asılı durması mümkündür. Allah, dilediğini yapmaya kadirdir.

Şeyh İbn-i Ebî Cemre (Allah sırrını mübarek eylesin) nin buyurduğu üzre: "Hadîsin zahirinden bu halin bütün insanlara teşmil edildiği anlaşılır. Ama böyle değildir. Zira bazı hadîsler delâlet etmiştir ki, bu hal bazı insanlara mahsustur. Peygamberler, şehitler ve Allah'ın dilediğinden bazı kullar müstesnadır. O belâya mübtelâ olanların en beteri kâfirler olur. Onlardan sonra büyük günah işleyenler olur. Ondan sonra Allah'ın dilediği kim ise onlar olur."

Ebû Ya'lâ'nın rivâyetinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz: "Halk, âlemlerin Rabbi'nin huzurunda elli bin yıl miktarı günden yarım gün miktarına kadar dururlar. Müminlere Hak teâlâ hazretleri kolaylaştırıp onlara, güneşin devrildiği zamandan batıncaya kadar geçen zaman ne miktarsa o denli gelir. Onlar, bekleme elemini kâfirler gibi çekmezler," diye buyurmuşlar.

Nihayet yukarıda geçtiği üzre belâların en şiddetlisi, kâfirlere ve büyük günah sahiplerine olacaktır. Salih kullar, o sıkıntı ve şiddetleri görmezler. Allah'ın lûtfuyla onlara zorluklar kolaylaşır.

İmâm-ı Ahmed ve başkaları Ebû Hüreyre'den rivâyet etmişlerdir ki: "Halk haşrolunup kırk yıl gözlerini göğe dikerek dururlar. Gam ve sıkıntinin şiddetinden ter onları gemler (ağızlarını kaplar), konuşmaya mecalleri olmaz," buyrulmuş.

Sahîh-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Kıyamet gününde halk öyle ter dökerler ki, terleri yeryüzünden yetmiş arşın yükselir ve kendilerini gemler (ağızlarını kaplar), tâ kulaklarına yetişir," buyurmuşlar

Beyhakî'nin naklinde İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) hazretleri'nden gelmiştir ki: "Halk haşrolunduğu zaman kırk yıl gözlerini göğe dikip dururlar, konuşamazlar. Güneş başlarının üstünde olur. Hattâ iyisini ve kötüsünü ter gemler (ağızlarını kaplar)," buyurmuşlar.

Bu da daha önce İmâm-ı Ahmed'den rivâyet edilmiş olan hadîsin mânâsındadır. Fakat bunda terden konuşamamak derecesinin iyiye ve kötüye teşmil edilmesi vardır.

Taberânî'nin İbn-i Ömer (radıyallahü anh)den rivâyet ettiği hadîste: "Haşir günü, mümine gündüzün bir saat miktarından az olur," diye buyrulmuştur.

Abdullah bin Amr bin Asî'den gelmiştir ki: "Terin ağzına uyân (gem) vurduğu kimse kâfirdir," buyurmuşlar.

Hâsılı bu hal müminlere olmaz, kâfirlere olur. Terin gem vurmasinin mânâsı ağza yetişip konuşmaktan men etmesidir.

Beyhakî'nin naklinde yine onlardan kuvvetli senetle rivâyet edilmiştir ki: "O gün insanların sıkıntı ve kederi o kadar şiddetli olur ki" hattâ ter, kâfirlerin ağzına gem vurur," demişler.

Bunun üzerine bazıları sual edip:

— Ya o zaman müminler nerede olurlar? dediklerinde:

Altın kürsüler üzerinde otururlar ve üzerlerine bulut gölge salar, diye buyurmuşlar.

Ebû Mûsâ'dan kuvvetli senetle rivâyet edilmiştir ki: "Kıyâmet gününde güneş halkın başlarının üzerine gelir ve amelleri onlara gölge salar," diye buyurmuşlar.

Hâsılı sâlih ameller Allah'ın emriyle cisim sûretine bürünüp sahiplerine gölge verici olacaktır. Mezkûr mânâda değişik ibarelerle çok hadis-i şerifler gelmiştir. Kıyâmetin şiddet ve sıkıntıları kâfirlere mahsustur. Müminler, Allah'ın lûtfuyle ondan kurtulmuş olurlar. Ama bu söze mağrur olmamak gerekir. Zira müminler, sadece "Ben müminim!" demekle olmaz, İmana lâyık olan şartlara riayet edici olmak gerektir. Zira İmâm Kurtubî:

"Müminden murad, imanı kâmil olandır. Zira Mikdâd'ın ve başkalarının hadîslerinin delâlet ettiği üzre onlar da amelleri bakımından birbirinden farklı derecelerde olurlar," demiştir. İşin hakikatini Allah bilir.

Ebû Ya'lâ'nın rivâyetinde: "Kıyâmet günü terden ağzı gemlenen bir kişi:

Ya Rab! İstersen beni cehenneme sür, yeter ki, bu ıstıraptan kurtar! der," diye gelmiştir.

Bu rivâyette açıktır ki, bu ter ıstırabı mahşerde, bekleme yerinde olur. Düşünmek gerekir ki, o gün ne belâlı bir gündür. Halkın orada kalblerinin harareti ne dereceye varacaktır! Suya ihtiyaçları ne denli olacaktır. Sabittir ki, o gün âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nin havuzundan başka yerde teşne dillere (susamış gönüllere) suya kanına müyesser değildir. Ondan içen susamış kimse, asla susuzluk görmez. Ondan içmeyen de asla suya kanınaz. Nitekim Bezzâr'ın hadîsinde Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Her kim ondan içerse ebediyyen susamaz. Her kim ondan içmezse ebediyyen suya kanınaz," buyurmuştur.

Tirmizî'nin rivâyetinde Sevbân'dan nakledilmiştir ki: "Kevser havuzuna gelenlerin çoğu Muhacirler tâifesinin fakirleridir," buyurmuşlardır.

Şeyhaynın rivâyetlerinde: "Havuzumun uzunluğu bir aylık yol miktarıdır. Suyu sütten ak ve miskten hoş kokuludur. Onun bardakları gökteki yıldızların sayısıncadır. Ondan içen bir kimse asla susamaz," buyrulmuştur.

Yine Müslim'in rivâyetinde: "Ve zevâyâhu sevâun — Onun köşeleri eşittir," ibaresiyle gelmiştir. Murad, herhangi bir köşesinden ölçülse karşısı bir aylık yol miktarı yerde olur, demektir. Bundan, o şerefli havuzun yuvarlak olması lâzım gelir.

İbn-i Hacer'in dediği üzre havuzun mesafesinin ölçülmesinde vâki olan ihtilâfları uzunluk ve genişlik ihtilâfına hamletmek tevilini mezkûr ibare men eder. Bazı rivâyette: "Kabe ile Beyt-i Mukaddes arası kadar," diye buyrulmuştur. Bazı rivâyette: "San'a ile Medine arası kadar," buyrulmuştur. Kimisinde de: "San'a ile Busrâ arası kadar," buyrulmuştur. Bunların zahirinden birbirine aykırılık anlaşılır. Bazıları bu aykırılığı gidermek için "Mezkûr rivâyetlerin kimi uzunluğuna, kimi genişliğine göredir," demişler. Ama "Onun köşeleri eşittir" ibaresinin bu anlayışa mâni olduğu açıktır.

Muhalefet tevehhümünün giderilmesi, İmâm Nevevî'nin buyurduğu üzre şudur ki, en az mesafenin zikri en uzun mesafenin zikrine aykırı ve zıt değildir. En uzun miktarlar sahih hadîsle sabit olmuştur. Bunda bir ihtilâf yoktur.

Kevser Havuzu:

Kevser Havuzu, sadece Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne mahsus olup diğer peygamberlerin havuzları olmadığı daha önce zikrolunmuştu. En meşhur olan rivâyetler beyan olundu. Ama bazı rivâyetlerde diğer peygamberlerin de havuzlan bulunduğu haberi gelmiştir. Bunların doğruluğu kabul edildiği takdirde Peygamber Efendimiz hazretleri'ne tahsis edilmiş olan, o havuzdur ki, onun suyu Kevser ırmağından gelip dökülür. Zira başkası hakkında onun eşi ve benzeri naklolunınamıştır. Kevser sûresinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne onunla iltifat buyrulmuştur. Yâni, "Biz sana Kevser'i vermedik mi?" diye Kevser'in bağışlandığı ifade buyrulmuştur.

İmâm Kurtubî, Müfehhem'de zikretmiştir ki: "Her mükellefe, Hak teâlâ hazretleri'nin Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne Kevser Havuzu'nu tahsis ettiğini bilmek ve tasdik etmek vacibtir. Hadîs-i şeriflerde o Havuz'un ismi, sıfatı ve şarabı tasrih buyrulmuştur. Bunların toplamından kesin bilgi hâsıl olur. Zira sahâbe-i kirâmden otuz kişiden fazla kimse rivâyet etmişlerdir. Sahihayn'da yirmiden fazlasinin rivâyeti zikredilmiştir. Geri kalanı diğer hadîs kitaplarında gelmiştir. Nakli sıhhat, rivâyet edenleri de şöhret ve kuvvet üzredir. Sahâbe-i kirâmden, tabiînin büyüklerinden ve sâlih seleften nice kimseler rivâyet edegelmişlerdir. Netice olarak isbatında selef ve halef ittifak etmişlerdir. Allah onların hepsinden razı olsun."

Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre hazretleri'nden merfuan gelmiştir ki: "Benim ümmetim Kevser Havuzu'nda bana gelirler. Ben ümmetimden başkasını oradan kovarım. O adam gibi ki, kendi develerini suvarırken başkasinin develerini kovar. Yâni oradan sürüp içmelerine mâni olur," buyurmuşlar.

— Yâ Resûlâllah! Bizi tanır mısın? dediler.

Peygamber Efendimiz:

Evet, sizi tanırım. Zira sizin nişanlarınız vardır. Sizden başka bir kimsenin o nişanı yoktur. Siz bana abdest suyu eserlerinden alnı akıtınalı ve ayakları sekili atlar gibi geleceksiniz, dedi.

Alnı akıtınalı diye o ata derler ki, alnında beyaz yer olur. Ayakları sekili diye de ayaklarında beyazlık olan ata derler. Kasdedilen, "Abdest suyu dokunan yerleriniz beyaz ve nuranî olacaktır. Ümmetimin nişanı odur," demektir.

Hadîs-i şerifte zikredilen kovmanın hikmeti, ya diğer nebilerin ümmetlerini kendi nebilerinin havuzuna göndermek içindir. Bundan da murad o nebilere riayet etmek, onları saymaktır. Yahut "Kovarım" demesi, Kevser şarabından içmeye lâyık olmayanlara göredir. Yoksa cimrilik ihtimali yoktur. Hâşâ ve kellâ...

Ebû Sa'd, Şerefü'n-Nübüvve adlı kitabında rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri şöyle buyurmuşlar: "Benim havuzumun dört rüknü vardır. Halka oradan içirilir. Birinci rükün Ebû Bekir'in elindedir. İkinci rükün Ömerü'l-Faruk'un elindedir. Üçüncü rükün Osman Zü'n-Nureyn'in elindedir. Dördüncü rükün Aliyyü'l-Murtaza'nın elindedir. Bir kimse Ebû Bekir'i sever ve Ömer'i sevmezse ona Ebû Bekir Kevser şarabı içirmez. Bir kimse Osman'ı sever ve Ali'yi sevmezse ona Osman Kevser şarabı içirmez."

Geylânî de böyle rivâyet etmiştir. Ama Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'nin Şefaat ve Mahmud makamı ile üstün kılinınasına delil şudur ki, Hak teâlâ hazretleri kerîm kitabında: "Asâ en yeb'aseke rabbüke makamen muhmûden — Sen dirilir dirilmez Babbin sana çok övülmüş bir makam verecektir," (İsrâ sûresi: 17/79) buyurmuştur.

Müfessirler ittifak etmişlerdir ki, "Asâ" kelimesi, Hak teâlâ hazretleri'nden vacibtir. Yâni Hak teâlâ hazretleri'nin kelâmında geçse elbette bir şeyin husulünü gerektirir. Burada da Fahr-i Âlem hazretleri'ni Mahmud Makamı'na göndermek hususunda zikredilmiştir. Mânâsı, elbette Fahr-i Kâinat hazretleri'ni Mahmud Makamı'na göndermektir.

Maânî ehli buyurmuşlardır ki: "Zira asâ kelimesi itmâı (teşviki) ifade edicidir. Bir kimse bir insanı bir şeye itmâ etse, ondan sonra mahrum eylese onu aldatmış olur.

Hak teâlâ hazretleri ise kimseyi aldatmak mânâsından münezzehtir."

* * *

Mahmud Makamı

Mahmud Makamı ne demektir? diye birkaç kavil üzre ihtilâf etmişlerdir:

1 . Biri şudur ki, "Şefaat makamıdır" dediler. İmâm Vahidî'nin buyurduğu üzre müfessirlerin ittifakı, şefaat makamı olduğu üzerindedir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bu âyet-i kerîme hususunda: "O, ümmetime şefaat ettiğim makamdır," buyurmuştur.

İmâm İbn-i Hatîb: "Kelime bu mânâyı belirticidir," demiştir. Zira bir insan, ancak kendisine bir hamd eden hamd ettiği zaman Mahmud (hamd edilen) olur. Hamd ise in'am üzre olur. Yâni kendisine bir nimet bağışlanınası üzerine olur. Böylece mezkûr makamda Peygamber Efendimiz hazretleri halka in'am edip onların da O'na hamd etmesi lâzımdır. O in'amın da şefaat olması gerektir. O in'am, dinin tebliği ve şeriatın öğretilmesi değildir. Zira onları dünyada etmiştir.

Şefaat olduğu kesinleştikten sonra o şefaatin de azâbı düşürmek için olması gerektir. Nitekim sünnet ehlinin mezhebi budur. Zira insanın cezadan kurtulmaya ihtiyacı, sevap fazlalığına ihtiyacından daha büyüktür. Kurtuluş için olan şefaat, fazlasını kazanınak için olan şefaattan daha büyüktür. Bunların şükürleri de bu itibar üzredir. Hâsılı âyet-i kerîmeden anlaşılan şudur ki, bu makamda Peygamber Efendimiz hazretleri'ne en üstün, en büyük ve en kâmil hamd (övgü) hâsıl olur.

Sahîh-i Buhârî'de de gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri'ne Mahmud Makamı'ndan sual ettiler. "Hüve'ş-şefâatü — O, şefâattir," diye buyurdu.

Yine Sahihi-i Buhârî'de yazılıdır ki: "Kıyamet günü insanlar diri olarak güçlüklere sabrederler. Bütün ümmetler tâbi oldukları nebilere gider, 'Ey filân, bize şefaat et,' derler. Nihayet bana gelirler. İşte o Mahmud Makamı'dır," buyurmuşlar.

Bundan da açıkça Mahmud Makamı'nın Şefaat Makamı olduğu anlaşılır. Bu mânâyı te'kid edenlerden biri de şudur ki, meşhur duada: "Veb'ashu makamen mahmûden yeğbituhu'l-evvelûne ve'l-âhirûne — Onu, öncekilerin ve sonrakilerin gıbta ettikleri Mahmud Makamı'na ilet," denilir.

"Makamen" kelimesi zarfiyet üzre mansûbdur. Bu takdirde söz, "Veb'ashu yevme'l-kıyâmeti feakimhu makamen mahmûden — Kıyamet günü Onu dirilt ve

Mahmud Makamı'na geçir," demek olur. Mefulün-bih olması ve hâl olması da câizdir. Bu takdirde "O makamın sahibi olarak dirilt," demek olur, demişlerdir.

Tayyibî: "Makamen kelimesi harf-i tarifsiz kullanıldı, yâni tenkîr olundu. Zira böyle olması mânâca daha büyük ve ifadece daha kapsamlıdır. Sanki ınakamen mahmûden bi-külli lisâni — Her dilden çok övülen makam,' demektir," diye buyurdu.

2 . Huzeyfe (radıyallahü anh) dedi ki: "Hak teâlâ hazretleri, Âdemoğullarını bir yere toplar. Orada hiç bir kimse konuşmaz, sessiz ve dilsiz olup dururlar, ilk dâvet olunan, âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri'dir. O Hazret de:

"Lebbeyke ve sa'deyke ve'l-hayru fî yedeyke ve'ş-şerru leyse ileyke ve'lmühtedâ men hedeyte ve abdüke beyne yedeyke ve bike ve ileyke ve lâ melcee minke illâ ileyke tebârekte ve teâleyte sübhâneke rabbel-beyti — Buyur, Allahım! Kutluluk sana mahsustur, hayır senin huzurundadır, şer sana ait değildir, senin hidâyet ettiğin hidâyet bulur, senin kulun seninledir ve senin içindir. Senden başka sığınacak kimse yoktur. Sen kutlusun ve yücesin. Ey Ev'in Rabbi! Seni noksan sıfatlardan tenzih ve kemâl sıfatlariyle takdis ederek anarım," diye cevap verir.

"Sen dirilir dirilmez Rabbin sana Mahmûd (çok övülmüş) makamını verecektir," (İsrâ sûresi: 17/79) âyet-i kerîmesinden murad budur."

İbn-i Mendeh, mezkûr hadîs için: "İsnâdı sahih ve rivâyet edenlerin sözüne güvenilir kimseler olduğunda ittifak vardır," demiştir.

İmâm Râzî: "Birinci söz daha uygun ve önde gelir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin şefaate çalışması, insanların hamde (övmeye) çalışmalarını ifade edici olur. Bu takdirde Mahmûd (çok övülen) olur. Ama mezkûr duadan hâsıl olan sevaptır, hamd değildir," diye buyurdu.

3 . Bu üçüncü söze göre Mahmûd makamı demek, âkıbette övülen makam demektir, dediler. Ama Fahr-i Râzî, bu sözü de zayıf saymıştır. Zira bu, mecâz yoluna gitmektir.

4 . Mahmûd Makamı, Peygamber Efendimiz hazretleri'ni Arş yahut Kürsü üzerinde oturtmaktır, dediler.

İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh): "Allah, Muhammed Efendimiz hazretleri'ni Arş üzerine oturtur," buyurmuştur. Mücâhid'den rivâyet edilmiştir ki: "Onu kendisiyle beraber Arş üzerinde oturtur," demiştir.

İmâm Vahidî bu sözü kuvvetle inkâr edip: "Bu söz, asılsız, ürkütücü ve haddi tecâvüz edicidir. Kitabın kesin hükmü, bu tefsirin bozukluğunu haykmcıdır. Nice açıklama şekli işaret eder ki, bu söz bozuktur.

Bu açıklama şekillerinden biri şudur ki, ba's (diriltme), iclâs'ın (oturtınanın) zıddıdır. "Göğsü üstüne çökmüş hayvanı yahut oturmuş insanı ba's ettim" demek, "kaldırdım" demektir. "Allah ölüyü ba's etti" demek, "Onu kabrinden kaldırdı" demektir. O halde ba's kelimesini iclâs (oturtına) ile tefsir etmek zıddiyle tefsir etmek olur ki, bu da bozuktur.

İkincisi şudur ki, eğer Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretleri de yanında oturmak üzere Arş üzerinde oturursa sınırlı ve sonlu olması lâzım gelir. Böyle olan bir varlıksa muhdes (sonradan meydana gelmiş) olur. Allah böyle bir şeyden büyük ve çok yücedir.

Üçüncüsü şudur ki, Allah "Makam-ı Mahmûd" demiştir "Mak'ad-ı Mahmûd — Çok övülen oturma yeri" dememiştir ki, oturmaya delâlet etsin. Belki sözün delâleti, oturmaya değil, ayakta durmayadır. Yâni Makam kelimesinin mânâsı, "Üzerinde kıyam edilen (ayakta durulan) yer" demektir.

Dördüncüsü şudur ki, "Sultan, filânı ba's etti," deseler, mühim işlerini yoluna koymak ve düzenlemek için onu bir kavme gönderdi, demek anlaşılır. Yoksa "Onu kendisiyle beraber taht üzerine oturttu" demek anlaşılmaz. O halde sâbit oldu ki, bu söz sâkıttır. Buna ancak aklı az ve dini yok olan meyleder," demiştir.

Ama ikinci söze itiraz edip demişlerdir ki: "Hak teâlâ hazretleri, Arş üzerinde niteliksiz cülûs eder (oturur). Yâni oturmanın nasıl olduğu belirtilmeksizin oturur. Nitekim kendi mukaddes nefsinden böyle haber vermiştir. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'nin oturtulması ise ona Rubûbiyet sıfatinin verilmesini gerektirmez ve onu kulluk sıfatından çıkarınaz. Belki yerini yükseltmek ve halk üzerine onu daha şerefli kılmak olur. Ve "Meahu — Onunla beraber" demekten murad, "Innellezîne inde Rabbike — Rabbinin yanında olanlar," (Arâf sûresi: 7/206) kavlinde ve "Rabbi'bni-lî indeke beyten fî'l-cenneti — Ey Rabbim! Bana cennette senin yanında bir ev yap," (Tahrîm sûresi: 66/11) kavlinde olan "beraberlik"tir. Maksat, rütbe, mevki ve derece yüksekliğidir, mekân değildir," dediler.

Şeyhülislâm İbn-i Hacer: "Mücâhid'in 'Onu kendisinin yanında Arş üzerine oturtur," demesi, gerek nakil cihetinden ve gerekse anlayış cihetinden def edilmiş değildir," demiştir. İbn-i Âtiye de: "Mezkûr söz lâyık olan mânâya yorulduğu zaman İbn-i Hacer'in sözü gerçektir," diye buyurmuştur.

Ama Vahidî, mezkûr sözün inkârında mübalâğa etmiştir. Onun katında hiç câiz olan şeylerden değildir.

Bazıları Ebû Dâvud'dan nakletmişlerdir ki: "Bunu inkâr eden töhmet altında kalır," demiş, İmâm Sa'lebî katında İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) hazretleri'nden gelmiştir ki: "Elbette Muhammed, kıyamet günü Rabbinin huzurunda Kürsü üzerine oturur," diye buyurmuş. Ebû Şeyh katında da İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden böyle gelmiştir.

O halde ihtimaldir ki, izafet, şereflendirme izafetidir. Mücâhid'den ve başkalarından rivâyet edilenin de bu mânâya yorulması gerektir. Şu da muhtemeldir ki, Mahmûd Makamı'ndan murad, Şefkat Makamı'dır. Nitekim meşhur olan söz de öyle olduğu üzerindedir. Ve iclâs (oturma) dedikleri, Vesile diye tabir edilen rütbe olur.

Bazıları böyle demişlerdir. Şu da ihtimaldir ki, iclâs, şefaate izin için alâmetten ibarettir.

Eğer sual olunup:

— Mahmûd Makamı Şefaat Makamı olduğu takdirde şefaat hangi şefaattir? denilirse cevabı şudur ki:

Hadîs-i şeriflerde gelen şefaat iki nevidir:

1 . Kazâ (hesap sorma ve ceza verme) faslında gerçekleşen umumî şefaat.

2 . Günahkârları cehennemden çıkarınak için gerçekleşen şefaat.

Fakat mezkûr sözlerin gereği şudur ki, murad, şefaat-i uzmâ (en büyük şefaat) tir. Yâni birinci şefaat olmasıdır. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'ne Hamd Bayrağı'nın verilmesi, O'nun Hakk'ın huzurunda senâ edip konuşması ve Kürsü üzerinde oturması, hep Mahmûd Makamı'nın sıfatmdandır ki, orada halk arasında kazâ (hesap sorulma ve muhakeme edilme) için şefaat olunur. Günahkârları ateşten çıkarınak için olan şefaat, bu büyük şefaatin tâbilerindendir, demişlerdir.

Bazı Mutezile ve Haricîler, günahkârları cehennemden çıkarınak için olan şefaati inkâr edip bunun delili olarak: "Femâ tenfeuhüm şefâatü'ş-şâfiîne — Artık onlara, şefaat edicilerin şefaati fayda vermez," (Müddessir sûresi: 74/48) âyetine ve ayrıca: "Mâ lizzâlimîne min hamimin ve lâ şefiîn yutâu — Zalimler için ne bir dost ve ne de sözü geçen bir şefaatçi vardır," (Mümin sûresi: 40/18) âyetine yapışmışlardır.

Sünnet ehli, buna cevap verip: "Bu âyetler kâfirler hakkında indi," demişlerdir.

Kâdî Iyâd dedi ki: "Sünnet ehli mezhebinde şefaat aklen câiz ve naklen vacibtir. Zira Hak teâlâ hazretleri'nin sarih sözü gelip buyurmuştur ki: "O gün Rahmân'ın kendisine izin verdiği ve sözle kendisinden hoşnut olduğunu bildirdiği kimseden başkasinin şefaati fayda vermez." (Tâhâ sûresi: 20/109)

Başka bir yerde de: "Onlar, ancak Allah'ın kendisinden hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler," (Enbiyâ sûresi: 21/28) buyurmuştur.

Bunlardan açıkça anlaşılır ki, Hak teâlâ hazretleri'nin izniyle ve rızasiyle günahkârlara şefaat vâki olur."

Şefaat hakkında eserler o kadar çok gelmiştir ki, tevatür derecesine ulaşmıştır. Müminlerin anası Ümmü Habîbe (radıyallahü anh), Peygamber Efendimiz hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Ümmetimin benden sonra ne hale geldiğini, kiminin kimisinin kanını döktüğünü ve Allah tarafından onlardan önceki ümmetlerin başına gelenlerin onların da başma geleceğini gördüm de Allah'dan başka kıyamet gününde şefaat vermesini istedim. O da verdi," diye buyurmuşlar.

Hadîs-i şerif açıkça delâlet eder ki, kıyâmet gününde şefaat makamı Fahr-i Âlem hazretleri'ne verilmiştir.

Ayrıca: "Her peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Ben, duamı, âhirette ümmetime şefaat için bıraktım," buyrulmuştur.

Enes'in rivâyetinde: "Ben duamı ümmetime şefaat kıldım," ifadesiyle gelmiştir.

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne:

Şefaat hakkında sana ne emir geldi? Ne mertebeye dek şefaat edersin? diye sordum.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Benim şefaatim, kalbi lisanını tasdik eder olduğu halde muhlisen Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet eden her kişi içindir, diye buyurdu," demiştir.

Hâsılı, "Ne denli günahkâr ve mücrim olursa olsun Allah'a iman ettikten sonra ona şefaat ederim. îman ehline şefaatim umumîdir," demek olur. Allah bize, kerîm Peygamber Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimizin şefaatini müyesser eylesin.

İmâm-ı Buhârî ve İmâm Müslim'in nakillerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiş olan şefaat hadîsinin hikâyesi şöyledir: "Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Ben, kıyâmet gününde insanların efendisiyim. Bilir misiniz, bu nedendir? buyurdu.

Ondan sonra:

— Hak teâlâ hazretleri, önce ve sonra gelenlerin hepsini bir arsaya toplar. Halk öyle bir yere gelirler ki, nazar eden hepsini görür. Çağıran, hepsine sesini işittirir. Güneş halkın üzerine yakın gelir. Ondan dolayı bunlara tâkat ve tahammül edemeyecekleri kadar gam ve ıstırap hâsıl olur, buyurdu.

Ondan sonra:

— Birbiriyle konuşup "Görmüyor musunuz, ne haldesiniz? Ne mertebeye ulaştınız? Görmez ve düşünınez misiniz? Sizin için Rabbiniz katında kim şefaat eder?" derler.

Hâsılı bir şefaatçi bulmak hususunda çare ararlar. Bundan sonra halkın kimisi kimisine: "Babamız Âdem aleyhisselâm şefaat etsin. Gelin, ona gidelim," derler. Ondan sonra Hazret-i Âdem'e gelirler:

"Ey Âdem! Sen beşerin babasısm. Hak teâlâ hazretleri, seni kendi kudret eliyle yarattı ve sana kendi ruhundan üfledi. Sana secde etmelerini meleklere emretti. Onlar da sana secde ettiler. Seni cennette iskân etti. Bize şefaat eyle. Bizim halimizi görmüyor musun, ne mertebeye vardık?" derler.

Âdem aleyhisselâm: "Gerçekten Rabbim bugün öyle gazaplıdır ki, böyle gazap asla ne vâki olmuştur, ne de şimden geri vâki olur. Hak teâlâ hazretleri, beni cennette ağaca yaklaşmaktan nehyetmişti. Ben ona, isyan ettim. Ben tek nefsimi kurtarayım yeter. Bana nefsim gerek. Benden başka bir kimseye gidin. Nûh'a gidin!" der.

Oradan Nûh aleyhisselâm'a gelirler: "Sen yeryüzü halkına ilk gönderilen peygambersin. Hâk teâlâ hazretleri sana Abd-i Şekûr (Çok Şükredici Kul) ismini vermiştir," der, ondan sonra hallerini arzedip ondan şefaat umarlar.

Nûh aleyhisselâm da Hazret-i Âdem'in buyurduğu gibi cevap verip: "Bugün Hak teâlâ hazretleri çok gazaplıdır. Ben kabul edilen duamı ümmetimin helâkine sarfetmiştim. İbrahim Peygambere gidin, o size şefaat etsin. Ben nefsimi kurtarayım yeter. Bana nefsim gerek, nefsim!" der.

Oradan İbrahim Peygamber'e gelirler: "Yâ İbrahim! Sen Hak teâlâ hazretleri'nin peygamberi ve yeryüzü halkinin halîlisin. Bizim için Rabbine şefaat eyle," deyip hallerinden şikâyet ederler.

İbrahim aleyhisselâm da onlar gibi cevap verip: "Ben üç yalan söylemiştim. Size şefaate kadir değilim. Ben nefsimi kurtarayım yeter. Bana nefsim gerek, nefsim!" der, ondan sonra bunları Hazret-i Mûsâ'ya gönderir.

Halk, Mûsâ aleyhisselâm'a gelip: "Yâ Mûsâ! Sen Allah'ın resûlüsün. Allah seni risaleti ve kelâmı ile insanlar üzerine üstün kılmıştır," derler ve hallerini arzedip ondan şefaat umarlar.

O da onlar gibi cevap verip: "Rabbim bugün çok gazaplıdır. Ben, katline memur olmadığım bir nefsi katletmişim. Hâsılı size şefaat etmeye kadir değilim. Ben nefsimi kurtarayım yeter. Bana nefsim gerek, nefsim!" deyip bunları Hazret-i isa'ya gönderir.

Oradan İsa aleyhisselâm'a gelirler: "Yâ İsa! Sen Allah'ın peygamberi, Meryem'e ilka ettiği kelimesi, O'nun ruhu ve beşikte konuşanısın!" derler.

Ondan sonra hallerini arzedip şefaat umarlar. İsa aleyhisselâm da öbürleri gibi cevap verip: "Rabbim bugün çok gazaplıdır," der, ama kendinin günahını zikretmez. Fakat o da: "Ben nefsimi kurtarayım yeter. Bana nefsim gerek, nefsim!" deyip bunları âlemlerin sultanı Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne gönderir.

Oradan halk, cenâb-ı nübüvveti kübrâ Hazret-i Muhammed Mustafa (sallâllahü aleyhi ve sellem) hazretleri'ne gelirler: "Yâ Muhammed! Sen Allah'ın resû' lüsün, nebilerin hâtemisin, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olansın!" deyip âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden şefaat umarlar.

O da Arş altına gelip secdeye varır. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, o güne kadar hiç kimseye açmadığı hamd ve senâyı Fahr-i Âlem hazretleri'ne açıp o yüce manâlı ve işitilmemiş kelimelerle Hak teâlâ hazretleri'ne güzelce hamd ve senâ eder. Ondan sonra bir nidâ gelip: "Yâ Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini iste, verilsin. Şefaat et, şefaatin kabul olunsun!" denilir.

O da mübarek başını secdeden kaldırıp: "Ümmetimi, yâ Rab! Ümmetimi, yâ Rab!" der.

Ondan sonra yine nidâ gelip: "Yâ Muhammed! Cennetin sağ kapısından o kimseleri girdir ki, onlar üzerine hesap yoktur. Senin ümmetin geri kalan kapılarda diğer insanlarla ortaktır!" derler."

Hâsılı, "Ümmetinden kendilerine hesap ve sual olmayan kimseleri sağ kapıdan girdir. Diğerleri, öbür insanlarla beraber geri kalan kapılardan girsinler," demek olur.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'nden böyle nakledilmiştir. Allah'ın Peygamberi, sevgilisi ve O'nun safîsi (arınmışı) elbette doğru söyledi.

İbn-i Hacer'in buyurduğu üzre hadîs-i şerifte Nûh aleyhisselâma geldiklerinde "Sen, yeryüzü halkına gönderilen ilk resûlsün" sözünde bazıları müşkülât görüp: "Âdem de resûldür. Şît ve İdris aleyhisselâmlar da resûldür. Onlar ise Nûh aleyhisselâm'dan önce peygamber olarak gönderilmişlerdir. Neden Hazret-i Nûh'a 'Sen resûllerin ilkisin' desinler?" dediler.

Buna nice cevaplar vermişlerdir. Hepsinin özü şudur: "Evveliyet, yeryüzü halkına değmekle kayıtlıdır. Nûh aleyhisselâm, yeryüzü ehline irsal olunanların ilkidir. Âdem, Şît ve İdris aleyhisselâmlar, yeryüzü halkına irsal olunmuş değillerdir. Yahut onlar, resûl değillerdi. Nebî idiler," dediler. Bazıları, Hazret-i Âdem hakkında "Nebilerdendi, resûllerden değildi," dediler.

Ama Kâdî Iyâd, buna itiraz edip: "İbn-i Hibbân'ın doğruladığı Ebû Zer'in (radıyallahü anh) hadîsinde vâki olan, bu söze aykırıdır. Zira o, Âdem'in resûl olarak gönderildiğinde sarih gibidir. O hadîste Hazret-i Şît üzerine suhûf indirildiği tasrih olunmuştur. Bu ise resûllük alâmetidir," diye buyurdu.

Bir cevap da şudur ki: "Âdem aleyhisselâm, kendi oğullarına resûl olarak gönderildi. Onlar muvahhidlerdi. Resûl olarak gönderilmesi, şeriatlerini öğretmek içindi. Hazret-i Nûh'un risaleti ise kâfirlere idi. Onları tevhide dâvet için resûl olarak gönderilmişti," dediler.

İbrahim aleyhisselâmın "Üç yalan söyledim" demesi hakkında Kadı Beydâvî: "Doğrusu şudur ki, onlar yalan değildi. Sözünün mânâsinin kapalı olmasındandı. Fakat sûretleri yalan sûretinde olduğu için Hazret-i İbrahim ondan korkup kendini şefaat derecesine lâyık görmedi. Maksadı:

— Hele benden yalan sûretinde söz sâdır olmuşken ben o makama lâyık değilim, demekti," demiştir.

Bir kimse ki, Allah'ı daha iyi tanır, kadr ve rütbe cihetinden Allah'a en yakın olursa onun Allah'dan korkusu daha büyük olur, demişlerdir.

Hazret-i İsa aleyhisselâm için hadîs-i şerifte "Kendinin günahını zikretmedi" denilmişti. Ama İmâm-ı Ahmed ve Nesâî'nin İbn-i Abbâs hazretlerinden naklettikleri hadîste Hazret-i İsa'dan: "Beni Allah'dan başka ilâh ittihaz ettiler," dediği nakledilmiştir. Hâsılı, "Bazı kâfirler beni ilâh kabul ettiler. Hak teâlâ hazretleri'nden başka benim Hak olduğuma itikad ettiler. Bu cihetten Hak'dan utanırım. Bunun için ben de şefaata kadir değilim," demek olur.

Nadr bin Enes (radıyallahü anh), babası Enes bin Mâlik'den rivâyet etmiştir ki: "Ben Sırat'ın yanında ümmetimi beklerken İsa bana gelir ve:

— Yâ Muhammedi Sana gelen bu peygamberler, ümmetleriyle beraber kendilerini Allah'ın dilediği yere tefrik etmesi için senin Allah'a dua etmeni istiyorlar. Zira orada onların hâli gayet zordur, der," buyurmuşlar.

Bunun özü şudur ki, Resûlüllah Efendimiz, Sırat yanında durup ümmetini beklerken İsa aleyhisselâm gelip:

— Yâ Muhammed! Sana gelen işbu peygamberler senden dilerler ki, ümmetlerinin halleri gayet güç ve sıkıntılı olduğu için bunların topunu Hak teâlâ hazretleri'nin dilediği yere tefrik etmesini dileyesin. Dua edip bunları bu halden kurtarasm. Hak teâlâ hazretleri, bunları nereye dilerse göndersin, demek olur.

Bundan anlaşıldığı üzre Mahşer halkını o kadar büyük bir ıstırap kaplar ki, "Bundan daha fazla nasıl bir ıstırap olur? Allah bizi cehenneme de gönderse razı olduk. Yeter ki, bizi buradan kurtarsın," diye peygamberlerine hallerini arzederler. Onlar da, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne İsa aleyhisselâm'ı söyletip ümmetlerinin oradan kurtarılmasını dilerler. Hak teâlâ hazretleri katında şefaat ettirirler.

İbn-i Ebî Şeybe'nin naklinde Selmân'dan rivâyet edilmiş olan hadiste şöyledir ki: "Halk, âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne gelip şefaat dilediklerinde durduğu yerden intikal edip cennetin kapısına gelir. Oradan şefaat eder."

Bu intikalin hikmeti hakkında buyurmuşlardır ki, haşr durağı arz ve hesap makamı olduğu için korku ve ıstırap yeridir. Şefaat edene uygun olan makam, izaz ve ikram makamıdır. Onun için cennet kapısına gelip şefaat edecektir, dediler.

Übey bin Kâ'b'ın hadîsinde: "Şefaat makamına geldikten sonra O'na öyle bir secde ederim ki, onunla benden razı olur. Hattâ O'nu öyle bir şekilde överim ki, onunla benden razı olur," buyrulmuştur.

Bu rızalar, Allah daha iyi bilir ki, secde ve övmenin en üstün derecede kabulünden ibarettir.

Ebû Bekir'in hadîsinde: "Bir cuma miktarı secdede yatar. Ondan sonra 'Yâ Muhammed, başını kaldır,' denir," diye buyurmuş.

Bir rivâyette gelmiştir ki: "Hakkın huzurunda dururken bana kimsenin muktedir olamayacağı bir hamd (övgü) ilham edilir. Ondan sonra secde ederim," buyurmuşlar.

Bundan anlaşılır ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, daha secdeye varınadan yüce huzurda ayak üzeri dururken kendisine kâmil övgüler ilham olunur. Ondan sonra secdeye varıp övgüye (hamd etmeye) başlar.

Buharî'nin naklinde: "Başımı kaldırırım ve rabbimi, bana öğretmiş olduğu övgülerle överim," diye gelmiştir. Bundan da anlaşılır ki, secdeden başını kaldırdıktan sonra Hak teâlâ hazretleri'nin öğretmiş bulunduğu tahmîd (övme) ile Resûlüllah hazretleri, Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâ eder.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde: "Arş'ın altına gelirim ve Rabbime secde ederim. Sonra Allah bana, benden önce hiç kimseye açmadığı en güzel hamd ve senâların yolunu açar. Sonra buyurur: Yâ Muhammed, başını kaldır... ilh." diye gelmiştir.

Bunun neticesi şudur ki, secdede iken ilham olunur. Mezkûr rivâyetlerin cümlesinden hâsıl olan şudur ki, övgü ilhamı secde içinde vuku bulur ve ondan sonra vâki olur. Her mertebede lâyık olan hamd ve senâyı Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne ilham eder.

Selmân'ın hadîsinde: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri şefaat makamına varıp secde ettikten ve şefaatine izin verildikten sonra kalbinde önce buğday tanesi ağırlığınca, sonra arpa tanesi ağırlığınca ve nihayet hardal tanesi ağırlığınca iman bulunan her kişiye şefaat eder. Mahmûd Makamı budur," diye vâki olmuştur.

Bu hususta değişik ibarelerle daha nice hadîs-i şerifler gelmiştir. Hepsinin meâli, zikrolunan mânâdır.

Bazı hadislerde cehenneme girenlerin çıkarılmasında olan şefaati zikredilmiştir. Nitekim İmâm-ı Ahmed'in naklinde Sâbit (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Ben, 'Yâ Rab, ümmetim, ümmetim,' derim. Ondan sonra Allah: 'Kalbinde dinar ağırlığınca hayır bulunanı cehennemden çıkar,' diye buyurur," buyurmuştur.

Kâdî Iyâd: "Hayırdan murad, yakîn (kesin bilgi ve inanç) dir," demiştir.

Şefaat Mertebeleri:

İmâm Nevevî'nin buyurduğu üzre şefaat beş mertebe olacaktır:

1 . Haşir durağında olan korkulardan emin kılmak için olan şefaat.

2 . Bir topluluğu hesabsız cennete koymak için olacak şefaat.

3 . Hesabı görülmüş ve azâba müstahak olmuş bir topluluğu azâbdan kurtarınak için olacak şefaat.

4 . Asilerden cehenneme girmişleri cehennemden çıkarınak için olacak şefaat.

5 . Dereceleri yükseltmek için olacak şefaat.

Birinci mertebenin delili, yukarıda geçen Ebû Hüreyre'nin hadîsidir. Ayrıca Buhârî'nin naklinde Enes'in (radıyallahü anh) hadîsidir ki, bunun da meâli, Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiş olan mufassal hadîsin meâlidir.

İkinci mertebenin delili, yine mezkûr hadîsin sonunda: "Yâ Muhammed! Ümmetinden üzerinde hesap olmayanları cennetin sağ kapısından girdir," buyrulmasıdır.

Üçüncü mertebeye delil, İmâm-ı Müslim'in naklinde gelen Huzeyfe'nin hadîsidir ki, onda: "Sizin peygamberiniz Sırat üzerinde der ki, Yâ Rab, selâmet ver," diye vâki olmuştur.

Dördüncü mertebenin delili pek çoktur. Bu cümleden birini Buhârî'nin rivâyetinde İmrân bin Husayn merfuan nakletmiştir ki: "Muhammed'in şefaatiyle bir topluluk ateşten çıkarılıp cennete konur. Bunlar, cehennemlikler diye isimlendirilmiş olanlardır," buyrulmuştur.

Beşinci mertebenin delili olarak İmâm Nevevî Rav?a'da: "O, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne mahsus olan şeylerdendir," demiştir. Ama bunun müstenidini zikretmemiştir. Allah daha iyi bilir.

Kâdî Iyâd, altıncı şefaati zikredip demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin amcası Ebû Tâlib'e azâbı hafifletmek için ettiği şefaat altıncı şefaattir. Sahih hadîste gelmiştir ki, Hazret-i Abbâs, Fahr-i Âlem hazretleri'ne:

Ebû Tâlib, seni muhafaza ve himaye eder, nusret ederdi. Senin için düşmanına gazab ederdi. Hiç bunların ona faydası var mıdır? dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Evet, faydası vardır. Ben onu cehennem ateşinin derin yerlerinde buldum, oradan çıkarıp zahzâh'a (yufka yerine) getirdim, diye buyurmuştur.

Zahzâh diye, topuğa çıkan suya derler. Ateşten olunca topuğa çıkacak kadar ateş demek olur.

Yine sahih hadiste Ebû Said yolundan geldiğine göre: "Umarım ki, kıyâmet gününde ona faydası olup ateşten zahzâh'a çıkarır. Ateş topuklarına erişir ve oradan dimağını kaynatır," buyrulmuştur."

Bazıları, Medine ehline şefaatini yedinci şefaat saymışlardır. Ama İbn-i Hacer buna itiraz edip: "Bu şefaat, önce zikrolunan beş şefaatin birinden hariç değildir. Eğer bu türlü şeyler ayrı ayn sayılırsa daha fazlalarının olması lâzım gelir. Zira Abdülmelik bin Abbâd'ın hadîsinde gelmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden işittim: 'İlk şefaat edeceğim Medine ehlidir. Ondan sonra Mekke ehlidir. Ondan sonra Tâif ehlidir,' diye buyurdu," demiştir.

Bir şefaat de şerefli kabrini ziyaret edene, bir şefaat de müezzine icâbet edene, bir şefaat de sâlihlerin işlediği kusurlardan haddi tecâvüz edenlere olmak lâzım gelir. Yâni bunlar hep ayrı ayrı şefaat itibar olunursa şefaatlerin nevileri çoğalır. Fakat bunlar, mezkûr nevilerden hariç değillerdir," dedi.

Ama Fethü'l-Bârî'de bir nevi daha ziyade edip bir şefaat de iyilikleriyle kötülükleri eşit olanların cennete girmesi için olan şefaattir, demiştir. Zira İmâm Taberanî, İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki:

"Önce hesabı olmayanlar ve adalet edenler Allah'ın rahmetiyle cennete girerler. Sonra kendine zulmedenler ve Arâf ehli Resûlüllah Efendimizin şefaatiyle cennete girerler," diye buyurmuşlar.

Arâf ehli hakkında birçok söz söylenmiştir. En üstün tutulan söze göre bunlar, iyilikleriyle kötülükleri birbirine eşit olanlardır.

Bir şefaat de "Lâ ilâhe illâllah" deyip hiç bir iyilik işlememiş olanlar hakkında olur, demişlerdir. Zira Hasan'ın rivâyetinde Enes (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Yâ Rab! 'Lâ ilâhe illâllah' diyenler hakkında bana izin ver, diyeceğim. Hak teâlâ hazretleri de:

— Yâ Muhammedi O senin işin değildir. Fakat izzetim, kibriyâ ve Âzametim hakkı için "Lâ ilâhe illâllah" diyenleri ben ateşten çıkarırım, diyecektir," diye buyurmuştur.

Daha önce zikrolunan hadîste ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, "Ben kabul edilen duamı ümmetime şefaat için saklarım," diye buyurmuştu, o şefaat hangi şefaattir? diye sorulursa ihtimaldir ki, mahşer yerinin şiddetli ıstırap ve sıkıntısından rahata kavuşmak için olan büyük ve umumî şefaattir. Gerçi bu şefaat Muhammed ümmetine mahsus değildir, bütün ümmetlere şâmildir, fakat. Muhammed ümmeti burada asıldır, diğerleri onlara tâbidir, dediler. İkinci şefaat, yâni bir topluluğa hesabı görülmeksizin cennete sokmak için olan şefaat olması da muhtemeldir. Zira o, bu ümmete mahsustur. Nitekim hadîs-i şerifte: "Ümmetimden yetmiş bin kişi hesabına bakılmaksızın cennete girer.." diye buyrulmuştur.

Geri kalan ümmetler hakkında "Hesabına bakılmaksızın giriş" nakledilmiş değildir. Beş şefaat arasında müşterek olan şefaatin mutlak olması muhtemeldir. Diğer ümmetlerin bu şefaatte Muhammed ümmetine ortak olması Peygamber Efendimiz hazretleri'nin kendi ümmeti için şefaatini tehir etmesine aykırı değildir. Zannolunur ki, diğer ümmetlere şefaat etmez, belki onlara şefaati kendi peygamberleri eder, demişlerdir. Ama Fahr-i Kâinat hazretleri'nin diğerlerine de şefaat edeceği hadîs-i şeriflerden anlaşılmıştır.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde Büreyde (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Ben umarım ki, kıyâmet günü yeryüzünde ağaçtan ve kesekten ne kadar nesne varsa onların sayısı kadar kimseye şefaat ederim," buyurmuşlar.

Muhammed ümmeti'nin kıyâmet gününde diğer ümmetlerden önce hesapları görülse gerektir. Nitekim İbn-i Abbâs hazretleri rivâyet etmiştir ki: "Biz, ümmetlerin dünyada son geleniyiz, âhirette ilk hesabı görüleniyiz. Kıyâmet gününde:

Hani Ummî ümmet ve onların peygamberi? derler.

Yâni herkesten evvel bizim hallerimize itina olunur. Hâsılı biz, dünyada sonra gelenler ve âhirette önce gelenleriz," buyurmuşlar.

Bir rivâyette de İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Hak teâlâ hazretleri yaratıkları arasında kazâ etmeyi dilediği vakit bir münâdi:

Muhammed ve ümmeti nerede? diye nidâ eder.

Ondan sonra ben kalkarım ve ümmetim bana tâbi olur. Abdest eserinden alnı akıtınalı ve ayakları sekili atlar gibi yüzleri ve elleri ak oldukları halde gelirler. Hâsılı biz, ilk olan sonlarız; ilk hesabı görülenleriz. Diğer ümmetler bizim yolumuzdan savulurlar:

Herhalde bu ümmetin hepsinin peygamberler olması gerek, derler," diye buyurmuştur.

Sahih hadîste gelmiştir ki, âhiret gününde ilk kazâ olunan dâvalar kan hususlarıdır. Buhârî böyle rivâyet etmiştir. Nesâî'nin naklinde merfiıan gelmiştir ki, ilk hesabı sorulan namaz ve ilk kazâ olunan kan hususlarıdır.

Tirmizî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri:

Kıyâmet gününde dört nesneden sual olunınadikça kişinin ayaklan yerinden kalkmaz. Önce:

— Ömrünü ne işte geçirdin? derler.

Ondan sonra:

İlminle ne amel işledin? derler.

Ondan sonra:

Malını nereden kazandın ve nereye harcadın? derler.

Ondan sonra:

— Cismini ne işte eskittin? derler," demiştir.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde Ebû Hüreyre'den gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri: "Kıyamet günü başkası üzerinde hakkı olan her nesne, onunla dâvacı-dâvalı durumuna gelip hakkını ister. Hattâ iki koyun birbiriyle tokuşmalarından dolayı husumet ederler (dâvacı-dâvalı durumuna gelirler) ve birbirinden haklarını isterler," buyurmuştur.

İnsanları Barıştırıp Bağdaştırmak:

Hâkim ve Beyhakî'nin nakillerinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün Peygamber Efendimiz otururken ansızın güldüğünü gördük. Hattâ mübarek dişleri göründü. Bunun üzerine Ömer bin Hattâb hazretleri:

— Yâ Resûlâllah, anam babam sana feda olsun! Niçin güldün? dedi.

Âlemlerin efendisi Resûlüllah hazretleri:

Ümmetimden iki kişi, yüce Rabbin huzuruna gelip diz çöktüler. Birisi: "Yâ Rab, benim hakkımı bu kardeşimden alıver," dedi. Hak teâlâ hazretleri: "Bunun iyiliklerinden bir şey kalmadı. Buna ne dersin?" dedi. O kişi: "O halde benim günahımdan alsın, götürsün," dedi."

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu sözü söyleyince mübarek gözlerinden yaş gelip ağladı. Ondan sonra sözüne devam etti: "O gün büyük bir gündür. İnsanlar o gün günahlarını başka kimselerin yüklenmesine muhtaç olurlar," dedi.

Ondan sonra yine buyurdu ki:

— Hak teâlâ hazretleri, o istek sahibine emredip "Gözünü yukarı kaldır, bak!" dedi. O da bakıp: "Yâ Rab, incilerle süslü altından ve gümüşten şehirler görüyorum. Bunlar hangi peygamberin yahut hangi doğru kişilerindir?" dedi. Hak teâlâ hazretleri; "Bunlar, bahasını veren kimsenindir," buyurdu. O kişi: "Bunun bahasına kim mâlik olur?" dedi. Hak teâlâ hazretleri: "Sen mâliksin," buyurdu. O kişi: "Neyle mâlikim?" dedi. Hak teâlâ hazretleri: "Kardeşinin cürmünü afvetmekle," diye buyurdu. O da: "Yâ Rab, afvettim, günahından geçtim," dedi. Hak teâlâ hazretleri o zaman: "O halde kardeşinin eline yapış da cennete al, git," diye buyurdu."

Âlemlerin efendisi Resûlüllah hazretleri böyle buyurduktan sonra: "Allah'dan sakinin ve birbirinizin arasını bulun, birbirinizi barıştırıp bağdaştırın. Gerçekten Allah, müslümanların arasını ıslah edip onları birbiriyle 'barıştırır ve bağdaştırır," dedi.

Böylece insanların arasını ıslah etmek, onları barıştırıp bağdaştırmak övülen bir haslet oldu. Mademki Allah Müslümanların arasını ıslah edip onların birbiriyle güzelce dirlikte bulunınasına çalışır, Müslümanların da o yolda güzellik ve iyilikle hareket ederek kendi aralarında dirlik ve düzeni sağlamaları gerekir. Üzerinde kulların haklan olduğu halde gitmekten çok sakinınak vacibtir. Çünkü Hak teâlâ hazretleri'nin fazlına lâyık olmayıp da kendisi o hakkın karşılığını ödemek zorunda kalırsa hâli pek müşkül olur.

İmâm Kuşeyrî, Tahbtr'de yazmıştır ki: "Eğer bir kimsenin yetmiş peygamber kadar sevabı olsa ama kendisinden yarım dânık kadar hak isteyen bir hasmı bulunsa o hasınını razı etmeden cennete girmek yoktur," demişler. Bazıları, "Bir dânık (1/4 dirhem) miktarı hak için yetmiş makbul namazını alırlar," demiştir.

Amellerin Tartılması:

Hesap tamamlandıktan sonra ameller tartılsa gerektir. Tartılma, karşılığinin verilmesi içindir. Lâyık olan, tartılmanın hesaptan sonra olmasıdır. Hak teâlâ hazretleri, kerîm Kitab'ında mîzân'ı (teraziyi) çoğul sigasiyle zikredip: "Ve nezau'l-mevâzîne — Ve teraziler kurarız," (Enbiyâ sûresi: 21/47) buyurmuştur.

Ama hadîs-i şerifte hem tekil ve hem de çoğul olarak gelmiştir.

Bazıları, iki sözün arasını birleştirmek için "Tekil suretinden murad, cins olmasına mahmuldür," dediler.

Bazıları da, "İhtimaldir ki, çoğul olması amellerin çokluğu sebebiyledir. Meselâ bir amel sahibi için birkaç mizan olur. Her birinde amellerin bir sınıfı tartılır," dediler.

Bir de: "Mizan birdir, ama ta'zim için çoğul sigasiyle geldi. Hakikatte sayı çokluğu kasdedilmiş değildir. "Kezzebet kavmü Nûhu'ni'l-mürselîne — Nûh'un kavmi resûlleri yalanladı," (Şuârâ sûresi: 26/105) gibidir. Burada da murad, bir resûldür," dediler.

Güvenilir olan söz, bu sözdür. Âlimlerin çokluğu bunun üzerinedir.

Mizanın konulması keyfiyetinde de âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ama pek çok haberlerde gelmiş olan şudur ki, cennet Arş'ın sağ yananda, cehennem sol yanında konulsa gerektir. Ondan sonra mizanı getirip Hak teâlâ hazretleri'nin huzuruna koyarlar. Cennet tarafında olan kefesine iyilikler konulup cehennem tarafında olan kefesine kötülükler konacaktır. Nitekim Tirmizî Nevâdiri'l-Usûl'de böyle zikretmiştir.

Âlimler tartılmanın kendisi hakkında da ihtilâf etmişlerdir.

Bazıları dediler ki: "Tartılan, amellerin kendisidir. Gerçi ameller ârâzdandır, fakat kıyâmette cisim bağlar, ondan sonra tartılır."

Bazıları, "Tartılan, amellerin yazıldığı sayfalardır," dediler. Nitekim Bıtâka (küçük kâğıt parçası) hadîsi buna delâlet eder.

İmâm Tirmizî, Abdullah bin Amr bin Âs'dan şu siyak üzre nakletmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, benim ümmetimden bir kişiyi halkların hazır bulunduğu yere getirir de amellerin yazıldığı sayfalardan doksan dokuz sayfayı açarlar. Her sayfanın uzunluğu gözün görebildiği yer miktarı olur. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, buyurur ki:

Hiç bu yazılanlardan bir tanesini inkâr eder misin? Hiç benim kâtiplerim sana zulüm ettiler mi?

O da:

— Yok, yâ Rab! diye cevap verir.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:

Bunlara hiç haksızlık ettiğin ve ahdini bozduğun var mıdır? diye buyurur.

O da:

— Yok, yâ Rab! diye cevap verir.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:

Evet, bizim katımızda senin için bir hasene vardır ve sana bugün asla zulüm yoktur, diye buyurur.

Ondan sonra bir bıtâka çıkarırlar, yâni küçük bir kâğıt parçası getirirler. İçinde "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden resûlüllah" yazılıdır. Sonra:

Amelin tartılmak üzere, hazır ol! diye emreder.

O kimse:

Bu kâğıt parçası nedir? diye sorar.

Yine Hak teâlâ hazretleri:

— Bugün sana zulüm olunınaz, diye cevap verir.

Ondan sonra o sayfaları mizanın bir tarafına, o kâğıt parçasını da öbür yanına korlar. Bu kâğıt parçası, sayfaların hepsinden ağır gelir. Allahü teâlâ hazretleri'nin şerefli ismiyle hiç bir şey aynı ağırlıkta olmaz," diye buyurdu.

Beyhakî ve başkaları rivâyet etmişlerdir ki, Peygamber Efendimiz'e sual edip:

— Yâ Resûlâllah! "Lâ ilâhe illâllah" hasenattan mıdır? dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

Hem de hasenatın en büyüklerinden, diye buyurdu.

İmâm Kuşeyrî'nin Tahbîr'de zikrettiği üzre: "Ölmüş olanlardan bazı kimseleri rüyada görüp:

Rabbin sana ne yaptı? diye sordular.

Amellerimi tarttılar. Kötülüklerim iyiliklerimden ağır geldi. Ondan sonra iyiliklerim kefesine bağlı bir bez parçası düştü. Hemen bu taraf ağırlaştı. Bezi alıp çözdüm. Meğer içinde olan, bir Müslümanın kabrine attığım bir avuç toprakmış, dedi."

Haberde gelmiştir ki, müminin iyiliği hafif geldiği zaman Peygamber Efendimiz hazretleri, parınak ucu kadar bir kâğıt parçasını çıkarır da iyilikler kefesine atar. Hemen iyilikler ağır basar. O mümin ona hamd ve senâ edip:

Sen ne güzel adamsın! Bana ne şaşılacak bir iyilikte bulundun? Sen kimsin? diye sorar.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Ben, senin peygamberin Muhammed'im. Bu, senin bana verdiğin salâttır, diye buyurur.

Kuşeyrî'nin tefsirinde böyle yazılıdır. Müminler Hak teâlâ hazretleri'nin lûtfiına mazhar olunca her birine bir yolla inayet ulaşır.

İmâm-ı Gazalî hazretleri zikreder ki, kıyâmet gününde bir kişiyi getirip amelini tartarlar. Bir hasene bulamaz ki, onunla hasene kefesi seyyiatmdan ağır gelsin. Hak teâlâ hazretleri, rahmetinden:

Ey kulum, git, halk arasında dolaşıp iste. Belki bir hasene ele geçirirsin, diye buyurur.

O kişi de insanlar arasında dolaşıp her kime söylese:

Biz senden daha muhtacız, diye cevap verirler.

Ümitsiz olur. Sonunda bir kimse:

Ben Hakk'ın huzuruna vardım. Amel defterimde bir haseneden başka bir nesne bulunınadı. Onun da bana faydası olacağını sanmıyorum. Bari sana vereyim. Al, senin olsun, der.

Hemen bu kişi alır, sevinerek gider. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, bütün halleri en iyi bilirken bunu söyletmek için sual edip:

Ey kulum! Ne yaptın? der.

O da:

— Ya Rab, şöyle şöyle oldu. Sonunda elime bir hasene geçti, diye cevap verir.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, o iyiliğini bağışlayan kula nidâ edip:

Benim keremim senin kereminden çoktur. O halde kardeşinin eline yapış da ikiniz beraber cennete girin, diye buyurur.

Yine rivâyet olunmuştur ki, bir kişinin mizanı eşit gelir. Hak teâlâ hazretleri, ona:

— Sen, ne cennet ehlindensin, ne cehennem ehlindensin, diye buyurur.

Ondan sonra bir melek bir sayfa getirir. Sayfanın içinde "Uf!" yazılıdır. Hemen sayfayı kötülükler kefesine koyduğu gibi günah tarafı ağır gelir. "Uf'den murad, anasına ve babasına isyan edenlerin onlara söylediği aykırı sözdür. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri:

Bunu cehenneme alın, gidin! diye emreder.

O kimse cehenneme giderken:

— Beni Rabbime döndürün. Bir sözüm var, söyleyeyim, der.

Hak teâlâ hazretleri hitap edip:

— Ey âsî! Niçin bana gelmek istiyorsun? Ne taleb ediyorsun? buyurur.

O da:

Yâ Rab! İşte emrinle ben cehenneme gidiyorum. Ama gördüm, babamı da alıp cehenneme götürüyorlar. Bu bana çok güç geldi. Azabım bir kat arttı. Bari onu cehennemden azâd eyle, der.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri gülüp:

Dünyada ona isyan ederdin. Şimdi iyilik etmek mi istiyorsun? O halde babanın eline yapış da ikiniz beraber cennete gidin! diye buyurur.

Huzeyfe'den rivâyet edilmiştir ki: "Kıyâmet gününde mizan sahibi Cebrâil aleyhisselâm olsa gerek. Bütün amelleri, o kendi eliyle mizana koyup tartacaktır," diye buyurmuş.

Doğru söz şudur ki, üstünlük, amel terazisinin hasene kefesi ağır gelip aşağı doğru gitmekle hâsıl olur. Nitekim: "Feemmâ men sekulet mevâzinuhu fehüve fî îşetin râdiyetin — Ancak her kimin terazileri ağır olursa o hoşnutlukla dirlik içindedir,"

(Karia sûresi: 101/6-7) sözünden murad budur, dediler.

Amellerin hepsi tartılır mı, yoksa sadece amellerin sonuçları mı tartılır? denilirse Vehb bin Münebbeh'den nakledilmiştir ki, tartılan, amellerin sonuçlarıdır. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Innemâ'l-aınâlu bi-hevatimuhâ — Ameller ancak sonuçlariyle vardır," buyurdu, demiştir.

Ebû Nuaym'ın naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh), Peygamber Efendimiz'den rivâyet eder ki: "Eğer bir kimse, bir mümin kardeşinin bir ihtiyacım karşılar, bir işini bitirirse, kıyamet günü onun mizanı yanında dururum. Eğer iyilikleri galip gelmezse ona şefaat ederim," buyurmuşlar.

Allahım, bizi onun şefaatiyle rızıklandır.

Sırat Üstünde Sual:

İmâm Kurtubî'nin Tezkire'de zikrettiği üzre bazı ilim ehli buyurmuşlardır ki: "Yedi kantarada (köprü kemerinde) sual olunınadıkça bir kimse asla sıratı geçemez. Yâni sırat üzerinde yedi yerde sual vardır:

1 . Birinci kantarada Allah'a iman etmekten sual olunur. Yâni eğer şehadet kelimesini ihlâs üzre getirdi ise geçer gider.

2 . İkinci kantarada namazdan sual olunur. Eğer tam olarak kıldıysa geçer gider.

3 . Üçüncü kantarada Ramazan orucundan sual olunur. Eğer tamamını tuttuysa geçer gider.

4 . Dördüncü kantarada zekâttan sual olunur. Eğer tamamını ödediyse geçer gider.

5 . Beşinci kantarada hacdan sual olunur. Eğer eda ettiyse geçer gider.

6 . Altıncı kantarada gusülden ve abdestten sual olunur. Eğer tam ettiyse geçer gider.

7 . Yedinci kantarada insanlara yapılan haksızlıklardan ve kul hakkından sual olunur ki, bundan müşkül olanı yoktur, demişlerdir."

Ebû Hüreyre'nin naklinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Cehennem üzerine sırat kurulur. Onu ilk geçenler, ümmetimle ben olacağım. O gün resûllerden başka kimse söz söylemez. Onların da o gün duaları:

— Rabbe, sellim, sellim, (Yâ Rab, sana teslim oldum; sen selâmetle geçir, sen selâmetle geçir) demektir.

Cehennemde devedikeni gibi çengeller olur. Onların büyüklüğünü Allah'dan başka kimse bilmez. O çengeller halkı amelleri sebebiyle kapar. Kimisi cehenneme düşer, kimisi düşecek olur, yine kurtulur," diye buyurmuştur.

Bu mânâda başka ibarelerle bazı hadîsler daha gelmiştir. İbn-i Mes'ud'un hadisinde şöyledir ki: "Her kişiye ameline göre nur verilir. Kişinin nuru önünce koşar. Halktan kimisi göz açıp kapayıncaya kadar sıratı geçer. Kimisi şimşek gibi geçer. Kimisi bulut gibi geçer. Kimisi akan yıldız gibi geçer: Kimi yel gibi geçer. Kimi koşan at gibi, kimi koşan adam gibi geçer. Kimi de düşe kalka geçer. Geçip kurtulduktan sonra: 'Başkasına vermediği şeyi bana veren, bunu gördükten sonra beni bundan kurtaran Allah'a hamd ederim,' diye Hak teâlâ hazretleri'ne hamd ve senâlar eder," denilmiştir.

İmâm-ı Müslim'in rivâyetinde Ebû Saîd (radıyallahü anh): "Bana haber ulaştı ki, sırat, kılıçtan keskin ve kıldan incedir," diye buyurmuş.

Bazı rivâyette Saîd bin Hilâl'den rivâyet edilmiştir ki: "Bize haber ulaştı ki, sırat, bazı insanlar için kıldan ince ve bazı kimseler için geniş bir vâdi gibidir," diye buyurmuş.

Bazı âlimler: "Ve in minküm illâ vâriduhâ — İçinizden oraya girmeyecek hiç kimse yoktur," (Meryem sûresi: 19/71) sözünden murad, sırattan geçmektir; zira sırat cehennem üzerindedir, demişler.

İbn-i Abbâs, İbn-i Mes'ud ve Kâ'bu'l-Ahbâr (Allah onlardan razı olsun): "Vürûd, sırat üzre geçmektir," dediler.

Bazıları: "Vürûd'dan murad, girmektir," demişlerdir. Buna ilişkin sözler daha önce bir miktar zikrolunmuştur.

Ebû Nuaymın naklinde Ebû Hüreyre, Fahr-i Âlem Efendimiz'den rivâyet etmiştir ki: "Dünyada sadaka ihsan eden kimse, sırat köprüsünü geçer," buyurmuşlar.

Ama doğrusu şudur ki, sadakayı ihsan etmenin mânâsı, gönül hoşluğu ve kalb temizliğiyle, seve seve, minnet ve yük altında bırakmayarak, hâlis ve muhlis olarak Allah için vermektir. Kerhen verilen, yük altında bırakan ve gösteriş için verilen sadaka yok hükmündedir.

İmâm Kurtubî'nin zikrettiği üzre İbn-i Mübârek'in naklinde Abdullah bin Selâm'dan (radıyallahü anh) gelmiştir ki: "Hak teâlâ hazretleri, kıyâmet gününde peygamberleri bir bir getirir. Ümmetleri de bir bir getirir. Her birini ayrı ayrı, birbirinden seçilecek şekilde toplar. Yâni halkları bir yere getirir, bir ümmetin halkı bir başkasinin arasına karışmaz. Ondan sonra cehennem üzerine köprü kurulur.

Bir münâdi:

— Hani Ahmed ve hani onun ümmeti? diye nidâ eder.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri kalkar ve ümmeti topluca ona tâbi olurlar. Hattâ sırat üzerine vardıklarında Hak teâlâ hazretleri, düşmanlarının gözünü mahveder, sağdan ve soldan onlar cehenneme dökülürler. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, sâlihlerle beraber geçip gider. Ondan sonra melekler önlerine düşüp yol gösterirler. Hattâ Âlemlerin Rabbi'nin yüce huzuruna gelirler. Arşın sağ tarafına Fahr-i Kâinat hazretleri için bir kürsü konulur.

Ondan sonra Hazret-i İsa, kendi ümmetiyle zikredilen üslûp üzre sırata gelip geçerken onun da düşmanlarının gözleri mahvolunur, cehenneme dökülürler. Kendisi sâlihler ile beraber geçip gider," demiştir.

Bu hadîste ümmetten muradın dâvet ümmeti olması gerektir. Zira "Onların içinden düşmanları cehenneme dökülür," denilmesi, buna delildir. Düşmanlardan murad, kâfirler ve münafıklardır. Âsiler Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne düşman değillerdir. O'na düşmanlık, küfrü gerektiricidir. Allah saklasın...

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretleri'nden rivâyet eder ki: "Müminler cehennemden kurtulduktan sonra cennetle cehennem arasında bir köprü başında tutulurlar. Yâni kimseyi geçmeye bırakmazlar.

Ondan sonra kiminin kimisinden dünyada olan hakları alınır. Ancak üzerlerindeki kul haklarından temizlendiktensonra cennete girmelerine izin verilir. Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her kişi cennetteki makamına, dünyadaki makamından dolayı varır. Yâni dünyada iyilik, hayırseverlik, doğruluk ve temizlik bakımından hangi derecede ise cennette de o derece yüksekliğe kavuşur," buyurmuşlar.

Bundan anlaşılır ki, kâfir ve müslüman bütün insanların uğradığı büyük sırattan başka cennet ve cehennem arasında bir köprü daha vardır. Ondan sırf İslâm ehli geçip ikramlar yurduna girerler. Zira büyük sırat, cennetle cehennem arasında değil, belki cehennem üzerindedir. En iyisini Allah bilir.

Peygamberimizin Cennet Kapısını İlk Çalan Kimse Olması:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin cennet kapısını ilk çalan olmakla üstün kılinınası hususunda İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) gelmiştir ki: "Ben, kıyamet günü insanların en çok tâbi olunanıyım ve cennet kapısını ilk çalanım," buyrulmuştur.

Buna ilişkin başka hadisler de daha önce geçen Peygamberimizin Hasletleri bahsinde zikredilmiştir.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'nden merfuan rivâyet etmiştir ki: "Ben o kimseyim ki, cennet kapısı ilkönce onun için açılır. Ancak bir kadın da benimle beraber girecektir. Ben, ona halinden sual edip:

— Sen kimsin? derim.

O da:

Ben, öksüzlerle dul kalıp oturan bir kadınım, der," buyurmuşlar.

Bu hadîsin metninde geçen "Tebâdürnî — Beni geçmek için acele edecektir," sözüne "Benimle beraber girecektir," mânâsını vermişlerdir.

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde gelen hadîs-i şerif de buna şâhittir ki: "Enâ ve kâfilü'l-yetâmâ hakeza — Ben ve öksüzleri besleyip koruyan kimse, böyleyiz," buyurup şehadet parınağiyle orta parınağını bir yere getirmiştir.

Yâni: "Kıyâmet gününde benimle öksüzleri besleyen, ikimiz birbirimize böyle yakınız, beraber cennete gireriz," demeye işarettir. Yahut cennetin içinde bana yakın komşu olur, demeye işarettir. En iyisini Allah bilir.

Sevri'den rivâyet olunmuştur ki: "Sülletün mine'l-evvelîne ve sülletün mine'l-âhirîne — Öncekilerden bir topluluk ve sonrakilerden bir topluluk (cennete girerler)," (Vâkıa sûresi: 56/39-40) âyet-i kerîmesi indiği vakit Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Siz cennet ehlinin üçte birisiniz," diye müjdeledi. Ondan sonra: "Siz cennet ehlinin yansısınız," dedi. Ondan sonra: "Siz cennet ehlinin üçte ikisisiniz," diye buyurdu.

Bazı merfu hadîste gelmiştir ki: "Cennet ehli yüz yirmi saftır. Siz onlardan seksen safsınız," buyurmuşlar.

İmâm Tirmizî'nin naklinde gelen sahih hadîste Büreyde bin Husayb'dan nakledilmiştir ki: "Bir sabah Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Bilâl'i çağırıp:

— "Yâ Bilâl! Sen cennete girmekte beni geçtin. Her ne zaman cennete girdimse önümce senin haşhaşam  işittim. Sen ne sebeple cennete benden önce girdin? diye buyurdu," demiştir.

Haşhaşa'nın asıl mânâsı, silâh ve onun gibi şeylerin sesidir. Burada da murad, Hazret-i Bilâl'in yürümesinden hâsıl olan sestir.

Bazıları bu hadîs-i şerifin mânâsında müşkülât görüp:

Hazret-i Bilâl'in âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nden ileri gitmesinin sebebi nedir? Neden o önce gitsin? dediler.

Buna cevap vermişlerdir ki: Hazret-î Bilâl, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin namaza başlamasından önce ezan okurdu. Halkı, Hak teâlâ hazretleri'ne dâvet ederdi. Cennete girmede de kapıcı ve hizmetkâr gibi önünce yürüyüp girdi, dediler. Nitekim devlet sahipleri bir yere gidecek olsalar önlerince muhakkak hizmetkâr gitmesi kesindir. Hazret-i Bilâl de, dünyada halkı dâvet etmesi berekâtiyle o hizmete liyakat kazandı.

İbn-i Ebî Şeybe'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz:

Cebrâil elime yapıştı da ümmetimin cennetin hangi kapısından gireceğini bana gösterdi, diye buyurdu.

Ebû Bekir (radıyallahü anh):

Yâ Resûlâllah! Ben haz ederdim ki, seninle beraber olaydım, o kapıyı görmüş olaydım, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

Fakat yâ Ebâ Bekir! Sen ümmetimden girenlerin ilki olacaksın, buyurdu."

Hadîs-i şerîf delâlet eder ki, bu ümmete mahsus bir kapı vardır. Diğerleri o kapıdan girmezler. Ama bu ümmetten bir kısminin sair ümmetlerin girdiği kapılardan girmesi vâki olur. Nitekim daha önce beyan olunmuştur.

Cennetin Kapıları:

 Cennetin kapıları sekiz tanedir. Resûlüllah Efendimiz'in kendilerinin saadetle girdiği kapinin ismi Rahmet Kapısıdır. Ona Tevbe Kapısı da derler. Sâkin olduğu cennetin ismi Adn'dir. Adn uçmağı, cennetlerin en yücesi ve efendisidir. Orada nebilerden, şehitlerden ve sıddîklardan başka kimse olmaz. Ona en yakın olan Firdevs Cen- neti'dir. Adn Cenneti'nden sonra geri kalan cennetlerin en yücesi ve en üstünü budur.

Bundan sonra Huld Cenneti gelir. Ondan sonra Naîm Cenneti, ondan sonra Me'vâ Cenneti gelir.

Cebrâil aleyhisselâm ve melekler burada sâkindirler. Mukatil'den rivâyet edilmiştir ki: "Şehitlerin ruhları buraya gelirler," diye buyurmuş. Bundan sonra Dâru's-Selâm, ondan sonra Dâru'l-Makame  gelir, demişler. En iyisini Allah bilir.

Malûm olsun ki, cennet kelimesi umumîdir. Burada zikredilenlerin hepsine kullanılır. Müteaddit menzillere vasıfları bakımından has isim konulmuştur.

Cennete girmek,, Hak teâlâ hazretleri'nin fazl ve rahmetiyledir. Yoksa ameliyle girmek kimseye kolay değildir. Nitekim Buhârî'nin ve Müslim'in rivâyetlerinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anha): "

Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:

— Hiç bir kimseyi ameli cennete koymaz.

Bazıları:

— Yâ Resûlâllah! Seni de mi amelin cennete koymaz? dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Beni de amelim cennete koymaz. Ancak Hak teâlâ hazretleri, rahmetiyle beni teğammüd etmiştir (örtmüştür). Yâni rahmetine beni müstağrak eylemiştir.

Bu bakımdan girerim, diye buyurdu," demiştir.

 Kulun ameli girmeye sebeptir, ama müstakil (tek başına) sebep değildir. Hadîs-i şerifte reddedilmiş olan sebebin istiklâliyetidir. Yoksa mutlak olarak amelin sebep olması sâbittir. Nitekim âyet-i kerimede:

"Tilkümü'l-cennetü ûristimûhâ bimâ küntüm ta'melûne — İşte size cennet! Amellerinize karşılık o size miras verildi," (Arâf sûresi: 7/43) buyrulmuştur.

İki husus arasında zıtlık olmadığı açıktır. Gerçi girmenin kendisinde amelin istiklâli yoktur, Allah'ın rahmetiyle gerçekleşir, fakat girdikten sonra cennet içinde mertebe şerefine ve derece yükselmesine tam dahli vardır. Hattâ hadîs-i şerifte: "Cennet ehli cennete girdikleri zaman cennet menzillerine amellerinin üstünlüğü derecesinde inerler," buyrulmuştur.

Seleften nakledilmiştir ki: "Cehennemden kurtulmak Allah'ın afvı iledir. Cennete girmek Allah'ın rahmetiyledir. Menzillerin ve derecelerin bölüşülmesi de amellerledir," diye buyururlar.

Kevser:

Peygamber Efendimiz hazretleri'nin Kevser ile üstün kılininası hususuna gelince bu hususta nice âyet ve hadîslerde nice nasslar gelmiştir. Evvelâ malûm olsun ki,

Kevser kelimesi Kesret'ten alınmıştır. Fev'al sigası üzredir. O, cennette olan büyük bir nehirdir. Suyunun ve kaplarının çokluğu, kadrinin ve hayrinin büyüklüğü, çokluğu ve genişliği cihetlerinden bu kelimeyle isimlendirilmiştir.

Kevser'in tefsiri hususunda müfessirler ondan fazla söz nakletmişlerdir. Bu sözlerin çoğu Altıncı Bölüm'de zikrolunmuştu. Sözlerin en üstün olanı İbn-i Abbâs hazretleri'nin (radıyallahü anh) sözüdür ki, "Kevser, hayr-ı kesirdir. Zira umumiliği vardır," demiştir. Fakat Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin şerefli sözüyle mezkûr nehre tahsisi sâbit olmuştur. Ondan başka tarafa yönelmeye mecal yoktur.

İmâm Müslim ve başkaları, Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet etmişlerdir ki: "Bir gün Fahr-i Âlem hazretleri, Mescid-i şerifte bizim aramızda otururken biraz mübarek gözleri uykuya vardı. Ondan sonra gülerek mübarek başını kaldırdı. Biz:

— Yâ Resûlâllah! Neye gülüyorsunuz? Gülmenize ne sebep oldu? dedik.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Şimdi bana bir sûre nâzil oldu. "Bismillâhi*r-rahmani'r-rahîm. İnnâ a'taynâke'l-kevser fesalli li-rabbike venhar inne şânieke hüve'lebter — Biz sana Kevser'i (cennetteki ırmağı yahut çok hayrı) verdik. O halde Rabbine vuslat et ve deveni kes. Elbette ebter olan, sana düşmanlık edendir," diye Kevser sûresini okuyuverdi.

Ondan sonra:

— Biliyor musunuz, Kevser nedir? diye buyurdu.

Biz de:

— Allah ve resûlü daha iyi bilir, dedik.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

Gerçekten o, bir ırmaktır ki, Rabbim onu bana vaad etmiştir, diye buyurdu."

Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Enes'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mirac gecesi gördüklerinden hikâye edip: "Bir ırmak üzerine geldim ki, iki yanında içi boş incilerden kubbeler vardı. Cebrâil'e:

— Bu nehir ne nehridir? dedim.

— Bu Kevser'dir, dedi," diye buyurmuştur.

Bize haber verip derdi ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri, o gece ki, miraca vardı, bir nehir gördü. Üzerinde inci ve zebercetten bir köşk yapılmıştı. Toprağını alıp kokladı, hâlis misk olduğunu gördü:

— Yâ Cebrâil, bu nehir nedir? diye sordu.

Cebrâil aleyhisselâm:

— Bu hehir Kevser'dir ki, Rabbin sana saklamıştır, dedi."

İmâm-ı Ahmed de Enes bin Mâlik'den rivâyet eder ki, bir kimse Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'ne gelip:

— Yâ Resûlâllah! Kevser nedir? diye sordu.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

Cennette bir ırmaktır. Rabbim onu bana vermiştir. Onun beyazlığı sütten daha şiddetli ve tatlılığı baldan ziyadedir, diye buyurdu. Hâsılı "Sütten ak ve baldan tatlıdır," dedi.

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Ebû Ubeyde'den rivâyet edilmiştir ki: "İnnâ a'teynâke'l-kevser"den Hazret-i Âişe'ye sual ettim.

O Kevser, bir ırmaktır. Sizin peygamberinize verilmiştir. İki yanı içi boş incidir. Yâni iki yanında inciden kubbeler vardır. Su içecek kâseleri ve kadehleri yıldızların sayısmcadır." diye buyurdu.

İmâm Nesâî'nin naklinde Hazret-i Âişe'den şöyle rivâyet edilmiştir ki: "Cennetin ortasında bir nehirdir," diye cevap vermişler. Ondan sonra o nehri vasfedip: "İki yanında inciden ve yakuttan köşkler vardır. Toprağı misktir. Suyunun çakılı inci ve yakuttur," buyurdu.

Bu hadisin metninde geçen "hasâ" kelimesi, lûgatta ufak taşcağızlara denir. Burada murad, su akıntısında olan çakıldır ki, su onun üzerinden akar. Nitekim İmâm-ı Ahmed'in İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretleri'nden naklettiği hadîs-i şerifte: "Ve suyu inciler üzerinden akar," ibaresiyle gelmiştir. Hattâ İbn-i Kesîr'in buyurduğu üzre hadîs İmâmlarından çok kimse katında kesin ifade edilir tarzda tevâtür bulmuştur. Ebû'lÂliyye'den başka seleften nice kimse, Kevser'in cennette bir ırmak olduğunu rivâyet etmişlerdir. En iyisini Allah bilir.

Vesile:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'nin cennette Vesile, yüksek ve üstün derece ile üstün kılinınası hususunda gelen hadîs-i şeriflerden biri şudur ki, İmâm Müslim, Abdullah bin Ömer'den rivâyet etmiştir: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri: "Müezzinin ezanını işittiğiniz zaman o ne derse siz de onu söyleyin. Tamamlandıktan sonra bana salât edin. Çünkü bir kimse bana bir kere salât ederse Allah ona on kere salât eder. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri'nden benim için vesileyi isteyin. O vesile dedikleri cennette bir menzildir ki, Hak teâlâ hazretleri'nin kullarından bir kuldan başkasına lâyık değildir. Ben umarım ki, o kul ben olayım. Bundan dolayı bir kimse, Hak'dan benim için o vesileyi isterse ona benim şefaatim vacib olur," diye buyurmuşlar."

Hâfız İmâdüddin İbn-i Kesîr: "Cennetin gayet şerefli bir yerinde bir dağdır. Fahr-i Kâinat hazretleri'nin cennette menzili ve yurdu orasıdır. Cennet mekânlarının Arş'a en yakın olanı odur," demiştir.

Bazıları da: "Vesile, faîle sigası üzre bir şeye vesile olmak dediklerinden alınmıştır. Tevesseltü (vesile oldum) demek tekarrebtü (yaklaştırdım) demektir. Tevessül, tekarrüb demek olur. Bazen olur ki, yüksek menzile çıkarınaya kullanılır. Nitekim hadis-i şerifte: "Elbette o, cennette bir menzildir," buyrulmuştur. Bununla beraber bunun da birinci mânâya döndürülmesi kabildir. Zira o menzile vâsıl olan Allahü teâlâ hazretleri'ne yakın olur," demiştir.

Netice olarak hissi yakınlık ve mânevî yakınlık olması kabildir. Allahü teâlâ hazretleri'ne nisbet olununca mânevî yakınlıktan başkası düşünülemez. Eğer hissi yakınlık murad olunursa Arş'a nisbet olunınası gerektir. Vakta ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, Hak teâlâ hazretleri'ne kulluk cihetinden yaratıkların en büyüğü olup Allahü teâlâ hazretleri'ni hepsinden daha iyi bilici, korku ve haşyeti, ona ihlâs ve muhabbeti ziyade oldu, zarurî olarak menzili de Allahü teâlâ hazretleri'ne menzillerin en yakını, cennet içindeki derecesi ise derecelerin en yükseği kılındı.

Eğer sual olunup:

Fahr-i Âlem hazretleri'nin mezkûr makamı kendisi için istemeyi ümmetine emretmesinin sebebi ve açıklaması nedir? denilirse bunun cevabı şudur:

O dua ile kendileri Allah'a yakınlık hâsıl ederler. Ettikleri duanın faydaları kendilerine râcidir. Yoksa Hak teâlâ hazretleri, mezkûr menzili Habîbine ihsan etmiştir. Nitekim hadîs-i şerifte zikrolundu. Yahut mümkündür ki, Hak teâlâ hazretleri mezkûr menzili Habîbine bazı sebeplerle mukadder etmiştir. Bu sebepler cümlesinden biri de ümmetinin duası olabilir, demişlerdir. Ama fazilet denilmesinden câizdir ki, öbür insanlar üzerine fazladan bir mertebeden ibarettir yahut son mertebedir yahut Vesîle'nin tefsiridir, demişlerdir

Vesile hakkında gelen hadîs-i şeriflerin bazısı şudur:

Ebû Saidi'l-Hudrî (radıyallahü anh):

"Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:

— Vesile, Hak teâlâ hazretlerinin katında bir derecedir ki, onun fevkinde derece yoktur. O halde Hak teâlâ hazretleri'nden benim için vesîle'yi taleb edin," demiştir.

Bazıları şu sözle zikretmişlerdir: "Cennette bir derecedir ki, orada ondan daha yüksek derece yoktur. O halde Allah'dan, yaratıkların başları üzerinde onu bana vermesini isteyin."

Bundan da murad, mezkûr mânâdır.

Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh), "Rabbin sana yakında verecek ve sen hoşnut olacaksın," (Duhâ sûresi: 93/5) âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyurmuştur ki:

"Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretleri'ne cennet içinde bin köşk verdi. Her köşkte lâyık olduğu üzre zevceler, hademeler ve başka şeyler hazırladı," demiştir.

İbn-i Cerîr ve İbn-i Ebî Hâtem böylece rivâyet etmişlerdir. Bu türlü haberler Peygamber Efendimiz hazretleri'nden işitilmiş olmadıkça söylenmez. O halde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri de işitip söylemiştir. Bu da merfu hükmündedir.

Merfu hadîs ona derler ki, rivâyet eden "Peygamber Efendimiz hazretleri'nden işittim," diye rivâyet eder. Allah daha iyi bilir.