Geri

   

 

 

İleri

 

9 - 10   Peygamberimizin İtikâf ı, Ramazanın Son Onunda İçtihadı ve Kadir Gecesini Araştırması

Evvelâ malûm olsun ki, itikâf, lûgatta eğlenmek ve bir nesnenin üzerine dâim olup durmaktır. Şeriatta ise itikâf, er kişinin mescidde cemaatte, kadın kişinin ise evinde itikâf niyetiyle eğlenmesidir. İtikâf üç kısımdır:

1 . Vacib olan itikâf: Nezrolunan itikâftır.

2 . Müekked sünnet olan itikâf: Ramâzanın son on gününde olan itikâftır.

3 . Müstehap olan itikâf: Her ne zaman olursa ettikleri itikâftır.

Vacib olan itikâfm sıhhati için oruç şarttır. Müstehap olan için şart değildir. Zahir rivâyette İmâm-ı Âzam hazretleri'nden rivâyet edilmiş olan budur, İmâmeyn hazretleri de bunu ihtiyar etmişlerdir. Bir rivâyet üzre müstehabın en azı bir saattir. Onun için muayyen bir had yoktur. Hattâ bir kimse, mescide girse ve dışarı çıkıncaya kadar itikâfa niyet etse sahihtir.

Yine İmâm-ı Âzam hazretleri'nden gelen bazı rivâyette: "Müstehabın sıhhati için de oruç şarttır ve en azı bir gündür," demişlerdir. Hanefî kitaplarında yazılı olan budur.

İmâm Şafiî, camide itikâf etmeyi müstehap tutmuştur. İmâm Mâlik şart tutmuştur. Seleften Zührî ve bir tâife mutlak olarak camie mahsus kılmışlardır. Şafii hazretleri de eski kavlinde buna işaret etmiştir. Huzeyfe bin Yemânî (radıyallahü anh) üç mescide mahsus kılmıştır. Atâ, Mekke ve Medine mescidlerine mahsus kılmıştır. İbn-i Müseyyep, Medine Mescidi'ne mahsus kılmıştır.

Alimler ittifak etmişlerdir ki, itikâfm en çoğuna sınır yoktur. Ama en azinin ne miktar olduğu hakkında İmâm-ı Âzam hazretleri'nden gelen rivâyetler diğerlerinden üstün tutuldu, İmâm Mâlik'den bir rivâyette on gün, bir rivâyette bir gün veya iki gündür, ittifak üzre cimâ ile itikâf bozulur, demişlerdir.

Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde Aişe-i Sıddîka'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan'ın son on gününde itikâf ederlerdi. Buhârî'nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz her yıl on günü itikâf ederdi. Kabzolunduğu yıl iki kere onar gün (yirmi gün) itikâf etti," demiştir.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Saîdi'l-Hudri (radıyallahü anh)den gelen hadîs-i şerifte şöyledir: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan'ın ilk on gününde itikâf etti. Ondan sonra ortadaki on gününde itikâf etti. Ondan sonra mübarek başını itikâf ettiği yerden çıkarıp:

— Ben Kadir Gecesi'ni isteyip ilk on günü ve ikinci on günü itikâf ettim. Ondan sonra rüyada "Kadir Gecesi, son on gündedir," dediler. O halde itikâf eden, son on günde itikâf etsin. Gerçekten Kadir Gecesi'ni bana gösterdiler. Sonra unutturdular. Gerçekten ben, kendimi, o gecenin sabahında su ile balçık arasında secde ederken gördüm. O halde siz de onu son on günde iltimas edin (tutun) ve her tek günde iltimas edin, diye buyurdu."

Ebû Saîd der ki: "O gece yağmur yağdı. Mescidin örtüsü damladı. Ondan sonra yirmi birinci günün sabahında kendi gözümle gördüm, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin mübarek alnında su ve balçık eseri vardı."

Gerçekten Kadir Gecesi'nin hangi gece olduğunu Allah'dan başka kimse bilemez. Ama Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri'nden rivâyet edilmiş olduğu üzre mübarek Ramazan'ın son on gününde aramak gerekir. Onun da tek günlerinde olduğu sanılır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe hazretleri'nin mezhebi üzre yirmi yedinci gecedir. Zira bu gece olduğuna dair kuvvetli deliller ve karineler vardır.

Sünen-i Ebî Dâvud'da İbn-i Mes'ud hazretleri'nden merfuan geldiğine göre on yedinci gecesidir.

Taberânî de Ebû Hüreyre'nin hadîsinden merfuan rivâyet etmiştir ki: "Kadir gecesini, on yedinci, on dokuzuncu, yirmi birinci, yirmi üçüncü, yirmi beşinci, yirmi yedinci ve yirmi dokuzuncu gecelerde tutun," demiştir.

Hâsılı bu hususta âlimler çok ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun için ayrıca risale yazmışlardır. İbn-i Hacer bu hususta âlimlerin sözlerinden kırktan fazla kavli toplamıştır. Nitekim Cumanın saati hakkında pek çok sözler toplamıştır. Bunda da öyledir.

Şafiî mezhebinde son on güne münhasırdır ve "Başka gecelerde kadr vâki olmaz," demiştir.

Mehâmilî: "Ramazan'ın her gecesinde umulur," demiştir. Şeyh Ebû İshak ve İmâm-ı Gazalî de böyle demişlerdir, İmâm Kurtubî: "Şaban'ın nısfı gecesidir," diye hikâye etmiştir. Daha nice sözler zikretmişlerdir. Tefsir âlimleri Kadir sûresinin tefsirinde bunları irad etmişlerdir.

Bazı Mâlikî ve Şafiî âlimlerinden rivâyet edilmiştir ki, Kadir Gecesi bu ümmete mahsustur. Eski ümmetlere verilmemiştir. Bazıları, "Eski ümmetlere de verilmişti," dediler. Şundan istidlal ettiler ki, İmâm-ı Nesâî'nin Ebû Zer (radıyallahü anh)den rivâyet ettiği hadîste: "Yâ Resûlâllah! Kadir gecesi, sizden önce gelen peygamberler zamanında vardı da onların ölümüyle kaldırıldı mı? dedim.

Resûlüllah Efendimiz:

Öyle değildir. Belki o gece bâkidir.* Onların zamanında vardı, şimdiki zamanda da vardır, diye cevap buyurdu," demiştir.

Malûm olsun ki Kadir Gecesi'nin bazı alâmetleri vardır. Bu cümleden biri Sahihi Müslim'de Ubey bin Kâ'b'dan rivâyet edilmiştir ki: "Onun sabahında güneş şuasız doğar," demiştir.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Kadir gecesi sıcak değildir, soğuk da değildir. Onun ertesi günü sabahı güneş, kızıl ve zayıf olduğu halde doğar," demiştir.

Ama bu sıfatın nedret üzre olması Arap diyarına, belki Hicaz toprağına göredir. O memleketlerde buhar az olduğu için ekseri sabahlarda güneş nuranî doğar, zikredilen sıfat üzre doğması nadiren olduğundan Kadir Gecesi'ne alâmet olmuştur. Yoksa Rum (Anadolu ve Rumeli) diyarında ve Buhârî galip olan yerlerde güneş her sabah bu görünüşte doğar. Tâ bir iki süngü boyu yükselmedikçe kızıllığı gidip nurlanınaz.

İmâm-ı Ahmed'in naklinde Übâde bin Sâmit (radıyallahü anh) merfuan rivâyet etmiştir ki: "O gece öyle safâ üzredir ki, sanki ay doğup yükselmiştir. Muhalif yeller esmez, havası sükûn üzredir ve gökyüzü açıktır. Onda sıcak ve soğuk yoktur. O gecelerde yıldız atılmaz," buyrulmuştur.

İmâm Beyhakî, Vakitlerin Faziletlerinde, "O gece hep tuzlu sular tatlı olur," demiştir.

Sahîh-i Buhârî'de Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimizin güzel âdetleri şu idi ki, Ramazan'ın son on gününe girdiği zaman şedd-i mîzer ederdi (peştemalını bağlardı). Yâni kadınlara yaklaşmayı terkederdi yahut tâat ve ibadete hazır olurdu ve ciddiyetle çalışırdı demektir. Ve geceyi ihya ederdi," demiştir.

Geceyi ihyâ etmekten murad, gecede uykuyu terketmek yahut gecede uykuyu terkederek nefsini ihyâ etmek (diriltmek, ölü gibi olmaktan kurtarınak) demektir. Zira "Ölüm uykunun kardeşidir," denilmiştir. Geceye izâfe edilmesi genişletme yoliyledir. Yâni o günün gecesini ve gündüzünü ihyâ etmeyi ifade edicidir. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nin: "Lâ tec'alû büyûteküm kubûren — Evlerinizi kabirler gibi etmeyin," buyurması gibidir. Zira bundan murad, "Ölüler gibi uyuyarak evlerinizi kabirler gibi etmeyin," demektir.

Güzel âdetleri şu idi ki, Ramazan'ın son on gününde ettiği ibadetler sair günlerden daha fazla olurdu. Son on güne mahsus bazı şeyler işlerdi. Bu cümleden biri zikrolunduğu üzre geceyi ihyâ etmektir. Bundan muradın, gecenin tamamında uykuyu terkedip asla uyumamak olması muhtemeldir . Nitekim zayıf bir vecihle Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Ve ihyâullahi küllehu — Ve Allah her şeyi diri tutar," demiştir.

Müsned'de ondan rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan'ın yirmisini namaz ve uyku ile karışık ederdi. Bazen namaz kılıp bazen uyurdu. Son on günü olduğunda teşmîr ve şedd-i mîzer (-kollarısıvamak ve peştemal bağlamak) ederdi. Yâni çalışıp çabalardı, ibadetten hâli kalmazdı," demiştir.

Zayıf bir rivâyette Enes'den (radıyallahü anh) gelmiştir ki: "Ramazan girdiğinde bazen kaim ve bazen nâim olurdu (bazen namaz kılar, bazen uyurdu). Yirmi yedinci günü olduğu gibi uyku zevkini tatmazdı," demiştir.

Şu da muhtemeldir ki, gecenin ekserinde uyku terk olunsa geceyi ihyâ etti denilir ve Fahr-i Âlem hazretleri'nin ihyâsından da murad bu olsa gerektir, demişlerdir.

İmâm Şafiî: "Bir kimse, kadir gecesinde yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılsa elbette o kimse kadir gecesinden nasibini almıştır," demiştir.

Ebû Şeyh'in rivâyetinde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) merfuan gelmiştir ki: "Ramazan ayında yatsı namazlarını cemaatle kılan bir kimse, gerçekten kadir gecesine yetişti," buyurmuşlar.

Peygamber Efendimizin güzel âdetlerinden biri de şu idi ki, son on günde ehlini uykudan uyarırdı. Yâni onlara da geceleyin tâat ve ibadet ettirirdi. Son on günde akşam yemeğini seher vaktine değin tehir ederdi. Nitekim Enes ve Âişe'nin (Allah onlardan razı olsun) hadîslerinde: "Resûlüllah Efendimiz, akşam yemeğini sahur yemeği olarak yerdi," diye gelmiştir.

İbn-i Ebî Âsim Hazret-i Âişe'nin hadîsini şu ibareyle çıkarmıştır: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ramazan geldiği zaman, hem kalkıp namaz kılar, hem de uyurdu. Son on günü girdiğinde peştemalını bağlar, kadınlardan sakınır, iki ezan arasında gusleder ve akşam yemeğini sahurda yerdi."

Enes'in hadîsinin de sözü şudur: "Ramazan'ın son on günü girdiğinde yatağını katlar, kadınlardan uzak durur ve akşam yemeğini sahur olarak yerdi."

Yukarıda geçen hadîsteki "iki ezan"ın hangi ezanlar olduğu, Hazret-i Ali'den zayıf isnatla gelen hadîste beyan olunup: "Akşam ile yatsı ezanları arasında guslederdi," denilmiştir. En iyisini Allah bilir.

6. Peygamberimizin Haccı ve Umresi

Evvelâ malûm olsun ki, haccın lügat bakımından mânâsı kasdetmektir. Şer'an mânâsı: "Mekân-ı mahsusu, zaman-ı mahsusta, fi'l-i mahsusla ziyarettir."

Haccın farziyeti Kitapla sabittir. Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında: "Ve lillâhi alâ'n-nâsi haccü'l-beyti meni'stetâa ileyhi sebîlen — Yoluna gücü yeten herkesin o Ev'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır," (Âl-i lmrân sûresi: 3/97) buyurmuştur.

Âyet-i kerîme hükmünce gitmeye kudreti olan bir kimseye, yâni hür olup âkil ve bâliğ olduktan sonra meskeninden, lâzım olan sebeplerle hizmetkârdan artık mala kâdir olan kimseye, ömründe bir kere haccetmek farzdır.

O mal öyle gerektir ki, kişi Mekke'ye gidip evine gelinceye kadar yolda bineceğine, kendi nafakasına ve evinde kalan hanıminin, ailesinin nafakalarına yetsin.

Bir şartı da şudur ki, yollar emniyet üzre olmalı. Eğer hatun kişi ise kocası veya mahremi kendisiyle beraber gitmeli. Zira bunlarsız gidecek olursa fesat ihtimali vardır.

Ayrıca bir kere haccetmenin farz olduğuna delil şudur ki, zikrolunan âyet-i kerîme indiği zaman Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, insanlara "Haccedin!" diye emretti.

Her yıl mı haccedelim, yoksa sadece bir kere mi edelim? dediler.

Her yıl değil, sadece bir kere haccedin! diye buyurdu.

İmâm Nesâî'nin naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Elbette Allah, sizin üzerinize haccı yazdı (farz kıldı)," buyurdu.

Bunun üzerine Akra' bin Hâbis:

— Her sene mi, yâ Resûlâllah? diye sordu.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

Eğer "Evet," deseydim her yıl vacib olurdu, diye buyurdu.

Velhasıl Haccın vücubu kesin delille sabittir. Hattâ bir kimse kasden terketse kâfir olur. Nitekim Tirmizî'nin naklinde Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Bir kimsenin, kendini Beytullah'a yetiştirecek kadar zâdı ve yol parası olsa da haccetmese, ona Yahudi ve Hıristiyan olduğu halde ölmek lâzım değildir," buyurmuşlardır.

Yâni: "Elbette kâfirdir, imansız gider," demektir. Allah saklasın... Hadis-i şerif, terkini helâl itikad edenlere göredir.

Âlimler haccın vacib olması hemen midir yoksa gecikmeli midir, yâni haccın şartları tekemmül ettiği zaman hemen o sene mi hacca gitmek gereklidir, yoksa geri bırakılması mümkün müdür? diye ihtilâf etmişlerdir.

İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Âzam'dan rivâyet olunan mes'elenin delâleti üzre hemen vacibtir. Yâni gerekli olan şartlar bulunduktan sonra hemen o senede gidip haccetmek gerektir. Eğer tehir ederse fâsık olur ve şehadeti reddolunur.

İmâm Muhammed ve Şafii katlarında gecikmeli olaraktır. Evvelki yıldan tehir etmekle günahkâr olmaz. Ama ecel yetişip haccetmeden vefat ederse bunlar katında fâsık ve günahkâr gitmiş olur.

Birinci kavi daha üstün tutulmuştur. Zira kişinin bir yıl içinde vefat etmesi nadir değildir, ihtiyat, kudret hâsıl olduğu yıl haccetmektir. İmâm Mâlik'in kavli de hemen vacib olması üzerinedir.

Müellif (Allah ona rahmet etsin): "Burada Ebû Yûsuf ve Şafiî katlarında gecikmeli olarak vacibtir," diye nakletmiştir. Ama yanlıştır. Nitekim yukarıda anlatılanlardan işin hakikati açıkça anlaşılır.

Ebû Dâvud'un naklinde Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Bir kimse haccetmek isterse acele etsin," buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şeriften de geciktirmeden hemen vacip olduğu anlaşılır.

Haccın farz olmasinin ilkönce ne vakit olduğu, yâni başlangıcinin vakti üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları haccın farzolması Hicret'ten önce idi, dediler. Bu kavi, kaide dışıdır, diğer kavillerden ayrı ve müstesnadır. Bazıları, Hicret'ten sonra idi, dediler. Bu kavi tercih edilmiştir.

Hicretten sonra idi diyenler de hangi senede olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Altıncı yılda vâki oldu. Zira 'Ve etimmû'lhacce ve'l-umrete lillâhi — Allah için haccı ve umreyi tamamlayın," (Bakara sûresi: 2/196) kavl-i şerifi o senede nüzul etti. Bu, tamamlamaktan muradın farzın başlangıcı olduğuna delâlet eder," dediler.

Alkame, Mesrûk ve İbrahim Nehaî âyetin başındaki "Ve etimmû — Ve tamamlayın," kelimesini "Ve akîmû —Ve ikame edin," diye kıraet etmişlerdir ki, bu mânâyı te'yid edicidir. İmâm Taberanî, bunlardan sahih senetlerle böyle rivâyet etmiştir.

Bazıları, "Tamamlamaktan murad, farz olunduktan sonra ikmâldir," dediler. Bu söze göre daha önceden farz olunınası gerekir.

İmâm Vakidî'nin naklettiği bazı kıssalarda beşinci yıl içinde ya da daha önce olduğu anlaşılmıştır. Bazı tâife katında farz olunınası tâ Hicret'in dokuzuncu ve onuncu yılma dek tehir olunmuştur. Bunlar da bazı delil zikretmişlerdir. Hâsılı, "Vücubuna delâlet eden âyet, dokuzuncu yılda, tebük gazvesinin olduğu senede nâzil oldu," demişlerdir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ne kadar haccettiği hususunda da türlü sözler rivâyet olunmuştur. Tirmizi'nin Câbir'den rivâyet ettiğine göre hepsi üç kere haccetmiştir. ikisi Hicret'ten önce, birisi sonra vâki olmuştur. Sonra ettiği hacla beraber umre de etmiştir. İbn-i Mâce ve Hâkim'in rivâyetlerinde Hicret'ten önce üç hac etmiştir. İbn-i Cevzî: "Birkaç hac etmiştir, sayısı belli değildir," dedi. İbn-i Esir: "Hicretten önce her sene hac ederdi," dedi. İşin hakikatini Allah bilir.

İmâm Müslim'in rivâyetinde vâki olduğu üzre Câbir'den rivâyet edilmiştir ki, "Fahr-i Âlem hazretleri, Medine'ye geldi de dokuz yıl eğlendi, haccetmedi. Onuncu yılda:

Resûlüllah hazretleri hacca gidiyor! diye halk arasında nidâ ettirdi.

Bunun üzerine etraftan Medine'ye çok kimseler geldi. Muradları, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne uyup beraber hacca gitmek, haccın fiillerinden Fahr-i Kâinat hazretleri her ne ederse ona iktida edip kendileri de öyle etmekti. Böylece Fahr-i Âlem hazretleri'yle beraber Medine'den çıkıp Zül-Huleyfe'ye geldik. Orada Esmâ binti Umeys (radıyallahü anh), Muhammed bin Ebî Bekr'i doğurdu. Ondan sonra Resûlüllah hazretleri'ne adam gönderip:

— Ben ne yapayım, nasıl hareket edeyim? diye sordu.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Gusl eyle, özür mahallini bezlerle tedarik eyle ve ihram giy, dedi.

Ondan sonra Kusvâ adlı devesine binip yola girdi. Sahraya çıktıkları zaman şöyle bir baktım, önünce gözümün yetiştiği yere kadar yaya ve binekli adamlar seli akıyordu. Ardında, sağında ve solunda da böyleydi. Resûlüllah Efendimiz ortamızda gidiyordu. Fahr-i Âlem hazretleri'ne Kur'ân nâzil olurdu da O, tevil ve tefsirini bilir, bize de bildirirdi. O'nun işlediği her şeyi biz de işlerdik," diye buyurmuştur.

İmâm Nesâî'nin naklinde: "Medine'den Zilkade'den beş gün kaldığında yola çıktı. Biz de beraber çıkıp Zül-Huleyfe'ye geldik," demiştir. Zül-Huleyfe dedikleri, Medine yakininda bir yerdir. Yine Nesâî'nin naklinde: "Hattâ Medine'den öğle ile ikindi arasında çıktı. İkindi zamanında Zül-Huleyfe'ye geldi. İkindi namazını orada iki rek'at olarak kıldı. O gece orada yattı. Akşamı, yatsıyı, sabahı ve öğleyi orada kıldı. Bütün hanımları oradaydı. O gece hepsini dolaştı. Ondan sonra gusletti. Sonra ihram için bir daha gusletti," demişlerdir.

Tirmizî'nin naklinde Hârice bin Zeyd, babasından rivâyet eder ki: "İhlâl için soyundu ve yıkandı," demiştir. İhlâl, yüksek sesle "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk," demeğe derler. Hacılar ihram bağlandıkları zaman böyle derler. Fahr-i Âlem hazretleri, ihram bağlanınayı murad edindiği zaman soyunup yıkanmışlar.

Sahihayn'da Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Zerîre ile kokulandı," demiştir. Zerîre, tîb (güzel kokulu şeyler) nevinden bir nesnedir. Bazı eczadan terkib olunur. Yâni Peygamber Efendimiz, ihram giydiği zaman zerîre ile şerefli cismine güzel koku süründü, dedi.

Bu mânâ daha başka bazı ibarelerle de rivâyet olunmuştur. Hâsılı ihram bağlanınak istedikleri zaman güzel koku kullanınanın müstehap olduğuna delâlet eder. Bağlandıktan sonra kokusunun kalması zarar etmez. Sadece ihramı bağlandıktan sonra kullanınak haramdır, yoksa daha önce kullanıp ihramı bağlanınak müstehaptır. İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Ahmed'in (Allah onlara rahmet etsin) mezheplerinde böyledir. Sahâbenin ekserinden böyle rivâyet edilmiştir, İmâm Nevevî, selef ve halef âlimlerinin çoğunluğundan böyle rivâyet etmiştir.

İmâm Mâlik, ihramdan önce kullanılıp da ihramdan sonra kokusu kalan cinsten güzel kokulu şeylerin kullanılmasını men etmiştir. Ancak bir kimse böyle ettiği takdirde sadece kötü bir şey yapmış olur, ama üzerine fidye lâzım olmaz, demiştir.

Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz ihram bağlanınak istediğinde mübarek başını hatmi ile ve çöğenle yıkardı," demiştir.

Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, öğle namazını mezkûr yerde kıldı da devesine bindi, Beydâ dağinin üstüne çıktığı zaman ihlâl etti (yüksek sesle Lebbeyk dedi)," demiştir.

Ebû Dâvud böyle nakletmiştir. Fakat Şeyhayn'ın rivâyetlerinde İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiş olan şudur: "Zül-Huleyfe mescidinin yanından başlayarak ihlâl etti, başka yerden etmedi," demiştir. Bir rivâyette, "Devesine binip deve kalktığı zaman, orada bir ağaç vardı, onun yanından ihlâl etti," demiştir. O ağacın mescidin yakininda olması ve orada devesine bindiği gibi "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk!" demiş olması mümkündür. Bir rivâyette, "Mübarek ayağını üzengiye bastığı zaman ihlâl etti," demişlerdir.

Tirmizî ve Ebû Davud'un rivâyetlerinde Câbir'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamberlerin sultanı Resûlüllah Efendimiz, hacca gitmeyi dilediğinde halk arasında nida ettirdi. Ondan sonra yanına toplandılar. Beydâ'ya geldiği vakit ihram bağlandı," demiştir.

Beydâ, lûgatta sahra ve yabana derler. Ama burada zikredilen Beydâ'dan murad, Zül-Huleyfe mescidinin yanında biraz düz yer vardır, odur.

Ebû Dâvud katında İbn-i Cübeyr'den gelmiştir ki: "İbn-i Abbâs hazretleri'ne ben:

Resûlüllah'ın ashâbinin ihlâl hususunda ettikleri ihtilâftan hayret ve şaşkınlık içindeyim. Bunun aslı nedir? dedim.

Bunun üzerine o:

— Ben o hususu hepsinden iyi bilirim. Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden bir hac vâki olmuştur. İhtilâfları şuradandır: Peygamber Efendimiz hacca niyet edip çıktığı zaman Zül-Huleyfe mescidinde iki rek'at namaz kıldı. Hemen namazı bitirdiği gibi ihlâl etti. Bir topluluk bunu işitip hıfzettiler. Ondan sonra devesine bindi. Deve Resûlüllah hazretleri'ni götürdüğü zaman yine ihlâl etti. Bir topluluk da bu ihlâle yetiştiler, bunu hıfzettiler. Ondan sonra gitti, Beydâ yokuşuna çıktığı zaman yine ihlâl etti. Bir topluluk da bunu işittiler. Hâsılı her kişi işittiğini rivâyet etti. Ama ben hepsini işittim," demeyi ifade buyurdu.

Saîd bin Cübeyr dedi ki: "İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) sözüyle amel eden kimse, ihlâli, musallasından, namazını bitirdiği zaman etsin."

İmâm-ı Âzam hazretleri'nin mezhebi de budur. Velhasıl ihram giymek isteyen kimse, gusletmeli yahut abdest almalı. Ama gusletmek daha üstündür. Sonra güzel kokular sürünüp ihramını giymeli. İki rek'at namaz kıldıktan sonra:

"Allahümme innî üridu'l-hacce feyessirhu-lî ve tekabbelhu minnî — Allahım, elbette ben haccetmek istiyorum, onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul eyle," demeli.

Ondan sonra namazinin akabince ihlâl etmeli. Yâni:

"Lebbeyke Allahümme lebbeyke lâ şerike leke lebbeyke inne'lhamde ve'nniınete leke ve'l-mülke lâ şerike leke — Buyur, Allahım, buyur! Senin ortağın yoktur, buyur! Elbette övgü, nimet ve mülk sana mahsustur. Senin ortağın yoktur!" demeli. Hanefî kitaplarında böylece yazılıdır.

Veda Haccı:

Vedâ Haccı, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin son haccidır. Sahâbe-i kirâm bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Peygamber Efendimiz, bu hacda müfrid (ifrad haccı yapan kimse) idi," dediler. Müfrid, yalnız hac niyetiyle ihram bağlanmış olan kimseye derler.

Bazıları da "Mütemetti — (Temettü haccı yapan kimse) idi, temettüden helâl oldu ve sonradan hacca ihram bağlandı," dediler. Mütemetti, evvelâ umre için ihram bağlanıp umrenin fiillerini tamamladıktan sonra ihramını çıkaran, tekrar hac niyetiyle ihram bağlanan kimseye denir. Bazıları, "Mutemetti idi, ama hedy (hac kurbanı) sevk etmek için temettüden helâl olmamıştı ve kaarin (kırân haccı yapan) değildi," dediler. Helâl olmanın burada mânâsı, ihramdan çıkmaktır. İhram içinde olan kimseye haram derler, ihramdan çıkana helâl derler.

Hâsılı, "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, umre niyetine ihram bağlanmıştı, ama o ihramdan çıkıp hac için tekrar ihram bağlanınadı. Sadece onun üzerine haccını tamamladı," demek olur.

Bir söz de şudur ki: "Kaarin idi" dediler. Kaarin (kırân haccı yapan kimse) diye ona derler ki, ihram bağlandığı zaman iki rek'at namaz kıldıktan sonra hac ve umrenin ikisine birden niyet edip: "Allahümme innî üridu'l-hacce ve'l-umrete feyessirhümâ-lî ve tekabbelhümâ minnî — Allahım, ben hac ve umre yapmak istiyorum. Onları bana kolaylaştır ve onları benden kabul eyle," der.

Ondan sonra tavâf ve sa'y eder. Ondan sonra da haccın fiillerine başlar. Hâsılı böyle diyenler, "Umre ihramından çıkmadı, umre ve hac fiillerinin hepsini tamamladıktan sonra çıktı. Hac ve umrenin ikisi için bir tavâf ve bir sa'y etti ve hedy şevketti," demişlerdir.

Peygamber Efendimizin ihramında da altı kavi üzere ihtilâf ettiler.

1 . Biri şudur ki, "Yalnız umre için telbiye etti ve onun üzerinde devam etti," dediler. Telbiye'nin mânâsı, "Lebbeyk Allahümme lebbeyk" demektir. Yâni "Önce umre için telbiye etti ve onun üzerine haccını tamamladı," dediler.

2 . "Yalnız hac için telbiye etti ve onun üzerinde devam etti, yâni haccını tamamladı," dediler.

3 . "Yalnız hac için telbiye etti ve sonradan umreyi dahil etti," dediler.

4 . nce yalnız umre için telbiye etti, sonradan haccı dahil etti," dediler.

5 . "Mutlak olarak ihram giydi, hiç birini tayin etmedi, sonradan tayin etti,' 'dediler.

6 . "Hac ve umreye beraberce telbiye etti," dediler.

Bu hususta âlimler çok uzun sözler etmişlerdir. Fakat burada mühim olan, ifrâd, temettü ve lcırân'dan hangisinin daha üstün olduğudur. Onun beyan olunınası gerektir.

O halde malûm olsun ki, sahâbe ve tabiînden çok kimse katında, İmâm-ı Âzam, Şafiîlerden ve başkalarından bazı âlimler katında kırân haccı, ifrâd ve temettü'den daha üstündür. Sahâbe-i kirâmden naklolunan hadîs-i şeriflerin münakaşadan sâlim olanları gereğince Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, haccında kırân etmiştir. Yâni hac ve umreyi beraberce ihlâl (telbiye) etmiştir.

İmâm Şafiî, Mâlik ve daha bazıları katında ifrâd daha üstündür. Sahâbeden bir cemaat, bazı tabiîn ve daha sonra gelenlerden bazıları katında temettü daha üstündür. İmâm-ı Ahmed'in mezhebi de bunun üzerinedir. İmâmlardan her biri, kendi mezhebine münasip bir nesneye kuvvet verip onu esas almışlardır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Zül-Huleyfe'de öğle namazını kıldı da devesini istedi. Hörgücünün sağ yanından nişan etti ve kanını sildi. Boynuna iki nalı gerdanlık etti," demiştir.

Aslı şudur ki, kurban olacak devenin sırtından bir yeri bıçakla çalıp kan akıtırlar. O kanı yarasinin üstüne ve etrafına bulaştırırlar. Boynuna bazı nesne asarlar. Maksad, kurbanlık olduğunun bilinmesidir. Eğer sual olunup:

— Maksat kurbanlık olduğuna nişan etmekse kesmek ne lâzım? Bunun başka yolu yok muydu? denirse bunun cevabı şudur:

O zamanda müşrikler başka nişana itibar etmezlerdi. Kadir olup buldukları yerde çekip alırlardı. Ama böyle yaralanmış görseler, almazlardı. Peygamber Efendimiz, onun için devesini yaralamıştı.

İmâm-ı Âzam hazretleri: "Şimdiki zamanda yaralamak mekruhtur. Çünkü Peygamber Efendimizin yaralaması, müşriklerden sakinınak içindi. Şimdi o mahzur yoktur," diye buyurmuştur. Hidâye'de ve sair fürû kitaplarında böyle yazılıdır.

Tirmizî'nin rivâyetinde: "Zül-Huleyfe'de iki nalı devenin boynuna gerdanlık etti, sağ tarafından keserek kurban olduğunu işaretledi ve kanı ondan giderdi," diye gelmiştir. Bundan da murad, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiş olanın mânâsıdır. Birkaç ibare ile daha gelmiştir. Zikrolunan rivâyetlerden anlaşılan şudur ki, yaraladıktan sonra kanını silip gidermiştir. Zira "İmâte anhüd-dem — Kanı ondan giderdi," sözünün gereği budur. Ama fürû kitaplarında "Ve yelteha senâmuha biddem," diye zikrolunmuştur. Mânâsı: "Ve devenin hörgücüne kan bulaştırdı," demektir, itimat müctehidlerin sözüne olduğu için öyle yazıldı. En iyisini Allah bilir.

Tirmizî ve İbn-i Mâce'nin hadîslerinde gelmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri, eski bir rahl üzerinde hac etmiştir ki, dört dirhem veya ona yakın kıymet değerdi," demişlerdir. Rahl, devenin semeridir ki, küçük bir semerdir, adam binmesine mahsustur.

Fahr-i Kâinat hazretleri hacca çıktığı zaman ashâb-ı kirâmı da kendisiyle beraber çıktılar. Onlar hacdan başka bir şey bilmezlerdi. Yâni umre'nin ne olduğundan haberdar değillerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ihrâm tarzlarını beyan etti ve onlara hac aylarında umre etmeyi câiz gördü. Buhârî'nin nakli üzre: "Kim umre için telbiye etmeyi severse öyle etsin ve kim de hac için telbiye etmeyi severse öyle etsin," dedi.

Yâni, "Umre'ye ihlâl (telbiye) etmekten hoşlanan onu etsin, hacca ihlâl etmekten hoşlanan onu etsin," demek olur. Hâsılı bu, halkı muhayyer kılmaktır, dileyen umre niyetine eylesin ve dileyen hac niyetine eylesin demektir.

İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde: "Men şâe felyuhille bi-umretin — Dileyen umre için ihlâl (telbiye) eylesin," sözüyle gelmiştir.

İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetleri üzre Fahr-i Âlem hazretleri Ebvâ yahut Vedün dedikleri menzile geldiğinde Sa'b bin Cüsâme adlı bir kişi, kendilerine bir yaban eşeği hediye etti. Fâhr-i Kâinat hazretleri kabul etmedi. Sonra o kimsenin yüzünden huzursuz olduğunu anlayınca kabul buyurup:

— Biz senin hediyeni reddetmedik. Ancak biz ihram giymiş bulunuyoruz, dedi.

Bir rivâyette yaban eşeği, bir rivâyette "yaban eşeği eti" gelmiştir. Bir rivâyette "kanı damlayan zayıf yaban eşeği" diye vâki olmuş, bir rivâyette "yaban eşeğinin bir parçası", bir rivâyette "av etinin bir uzvu" diye gelmiştir. Hâsılı mezkûr Sa'b, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne bir av tutup hediye getirdi yahut avın etinden bir miktarını getirdi. Resûlüllah Efendimiz ihram içinde olduğundan kabul etmedi, demektir.

Mezkûr rivâyetle amel edenler, "ihram giymiş olan kimsenin avlaması ve başkasinin avladığından yemesi câiz değildir," demişlerdir.

Ama İbn-i Vehb ve Beyhakî'nin rivâyetinde, "Kabul etti, yedi ve topluluk da yediler," denilmiştir.

İmâm-ı Âzam hazretleri'nin mezhebi şudur ki: "ihram içinde olmayan kimsenin tutup boğazladığı avın etinden, ihram giymiş kimsenin yemesi helâldir. Ama onun, avı göstermiş ve "avla!" diye emretmiş olmaması gerektir. Eğer bunları ederse helâl olmaz.

İmâm Şafiî'nin kavlinde şöyledir: ihram giyen kimse kendi avlasa yahut başka bir kimse bunun için avlayıverse o avın eti buna haram olur. Gerek avlamada izni olsun, gerekse olmasın. Ama ihram giymeyenlerden bir kimse, kendi nefsi için avlamış olsa, onun etinden ihram giymiş kimseye hediye etse, o da alıp yese, helâldir, demiştir.

İmâm Mâlik, Ahmed ve Dâvud'un mezhepleri de budur. Bir tâife katında ihram giymiş kimseye av etinin helâl olması ihtimali asla yoktur. Gerek kendi avlamış, gerekse başkası avlamış olsun... Hâsılı, "Mutlak olarak haramdır," dediler. Kâdî Iyâd, Hazret-i Ali İbn-i Ömer ve İbn-i Abbâs (Allah onlardan razı olsun) hazretleri'nden böyle rivâyet etmiştir. Zira Hak teâlâ hazretleri:

"Ve hurrime aleyküm saydu'l-berri mâdümtüm hurumen — İhram bağlanmış olduğunuz zaman kara avı size haram kılındı," (Mâide sûresi: 5/96) buyurmuştur.

"Sayd'dan murad mastar mânâsı değildir ki, 'Avlamak haramdır' demek olsun. Belki mef'ul mânâsı murad edilmiştir. Yâni 'Avlanmış hayvan size haramdır, mademki ihram içinde bulunuyorsunuz,' demektir," dediler.

Sa'b'ın hadîsi de haram olduğuna delâlet eder. Zira Fahr-i Kâinat hazretleri, kabul etmemesinin sebebini ihramlı olmasına bağladı:

— Senin getirdiğini kabul etmememiz, ihramlı olduğumuz içindir, diye buyurdu.

"Sen bizim için avladın," demedi. O halde sadece ihram içinde olmak, av etini haram kılar, dediler. "Şartları üzre yenmesi helâldir," diyenler, Sahih-i Müslim'de zikredilmiş olan Ebû Katâde'nin hadîsini delil getirdiler. Zira Ebû Katâde'nin ihramlı değilken tuttuğu av hakkında Resûlüllah Efendimiz ihramlılara: "Hüve helâlun fekûlûhu — O av size helâldir, o halde yeyin!" diye buyurdu.

Bir rivâyette şöyledir:

— O avın artanından bir şey var mıdır? diye sordu.

Onlar da:

Evet, ayağı bizdedir, dediler.

Resûlüllah Efendimiz, alıp yedi, demişlerdir. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri'nin yüce muradları, yenmesinin helâl ve güzel olduğunu onlara bildirmekti.

Mekke yolunda giderken Usfân Vâdisi dedikleri dereye geldiklerinde, geçmişlerin ve geleceklerin sultanı Efendimiz hazretleri:

— Yâ Ebâ Bekir! Bu vâdi hangi vadidir? diye buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekir:

— Usfân Vâdisi'dir, yâ Resûlâllah! dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Vallahi gerçekten Hûd ve Sâlih aleyhisselâmlar, bu vadiyi geçip Allahm Evi'ni hac (ziyaret) etmeye gittiler. İki kızıl deveye binmişlerdi. Develerinin yuları liftendi. Kendilerinin izarları abadan ve ridâ'ları nimâr'dandı, buyurdu.

İzâr ve ridâ'nın ne oldukları daha önce bir iki yerde beyan olunmuştur. Abâ'nın ne olduğu malûmdur. Ama nimâr, nemire'nin çoğuludur. Nemire, sof (yünlü kumaş) cinsinden giyecektir. Üzerinde ak ve siyah yol yol atılmış hatlar vardır. "İzârları ve ridâları" diye çoğul zamiri ile olması birbirinin arkadaşları olmaları itibariyledir.

İmâm Müslim, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet eder ki, Resûlüllah Efendimiz, Vadiyü'l-Erzak dedikleri bir dereye uğradığı vakit:

"Sanki şu yokuştan Mûsâ'ya nazar ediyorum. İki parınağını iki kulağına koymuş bu vadiden geçiyor. Lebbeyk Lebbeyk diyerek Allah'a tazarru ediyor," diye buyurdu, demiştir. t

Buharî'nin naklinde vâdi tayin olunınayıp sadece şu sözle zikredilmiştir:

"Sanki Mûsâ'yı Lebbeyk Lebbeyk diyerek vâdiden aşağı inerken görüyorum."

Mühelleb: "Mûsâ lâfziyle gelmesi bazı rivâyetçilerin vehmindendir. Belki İsâ kelimesiyle gelmesi gerekti. Zira Mûsâ'nın diri olup sonra hac edeceği haber ve eserde gelmiş değildir. Belki İsâ hakkında bu haber gelmiştir. Rivâyet edene benzerlikten dolayı karışık görünüp İsâ yerine Mûsâ diye nakletmiştir. "Leyühillenne İbnü Meryeme bifecci'r-revhâi — Meryemin Oğlu, iki dağ arasında yolda Lebbeyk Lebbeyk diyerek yürüyordu," hadîsi benim dediğime delâlet eder," demiştir.

Ama Mühelleb burada tevehhüm etmiştir. Zira Buhârî'nin hadîsinde Hazret-i İbrahim aleyhisselâm da zikrolunmuştur. Müslim'in rivâyetinde Yûnus aleyhisselâm da zikrolunmuştur. Bunlarda da rivâyet eden kimse yanıldı mı diyelim? Mücerret kendi tevehhümü ile sikatı (sözüne güvenilir kimseleri) yanılmaya nisbet etmenin ne mânâsı vardır? dediler.

Hadîs âlimleri, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin "Ke-innî enzuru — Sanki görüyorum," demesinden muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimseler, "O durumda Hazret-i Mûsâ'yı daha önce rüyada görmüştü. Hacca giderken hatırlayıp söyledi. Peygamberlerin rüyası vahiydir," dediler. Bazıları da hakikate hamledip Hak teâlâ hazretleri katında diridirler, rızıkları verilir. Bu durumda haccetmekten onları men edecek bir şey yoktur," dediler. Nitekim Enes'in (radıyallahü anh) rivâyetinde Mûsâ aleyhisselâm'ı kabrinde namaza durmuş gördüğü daha önce zikrolunmuştu.

İmâm Kurtubî der ki: "Peygamberlere ibadet sevgili olmuştur. Onlar ibadeti nefslerinin kendilerini sıkıştırmasiyle ederler. Nitekim cennet ehli Allah'ın zikrini etmede böyledir. Yoksa üzerlerine lâzım kılınıp etme değildir. Ama şu da malûm olsun ki, görünen ruhlarıdır, cisimleri değildir. Cisimleri kabirlerindedir. Zannolunan şudur ki, ruhları birer sûrete bürünüp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine görünınüşlerdir. Nitekim Esrâ (Mi'raç) gecesinde temessül edip (birer sûrete bürünüp) görünınüşlerdi. İbn-i Münir ve başkalarının buyurdukları üzre Hak teâlâ hazretleri, onların ruhlarına birer misâl yaratır, ondan sonra rüyada göründükleri gibi zâhirde de görünürler."

Bazıları dediler ki: "Onların hayatlarında nasıl haccedip, nasıl telbiye ettikleri temsil olunmuştur (gösterilmiştir). Onun için Resûlüllah Efendimiz, 'Ke-innî — Sanki ben...' diye buyurdu."

Bir söz de şudur: "Onların durumundan kendine vahiyle haber verildi. Bilgisi görüş derecesinde kuvvetli olduğundan 'Sanki görüyorum,' dedi," demişlerdir. Mi'raç Bölümü'nde buna ilişkin sözler yeteri kadar geçmiştir.

Rivâyet olunur ki, Serf dedikleri yere geldiğinde Resûlüllah Efendimiz, çıkıp ashâbına buyurdu: "Yanında kurbanını getirmemiş olan ve hac yerine umre etmek isteyen umre etsin. Ama kurbanı olan etmesin," buyurdu.

Murad, "Kurbanı olmayan sadece umre ile yetinmek dilerse umre etsin, ama kurbanı olan hac etsin, umre ile yetinmesin," demektir.

Mezkûr yerde Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) hayz gördü. Resûlüllah Efendimiz, Hazret-i Âişe'nin üzerine girince Âişe'nin ağladığını gördü:

Niçin ağlıyorsun? dedi.

Hazret-i Âişe:

Ashâbına söylediğin sözü işittim, umreden men olundum, dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

Nedir aslı? diye sordu.

Hazret-i Âişe:

Namaz kılamam, dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Cihan Efendimiz hazretleri:

Namaz kılamaman sana zarar etmez. Senin özrün vardır. Sen, Hazret-i Âdem kızlarından bir kadınsın. Hak teâlâ hazretleri, onların üzerine yazdığını sana da yazmıştır. O halde sen haccın fiillerini işlemekte ol. Umulur ki, Hak teâlâ hazretleri onu sana nasip eder, diye buyurdu.

Buhari, Müslim ve başkaları böylece rivâyet etmişlerdir.

Bir rivâyette: "Hacıların işlediği fiilleri sen de işle. Ama hayzdan kurtulup temiz oluncaya kadar tavâf eyleme," diye buyurmuştur. Hazret-i Âişe'nin haccında da ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, "Önce hac için ihram bağlanmıştı," dediler.

Hadîsin zâhiri budur. Ama Urve'den bir rivâyet vardır ki: "Umre edenler tarafında idim," demiştir. Bu takdirde sadece umre niyetini etmiş olur. İmâm-ı Ahmed'in Zührî'den naklettiği üzre: "Kurbanlık getirmemiştim," sözü de nakledilmiştir. Böylece "Ben umreye niyet etmiştim ve kurbanlık getirmemiştim," demiştir. Ama Esved'in rivâyetinde Hazret-i Âişe: "Resûlüllah hazretleri'yle telbiye ederek çıktık. Hac ve umreyi zikretmezdik," demiştir.

Hadîslerin arasını birleştirmek hususunda buyurmuşlardır ki: Hazret-i Âişe'nin önce yalnız hac için telbiye etmiş olması muhtemeldir. Nitekim sahâbeden niceleri öyle etmişlerdi. Sonradan Fahr-i Kâinat hazretleri haccı umreye tebdil etmeyi buyurduğunda Âişe de onlarla beraber tebdil etti, mütemettia (temettü haccı yapan kadın) oldu. Ondan sonra Mekke'ye girdiği vakit hayz gördü, tavâfa kabiliyeti kalmadı. Umre ise tavâfsız mümkün değil. Fahr-i Âlem hazretleri emretti, tekrar hacca ihram bağlandı, dediler.

Şafiî ve Mâlikîler bu hususta bazı sözler etmişlerdir. Hepsinin burada anlatılması o kadar fayda verici değildir.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Zütuvâ dedikleri menzile geldi. O gece orada yattı. Sabah olunca namazı kıldı. Ondan sonra gusletti. İmâm-ı Buhârî'nin naklinde böyle gelmiştir.

Sahihayn'da gelmiştir ki, "Mekke'ye geldiği zaman yukarısından girdi," dediler. Sahih hadîste İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mekke şehrinin bir tarafında Küdâ diye isimlendirilmiş olan yüksek bir yer vardır, şehre girdiğinde oradan girdiler," demiştir.

Sünen sahiplerinden rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ci'râne umresinden başka zamanda geceleyin Mekke şehrine girdiği olmadı. Ama o zaman geceleyin girip umresini kazâ etti, yine geceleyin çıkıp Ci'râne dedikleri yere geldi. Orada sabahladı," demişlerdir.

Atâ'dan rivâyet edilmiştir ki: "Eğer siz dilerseniz geceleyin girin. Siz, Fahr-i Âlem hazretleri'ne benzemezsiniz. O İmâmdı. Halkın görmesi için gündüz girerdi," demiştir.

Mekke şehrine Zilhicce'nin dördünde girdi. Kuşluk vaktinde Abdimenaf kapısından Mescid-i Haram'a girdi. Zira mezkûr kapı, Beyt-i Şerifin kendi kapısına karşıdır. Kâbe'nin kendi kapısinin yönü, diğer yanlarından daha şereflidir. Nitekim İbn-i Abdüsselâm böyle zikretmiştir.

"Allahümme zid hâze'l-beyte teşrîfen ve ta'zîmen ve mehâbeten — Allahım, bu Ev'in şerefini, büyüklüğünü ve heybetliliğini arttır," buyururdu.

İmâm Taberanî, Huzeyfe bin Üseyd'den nakletmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Beyt-i Şerife nazar ettiği zaman: "Allahümme zid beyteke hâzâ teşrifen ve ta'zîmen ve tekrîmen ve birren ve mehâbeten ve zid min şerefihi ve azzimhu mimmen haccehu va'temerehu ta'zîmen ve teşrîfen ve birren ve mehâbeten — Allahım, senin Ev'inin şerefini, büyüklüğünü, yüceliğini, iyiliğini ve heybetliliğini arttır. Hac ve umre edenlerden onu şerefli, büyük, hayırlı ve heybetli tutanların şerefini ve büyüklüğünü de arttır," buyururdu.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Beyt-i Şerife girdiğinde tahiyyet-i mescid kılmadı. Sadece tavâfa başladı. Zira tavâf, Beyt'in tahiyyetidir, mescidin tahiyyeti değildir, dediler. Ondan sonra haceri istilâm etti. İstilâm, selâm'dandır. Yâni tahiyyet mânâsınadır. Ezherî böyle demiştir. Bazıları, "istilâm, silâm'dan alininadır. Silâm taş mânâsınadır. Kasdedilen, "O Hazret, elindeki asâ ile rükne işaret etti, demektir," dediler.

Velhasıl istilâm-ı hacer şudur: Hacılar, Hacer-i Esved'e yapışırlar. El sürmek, yüz sürmek ve öpmek istilâm'dır. Bunların herhangi birisini etseler istilâm-ı hacer yapılmış olur. Eğer o şerefli taşın yakını kalabalık ve sıkışık olursa uzaktan işaret etmek yetişir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri'nin eğri başlı bir asâsı vardı, onunla işaret etti, demişlerdir.

Malûm olsun ki, Beyt-i Şerîfin dört duvarı vardır. Birinde Hacer-i Esved bulunur. İbrahim aleyhisselâmın attığı temel üzerine yapılmıştır. Bir duvarı daha Hazreti İbrahim'in temeli üstündedir. Zikredilen bu duvarlardan biri öpülür, biri de istilâm olunur. Geri kalan iki duvarı bu haysiyetlerden hâli olduğundan ne öpülür, ne de istilâm olunurlar.

İmâm Şafiî'nin naklinde İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hacere yönünü döndü, ondan sonra istilâm etti ve mübarek dudaklarını hacerin üstüne koydu," demiştir.

Taberânî'nin rivâyetinde şöyledir ki, rükne istilâm ettiği zaman: "Bismillâhi vallahü ekber," derdi. Her ne vakit hacere gelse "Allahü ekber" derdi, demiştir. "Tavâfı devesinin üstünden mi etti, yoksa ayakları üstünden mi etti?" diye ihtilâf etmişlerdir.

Sahih'i Müslim'de Hazret-i Aişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Vedâ haccında devesinin üstünden tavâf etti," demiştir. Bunun sebebi ne idi? diye ihtilâf olundu. Ebû Dâvud'un naklinde şöyledir ki: "Mekke'ye geldiği zamanda şerefli mizaçları hoş değildi. Onun için deve üzerinden tavâf etti, dediler."

Yine Müslim'de Ebû Tufeyl'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri'ni gördüm. Beyt-i Şerifi deve üstünden tavâf ediyordu," demiştir. Câbir'in rivâyetinde şöyledir ki: "Deve üstünden tavâf etmesi, ne ettiğini halkın görmesi ve sual etmesi içindi," demiştir.

İbn-i Battâl der ki: "Bu hadîste, eti yenen hayvanların ihtiyaç duyulduğu zaman Mescid'e girmesinin câiz olduğuna delâlet vardır. Zira onların bevli murdar etmez. Başkaları öyle değildir." Buna itiraz olundu ki: "Hadîste, ihtiyaç olunca diğer hayvanların girmesinin câiz olmadığına delâlet yoktur. Belki cevazın olması ve olmaması, kirletme ihtimaline göredir. Kirletmek ihtimali olan hayvanın girmesi câiz değildir. Resûlüllah Efendimizin devesi talimli idi. Kirletmesinden korkulmazdı. Onun için girdi," demişlerdir.

Bazı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, deve üzerinden tavâf, Allah bilir ki, ifaza tavâfı idi, kudüm tavâfı değildi. Zira Câbir'den rivâyet edilmiştir ki: "ilk üç tavafta hızlı hızlı yürüyerek tavâf etti," diye nakletmiştir. Bu, yaya olmasını gerektirir. Devesini hızlı hızlı yürüttüğü hiç kimseden nakledilmiş değildir. Hep rivâyet edenler, binefsihi yürüdü, demişlerdir.

Rivâyet olunur ki, haceri istilâm ettikten sonra sağ tarafından tavâfa başladı, ilk üç tavâfta tez tez yürüdü. Dörtten sonraki tavâfta âdet üzre yürüdü. Tez tez yürümenin sebebi, daha önce işaret olunduğu üzre şudur: Umre-i Kaziyye'de Mekke'ye geldiklerinde müşrikler, sahâbe-i kirâm için:

— Bunları Yesrib'in sıtınası zebûn etmiştir, diye kendi aralarında konuşurlardı.

Onlara celâdet göstermek için Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, ashâbına hızlı hızlı yürüyerek tavâf etmelerini buyurdu. Onlar da tavâf ettiklerinde tez tez yürüyerek tavâf ettiler. Müşrikler bunu görünce:

— Biz bunları zebûn oldu sanırdık. Halbuki bunlar, eskisinden fazla semiz ve çabuk olmuşlar, dediler.

Sonradan Vedâ Haccı'nda Resûlüllah Efendimiz ve ashâbı, yine hızlı yürüyerek tavâf ettiler. Yedi tavâfın ilk üçünde tez tez yürüyerek tavâf etmek oradan sünnet kaldı.

Taberî: "Sabit olmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin Vedâ Haccı'nda tez tez yürüdüğü vâki oldu. O zaman Mekke'de müşrik yoktu. O halde malûm oldu ki, ilk üç tavâfta tez tez yürümek haccın menâsikindenmiş. Ancak şu var ki, onu terkeden ameli terketmiş olmaz, belki kendine mahsus şekli terketmiş olur. Böylece bu da yüksek sesle telbiye etmek gibi oldu. Bir kimse, sesini yükseltmeden telbiye etse bir şey lâzım gelmez. Zira terkolunan amelin kendi değil, sıfatıdır," demiştir.

Malûm olsun ki, ilk üç tavâfta sür'ati terkeden kimseye sonraki tavâflarda kazâ lâzım olmaz.

Peygamber Efendimiz hazretleri, tavâfını tamamladığı vakit Makam-ı ibrahim'e gelip:

"Vettehizu min makami İbrâhime musallen — Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin," (Bakara sûresi: 2/125) âyetini kıraet etti.

Ondan sonra iki rek'at namaz kıldı. Şöyle durmuştu: Makam, Resûlüllah Efendimizle Kâbe'nin arasında kalmıştı. Namazda "Kul yâ eyyühel-kâfirûne" ve "Kul hüvallahü ahad" sûrelerini okudu. Ondan sonra dönüp rükne geldi, istilâm etti. Ondan sonra kapıdan Safâ yönüne çıktı. Safâ'ya yaklaştığı gibi:

"İnne's-safâ ve'l-mervete min şeâirillahi — Safâ ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır," (Bakara sûresi: 2/158) âyetini okudu.

Ondan sonra Safâ'nın üstüne çıktı. Hattâ Beyt-i Şerife karşı durup nazar etti. Ondan sonra tevhid ve tekbir etti: "Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerike lehü lehü'lmülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külü şey'in kadîrun. Lâ ilâhe illâllahü vahdehü enceze va'dehü ve nasare abdehü ve hezeme'l-ahzâbe vahdehü," buyurdu.

Türkçesi:

"Allah'dan başka ilâh yoktur, O Bir'dir. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nun ve hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Allah'dan başka ilâh yoktur. O Bir'dir. Vaadini yerine getirdi, kuluna nusret etti ve düşmanlarını hezimete uğrattı. O Bir'dir."

Ondan sonra arada dua etti, üç kere böyle dedi. Ondan sonra inip Merve tarafına yöneldi. Vadinin ortasına geldiği gibi yokuşa varıncaya kadar sür'atle yürüdü. Merve'ye çıkınca yine âdet üzre aheste aheste yürüdü.

İmâm Müslim ve Ebû Dâvud'un rivâyetlerinde Ebû Tufeyl dedi ki: "İbn-i Abbâs hazretleri'ne bir gün sordum:

Safâ ile Merve arasında binekli olarak tavâf etmekten bana haber ver. Sünnet midir? Senin kavmin onu sünnet zannediyorlar, dedim.

İbn-i Abbâs hazretleri:

— Gerçek demişler ve yalan söylemişler, dedi.

Ben:

Bu nasıl sözdür? Gerçek demek ve yalan söylemek nasıl olur? dedim.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin üzerine halk öyle üşüştüler ki, "İşte Muhammed! İşte Muhammed!" diye birbirine gösteriyorlardı. Hattâ yetişmiş kızlar evlerinden çıktılar. Velhasıl halkın kalabalık ve sıkışıklığından gitmeye mecal kalmadı. Sonunda devesine bindi. Ama yaya yürüyerek sa'y etmek daha üstündür, diye buyurdu."

Sözün kısası, gerçek demeleri şundan dolayı ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin deveye binmeleri gerçekten vâki oldu. Yalan söylemeleri de şundan dolayı ki, mesafenin hepsini deve üzerinde gitmedi. Bir miktarını yaya, bir miktarını deve ile geçti. Ve deveye binmesi zarureten lâzım geldi.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz, Merve'nin üstüne çıktı. Safâ'da ne etti ve ne okuduysa orada da onu etti ve onu okudu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin, "Sizden, yanında kurbanlık getirmeyen kimse, hac ihramını bozup umreye niyet etsin," demesi, o senede büyük ashâba mı mahsustu, yoksa tâ kıyâmete kadar her kim ederse câiz midir? Bu hususta ihtilâf etmişlerdir.

İmâm-ı Ahmed ve zâhir ehlinden bir tâife: "Kıyamete dek her kim ederse câizdir. Kurbanı olmayan bir kimsenin hac ihramını çıkarıp umreye girişmesi sahihtir," dediler.

İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik ve selef topluluğu (Allah onların hepsine rahmet etsin): "O senede büyük sahabeye mahsustu. Ondan sonra hiç kimseye câiz değildir. Mezkûr senede câiz olmasinin sebebi şu idi ki, cahiliyet ehli, 'Hac aylarında umre haramdır,' derlerdi, umre etmezlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onlara muhalefet için emretmişti," dediler.

Bir delilleri de şudur ki, İmâm Müslim'in naklinde Ebû Zer (radıyallahü anh): "Hac'da temettü Muhammedin ashâbına mahsustur," diye buyurmuştur.

Nesâî'nin naklinde Hâris bin Bilâl (radıyallahü anh), Hazret-i Bilâl'den nakletmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz'den:

— Yâ Resûlâlîah! Umre'de haccın feshi sadece bize mi yoksa bütün insanlara mı mahsustur? dedim.

O Hazret:

— Sadece bize mahsustur, diye buyurdu," demiştir.

Mezkûr hadîs açıkça delâlet eder ki, Resûl'ün ashâbına mahsustu. Ondan sonra kimseye câiz değildi. En iyisini Allah bilir.

Fahr-i Kâinat hazretleri, Mekke şehrinin dışarısında konakladığı yerde kalktı, namazı kısaltarak kıldı. İkamet müddeti, Minâ'ya çıkmadan önce dört gündü. Zira Zilhicce'nin dördüncü günü geldi, sekizinci günü çıktı. Mezkûr menzilde yirmi bir vakit namaz kıldı. Zira dördüncü günün öğle namazından başladı sekizinci günün öğlesini de kılmcaya kadar orada oturdu. Ama Mekke'ye geldiği günden Ebtah'a çıkıp gittiği güne kadar tam on gün olmuştu.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Yemen diyarına gönderilmişti. Peygamber Efendimiz Mekke'de iken gelip kavuştu. Peygamber Efendimiz:

Yâ Ali! Neye ihlâl ettin? Yâni Lebbeyk derken hacca mı niyet ettin, yoksa umreye mi niyet ettin? diye buyurdu.

Hazret-i Ali de:

Resûlüllah hazretleri neye ihlâl ettilerse ben de ona ihlâl ettim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Eğer yanımda kurbanım olmasaydı, hac ihramını çözüp umreye girişirdim, diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz Arefe'ye vâsıl olduğu zaman O'nun için nemireden (yünlü alacadan) bir çadır kurmuşlardı. Orada konakladı. Güneş zevale vardığı zaman emretti, Kusvâ adlı devesine semer vurdular. Ondan sonra Fahr-i Âlem hazretleri binip vâdinin ortasına geldi, hutbe okudu:

— Müslümanların kanlan, mallan haksız olarak birbirine haramdır, diye beyan buyurdu.

Cahiliyetin kan dâvalarının ve cahiliyetten olan her işin tamamen uydurma, metrûk ve bâtıl olduğunu, cahiliyet zamanından kalan ribâların metrûk ve bâtıl bulunduğunu beyan etti.

— Kadınlarınız hakkında Hak teâlâ hazretleri'nden sakinina üzre olun! Sizin onlar üzerinde olan hakkınız şudur ki, döşeğinize kimseyi bastırmasınlar. Yâni ismet ve iffet üzre olsunlar. Onların da sizin üzerinizdeki hakları şudur ki, yiyeceklerini ve giyeceklerini veresiniz. Ben sizin aranızda bir şey bırakıp gidiyorum ki, ona sımsıkı yapışırsanız bundan sonra dalâlete düşmezsiniz. Yâni Kur'ân-ı azîme yapışırsanız asla yoldan çıkmazsınız, diye buyurdu.

Daha sonra orada bulunanlara:

— Size benim durumumdan sual sorulacaktır. O zaman siz, benim hakkımda ne dersiniz? diye sordu.

Halk:

—Şehadet ederiz ki, sen, bize Hak teâlâ hazretleri'nin ahkâmını tebliğ ettin, emrini yerine getirdin ve nasihat ettin, dediler.

Ondan sonra şehadet parınağını gökten yana kaldırıp yine halktan yana eğerek üç kere:

Allahım, şâhit ol, dedi.

Ondan sonra Hazret-i Bilâl ezan okudu. Kalkıp öğle namazını kıldı. Sonra kamet edip ikindi namazını kıldı. İkisi arasında asla namaz kılmadı. Namazı bitirince devesine binip mevkife (vakfe yerine) geldi, kıbleye karşı durdu. Arefe gününde (Arafat'ta) Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin mevkif'de ekseri duası şu idi:

"Allahümme lekel-hamdü kellezî nekulü ve hayren mimmâ nekulü. Allahümme leke salâtî ve nüsukî ve mahyâye ve memâtî ve ileyke meâbi ve leke rabbi türâsî. Allahümme innî eûzü bike min azâbi'l-kabri ve vesveseti's-sadri ve şetâti'lemri. Allahümme innî eûzü bike min şerri mâ tecîu bihi'r-rîhu."

Türkçesi:

"Allahım, yaptığımız hamdler ve yaptığımız hamdlerden daha hayırlıları sana olsun. Allahım, dualarım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm senin içindir. Dönüşüm ancak sanadır. Allahım, kabir azâbından, sinelerin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından sana sığınırım. Allahım, rüzgârların taşıdığı şerlerden sana sığınırım." Bir rivâyette şöyledir ki, Arefe gününde:

"Lâ ilâe illâllahü vahdehü lâ şerike lehü," dedikten sonra ekseri duası şu idi:

"Allahümme lekel-hamdü kellezî nekulü. Allahümme leke salâti ve nüsukî ve mahyâye ve memâtî ve ileyke meâbî ve aleyke yâ rabbe sevâbî. Allahümme innî eûzü bike min azâbi'l-kabri ve min vesveseti's-sadri ve min şetâti'l-emri ve min şerri külli zî şerrin."

Türkçesi:

"Allahım, yaptığımız hamdler sana mahsustur. Allahım, dualarım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm senin içindir. Dönüşüm ancak sanadır. Ey Rabbim, sevabım sana aittir. Allahım, kabir azabından, sinenin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından ve her şeririn şerrinden sana sığınırım."

Tirmizî'nin naklinde gelmiştir ki, Peygamber Efendimiz: Arefe gününde en üstün dua, benim ve diğer peygamberlerin dediğinin en üstünü şudur:

— Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerike lehü lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîrun, diye buyurmuşlardır.

Taberânî'nin rivâyetinde İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet edilmiş olduğu üzere Arefe günü ettiği dualardan biri şudur:

"Allahümme ente tesmeu kelâmî ve terâ mekânî ve ta'lemü sırrî ve alâniyeti lâ yahfâ aleyke şey'in min emrî. Ene'l-bâisü'l-fakirü'l müstağîsü'l müstecîrü'l vecilü'l mişfiku'l mukırru'l mu'terifu bi-zünûbihi. Es'elüke mes'elete'l-miskini ve ebtehilu ileyke ibtihale'l-müznibi'z-zelili ve ed'uke duâe'l-hâifi'd-darîri ma hadaet leke rekabetühu ve fâdet leke aynâhu ve zelle cesedühu ve rağime enfühu leke. Allahümme lâ tec'alnî bi-duâike rabbi şakiyyâ. Ve kün bi raufen rahîmen yâ hayrel-mes'ulîne ve ya hayre'l-mu'tine."

Türkçesi:

"Allahım, sen sözlerimi duyuyor, bulunduğum yeri görüyor, içimi ve dışımı biliyorsun. Sana hiç bir halim gizli değildir. Ben, zavallıyım, fakirim, yardım diliyor, senin himayene sığmıyorum. Korkuyor, titriyorum. Günahlarımı ikrar ve itiraf ediyorum. Biçârenin isteyişi gibi senden istiyorum. Zavallı bir günahkârın yakarışı gibi sana yakarıyorum. Boynu huzurunda eğilmiş, gözlerinden durmadan yaş dökülen, vücudu huzurunda zelil olan, senin için burnunu yere sürtmüş olan ve senden korkan bir kişinin yalvarışı gibi sana yalvarıyorum. Yâ Rabbi, sana dua ederken beni, ey Rabbim, bedbaht kılma! Bana karşı çok merhametli ve şefkatli ol! Ey kendisinden bir şey istenilenlerin en hayırlısı! Ey verenlerin en hayırlısı!"

Tirmizî'nin rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, Arafat'ta iken Necid ehlinden bazı kimseler, Peygamber Efendimiz'e gelip:

— Hac nasıldır? diye sordular.

Peygamber Efendimiz, emretti, bir münâdi Arafat'ta nida edip:

Müzdelife gecesi fecrin doğmasından önce gelen bir kimse gerçekten hacca yetişti. Minâ günleri de üç gündür. O halde iki gününde acele eden, yâni Zilhicce'nin on birinci ve on ikinci günlerinde durmayıp Minâ'dan giden kimsenin, üzerine günah yoktur. Gitmesini tehir edip üç gün üç gece Minâ'da duran kimsenin de üzerine günah yoktur, dedi.

Böyle buyrulmasinin aslı şudur ki, cahiliyet zamanında bazı Araplar, acele eden kimseye günahkâr derlerdi. Bazıları da tehir eden kimseye günahkâr derlerdi. Peygamber Efendimiz hazretleri, âyet-i kerîme uyarınca beyan buyurup: "İkisinde de günah yoktur. Öyle eden de günahkâr olmaz, böyle eden de olmaz," diye buyurdu.

Câbir (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretleri'nden rivâyet eder ki, Arafat'ta: "Ben burada vukuf ettim. Arafat'ın her yeri mevkif (durma yeri) dir," buyurdu.

Arafat, hacıların durdukları yerdir. Mekke ile mezkûr yerin arası on iki mildir.

Sahihayn'da Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki, "Elyevme ekmeltü leküm dîneküm — Bugün size dininizi tamamladım," (Mâide sûresi: 5/3) âyet-i kerîmesi orada inmiştir.

Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelmiştir ki, İslâm ehlinden bir kişi, orada devesinden düşüp helâk oldu. O kişi ihram bağlanmıştı. Resûlüllah Efendimiz emretti, onu iki elbise içinde kefenlediler ve güzel kokulu bir şey sürmediler. Sadece su ve sedirle yıkadılar, kefene sardılar. Başını ve yüzünü açık bıraktılar. Resûlüllah Efendimiz:

— Elbette Allah onu kıyâmet gününde kabrinden "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" diyerek kaldırır, diye haber verdi.

Hâsılı, ne şekil üzre vefat ettiyse o şekil üzre kalkar, demektir, dediler.

Güneş battığı vakit Fahr-i Kâinat hazretleri Arafat'tan döndü. Usâme bin Zeyd'i devesinin arkasına bindirdi. Yuları öyle çekiyordu ki, devenin başı semerin önlerine dokunuyordu. Mübarek eliyle halka işaret edip:

— Ey insanlar! Yavaş yavaş gidin, sür'atle birbirinizi çiğneyerek gitmeyin, diye buyurdu.

Yolda her ne vakit bir yokuşa gelse devenin yularını biraz çekiyordu, demişlerdir.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, ardından gelen halkın gürültü patırtılarını ve develerini döğdüklerini işitti. Elinde olan kamçısıyla işaret etti ve:

— Ey insanlar! Sakin olun, böyle acele etmenizde sizin için bir iyilik yoktur, dedi.

Şeyhayn'ın nakillerinde Usâme'den rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz, Arafat'tan inerken ne zaman biraz aralık ve bir miktar düz yer bulsa devesini gayet sür'atle sürerdi," demiştir.

Rivâyet olunur ki, yolda devesinden inip tebevvül etti, ondan sonra hiffet üzre abdest aldı.

Usâme (radıyallahü anh):

Essalâtü yâ Resûlâllah (Burada namaz kılalım), dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

Emâmeke (Namaz yeri önündedir, daha ileri varalım, orada kılalım), diye buyurdu.

Ondan sonra devesine binip Müzdelife'ye geldi. Müzdelife, Cem' dedikleri yerdir. Ona Cem' ismi verilmesinin sebebi şudur ki, orada Hazret-i Âdem ve Havva aleyhisselâmlar içtimâ etmişlerdir. Müzdelife dedikleri yer Hazret-i Havva'ya yakın geldiği yerdir. Katâde'nin kavline göre oraya Cem' denilmesi, orada iki namaz arası cem' olunduğu içindir. Bazıları da "İnsanlar orada cem' olurlar ve Allâhü teâlâ hazretleri'ne takarrüb ederler. Onun için Cem' ve Müzdelife isimleriyle isimlendirildi," demişlerdir.

Hâsılı Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mezkûr yere geldiğinde akşam ve yatsı namazlarının her birini ayrı kametle kıldı. Her birinin ardınca hiç namaz kılmadı, dediler. Meşru olan, o gece akşamla yatsı namazları cem' olunup ikisinin aynı zamanda kılinınasıdır. Akşam namazını yolda kılmak câiz değildir. Hanefî âlimleri katında akşamla yatsinin ikisi bir kametle kılinınalıdır. Zira hadiste böyle gelmiştir.

O gece âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, teheccüdü kılmadı. Sadece akşamla yatsıyı kıldıktan sonra sabaha değin yatıp uyudu. Zira Arefe günü zevalden güneş batıncaya kadar durmuştu. Duaya çok cehdetmişti. Güneş battıktan sonra Müzdelife'ye gelmişti. Hâsılı o gün yorulmuş olduktan başka ertesi gün de bazı gerekli olan işleri yapacaktı. Onun için teheccüdü terketti, dediler.

Rivâyet olunur ki, ertesi gün Nahr (Kurban) gününde, mübarek eliyle altmış üç bedene kesti. Bedene dedikleri, Müslüman hacıların Minâ'da kurban ettikleri sığır yahut devedir.

Ondan sonra Mekke'ye varıp ifaza (ziyaret) tavafını etti, tekrar Minâ'ya döndü. Takrîbü'l-Esânid şerhinde buna tenbih olunmuştur.

İbn-i Mâce, Abbâs bin Mirdâs'dan rivâyet eder ki: "Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Arefe gününün akşamında Hak teâlâ hazretleri'nden ümmeti için mağfiret diledi. Hak teâlâ hazretleri de mazâlimden (zulüm ve haksızlıklardan) başkasını mağfiret etti:

Ama mazlumun hakkını zalimden alıveririm, onu bağışlamam, dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ey Bârî teâlâ! Eğer dilersen mazluma cennetten ivaz verip razı edersin, zalimi de af ve mağfiret edersin, dedi.

O akşam duası müstecap (kabul) olmadı. Müzdelife'de sabahleyin yine yalvarıp yakardı. Bunun üzerine duası kabul olundu. Peygamber Efendimiz hazretleri tebessüm buyurdu. Ebû Bekir ve Ömer (Allah onlardan razı olsun):

Yâ Resûlâllah! Neye güldün? Şimdi gülüyordun, onun aslı ne idi? dediler.

Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri:

— Hak düşmanı mel'un İblis, duam kabul olunup ümmetimin mağfiret olunduklarını bildi de feryat ve figan edip başına toprak saçmaya başladı. Onun inlemesi ve ıstırabı beni güldürdü, diye buyurdu."

Ebû Dâvud da bu şekilde rivâyet etmiştir ve zayıf görmemiştir. Yâni zikri geçen nakilde zaaf yoktur, belki kuvvet vardır. Bazı rivâyetlerde başkalarından nakledilmiş olan hadîste, mağfiret olunan ümmetten muradın Arafat'ta vakfe eden ümmet olduğu hakkında beyan vardır.

Taberî der ki: "Mağfiret olunan zalimin, tevbe etmiş ve yaptığı zulmün karşılığını ödemekten âciz olan zalime hamlolunınası gerektir. Meselâ bir kimse başkasına zulmedip malını almış olsa, sonradan pişman olup tevbe etse ve o kişinin hakkını ödemeye kadir olmasa Hak teâlâ hazretleri onun hasınını razı edip kendisine mağfiret eyler."

Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında:

"Innâllahe lâ yağfiru en yüşreke bibi ve yağfiru mâ düne zâlike limen yeşâu — Elbette Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka dilediğini bağışlar." (Nisâ sûresi: 4/48) buyurmuştur.

insanların kimisinin kimisine zulmetmeleri "şirk'ten başkadır". O halde zalimi mağfiret etmek câizdir, dediler. Âyet-i kerîmenin mânâsı gereğince Allah "dilediğini" mağfiret eder. Vay, eğer dilemeyip kul hakkı kişinin boynunda kalırsa, hali nice olur?..

İmâm Tirmizî: "Sahih hadiste gelmiştir ki: "Hac eyleyen bir kimse, kavlen ve fiilen şerefli şeriata aykırı bir iş işlemezse o kimse günahlarından kurtulmakta, anasinin doğurduğu günde nasılsa öyle olur," buyrulmuştur.

Ama bu söz Allah'ın haklarına ilişkin olan günahlara göredir, kul haklarına göre değildir. Allah'ın haklarının kendileri sâkıt olmaz, nihayet onlara ilişkin olan günahlar sakıt olur. Meselâ bir kimsenin üzerinde namaz yahut keffaret borcu veyahut Allah'ın haklarından başka bir nesne olsa, o kişi onu tehir etmekle kazandığı günah, hac ettiği zaman mağfiret olunur. Ama yine gidip o hakkı eda etmesi, üzerinde kalan namaz hakkı ise gidip kazâ etmesi, keffaretse vermesi ve her ne ise zimmetinden gidermesi lâzımdır. Zira hakkın kendisi sâkıt olmaz. Eğer bundan sonra yine tehir ederse yine günahkâr olur. Hâsılı, haccın ıskat ettiği, muhalefetten hâsıl olan günahtır, yoksa hakkın kendisi değildir.

İbn-i Teymiye der ki: "Bir kimse, üzerine vacib olan meselâ namaz gibi bir hakkı, hac ıskat eder diye itikad etse o kişiye tevbe vermek, eğer tevbe etmezse katletmek gerekir," demiştir. Ve icmâ ile âdem hakkı sâkıt olmaz, demiştir. En iyisini ve doğrusunu Allah bilir.

Rivâyet olunur ki, Müzdelife gecesi müminlerin anası Sevde (radıyallahü anha) gitmek için izin isteyip Fahr-i Âlem hazretleri de izin verip gitmiştir.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) sonradan:

Nolaydı, Fahr-i Âlem hazretleri'nden ben de izin alıp gitmiş olsaydım, demiştir.

Bir rivâyette Bayram gecesi Ümmü Seleme'yi gönderdi. O da fecirden önce cemresini (ufak taşlarını) attı, sonra göçtü. O gün Fahr-i Âlem hazretleri'nin kendisinde kaldığı gündü. Yâni Ümmü Seleme'nin nöbeti idi, dediler.

Müslim'in rivâyetinde: "Ümmü Habîbe'yi Müzdelife'den geceleyin gönderdi," diye gelmiştir. Buhârî, Müslim ve Nesâî'nin rivâyetlerinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni ehlinin zayıfları ile gönderdi. Sabah namazını Minâ'da kıldık. Cemrelerimizi attık," demiştir.

Mûtâ'da, Sahihayn'da ve Nesâî'nin naklinde Esmâ binti Ebû Bekir (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki: "Cuma gecesi Müzdelife'ye inmişti. Kalkıp bir saat namaz kıldı. Ondan sonra:

Ay battı mı? diye sual buyurdu.

Ben de:

Hayır, dedim.

Yine bir saat daha namaz kıldı. Ondan sonra:

Ay battı mı? diye sordu.

Ben de:

— Evet, dedim.

O halde kalkın, göçüp gidelim, diye buyurdu.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, mahfelerde olan hanımlara izin verdi," dedi.

Bunları nakletmenin faydası, Müzdelife'de vukufu terkedenin haccının fâsit olmadığını bildirmektir. Hanefi âlimleri ve başkaları katında sabah karanlığında fecir namazını Müzdelife'de kılıp ondan sonra tekbir, tehlil, telbiye, tasliye ve dua ederek vukuf etmek gerektir. Müzdelife'nin Batn-ı Muhsir'den başka her yeri mevkifdir (vukuf yeridir). Nitekim Arafat'ın Batn-ı Urne'den başka her yeri mevkifdir. Orada sabah zâhir olduğu zaman Resûlüllah Efendimiz sabah namazını ezan ve kametle kıldı.

Sünen-i Beyhakî ve Nesâî'de, Müslim'in şartı üzre sahih isnatla gelmiştir ki: Nahr (Kurban) gününün sabahında Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Fazl bin Abbâs'a:

— Cemre için ufak taşcağızlar devşir, diye buyurdu.

O da parınağiyle atılacak taşcağızlar devşirip Fahr-i Âlem hazretleri'ne verdi.

Nesâî'nin naklinde şöyledir ki: "Kurban bayramı gününün sabahında Fahr-i Âlem hazretleri, İbn-i Abbâs'a:

— Küçük taşlar devşir, diye emretti.

Kendisi devesine binmişti. O da birkaç tane devşirip Peygamber Efendimiz hazretleri'nin mübarek eline sundu.

— Bunlar gibi birkaç tane daha topla, dedi. Ondan sonra:

Dinde haddi aşmaktan sakinin! Sizden önce gelenler, başka bir sebeple değil, ancak dinde haddi aşmak sebebiyle helâk oldular, diye buyurdu .

Bazı âlimler: "Mezkûr nakilde, cemre taşcağızlarını gündüzün sabah namazından sonra toplamanın müstehap olduğuna delil vardır," dediler. Hattâ İmâm Şafiî bazı kitaplarında buna kesin olarak hükmetmiştir. Fakat İmâm Rafiî'nin dediği üzre cumhûrun kavli şudur ki: "Geceleyin devşirmeli. Gecede gönül rahatlığı ve zihin sükûnu vardır," dediler.

Hacda atılacak taşların hepsinin o gün toplanınası müstehap mıdır, değil midir? denirse bazıları "Müstehaptır" dediler. Tenbih adlı kitapta böyle denilmiştir. İmâm Nevevî de bunun üstünde karar kılmıştır.

Fakat yine Rafiî'nin zikrettiği üzre âlimlerin çoğu, sadece Kurban gününde atılacak kadarının toplanınası gerektiği üzerindedirler. Mühezzeb şerhinde: "İhtiyat şudur ki, ziyade toplanınalı. Zira bir kısminin düşmesi muhtemeldir," denilmiştir.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Kusvâ adlı devesine binip Meş'aru'l-Harâm'a geldi. Üzerine çıkıp kıbleye karşı durdu. Allahü teâlâ hazretleri'ne hamd, tekbir, tehlil ve tevhid etti. Yeryüzü tamamen ağarıncaya kadar durdu ve güneş doğmadan oradan gitti.

Câbir'den başkalarının rivâyetinde şöyledir ki: "Müşrikler, güneş doğmadıkça oradan gitmezlerdi. Peygamber Efendimiz hazretleri, onların ettiğini çirkin görüp gün doğmadan göçüp gitti."

Taberânî'nin naklinde Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri, Müzdelife'de sabahladı ve Kuzah dedikleri yerde durdu. Fazl bin Abbâs'ı devesinin ardına bindirdi. Fazl (radıyallahü anh), ak benizli ve saçları güzel bir yiğitti. Mahfelerinde kadınlar geçip gidiyorlardı. Fazl onlara nazar etti. Fahr-i Âlem hazretleri, mübarek eliyle Fazl'ın yüzünü öte tarafa çevirdi."

Bir rivâyette şöyledir ki: "Fazl, Fahr-i Kâinat Efendimizin ardına binmişti. Hus'am kabilesinden bir kadın, Fahr-i Âlem hazretleri'ne gelip bazı şeyler sordu. Fazl, kadına nazar etti. Kadın da ona nazar etti. Birbirini seyretmeğe başladılar. Peygamber Efendimiz hazretleri, Fazl'ın yüzünü öte tarafa çevirdi. Ondan sonra kadın:

— Yâ Resûlâllah! Hak teâlâ hazretleri'nin farz kıldığı hac babama lâzım geldi. Fakat babam gayet yaşlıdır, deve üstünde oturmaya kadir değildir. Benim onun için haccedivermem câiz olur mu? dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Evet, diye buyurdu."

Bu hâdise Vedâ Haccı sırasında geçmişti. Şeyhaynın ve başkalarının rivâyetinde böyle vâki olmuştur.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Abbâs (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne:

— Yâ Resûlâllah! Amcan oğlunun boynunu öte yana döndürdün? Yâni aslı ne idi ki, Fazl'ın yüzünü öte yana çevirdin? diye sordu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Bir delikanlı ile genç bir kadını gördüm, şeytanın bunlara mekrinden emin olmadım. Onun için öyle ettim, diye buyurdu.

Mezkûr hadîste, sağ olan ama hacca kudreti olmayan bir kimsenin naibinin onun için hac edivermesinin câiz olduğuna delâlet vardır. Ancak bu mes'elede İmâm Mâlik'in aksine görüşü vardır. İbn-i Ömer (radıyallahü anh): "Hiç bir kimse için başkasinin haccetmesi câiz değildir," demiştir.

İbn-i Münzir ve başkaları nakletmişlerdir ki: "Vacib olan hacda niyabetin asla câiz olmadığı hususunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. Ancak nâfile hacda da câiz olmadığına dair İmâm-ı Âzam hazretleri'nden rivâyet vardır. Şafiî aksini ileri sürmüştür. İmâm-ı Ahmed'den bir rivâyette câiz, bir rivâyette değil diye nakledilmiştir.

Şeyhayn'ın ve başkalarının naklinde Usâme'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, Arafat'tan Müzdelife'ye gelinceye kadar devesinin ardına ben binmiştim. Müzdelife'den Minâ'ya gelinceye kadar da Fazl binmişti," dedi. ikisi de: "Resûlüllah hazretleri, tâ Akabe cemresini atıncaya kadar telbiyeden hâlî olmadı," dediler.

Câbir (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimiz hazretleri, Batn-ı Mahasser'e geldiği zaman devesinin yularını biraz salıverdi ve yürüyüşünü az çok sür'atlendirdi," demiştir.

Isnevî der: "Sebebi şu idi ki, Hıristiyanlar orada duruyorlardı." Rafiî böyle demiştir. Ama Vasît de: "Araplar orada duruyorlardı. Böylece bize, onlara muhalefet etmemiz emrolundu," dedi. Arap'dan murad, Arab'ın müşrikleridir.

Bir açıklama şekli de şudur ki, mezkûr yerde Ashâb-ı Fil'e azâb nâzil olmuştu. Sahih hadîste gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz, "Azâb nâzil olan yerlere uğrayan kimseler, oradan sür'atle geçsinler," diye buyurmuştur. Nitekim Semûd kavminin ve başkasinin diyarına uğrayanların tez tez gitmesi gerektir. Başkalarından da nakledilmiştir ki, "Peygamber Efendimizin güzel âdetleri, o türlü azâb nâzil olan yerlerden tez geçmekti," demişlerdir.

O vadiye Mahasser (yorulma yeri) demeleri şunun içindi ki, orada fil yürümekten kesilmişti. Yâni Ebrehe Mekke'yi yıkmaya geldiği zaman birçok fillerle gelmişti. Aralarında büyük bir fil vardı. İsmi Mahmud idi. Mezkûr fil, Mekke tarafına asker çekilip giderken adı geçen yerde kalıp bir adım öteye gitmedi. Diğer filler de onu görüp kaldılar. Mekke ehli dağların başına kaçıp "Acaba hâl neye varır?" diye uzaklardan seyrederlerdi. Bu esnada deniz tarafından ebâbil kuşları peyda olup bir saatte mezkûr askerin hepsini taşa tutup helâk ettiler. Nitekim Fil sûresinin tefsirinde ayrıntıları beyan olunmuştur. Hasr diye, davarın yorgun olup yürümekten kalmasına derler.

Ondan sonra Peygamber Efendimiz, Cemre-i Kübrâ'ya çıkan orta yola gitti. Ağaç yanında olan cemreye gellinse yedi taş attı. Her birinde tekbîr etti. Cemreleri vâdinin dibinde atmıştı. Beyt-i şerif sol tarafına ve Minâ sağ tarafına gelmişti. Kendisi cemreye (taş yığinina) karşı durup attı. Cemre diye, taş atılan muayyen yerlere derler. Atılan taşa da cemre denir. Attığı zaman Kurban gününde kuşluk vakti idi. Nitekim Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî'nin nakillerinde Câbir'den böyle gelmiştir.

İmrân bin Husayn (radıyallahü anh): "Üsâme ile Bilâl'ı gördüm, birisi Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin devesinin yularını tutmuştu, birisi de elbisesini kaldırarak üzerine gölge etmişti. Akabe cemresini atıncaya kadar böyle ettiler," demiştir.

Nesâî'nin naklinde: "Resûlüllah Efendimiz cemrelerini attıktan sonra halka hitap etti. Allah'a hamd ve senâ etti ve çok söz yâd etti," diye vâki olmuştur.

Ummü Cündüb (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri'ni, vadinin dibinde cemrelerini atarken gördüm. Devesinin üzerindeydi. Her taşı attıkça tekbîr ederdi. Arkasından bir kimse, O'na güneşten perde tutuyordu.

— Bu kişi kimdir? diye sordum.

— Fazl bin Abbâs'dır, dediler.

Ondan sonra halk yığılıp birbirini sıkıştırdılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ey Âdemoğullan! Birbirinizi sıkıştırıp kiminiz kiminizi öldürmesin! Cemre attığınız zaman parınakla atılacak kadar küçük taşlar atın! diye buyurdu."

Mezkûr rivâyette, ihramlı olan kimsenin mahmel veya onun benzeri bir şeyle gölgelenmesinin câiz olduğuna delil vardır. Câbir'in rivâyetinde gelmiştir ki: "Fahr-i Kâinat hazretleri'ni gördüm. Devesinin üstünden cemre atıyordu.

Menâsiki (hacda yapılan fiilleri) benden öğrenin. Ben, bir daha haccedeceğimi bilmiyorum. Zannedersem bu hacdan başka bir daha haccetmem, diye buyurdu," demiştir.

Kudâme'nin rivâyetinde: "Fahr-i Kâinat Efendimizi kızıl bir devenin üstünde cemre atarken gördüm. Darb etmezdi, tard etmezdi ve 'İleyke, ileyke!' demezdi," diye buyrulmuştur. Yâni devesini dövmez, başkasinin devesini yanından kovmaz ve "Savulun, savulun!" demezdi. Sadece devesinin üstünde kendi hâliyle meşgul olurdu, demektir.

Ondan sonra gidip kurban boğazlanan yere vardı. Altmış üç bedene (kurbanlık deve) boğazladı. Ondan sonra Ali'ye bıraktı, geri kalanını o boğazladı. Kurban boğazlamakta Ali'yi kendine ortak etmişti. Her bedeneden bir miktar et parçası alıkoymalarını emretti. Sonra o parçaları bir kab içine koydu, pişirdiler. İkisi, etten yediler ve çorbasından içtiler.

Müslim'in naklinde Câbir'den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz, hatunları için bir sığır kurban etti.

Ebû Dâvud'un rivâyetinde Hazret-i Âişe (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, vedâ haccında Âl-i Muhammed için bir bakara (sığır) kurban etti," demiştir.

Ondan sonra Minâ'ya geldi. Baş tıraş eden kimseye sağ tarafını işaret ederek "Buradan saçımı tıraş et," dedi. Ondan sonra sol tarafını tıraş ettirdi. Mübarek saçını halka üleştirmeğe başladı. Bir rivâyette sağ tarafından tıraş ettirdiği saçını orada yakın olanlara taksim etti, sol tarafından tıraş ettirdiğini Ummü Süleym hatuna verdi, demişlerdir. Bazıları, Ebû Talha'ya verdi, demişlerdir.

Bir rivâyette Akabe cemresini attıktan sonra kurbanlarını boğazladı. Baş tıraş eden orada hazırdı. Mübarek eliyle sağ tarafını tıraş etmesini işaret etti. O da tıraş etti. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz, yakın olan şahıslara taksim etti. Sonra sol tarafinin tıraş edilmesini emretti. Ebû Talha "Hani bana?" diye sordu. O yanının saçını Ebû Talha'ya verdi. Şeyhayn'ın rivâyetlerinde böylece gelmiştir.

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde geldiğine göre Fahr-i Âlem hazretleri'ni tıraş eden kimse, Muammer bin Abdullah bin Nefele bin Avf idi. Allah ondan razı olsun.

İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde, mübarek tırnaklarını da kesip halk arasında taksim etmiştir.

Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet etmişlerdir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Yâ Rab, başını tıraş edenleri sen yarlığa, diye dua etti.

Sahâbe-i kirâm:

— Yâ Resûlâllah! Saçını kısaltanlar için de dua eyle, dediler.

Yine:

Yâ Rab, saçını tıraş edenleri sen yarlığa, dedi.

Sahâbe-i kirâm, yine:

Ve saçını kısaltanlar için de... dediler.

Resûlüllah Efendimiz tekrar:

Yâ Rab, saçını tıraş edenleri sen yarlığa, diye buyurdu.

Ashâb yine aynı sözü söyleyince Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Ve saçını kısaltanları da, diye duasına onları da ilâve etti.

Mukassir (saçını kısaltan) diye ona derler ki, saçlarının ucundan birer miktar kestirir. Muhallak (saçını tıraş ettiren) diye de başını tamamen tıraş ettiren kimseye derler.

Bazıları, bu hâdise Hudeybiye'de vâki olmuştur, dediler.

Bazıları, vedâ haccında oldu, demişlerdir. Ama vedâ haccında olduğuna dair gelen haberler çoktur, isnatları da gayetle sahihtir, dediler.

Bazıları ise, ikisinde beraber olmuştur, dediler. İbn-i Hacer, "Belki belirlenmiş olan, ikisinde de olmuş olmasıdır," dedi.

Her birinin sebebi diğerine muhalifti. Hudeybiye'de olanın sebebi şu idi: "O sene Kureyş, bunları Mekke'yi ziyaret etmekten men edip "Gelecek yıl gelirsiniz," demişlerdi. Fahr-i Kâinat hazretleri de bu şart üzre Kureyş'le sulh etmiş ve ashâba:

Bu yıl ihramlarınızı çözün, diye buyurmuştu.

Ashâb tereddüt edip kalblerine "Bu yıl mümkünken niçin gelecek yıla bırakılsın?" demek gelmişti. Fahr-i Âlem hazretleri, ihlâl buyurduktan sonra ashâb tereddüt edince Ümmü Seleme (radıyallahü anh): "Yâ Resûlâllah, sen onlardan önce ihramını çöz," diye işaret etti. Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri ihramını çözünce onlar da tâbi olup çözdüler. Ondan sonra bazıları tıraş olup, bazıları saçlarının ucunu kestiler. Tıraş olanlar emre imtisâle girişenlerdi: Onlar, saçlarını kısaltanlardan önce emre uydukları için:

— Allahım, saçlarını tıraş edenleri yarlığa, diye buyurup saçlarını kısaltanları zikretmedi," dedi.

Bunun sebebi şu idi: İbn-i Abbâs'ın hadîsinde tasrih edilmiştir ki, Peygamber Efendimize:

— Yâ Resûlâllah! Saçlarını tıraş edenlerin şanları nedir ki, onlara rahmet ve mağfiret dilemekle yardım buyurdunuz? dediler.

Peygamber Efendimiz de:

— Çünkü onlar şek etmediler, diye cevap buyurdu.

Vedâ haccında, saçlarını tıraş edenlere tekrarlayarak dua buyurmasinin sebebi, İbn-i Esîr'in Nihâye'de zikrettiği üzre, şu idi: Hacıların çoğu, yanlarında kurbanlık getirmemişlerdi. Resûlüllah Efendimiz, onlara haclarını umreye tebdil edip sonra başlarını tıraş etmelerini buyurduğu vakit halka güç geldi. Sonra baktılar ki, itaattan başkasına mecal yok ve kendilerine saçlarını kısaltmak tıraş etmekten daha kolay geldiğinden çoğu saçını kısaltıp bir kısmı tamamen tıraş ettiler. Saçını tıraş edenin işi emre uymakta daha parlak olduğundan Resûlüllah Efendimiz hazretleri, tıraş edeni tercih etti (öbüründen üstün tuttu).

Ama İbn-i Hacer bu sözü beğenmeyip: "Mütemetti olan kimseye müstehap olan, umrede saçlarını kısaltıp hacda tıraş etmektir. Ama hac ile umre arası birbirine yakın olduğu zaman böyledir. Halbuki bunlar hakkında da öyle vâki olmuştu. O halde evlâ olan, Hitâbî'nin dediğidir ki: 'Arap tâifesinin âdeti şu idi ki, saçlarını çoğaltıp onunla süslenmeyi severlerdi. Aralarında baş tıraş ettirmek azdı. Bazen tıraş yabancıların işlerindendir diye itibar etmedikleri olurdu, onu çirkin görürlerdi. Onun için tıraş edenlerin işi emre uymakta daha parlak oldu,' demiştir."

İmâm Müslim, Abdullah bin Amr bin Âs'dan rivâyet etmiştir ki: "Vedâ haccında Fahr-i Âlem hazretleri, halk müşküllerinden sual etsinler diye Minâ'da durdu da bir kişi gelip:

— Yâ Resûlâllah! Bilmiyordum, kurbanımı kesmeden başımı tıraş ettirdim, dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Câizdir, günahı yoktur, diye buyurdu.

Sonra bir kişi daha geldi:

Yâ Resûlâllah! Bilmiyordum, remy-i cimâr etmeden (taşlar atmadan) kurbanımı boğazladım, dedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Câizdir, günahı yoktur, diye buyurdu."

Abdullah dedi ki: "Takdim ve tehir hususunda her neden sual ettilerse:

Oyle et, günahı yoktur, diye buyurdu."

Mezkûr rivâyet hükmünce bu türlü şeylerde bilmeyerek sırayı değiştirenlere günah lâzım gelmez. Ama sırayı gözetmenin evlâ olduğu açıktır. Zira ittifakla kurban gününün vazifeleri dört şeydir:

1 . Akabe cemresine taş atmak.

2 . Ondan sonra kurbanını boğazlamak.

3 . Ondan sonra tıraş olmak yahut saçını bir miktar kestirmek.

4 . Ondan sonra ifaza tavâfı ve sa'y etmek.

Resûlüllah Efendimizin Akabe cemresine taş atıp sonra kurbanını boğazlayarak ondan sonra tıraş olduğu rivâyet olunmuştur. Âlimler bu hadîsin matlubiyeti hususunda icmâ etmişlerdir. Şu hususta da ittifak etmişlerdir ki, kimisini kimisinden öne almak veya sonraya bırakmak câizdir. Ama bazı yerlerde sırayı bozmak sebebiyle dem (keffaret kurbanı) lâzım olduğunda ihtilâf vardır. Selefin çoğunluğu, İmâm Şafiî, hadis ve fıkıh âlimleri katında dem lâzım değildir.

Tahâvî: "Hadîs, takdim ve tehir hususunda genişletmeye delâlet eder. Fakat 'Günah yoktur' diye buyurmalarının bilmeyene veya unutup öyle edene göre olması muhtemeldir. Bu takdirde kasden öyle edene fidye vacib olması da muhtemeldir," dedi. Ama buna itiraz edip: "Fidye'nin gerekli olması delile muhtaçtır. Eğer gerekli olsaydı Resûlüllah Efendimiz beyan buyururdu. Çünkü onu bildirmelerinin vakti idi," dediler.

İmâm-ı Ahmed: "Hadîsin lâfzından anlaşıldığı üzre bilmemek yahut unutmak yoliyle takdim ve tehir olunsa bir şey lâzım gelmez. Kasıtla olursa dem lâzım gelir," demiştir. İmâm-ı Âzam hazretleri'nin kavlinde her bir takdirde sıranın değiştirilmesine dem lâzım gelir. Zira İbn-i Mes'ud hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Haccın fiillerinden birini diğerine takdim eden kimseye dem gerekir," buyrulmuştur. Ayrıca mekânla mukayyet olan bir nesneyi mekândan tehir etmekle (bir yerde yapılması gereken bir fiili başka bir yerde yapmakla) dem lâzım gelir. Meselâ bir kimse ihramını tayin olunan mekânda bağlamayıp daha ötede bağlasa ona dem gerekli olur. Bunun gibi zamanla mukayyet olan da zamanından tehir olunsa dem lâzım olur, diye buyurmuştur.

Şeyhayn'ın nakillerinde Ebû Bekir'den rivâyet edilmiştir ki: "Kurban günü Resûlüllah Efendimiz, bize hutbe okudu," demiş ve hutbeyi tafsilâtiyle zikretmiştir.

İmâm Şafiî ve ona tâbi olanlar, nahr (kurban) günü Minâ'da hutbenin meşru olduğuna zahip oldular. Ama Hanefî ve Mâlikî âlimleri katında haccın hutbeleri üç tanedir:

1 . Zilhicce'nin yedinci günündedir ki, terviye gününün önündeki gündür, o gün hutbe okuyup hacılara gerekli olan işleri öğretmek gerektir.

2 . Bir hutbe de Arafat'ta okunur. Onda da o gün ve ertesi gün lâzım olanlar öğretilir.

3 . Biri de Zilhicce'nin on birinci günü Minâ'da okunur. Onda da lâzım olan menâsik her ne ise öğretilir.

Bu üç hutbeden başka hutbe yoktur. Nahr günlerinin birinci gününde hutbe câiz değildir, demişlerdir. İmâm Şafiî: "Nahr günlerinin birincisinde ve üçüncüsünde hutbe vardır, ikincisinde yoktur," demiştir. Zilhicce'nin yedinci günü Arafat'ta olan hutbelerde hepsi müttefiktirler.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, devesine binip Beyt-i şerife yöneldi. Gelip ifaza tavafını edâ etti. Ziyaret tavâfı ve rükün tavâfı dedikleri budur. Yedi kere Beyt-i şerif tavâf olunur. Ama bu tavâflarda sür'atle yürümek meşru değildir, âdet üzre yürümek gerektir.

Müellif, burada: "Sonra Resûlüllah Efendimiz binip Beyt'e (Kâbe'ye) geldi ve ifaza tavâfı etti. Buna ziyaret tavâfı, rükün tavâfı ve sader tavâfı da denir," demiştir. Ama yanılmıştır. Zira ifaza tavâfı, ziyaret tavâfı ve rükün tavâfmın üçü aynı mânâyadır. Bu tavâf farzdır. Sader tavâfı ile vedâ tavâfmın da ikisi aynı mânâyadır. Bu tavâf ise vacibtir, terkiyle dem lâzım gelir. Böylece hac sahih olur. Hâsılı Müellif, bunların aralarını fark edememiştir.

Sahîh-i Buhârî'de: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Minâ günlerinde Beyt'i ziyaret ederdi," denilmiştir. Ebû Hassân, İbn-i Abbâs'dan böyle rivâyet etmiştir.

Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri, Zemzem'e geldi. Abdülmuttalib oğulları Zemzem üzerinde sakalık ederlerdi. Peygamber Efendimiz hazretleri: "Ey Abdülmuttalib oğulları, Zemzem'in suyunu çekin! Eğer halkın şikayetiniz üzerinde size galebe etmesi korkusu olmasaydı ben de sizinle beraber çekerdim," diye buyurdu.

Maksat, Zemzem sakalığını, terğib etmekti. Onlar da kova ile su sundular. Aldı, Zemzem suyundan içti. İbn-i Abbâs: "Ayak üzeri dururken içti," diye rivâyet etmiştir. Bir rivâyette ikrime yemin ederek: "O gün devesinin üzerindeydi, başka değildi," demiştir. Fakat bu rivâyetlerde vedâ haccı veya ondan başkası olduğu belirtilmemiştir. Belirtme sadece Câbir'in rivâyetinde vâki olmuştur.

Peygamber Efendimizin o gün öğleyi nerede kıldığında da ihtilâf vardır. Müslim'in naklinde Câbir'den rivâyet edilmiştir ki, Mekke'de kılmıştır. Hazret-i Aişe de böyle demiştir.

Sahihayn'da İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Nahr gününde gitti, sonra yine dönüp öğleyi Minâ'da kıldı," demiştir. Ama İbn-i Hazm, kitabında Câbir ve Âişe'nin (Allah onlardan razı olsun) sözlerini tercih etmiştir. Zira onlar iki kişidir ve Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), Resûlüllah hazretleri'ne insanların en fazla hususiyeti olandır. Onun yakınlığı ve hususiyeti kimsede yoktur. Câbir (radıyallahü anh) ise Fahr-i Âlem hazretleri'nin haccı hususunu sözüne güvenilir kimselerin en mükemmeli olarak nakletmiştir. Hattâ bütün ayrıntıları ile hıfz edip rivâyet etmiştir, dediler.

Bundan başka bazı karineler daha zikrettiler. Bazı tâife, İbn-i Ömer'in sözünü tercih edip: "En doğrusu İbn-i Ömer'in sözüdür. Zira üzerinde ittifak bulunan bir sözdür ve rivâyetçileri de hıfzı en kuvvetli ve en şöhretli kimselerdir," dediler.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz Minâ'ya dönüp teşrik günlerinin geceleri orada eğlendi. Güneş zevale vardığı zaman cemrelerini atardı. Her bir keresinde yedi taş atardı. Taşların her birini attıkça tekbîr ederdi. Birinci ve ikinci cemrede çok durur, tazarru ederdi. Üçüncü cemreyi attığında durmazdı. Ebû Dâvud, Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) böyle rivâyet etmiştir. İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir ki, "Attığı zaman cemre tarafına gider, sonra yine döner gelirdi," demiştir.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Abbâs (radıyallahü anh) Zemzem sakalığı için Minâ geceleri Mekke'de yatmaya Fahr-i Kâinat hazretleri'nden izin istedi. Fahr-i Âlem hazretleri de izin buyurdu, demişlerdir, ismail'in naklinde: "Resûlüllah Efendimiz, Abbâs'ın, sakalık için Minâ geceleri Mekke'de gecelemesine ruhsat verdi," sözüyle gelmiştir. "Ruhsat verdi," tabirinden anlaşılır ki, mezkûr gecelerde Minâ'da yatmak, haccın menâsikinden vacib olan bir şeydir, dediler. Zira ruhsat, azimetin mukabilidir. Ve izin, mezkûr illet için vâki oldu, dediler.

İmâm-ı Âzamın mezhebinde ve Şafiî'den bir kavide sünnettir, vacib değildir. Bu kavi İmâm-ı Ahmed'den de rivâyet olunmuştur. Dem'in gerekmesi bu ihtilâf üzerine dayanır. Vacibtir diyenler katında terkiyle dem gerekli olur. Sünnettir diyenler katında bir şey lâzım gelmez.

Minâ'da gecelemek şununla olur ki, gecenin çoğunu orada geçirmek gerekir.

Sakalığa izin Hazret-i Abbâs'a mahsus mudur, değil midir? diye ihtilâf etmişlerdir. Doğrusu ona mahsus olmadığıdır. Zira iznin illeti, Müslümanlara içecek su hazırlamaktır. Elbette bu mühim işi görecek kimse lâzımdır. Malinin zâyi olması veya bir işini elden, kaçırması korkusu bulunan yahut bir hastası olup ona bakmak zorunda olan bir kimse, Şafiî katında şikayet ehline katılmıştır. Nitekim cumhûrun kavlinde çobanlar, hassaten şikayet ehline katılmışlardır. İmâm-ı Ahmed'in kavli budur. Vacibtir diyenler, "Özürsüz terkedilen her gece için bir dem lâzımdır," demişlerdir.

Rivâyet olunur ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, teşrik günlerinin remyini (cemrelere taş atmasını) tamamladıktan sonra Minâ'dan göçüp Muhassab dedikleri yere kondu. Ona Ebtah da derler. Sınırı iki dağın arasıdır. Makbereye varıncaya kadar mezkûr yer Benî Kinâne kabilesinin nahiyeleridir. Fahr-i Kâinat hazretleri oraya varıncaya kadar Ebû Râfi' Fahr-i Kâinat hazretleri'nin çadırını kurmuştu. Çünkü esvab üzerine onu memur etmişlerdi. O da önden gidip konak yerini hazırladı.

Ebû Râfi'den rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri Minâ'dan çıktığı zaman bana ınuhassab'da kon,' diye emretmiş değildi. Fakat ben geldim, orada çadırını kurdum. Fahr-i Âlem hazretleri de geldi, oraya kondu," demiştir.

Müslim'den bir rivâyette "öğleden sonra gitmişti" ve yine Müslim ve Buhârî'nin nakillerinde Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki: "O gün öğle ve ikindi namazlarını Ebtah'da kıldı," demiştir.

İbn-i Abbâs hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "O Muhassab dedikleri yere konınak haccın menâsikinden bir fiili gerektiren bir şey değildir. Fakat Resûlüllah Efendimizin oraya konınasiyle başkalarına da konınak müstehap olmuştur," demiştir.

O Hazret'ten sonra halifeler (Allah onlardan razı olsun) oraya konınuşlardır. Nitekim Sahih-i Müslim'de zikredilmiştir.

Buharî, Enes bin Mâlik'den rivâyet eder ki: "Fahr-i Âlem hazretleri, Muhassab'da bir uyku aldı. Sonra binip gitti, yine Beyt-i Şerifi tavâf etti," demiştir. Vedâ tavâfı dedikleri budur. İmâm-ı Âzam ve Şafiî'nin kavlinde, ekseri âlimler katında vacibtir, terkiyle dem lâzım olur. İmâm Mâlik ve Dâvud katlarında sünnettir, terkiyle bir şey lâzım gelmez. İhram bağlandıktan sonra hayz gören bir kadinin o tavâftan başka haccın bütün fiillerini işlemesi câizdir. Tavâf etmesi şunun için câiz değildir ki, mescid içine girmedikçe tavâf mümkün değildir. Hayz görenin ise mescide girmesi câiz değildir.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde gelmiştir ki, Hazret-i Âişe dedi: "Yâ Resûlâllah! Siz hac ve umre ile gidiyorsunuz. Bense yalnız hacla gidiyorum, dedim." Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abdurrahman bin Ebû Bekr'e, Âişe ile Ten'im dedikleri yere çıkmasını emretti. Ondan sonra çıktılar. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) hacdan sonra umre eyledi.

Müslim'den bir rivâyette şöyledir ki, Âişe, mevkiflerin hepsinde vukuf etmişti. Hattâ hayzdan temizlenince Kâ'be'yi. Safâ ve Merve'yi tavâf etti. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

Âişe! Hac ve umreyi topluca tamamladın, ihramdan çıktın, dedi.

O da:

Yâ Resûlâllah! Haccettiğimde Beyt-i şerîfi tavâf etmedimdi. O kalbimde kaldı, dedi.

Zira hayz görmüştü. O zamanda tavâfa kabiliyeti yoktu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abdurrahman'a emredip:

— Git, bunu Ten'im'de umre ettir, diye buyurdu.

Bu husus Muhassab gecesi vâki oldu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Küdâ dedikleri yerden çıkıp Medine'ye yöneldi. Mekke'ye girdiği zaman bir yoldan girip çıktığı zaman başka bir yoldan çıkmasinin sebebini açıklamada bazıları dediler ki: "Hikmet şu idi: Girdiği zaman yüksek yanından girmişti. Bunda mekânı yüceltmek vardır. Çıktığı zaman da alçak yanından çıktı. Bu da Mekke'den ayrılışın acısına işarettir." Bazıları da: "Hazret-i İbrahim aleyhisselâm Mekke'ye girdiğinde oradan girmişti. Onun sünnetine riayet etti," dediler.

Sahih-i Müslim'de ve başkalarında gelmiştir ki, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Revha dedikleri yerde bir kafileye rast geldi:

— Bu topluluk kimlerdir? diye sordu.

Müslümanlarız, yâ Resûlâllah! dediler.

Bir kadın, mahfeden bir oğlancığı kaldırıp:

Yâ Resûlâllah! Buna hac sevabı hâsıl olur mu? dedi.

Kâinatın ve mahlûkatın iftiharı Resûlüllah hazretleri:

— Evet, sana da ecri olur, diye buyurdu."

Peygamber Efendimiz Zül-Huleyfe'ye geldiği vakit orada karar etti. Maksadı, Medine'ye geceleyin girmemekti. Medine'yi görünce üç kere tekbir etti, ondan sonra:

"Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerike lehü lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîrun. Âbidûne tâibûne âbidûne sâcidûne li-rabbinâ hâmidûne sadakallahü va'dehü ve nasare abdehü ve hezeme'l-ahzâbe vahdehü," diye buyurdu.

Türkçesi:

"Allah'dan başka ilâh yoktur. O Bir'dir, ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur ve O her şeye kadirdir. Biz, geri dönenler, tevbe edenler, ibadet edenler, Rabbimize secde ve hamdedenleriz. Allah vaadini yerine getirdi, kuluna yardım etti ve düşman fırkalarını tek başına bozguna uğrattı."

Ondan sonra gündüz olduğu gibi Muarres  yolundan şehre girdi.

Resûlüllah hazretleri'nin Umreleri Kaç Defa Olmuştur ve Tafsili Nedir?

Evvelâ malûm olsun ki, umre dedikleri, lügatte ziyarettir. Şeriatta ise tavâftır, sa'ydir ve senenin her vaktinde câizdir. Onun için belirli bir zaman yoktur. İmâm-ı Âzam mezhebinde sünnettir. Mâlikî'den meşhur olan bir söz de, sünnet olduğu üzerindedir. İmâm-ı Şafiî, Ahmed bin Hanbel ve başkaları, vaciptir, dediler. O Hazret, dört kere umre etmiştir.

Sahihayn'da, Sünen-i Tirmizî ve Ebû Dâvud'da Katâde'den rivâyet edilmiştir ki: "Enes bin Mâlik'e sorup:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kaç umre etti? dedim.

— Bir hac ve dört umre eyledi. Bir umre Zilkade'de eyledi, bir umre Hudeybiye'de eyledi, bir umre hac ettiği zaman eyledi ve bir umre de Ci'râne'ye geldiğinde eyledi, dedi."

Zikrolunan rivâyet Tirmizî'nin siyakı üzredir. Ama Sahihayn'da vâki olduğu üzre hâsıl olan şudur ki, dört umre eyledi, hepsi Zilkade ayında idi. Ancak hacla beraber ettiği umre, Zilkade'de değildi. Birisi Hudeybiye umresidir ki, Zilkade'de eylemişti. Biri de sonraki yılda ettiği umre idi ki, o da Zilkade'de idi. Biri de Ci'râne'de Huneyn ganimetlerini taksim ettiği Zilkade ayında idi. Bir umre de haccında etmişti.

Bu hususta gelen rivâyetlerin en kuvvetlisi bunlardır. Ama başka rivâyetler de gelmiştir. Kimisinde Şevvâl ve kimisinde Receb aylarında umre etti, denilmiştir. Bazı rivâyette "Ramazan'da da umre etti," demişlerdir. Fakat bunlara cevap verilip:

— Bu rivâyetlerin kimisinin aslı yoktur, kimisinde de yola çıktığı zaman zikrolunmuştur. Yoksa umrelerinin üçü Zilkade'de ve biri Zilhicce'de vâki oldu, denilmiştir.

Malûm olsun ki, umrenin tarzı şudur: Mekke ehlinden başkasinin mikattan ihram bağlayıp ondan sonra gelerek Kabe'yi tavâf etmesi gerektir. Sa'y etmek gerektir. Tıraş olmak yahut saçını kesmek gerektir.

İhramla tavâf, umrenin farzlarıdır. Sa'y, tıraş yahut saçını kesmek vacibleridir.

— Ama Mekke ehlinin nasıl etmesi gerektir? denilirse Fâkihî ve başkaları Muhammed bin Şîrîn yolundan rivâyet etmişlerdir ki: "Bize haber ulaştı ki, Resûlüllah Efendimiz, Mekke ehline umre için ihramı Ten'îm'den bağlanınayı tayin etti," diye buyurmuştur.

Ten'îm, Mekke yakininda bir yerdir. Umre'nin tarzı hakkındaki haber Atâ'dan da gelmiştir ki: "Gerek Mekke ehlinden ve gerekse ondan başkasından bir kimse, umre etmek istediği zaman Ten'îm'e yahut Ci'râne'ye çıksın ve oradan ihram bağlansın," buyurmuştur.

Ama Mekke ehlinden başkasinin bu hükümde Mekke ehli ile bir olması, umre etmek istediği zaman Mekke'de bulunınasına göredir. Aksi halde âfâkî olan (Mekke dışından gelen) kimsenin umre için ihramı, haccın inikatlarından birinden bağlanınası gerektiği daha önce geçmiştir.

7. Peygamberimizin İbadetleri, Bazı Duaları, Zikirleri ve Kıraeti

Dua etmek mi daha üstündür, yoksa Hak teâlâ hazretleri'nin kazâsına rıza gösterip hükmüne teslim olmak mı daha üstündür? diye ihtilâf olunmuştur. Ulemânın çoğunluğu: "Dua etmek daha üstündür ve ibadetlerin en büyüğüdür," diye buyurmuşlardır. Bu sözü, Tirmizî'nin naklinde gelen Enes'in hadîsi te'yid edicidir ki, kâinatın hocası Efendimiz hazretleri: "Ed-duâu muhhu'l-ibâdeti — Dua, ibadetin iliğidir," buyurmuşlar.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin duaya terğib ettiklerine dair gelen haberler tevatür bulmuştur. Ama Tirmizî'nin naklinde Fahr-i Kâinat hazretleri: "Men lem yes'elillâhe yağdabu aleyhi — Bir kimse, Allah'dan bir dilekte bulunınasa Allah ona gazab eder," buyurmuştur.

Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretleri'nden nakledilmiştir ki: "Elbette ben duanın kabul olunınasinin gamını çekmem, duanın gamını çekerim. Bunun için duayı tamamladığım zaman icabetin (duanın kabulünün) onunla beraber olduğunu bilirim," diye buyurmuştur.

Bunun özü şudur ki, müşkül olan duayı şartlariyle bilmektir, yoksa icabeti değildir. Şöyle ki, hâlis niyet ve tam teveccühle dua ve tazarru olunınalı. Hak teâlâ hazretleri'nin fazlına nazaran icabet (duanın kabulü) kesindir, demek olur. Nihayet Hak teâlâ hazretleri, kullarının kendisine tezellül ve tazarru ederek ihtiyaç ve niyaz arzetmelerini sever. Şerefli emri şunun üstünedir ki, herkes muradını O'ndan istesin. Nitekim büyük Kur'an'ında: "Ud'unî istecib leküm — Benden isteyin, sizin isteğinizi kabul edeyim," (Mümin sûresi: 40/60) buyurmuştur.

Ama bir tâife: "Dua etmeyip Hakk'ın kazâsına rıza ve teslimiyet üzre olmak daha üstündür," dediler. "Dua'dan murad, ibadettir. Nitekim âyet-i kerîmenin sonu buna delâlet eder," dediler.

Şeyh Takiyyüddin Sübkî: "Evlâ olan, âyet-i kerîmede geçen duayı zahiri üzerine hamletmektir. Âyet-i kerîmenin sonunda zikredilmiş olan: "İnellezîne yestekbirûne an ibâdeti seyedhulûne cehenneme dâhirîne — Onlar ki, benim kulluğumdan kibirlendiler, yakında aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir," (Mümin sûresi: 40/60) sözünün bağlanış şekli gösterir ki, dua, ibadetten daha hususidir. İbâdetten (kulluktan) kibirlenen kimsenin duadan kibirleneceği (yâni dua etmeyi kibrine yediremeyeceği) kesindir. Bu takdirde cehennem tehdidi, duayı kibrine yediremeyerek terk edenler hakkında olmuş olur. Böyle edenin ise kâfir olduğunda şüphe yoktur. Ama birçok maksatlardan bir maksat için terk eden kimseye zikri geçen tehdit yöneltilemez. Gerçi reyimiz budur, ama duaya devam etmek ve onu çokça etmek, terketmekten daha üstündür. Zira dua hakkında pek çok delil gelmiştir.

İmâm Kuşeyrî risalesinde: "Uygun olan, dua yönünün tercih olunınasıdır. Zira onun hakkında pek çok deliller vardır. Aynı zamanda duada alçak gönüllüğünü ve iftikarını göstermek vardır," diye buyurmuştur.

Bazıları, sükût ve rıza daha üstündür, zira teslimiyette üstünlük vardır, dediler. Şüpheleri şundandır ki, dua eden kimse, kendisi için ne takdir olunduğunu bilmez. Eğer duası takdir edilmiş olana uygunsa onun elde edilmesi lâzım gelir. Uygun değilse inatçı olmuş olur, derler. Ama buna cevap verilmiştir ki: Kişinin itikadı, bunun Allah'ın takdirine aykırı bir şey olmadığı şeklinde olduğu vakit, inatçı olmaz, belki itaat edici olur ve duanın faydası emre uygun hareket etmek sebebiyle sevap kazanınak olur. Şu da muhtemeldir ki, murad olan nesne duaya bağlıdır. Zira Hak teâlâ hazretleri, sebepler ve o sebeplerin neticesi olan müsebbebler yarattı," diye buyurmuştur.

Varlıkların iftiharı Peygamber Efendimiz hazretleri, duanın keyfiyeti (nasıl olacağı) hususunda ümmetini irşad ederek: "Sizden biriniz dua edeceği zaman duasına Allah'ı överek ve yücelterek başlasın. Sonra peygamberine salât etsin. Ondan sonra ne dilerse dilesin," diye buyurmuştur.

Dua eden bir kimse hakkında da: "Duanın kabul edilmesi için onu âmin diyerek bitir," diye buyurmuştur.

Bundan anlaşılır ki, duanın bitiminde âmin demek, kabul edilmesinin şartından imiş.

Buharî'nin ve başkalarının rivâyetinde: "Lâ yekulenne ahadüküm 'Allahümmeğfirlî in şi'te Allahümmerhamnî in şi'te ve lâkin li-ya'zimi'l-mes'elete feinnallahü lâ mükrihe lehü — Biriniz dua ederken 'Allahım, dilersen beni yarlığa, Allahım, dilersen bana rahmet et,' demesin. Fakat istediği şeyde azmetsin (kesin olarak onu istesin). Çünkü o hususta Allah'ı zorlayacak kimse yoktur," buyurmuştur.

Hâsılı kişinin duada ısrar ve sebat ederek çalışması gerektir. Kesinlikle istemek makbuldür. Hak teâlâ hazretleri'nin şanında başkası tarafından bir şeye zorlanına düşünülemez ki, duada, "dilersen şöyle eyle, dilersen böyle eyle," denilsin. Sadece azmedip "Yâ Rab, lütuf ve ihsan ederek şöyle eyle," diye dua etmek gerektir.

"Azim"le emredilmesinin mânâsı, "Ciddiyetle çalışıp çabalamaktır, istediğinin meydana gelmesini kuvvetle istemektir. Allah'ın dilemesine talik etmemektir. Gerçi kul, bütün işlerini dilediği şeylerde Allah'ın meşiyetine (dilemesine) talik etmekle emrolunmuştur." dediler. Bazıları da "Azmin mânâsı, icabette Hak teâlâ hazretleri'ne hüsnüzan'dır. Zira Kerîm'den diliyor," demişlerdir.

İbn-i Uyeyne'den rivâyet edilmiştir ki: "Hiç bir kimse, 'Benim kusurum çoktur. Benim gibi bir kimsenin duası makbul mü olur?' demesin. Zira Hak teâlâ hazretleri, yaratıkların en şerlisi olan İblis'in duasını:

"Kale enzirnî ilâ yevmi yüb'asûne. Kale inneke mine'l-munzirîne — İblis, 'Bana onların dirilecekleri güne kadar mühlet ver,' dedi. Allah, 'Haydi, sen kendisine mühlet verilmişlerdensin,' dedi," (A'râf sûresi: 7/14-ı5) diyerek kabul buyurmuştur. Çünkü Hak teâlâ hazretleri çok kerem sahibidir," diye buyurmuştur.

Şeyhaynın ve başkalarının rivâyetlerinde Peygamber Efendimiz hazretleri:

"Yestecâbü li-ahadiküm mâlem yec'al yekulü daavtü felem yesteceb lî — Sizin dua edeninizin duası kabul olunur. Ben dua ettim de duam kabul olunınadı diye acele etmesin," buyurmuştur.

Kâinatın hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri, duanın cevâmiini (toplayıcı, kısa ve özlü olanlarını) severdi, başkalarını terkederdi. Ebû Dâvud, Hazret-i Âişe'den böyle rivâyet etmiştir. Cevâmi'den murad, iyi niyetleri ve doğru maksatları kendinde toplayan yahut Hak teâlâ hazretleri'ne senâ ile istenen şeyin edeblerini kendinde toplayan dualardır, denilmiştir.

İmâm Müslim, Ebû Hüreyre hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri, duasında şöyle buyururdu:

"Allahümme aslih lî dinî ellezî hüve ismetü emrî ve aslih lî dünyâye elletî fîhâ meâşî ve aslih lî âhiretî elletî fîhâ meâdî vec'ali'l-hayâte ziyâdeten lî fî külli hayrin ve ec'ali'l-mevte râheten lî min külli şerrin."

Türkçesi:

"Allahım, her işimin koruyucusu olan dinimi benim için ıslah et, iyileştir. İçinde yaşadığım ve geçindiğim dünyayı benim için ıslah et, iyileştir. Dönüşüm ve sonucum kendisinde olan âhireti benim için ıslah et, iyileştir. Hayatı benim için her türlü hayrın arttırılmasına ve ölümü de yine benim için her türlü şerden kurtulup rahat olmaya vesile kıl.

Tirmizî'nin naklinde yine Ebû Hüreyre hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz: "Allahümme enfa'nî bimâ allemtenî ve allimnî mâ yenfeunî ve zidnî ilmen elhamdü lillâhi alâ külli hâlin ve eûzü billâhi min hâli ehli'n-nâri," diye dua ederdi, demiştir.

Türkçesi:

"Allahım, bana öğrettiğinle beni faydalandır, bana fayda verecek olan şeyi öğret ve ilmimi arttır. Her hâl üzre Allah'a hamdolsun ve ateş ehlinin hâlinden Allah'a sığınırım."

Şöyle de dua ederdi:

"Allahümme metti'nî bi-sem'î ve basarî vec'alhümâ'l-vârise minnî v'ensurnî alâ men zalemenî ve huz minhu bi-se'rî."

Türkçesi:

"Allahım, beni işitme ve görme duyularımla faydalandır. Onları benim için hayırlı vâris eyle. Bana zulmedene karşı bana yardım eyle ve ondan intikamımı al.'

Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde "Ekseri duası şu idi," diye Enes bin Mâlik'den naklolunmuştur: "Rabbenâ âtinâ fî'd-dünyâ haseneten ve fî'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr — Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından sakla."

Tirmizî'nin naklinde "Şöyle de dua ederdi," diye gelmiştir: "Rabbi einnî ve lâ tüm aleyye, v'ensurnî ve lâ tensur aleyye, v'emkürlî ve lâ temkür aleyye v'ehdinî ve yessir hüdâye, v'ensurnî alâ men bağâ aleyye, rabbic'alnî leke şâkiren, leke zâkiren, leke râhiben, leke mitvâen, ileyke mucîbenyahut münîbentekabbel tevvetî, vağsil-havbetî ve ecib da'vetî ve sebbit hücceti v'ehdi kalbi ve seddidlisânî v'eslül sehîmete kalbiyahut sadrî-."

Türkçesi:

"Ey Rabbim! Bana yardımcı ol, aleyhimde bulunanlara yardım etme. Bana başarı ver, aleyhimde olanlara başarı verme. Benim için hile et, bana karşı hile etme. Bana doğru yolu göster ve gösterdiğin yolu kolaylaştır. Bana zulmedenlerle birlik olma. Ey Rabbim! Beni, sana şükreden, seni anan, senden korkan ve sana itâat eden kimselerden eyle. Tevbemi kabul et, beni günahtan yıka, duamı dinle, hüccetimi sâbit kıl. Kalbime hidâyet, dilime doğruluk ve kuvvet ver, kalbimden yahut göğsümdenkini söküp at."

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde şu da gelmiştir:

"Allahümme leke eslemtü ve bike amentü ve aleyke tevekkeltü ve ileyke enebtü ve bike hasamtü. Allahümme innî eûzü bi izzetike lâ ilâhe illâ ente en tudillenî ente'l-hayyu'llezî lâ yemûtü velcinnü vel-insü yemûtüne."

Türkçesi:

"Allahım, sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim ve hasımlarıma karşı seninle (senin yardımın ve kuvvetinle) döğüştüm. Allahım, beni dalâlete düşürmenden senin izzetine sığınırım. Senden başka ilâh yoktur. Sen ölmeyen dirisin, cin ve insanlar ise ölüdürler."

İmâm Müslim ve Tirmizî, İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) hazretleri'nden rivâyet ederler ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: "Allahümme innî es-elüke'l-hüdâ v'ettüka ve'lafâfe ve'l-ğınâ— Allahım, senden hidâyet, takvâ, iffet ve zenginlik dilerim," diye dua ederdi.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Mûsâ (radıyallahü anh) nakleder ki, şöyle de dua ederlerdi:

"Allahümmeğfir-lî hatîetî ve cehlî ve isrâfî fi-emrî küllini ve mâ ente a'lemü bihi minnî. Allahümmeğfir-lî ciddi ve hezeli ve hatâî ve amdî ve küllü zâlike indî. Allahümmeğfir-lî mâ kaddemtü ve mâ ahhertü ve mâ esrertü ve mâ a'lentü ente'lmukaddimu ve ente'lmuahhiru ve ente alâ külli şey'in kadîrin."

Türkçesi:

"Allahım, hatâmı, bilgisizliğimi, bütün işlerimde israfımı ve benim hakkımda benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla. Allahım, ciddî ve şaka olarak, bilerek ve hatâ olarak yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allahım, önden yaptığımı ve geri bıraktığımı, gizli ettiğimi ve açıkladığımı bağışla. One geçiren de, geri bırakan da sensin. Sen her şeye kadirsin."

Tirmizî'nin rivâyetinde Ümmü Seleme (radıyallahü anh): "Peygamber Efendimizin en çok duası: "Yâ mukallibel-kulûbi sebbit kalbi alâ dînike — Ey kalbleri halden hale döndüren! Kalbimi senin dinin üzerinde sâbit kıl," demekti," demiştir.

Peygamber Efendimiz şöyle de buyururdu: "Allahümme âfinî fi cesedi ve âfini fi sem'î ve basarî vec'alhümâ'l-vârise minnî, lâ ilâhe illâ ente'l-halîmü'l-kerîmü, sübhânallahi'larşi'l-azîmi ve'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîne."

Türkçesi:

"Allahım, vücuduma afiyet, kulağıma ve gözüme âfiyet ver, onları benim vârisim kıl. Senden başka ilâh yoktur. Halim ve Kerîm olan ancak sensin. Büyük Arş'ın sahibi Allah, noksan sıfatlardan münezzeh ve kutlu sıfatlarla mukaddestir. Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur."

"Onları benim vârisim kıl" sözünden murad, ihtiyarlık halinde işitme ve görmenin bekası ve kuvvetidir. Sanki sair kuvvetlerin onlar vârisi olur, demişlerdir.

İmâm-ı Nesâî'nin naklinde şu da gelmiştir:

"Allahümme innî es'elüke fi'le'l-hayrâti ve terke'l-münkerâti ve hubbe'l-mesâkini ve izâ eredte bikavmi fitneten fakbizenî ileyke gayre meftûnin."

Türkçesi:

"Allahım, elbette ben ancak senden iyilikleri işlemeyi, kötülükleri terketmeyi ve topluma bir fitne vermek istediğin zaman fitneye uğramamış olarak yüce katma kabzolunınayı dilerim."

Şu da rivâyet olunmuştur:

"Allahümme fâlika'l-esbâhi ve câile'l-leyli sekenen ve'ş-şemse ve'l-kamere husbânen ikdî anni'd-deyne ve ağninî mine'l-fakri ve metti'nî bi-sem'î ve basarî ve kuvveti ve teveffenî fî-sebîlike."

Türkçesi:

"Allahım! Ey karanlığın içinden sabah aydınlığını çıkaran, ey geceyi istirahat ânı, güneşi ve ayı zaman ölçüsü yapan! Benden taraf borcumu öde (borçlarımı ödemem için bana yardım ihsan et), beni fakirlikten kurtarıp zengin eyle, beni işitme, görme duyularımdan ve gücümden faydalandır, canımı senin yolunda al."

Mutâ'da böyle rivâyet olunmuştur. Şeyhayn'ın rivâyetlerinde "Şöyle taavvuz ederdi" diye Enes'den rivâyet edilmiştir:

"Allahümme innî eûzü bike mine'l-aczi ve'l-keseli ve'l-cübni ve'l-heremi ve'lbuhli ve eûzü bike mine'l-azâbi'l-kabri ve eûzü bike min fitneti'l-mahyâ ve memâti."

Türkçesi:

"Allahım, elbette ben, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, çok yaşamaktan ve cimrilikten sana sığınırım. Kabir azabından sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden (imtihanlarından) sana sığınırım."

Bir rivâyette şöyle gelmiştir:

"Allahümme innî eûzü bike mine'l-hemmi ve'l-hüzni ve'l-aczi ve'l-keseli ve'lbuhli ve'l-cübni ve dalâa'd-deyni ve galebetü'r-ricâli."

Türkçesi:

"Allahım, elbette ben üzüntü ve kederden, acizlik, tembellik, cimrilik ve korkaklıktan, ağır borç yükünden ve insanların galip olmasından sana sığınırım."

Aynı zamanda şöyle buyururlardı:

"Allahümme innî eûzü bike mine'l-cüzzâmi ve'l-barasi ve'l-cünûni ve min seyyii'l-eskami — Allahım, cüzzamdan, baras (sedef hastalığı) illetinden, cinnetten ve kötü hastalıktan elbette sana sığınırım."

Ebû Dâvud ve Nesâî, Enes hazretleri'nden böyle rivâyet etmişlerdir. Müslim'in naklinde Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz şöyle de dua ederdi: "Allahümme innî eûzü bike min şerri mâ alîmtü ve min şerri mâ lem a'lem — Allahım, bildiğim şeylerin şerrinden ve bilmediğim şeylerin şerrinden elbette sana sığınırım."

Tirmizî'nin naklinde Abdullah bin Amr bin As şöyle rivâyet etmiştir:

"Allahümme innî eûzü bike min kalbin lâ yahşeu ve min duâin lâ yesmeu ve min nefsin lâ teşbeu ve min ilmin lâ yenfeu ve eûzü bike min hâzihi'l-erbeu."

Türkçesi:

"Allahım, elbette ben, tevazuu olmayan kalbden, kabul edilmeyen duadan, doymak bilmeyen nefsten ve faydasız ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım."

Müslim ve Ebû Dâvud'un nakillerinde şu da onlardan rivâyet edilmiştir:

"Allahümme innî eûzü bike min zevâli niınetike ve tehavvüli âfiyetike ve fece'ti nıkmetike ve cemîi sahatike."

Türkçesi:

"Allahım, elbette ben, senin nimetinin elimden gitmesinden, senin verdiğin sağlığın bozulmasından, ansızın karşılaşacağım musibetlerden ve gazabını gerektiren her şeyden sana sığınırım."

Ebû Dâvud'un naklinde Ebû Hüreyre'den şu da rivâyet edilmiştir: "Allahümme innî eûzü bike mine'l-fakri ve'l-kılleti ve'z-zilleti ve eûzü bike min en azlime ev uzleme — Allahım, elbette ben, fakirlikten, azlıktan, zelil olmaktan, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım."

Şu da onlardan rivâyet edilmiştir: "Allahümme innî eûzü bike mine'ş-şikaki ve'n-nifâki ve sui'lahlâki — Allahım, elbette ben, şakilikten, iki yüzlülükten ve kötü ahlâktan sana sığınırım."

Yine Ebû Dâvud ve Nesâî'nin nakillerinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, şöyle de buyururlardı: "Allahümme innî eûzü bike mine'l-cûi fe innehü bi'se'd-dacîu feinnehâ bi'seti'l-betânetü — Allahım, açlıktan sana sığınırım. O insanı kucaklayan ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten de sana sığınırım. O insanın içinde gizlenen çok kötü bir arkadaştır."

Nesâî'nin naklinde şu da gelmiştir: "Allahümme innî eûzü bike min galebeti'd-deyni ve galebeti'l-adüvvi ve şemâteti'l-a'dâi — Allahım, elbette ben, borcun galebesinden, düşmanın galebesinden ve düşmanların sevinmesinden sana sığınırım."

Ebû Dâvud ve Nesâî, Ebû Yeser'den şöyle de rivâyet etmişlerdir:

"Allahümme innî eûzü bike mine'l-hedmi ve eûzü bike mine't-teraddi ve eûzü bike mine'l-ğarki ve'l-haraki ve'l-hermi ve eûzü bike en yetehabbetanîye'ş-şeytânü inde'l-mevti ve eûzü bike en emûte ledîğan."

Türkçesi:

"Allahım, yıkılmaktan, gerilemekten ve düşmekten, suda boğulmaktan, ateşte yanınaktan ve bunayacak kadar yaşlanınaktan sana sığınırım. Ölürken şeytanın beni çarpmasından, senin yolundan yüz çevirmiş olarak ölmekten ve zehirli hayvanlar tarafından sokulmuş olarak ölmekten de sana sığınırım."

Ebû Dâvud'un rivâyetinde gelmiştir ki, Peygamber Efendimiz her ne zaman bir topluluktan korksa şöyle dua ederdi:

"Allahümme innâ nec'alüke fî nuhûrihim ve neûzü bike min şürûrihim — Allahım, seni onlara siper ediyorum ve onların şerrinden sana sığınırım."

İmâm-ı Buhârî ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde gelmiştir ki, Hasan ve Hüseyin hazretlerini, Fahr-i Âlem hazretleri şöyle ta'vîz ederdi (Allah'a sığinına duası okuturdu): "Atanız ibrahim aleyhisselâm şöyle ta'vîz ederdi," diye buyurdu:

"Eûzü bi-kelimetillâhi't-tammeti min külli şeytânin ve hâmetin ve min külli aynin lâmetin —Bütün şeytanlardan, cinlerden ve kem gözlerden Allah'ın tam kelimesine sığınırım."

Daha önce de işaret olunduğu üzre bu duaların çoğundan Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin şerefli muradı, ümmetine telkin ve irşadda bulunınak, onlara kendisinden sığınılması ve kaçınılması gereken tehlikeleri bildirip Allah'ın rahmet ve mağfiretini dilemeyi terğib etmektir. Aynı zamanda Hak teâlâ hazretleri'ne tevazuunu, alçak gönüllüğünü ve ihtiyacını arzetmektir, şükür ve zikirdir. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm'in hükmünce kendilerinin günahlarından geçmiş ve gelecek olanlar mağfiret olunmuştur. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

İmâm-ı Buhârî'nin naklinde gelmiştir ki, beşeriyet gereği üzerine gam ve keder ârız olsa şöyle buyururdu:

"Lâ ilâhe illâllahü'l-azîmü'l-halîmü. Lâ ilâhe illâllahü rabbü'larşi'l-azîmi. Lâ ilâhe illallahü rabbü's-semavâti ve rabbü'l-arzi ve rabbü'l-arşi'l-kerîmi."

Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki, her ne zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne mühim bir şey olsa mübarek başını gökten yana kaldırıp: "Sübhnallahi'lazîmi," derdi, İmâm Tirmizi böylece rivâyet etmiştir.

Ebû Dâvud'un naklinde Enes (radıyallahü anh): "Her ne zaman bir şey Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ni üzecek olsa: "Yâ Hayyu yâ Kayyumu bi-rahmetike esteğîsu — Ey bütün varlıkları hayatta ve ayakta tutan, senin rahmetine sığınıyorum," diye buyururdu," demiştir.

İmâm Taberanî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri dedi:

— Her ne zaman bana bir hüzün ârız olsa Cebrâil aleyhisselâm temessül edip (bir şekle bürünüp) gelir: "Yâ Muhammed! Şöyle de!" diye söylerdi: "Tevekkeltü alâ'lhayyillezî lâ yemûtu ve'l-hamdü lillâhillezî lem yettehiz veleden ve lem yekûn lehu şerîkün fî'l-mülki ve lem yekûn lehu veliyyün mine'z-zülli ve kebbirhu tekbîren." (Furkan: 25/58 Isrâ: 17/111)

Türkçesi:

"Ölümsüz olan Allah'a güvenip dayandım. Hamd, hiç kimseyi evlât ittihaz etmemiş olan Allah'a mahsustur. Mülkünde O'nun ortağı yoktur. O'nun âcizlikten ötürü bir yardımcısı da yoktur. O halde gerektiği gibi O'nun büyüklüğünü an."

İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki, "Bir nesne yitirse şöyle dua ederdi," demiştir:

"Allahümme râdde'd-dâlleti ve hâdiye'd-dalâleti ente tehdî mine'd-dalâleti ürdüd aleyye dâlleti bi izzetike ve sultânike feinnehu min atâike ve fadlike."

Türkçesi:

"Allahım! Ey yitikleri bulduran! Ey sapıklıktan kurtarıp doğru yola ileten! Sapıklıktan kurtarıp doğru yola ileten sensin! Güç ve Âzametinle benim yitiğimi bana geri gönder. Muhakkak ki, bu senin bağış ve fazlındandır."

Taberânî böyle rivâyet etmiştir. Enes (radıyallahü anh): "Mübarek ellerinin içiyle ve dışıyla böyle dua ederdi," diye buyurmuştur. Yâni duada ellerinin bazen içerisini mübarek yüzüne karşı tutardı ve bazen de dışarısını tutardı, demektir.

Buharî'nin naklinde Ebû Mûsâ el-Eş'arî (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz dua etti. Ondan sonra mübarek ellerini öyle kaldırdı ki, koltuklarının beyazı göründü," demiştir.

Yine Buhârî katında İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, mübarek ellerini kaldırdı da:

— Allahümme innî ebrâu ileyke mimmâ sanaa hâlidun — Ya Rabbi, Hâlid'in yaptıklarından sana sığmıyorum, diye buyurdu," demiştir.

Hâsılı duada ellerini kaldırmak Resûlüllah hazretleri'nden vâki oldu demişlerdir. Fakat Enes'in hadîsinde gelmiştir ki, "Resûlüllah Efendimiz, istiskadan (yağmur duasından) başka dualarının hiç birinde el kaldırmazdı," diye buyurmuştur.

Bu hadîs sahihtir. Ama âlimler, bununla daha önce geçenler arasını birleştirip şöyle demişlerdir: Yağmur duasındaki el kaldırması diğerlerinden değişikti. Yahut yağmur duasında çok fazla kaldırması cihetinden böyle denilmişti. Meselâ yüzüne karşı tutardı, diğerlerinde ise omzu hizasında tutardı. Yahut şu cihetten ki, yağmur duasında avuçlarını yere karşı tutardı, diğerlerinde göğe karşı tutardı, demişlerdir. Bazı âlimler de: "El kaldırma cihetini sabit görmek diğer sözden daha üstündür," demişlerdir.

İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvud: "Mübarek ellerini omuzlariyle beraber kaldırırdı," demişlerdir.

İbn-i Mâce'nin naklinde "Ve besatahumâ" ibaresi de gelmiştir. Yâni "Ellerini duada açardı," demişlerdir. "Bast" kelimesinin gereği, ellerin düz açılması, kepçe gibi tutulmamasıdır, dediler. Ellerini iki omzuna mukabil tutmak gerekir ki, iki el birbirinin yanında olmamalıdır. Ama Taberanî, İbn-i Abbâs hazretleri'nden zayıf senetle rivâyet etmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, her ne zaman dua etse iki elini birbirine zammederdi ve avuçlarını mübarek yüzüne karşı tutardı," demişler.

İbn-i Hacer: "Ellerini kaldırma hakkında gelen hadîslerin ekserinden murad, duada ellerini uzatıp dümdüz açmaktır," diye buyurmuştur. Ama duadan sonra elleri yüze sürmek hususunda söz şudur: Namaz içinde kunut okumakta en doğru söz şudur ki, elleri yüze sürmek yoktur.

Beyhakî: "Ben, bu hususta seleften hiç bir şey hıfzetmedim. Her ne kadar namaz dışındaki dualarda elleri yüze sürmek bazı seleften rivâyet edilmişse de..." dedi. Bu mânâda Fahr-i Âlem hazretleri'nden zayıf haber gelmiştir. Yâni namaz dışmdaki dualarda Resûlüllah Efendimiz elini yüzüne sürdü, demişlerdir. Ama namazda vâki olduğuna dair asla bir haber, bir eser ve kıyas yoktur. En uygun olan etmemektir, denilmiştir.

Peygamberimizin Kabul Edilmiş Dua ve Bedduaları:

İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Enes bin Mâlik hazretleri'ne hayır dua edip: "Allahım, onun malını ve evlâdını çok eyle, verdiğin nesneleri ona mübarek eyle," buyurmuştur.

Buharî, Edeb-i Müfred'de buyurmuştur ki: "Hazret-i Enes'in annesi Ümmü Süleym Hatun, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne:

— Hizmetkârcığma hayır dua etmez misin, yâ Resûlâllah? dedi.

Fahr-i Kâinat hazretleri de:

Allahım, onun malını ve evlâdını çok, ömrünü uzun ve ona mağfiret eyle, buyurdu.

Sahihte gelmiştir ki: Enes (radıyallahü anh) hicret zamanında dokuz yaşında idi. Ama vefatı, bir sözde hicretin doksan birinci senesinde ve bir sözde de doksan üçüncü senesinde idi. Ama güvenilir olan bu son sözdür, dediler. Hâsılı birinci söze göre yüz yaşına, ikinci söze göre yüz iki yaşma varmıştı. Bazıları yüz yedi yaşına kadar yaşadığını da rivâyet etmişlerdir. En az rivâyet eden "Doksan dokuz yaşına ulaştı," demiştir. Bundan daha aşağısını rivâyet eden yoktur. Ömrü böyle vâki olmuştur.

Evlâdı hususunda ise İmâm Müslim'in naklinde: "Evlâdı ve evlâdinin evlâdı yüz miktarı olmuştur. Zira Enes hazretleri'nden gelen söz şudur:

— Vallahi malım çoğaldıkça çoğaldı ve çocuklarımın çocuklarının sayısı bugün yüz civarına ulaştı, demiştir."

İbn-i Sa'dın rivâyetinde Enes (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri bana hayır dua edip 'Allahım, onun malını ve evlâdını çok eyle, ömrünü uzun ve ona mağfiret eyle,' demiştir. Gerçekten kendi sulbümden olan evlâdımdan yüz yirmi kişiyi defnettim. Bahçelerim yılda iki kere meyve verir ve ben o kadar ömür sürdüm ki, hayattan usandım. Şimdi dördüncü buyruğunu istiyorum," dedi. Yâni "Vefat edip Hakkın rahmet ve mağfiretine ulaşmak isterim," dedi.

İmâm Tirmizî sözüne güvenilir rivâyetçilerle Ebû'l-Aliyye'den rivâyet etmiştir ki: "Enes'in bir bahçesi vardı, yılda iki kere yemiş verirdi. Orada bir reyhan vardı, misk rayihası verirdi," demiştir.

Resûlüllah Efendimizin kabul edilmiş duaları cümlesinden biri de şudur ki, Mâlik bin Rabia'ya dua edip "Hak teâlâ hazretleri, evlâdına bereket versin," demiştir. Rivâyet olunur ki, mezkûr Mâlik'in seksen erkek evlâdı dünyaya geldi.

Bir keresinde Ali bin Ebî Tâlib (Allah varlığını mükerrem kılsın) hasta oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri geçmiş olsun ziyaretine gidip "Allahım, ona şifa ver. Allahım, ona afiyet ver," buyurdu. Ondan sonra: "Kalk, yâ Ali!" dedi. Hazret-i Ali: "O zamandan sonra bir daha bana o rahatsızlık geri dönmedi," diye buyurdu. Hâkim böyle rivâyet etmiştir. Beyhakî ve Ebû Nuaym da 'Sahih hadîstir' demişlerdir.

İmâm Beğavî ve İbn-i Sa'dın rivâyetlerinde İbn-i Abbâs hazretleri'ne dua edip: "Allahım, ona dinde anlayış ve kavrayış ver. Allahım, İbn-i Abbâs'a hikmet ve tevil ilmi ver," demiştir. İmâm-ı Buhârî'nin naklinde: "Allahümme allemehu'l-kitâbe — Allahım, ona Kitab'ın ilmini ver, ona Kitab'ın ilmini öğret," demiştir. Bilindiği gibi Hak teâlâ hazretleri, İbn-i Abbâs'a ne kadar üstünlük ve olgunluk müyesser eylemiştir. Elbette bu ümmetin âlimi, fazilet ve marifetin denizi olup Sultânü'l-Müfessirîn ve Tercümânü'l-Kur'ân olmuştur. Allah ondan razı olsun.

Nabiğatü'l-Ca'dî dedikleri fasih şâirin iki beytini işittiğinde Resûlüllah Efendimizin hoşuna gidip:

— Allah, dişlerini dökülmekten saklasın, diye dua etmiştir.

Rivâyet olunur ki, yüz yıl ömür sürdü ve dişlerinden güzel kimsenin dişi yoktu. Beyhakî'nin rivâyetinde: "Yüz yıldan fazla ömür sürdü de bir dişi gitmemişti," demişlerdir. Bazı rivâyette: "Bir dişi düşse yerine bir daha çıkardı," dediler.

Amr bin Ahtab, bir kere Resûlüllah Efendimize sırça kapla su verdi, içinde bir kıl görüp çıkardı. Bu hareketi Resûlüllah hazretleri'ne hoş gelip:

— Allahım, onu güzelleştir, diye dua etti.

Rivâyet ederler ki, Amr doksan üç yaşma vardı da saçında ve sakalında bir ak kılı yoktu. Beyhakî'nin rivâyetinde: "Resûlüllah Efendimiz, 'Allah'ım, onu güzelleştir,' diye dua etti. Sakalı ağarmış iken yine karardı," demişlerdir.

İmâm Abdürrezzak buyurmuştur ki: "Bir Yahudi, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne bir deve getirmişti. Resûlüllah Efendimiz:

— Allahım, onu güzelleştir, diye hayır dua etti.

Yahudi'nin kılları öyle karardı ki, her nesneden siyah oldu." Bazı rivâyette: "Yahudi doksan yıl ömür sürdü," demişlerdir.

Ebû Nuaym'ın ve başkalarının naklinde Ibnü'l-Humku'l-Huzâî, Peygamber Efendimiz hazretleri'ne su vermişti. Peygamber Efendimiz, kendisine:

Allahım, onu gençlikle faydalandır, diye hayır dua etti.

Ömründen seksen yıl geçti de bir ak kılı görünmezdi.

Yakub bin Süleyman, Delâil-i İ'câz adlı kitabında zikretmiştir ki: "Bir kere Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri'ne geldi. Hazret-i Fâtıma'nın açlık eserinden mübarek benzinde safran sarılığı vardı. Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri bunu görünce mübarek elini göğsünün üzerine koyup:

— Allahım, bu açı doyur ve yüzünü renklendir. Muhammed'in kızı Fâtıma'ya açlık verme, diye buyurdu.

İmrânu'l-Husayn (radıyallahü anh) dedi: Hazret-i Fâtıma'nın yüzüne baktım. O saat yüzünden sarılık zail olup mübarek benzine kan gelip kızardı."

Urve bin Ca'd dedikleri kimseye:

Allahım, alışverişinde onu kazançlı kıl ve kazancını ona kutlu eyle, diye dua etti.

Urve'den rivâyet edilmiştir ki: "Ondan sonra her ne satın aldımsa ondan fayda gördüm," demiştir.

Cerîr (radıyallahü anh) at üzerinde oturmaya kadir değildi. Efendimiz hazretleri:

— Allahım, onu sâbit kıl, hâdi ve mehdi (doğru yola götüren ve doğru yolda giden) eyle, diye dua etti.

Artık attan düştüğü vâki olmadı.

Sa'd bin Ebî Vakkas için: "Allahım, onun duasını kabul et," diye dua etti. Ondan sonra Sa'd, duası kabul olunan bir kişi olmuştur.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Resûlüllah Efendimiz, Abdurrahman bin Avf hazretleri'ne bereketle dua etti. Hak teâlâ hazretleri, ona o kadar mal ve giyecek verdi ki, Abdurrahman (radıyallahü anh): "Eğer bir taşı kaldırsam altında altın ve gümüş bulacağımı umardım," dedi..

Beyhakî, rivâyetinde: "Terekesinden altını kazmalarla çıkardılar. Hattâ çıkarıncaya kadar nicelerinin elleri kabardı," demiştir. Dört hatunu vardı, birisini seksen bine sulh ettiler. Bazı kavilde "Yüz bine" demişlerdir. Mezkûr adetten muradın altın olması muhtemeldir. Hayatında ettiği fazla sadakalardan başka elli bin de vefatından sonra tasadduk edilmesini vasiyet etmiştir. Bir gün otuz köle azad etti. Bir kere yedi yüz deveyi yükleri ve bütün takımlariyle tasadduk etmiştir. Bu kadar çok malı Fahr-i Âlem hazretleri'nin duası bereketiyle ticaretten kazanmıştı.

Zührî'den nakledilmiştir ki: "Bir kere malinin yarısını tasadduk etti. Dört bin altındı. Sonradan Hak teâlâ hazretleri öyle verdi ki, bir kere de kırk bin altın tasadduk etti. Ondan sonra fisebilullah; gâzilere beş yüz at verdi. Sonra yine fisebilullah beş yüz deve verdi," demiştir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin bedduasıAllah saklasın öyle tesir ederdi ki, bir kere Mudar tâifesine beddua etti. Hak teâlâ hazretleri, onlara öyle bir kuraklık ve kıtlık verdi ki, devenin bütün atılacak yerlerini yedikten sonra yapağısını kanına bulaştırdılar da öyle yediler.

Utbe bin Ebî Leheb'e: "Allahım, ona köpeklerinden bir köpeği saldırt" diye beddua edip sonra Şam yolunda onu arslan parçaladığı daha önce zikrolunmuştur.

Ebû Dâvud ve Beyhakî, zayıf senetle rivâyet etmişlerdir ki,. Tebük gazâsına gittiğinde bir yerde bir hurma ağacına doğru namaz kılardı. Bir kişi, Fahr-i Âlem hazretleri'yle ağacın arasına uğrayıp geçti. Resûlüllah Efendimiz:

— Namazımızı kesenin Allah izini kessin, diye buyurdu.

O kişi kötürüm olup kaldı, artık kalkamadı, demişlerdir.

Rivâyet olunur ki, Büsr bin Ayr dedikleri bir kimse vardı; bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin yanında sol eliyle yemek yedi. Resûlüllah Efendimiz, ona:

— Sağ elinle ye! diye buyurdu.

O da:

— Kadir değilim, diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz:

Kadir olmayasın! diye buyurdu.

O kimse ağzına yemek götürmeğe kadir olamadı, demişlerdir. Ama sözün gelişinden anlaşılan şudur ki, kadir değilim dediğinde yalan söylemişti.

Yine Beyhakî'den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bir kere Muaviye'yi istedi.

— Yâ Resûlâllah, yemek yiyor, dediler.

İkinci defa isteyip yine öyle dediklerinde:

Allah, karnını doyurmasın! buyurdu.

Ondan sonra Muâviye, asla doymadı. Ama sonradan bir kere hayır dua edip: "Allahım, onu ilimle ve hilimle doldur," diye buyurmuştur, dediler.

Buharî, Tarih'inde İbn-i-Abbâs hazretleri'nden rivâyet eder ki, bir gün Resûlüllah hazretleri, Muaviye'yi devesinin ardına bindirmişti. Sual edip:

Yâ Muâviye! Bana senin hangi uzvun yakındır? dedi.

O da:

Karnım yakındır, yâ Resûlâllah! dedi.

O zaman:

— Yâ Rab, sen bunun karnını ilim ve hilimle doldur, diye dua etti, demiş.

Beyhakî rivâyet eder ki, Umman diyarında oturan Mâzin-i Tâî dedikleri kişi anlattı: "Fahr-i Âlem hazretleri'ne bir gün:

Yâ Resûlâllah! Ben, saz dinlemeğe, şarap içmeğe ve kadına düşkün bir kimseyim. Üzerimize kıtlıklar musallat oldu; mallarımızı zâyi etti, zürriyetlerimizi ve umutlarımızı zayıf ve zebûn etti. Benim çocuğum da yoktur. Hak teâlâ hazretleri'ne dua eyle, bende olan hırs ve fücuru giderip bana hayâ versin ve çocuk ihsan eylesin, dedim.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri dua edip:

Allahım, onun sevincini Kur'an okumaya, haramını helâle tebdil eyle, ona hayâ ver ve çocuk bağışla, diye dua etti.

Hak teâlâ hazretleri, benden o hâleti giderdi, Umman diyarına ucuzluk verdi. Ben kişizade dört hatun aldım. Hak teâlâ hazretleri bana Hayyân adlı oğlumu ihsan etti," demiştir.

Resûlüllah Efendimizin bunlardan başka kabul edilmiş dualarının nihayeti yoktur. Hattâ bazıları bu hususta başlı başına fasıl ve bâb tertip edip cem' ve telif etmişlerdir.

Ama Buhârî'nin Ebû Hüreyre hazretleri'nden naklettiği üzre âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri: "Her peygamberin kabul olunacak bir duası vardır. Onlar dualarını ettiler. Ben, duamı âhirette ümmetime şefaat için bıraktım," buyurdu.

Ama bunun zahirinde müşkülât görüp "Bunun gereği, her peygamberin sadece bir duasinin kabul edilmiş olmasıdır. Halbuki Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin ve diğer peygamberlerin her birinin nice duaları kabul olunmuştur. O halde bu hadîs-i şerifin aslı nedir?" dediler. Buna cevap verilip "Bu hadîste zikredilmiş olan dualar, kabul edilmesi kesin olanlardır. Diğerleri ise kabul edilmesi umut üzre olan dualardır," denildi. Yâni her peygamberin bir duasinin kabul olacağı kendi katında kesindir. Onda aksine ihtimal hiç yoktur. Geri kalan duaların kabul olunınası umma üzredir. Elbette makbul olur, diyemezler. Bu takdirde sair dualarından daha nicesinin makbul olması câizdir," dediler.

Bazıları, mânâsı, "Her peygamberin bir duası vardır ki, o, bütün dualarının en üstün olanıdır," demektir, dediler.

Bazıları, "Her peygamberin ümmeti hakkında kabul edilmiş umumî bir duası vardır. Bu dua ya onların helâklerine ya da necâtlarına dairdir. Ama hususî duaların kimisi kabul olunur, kimisi olunınaz, demektir," dediler.

Bazıları da "Her peygamberin kendi nefsine yahut dünyasına ilişkin kabul olunmuş bir duası vardır, demektir," dediler.

Kirmânî, Buhârî şerhinde: "Her peygamberin kabul olunmuş bir duası vardır. Diğer duaları Hak teâlâ hazretleri'nin dilemesine bağlıdır. Dilerse kabul eder, demektir," demiştir.

Ama Aynî, bu sözü beğenmeyip: "Bunda şenaat vardır. Benim şüphem yoktur: Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin her duası makbuldü. Hadis-i şerifinde 'Li-külli nebiyyin da'vetün müstecâbetün — Her peygamberin kabul edilmiş duası vardır,' buyurması benim dediğime aykırı değildir. Zira şerefli sözü hasredilmiş değildir," demiştir. Yâni: "Her peygamberin kabul edilmiş duası vardır," demek, bütün duaları kabul olur demeğe elverişlidir, demek olur. Zira bu şerefli söz, ba'ziyetle (duaların kimisini kimisinden ayırmakla) sınırlı değildir.

Ama başkalarının sözü, dâ'vetin tenkirinin (dua mânâsına gelen Da'vet kelimesinin harfi tarifsiz kullanılmasinin), bir'lik için olmasına göredir. Nitekim hadîs-i şerifin zahiri onun üzerinedir. Zira "Ben duamı âhirette ümmetime şefaat için bıraktım," sözü buna delâlet eder. En iyisini Allah bilir.

Hadîs-i şerifte, Resûlüllah Efendimizin diğer peygamberler üzerine faziletine (üstünlüğüne) işaret vardır. Şu cihetten ki, ümmetini kendi nefsi ve Ehl-i Beyt'i önüne geçirip kabul edilen duasını onlara tahsis etti. Aynı zamanda onların helâklerine dua etmedi. Nitekim başka peygamberler etmişlerdir.

Hadîsin zâhiri, Fahr-i Kâinat hazretleri'nin dua ve şefaatini kıyâmet gününe tehir edip o gün dua ve o gün şefaat etmesini gerektirir. Ancak duanın dünyada olması ve semeresinin âhirete tehir edilmesi de muhtemeldir.

Peygamberimizin İstiğfarı:

Kâinatın hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin zikirlerinden ve dualarından bir miktarı da daha önce abdest, namaz ve hac bahisleri esnasında zikrolunmuştur. İstiğfarı hususunda da söz şudur:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, istiğfar ve tevbe ile pek çok meşgul olurdu. Nitekim Buhârî'nin naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretleri'nden rivâyet eder ki, gündüzün ve geceleyin yetmiş kereden fazla istiğfar ve tevbe ederdi. Bunun zahiri, taleb-i mağfiret ve tevbeye (bağışlanına istemeye ve Allah'a yönelmeye) azmettiğine delâlet eder. Yâni istiğfar ve tevbe kelimelerinin kullanılması murad edilmiş değildir. Bu kelimelerin aynen söylenmesi de muhtemeldir. Nitekim Nesâî'nin naklinde güzel isnatla İbn-i Ömer hazretleri'nden rivâyet edilmiştir ki: "Bir mecliste Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden, yüz kere: 'Esteğfirullâhe'llezi lâ ilâhe illâ hüve'l-hayye'l-kayyume ve etûbü ileyhe — Kendisinden başka ilâh bulunınayan, her şeyi hayatta ve ayakta tutan Allah'dan bağışlanına dilerim ve (kötülükleri, mâsivâyı tamamen terkedip bütün varlığımla) O'na yönelirim,' diye buyurduğunu işittim," demiştir.

Başka bir rivâyette yine İbn-i Ömer hazretleri'nden gelmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin bir mecliste yüz kere: 'Rabbiğfir-lî ve tub aleyye inneke ente't-tevvâbü'r-rahîmü — Rabbim, beni yarlığa ve tevbemi kabul eyle. Elbette sen, tevbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyicisin,' dediğini sayardık," diye buyurmuştur.

Ebû Hüreyre'nin hadîsinde vâki olan en çoğu "yetmiş" kere sözü müphemdir. İbn-i Ömer hazretleri'nin mezkûr hadîsiyle tefsir edilip yüz sayısına ulaşması mümkündür. Nesâî'nin naklinde: "Ben, günde yüz kere Allah'a istiğfar ve tevbe ederim," sözüyle gelmiştir.

Yine Nesâî, Ebû Hüreyre'den rivâyet eder ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretleri, halkı topladı ve onlara:

— Ey insanlar! Allah'a tevbe edin (yâni günahlardan, kötülüklerden, boş ve faydasız şeylerden ciddiyetle yüz çevirip Allah'a yönelin).! Zira ben, günde yüz kere tevbe ederim, buyurdu," demiştir.

Daha önce işaret olunduğu üzre kâinatın hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin istiğfarı kendi pâk zâtı için olmayıp ümmetine şeriatını bildirmek, yâni onu ümmetine meşru kılmak içindi. Yahut ümmetinin günahları için istiğfar ederdi. Çünkü kendisinin geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştı.

Eğer "Fahr-i Kâinat hazretleri nasıl istiğfar ederdi, ne söylerdi?" denilirse İmâmı Buhârî katında Şeddâd bin Evs'in hadîsinde gelmiştir ki: "İstiğfarın en üstünü şöyle demektir," diye buyurmuşlar:

"Allahümme ente rabbî ve enâ-abdüke halâktenî ve enâ alâ ahdike ve va'dike ma'steta'tü eûzü bike min şerri mâ sana'tü ebûu leke biniınetike aleyye ve ebûu alâ nefsi bizenbî fekad zalemtü nefsi ve'tereftü bizenbî feğfir-lî zünûbî mâ kaddemtü minhâ ve mâ ahhertü feinnehü lâ yeğfirü'z-zünûbe cemîan illâ ente."

Türkçesi:

"Allahım, sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum. Beni sen yarattın. Ben, sana gücümün yettiği kadar verdiğim söz üzerindeyim. Yaptığım kötülüklerden sana sığınırım. Verdiğin nimetlere karşı kusur ettim, nefsime zulmettim. Günahlarımı itiraf eder, geçmiş ve gelecek günahlarımın bağışlanınasını senden dilerim. Beni bağışla. Her ne şekilde olursa bütün günahları senden başka kimse bağışlayamaz."

Yâni bundan büyük istiğfar olmaz. Kişi istiğfar edince böyle etmesi gerektir. Hattâ âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki: "Bir kimse gündüzün böyle istiğfar eylese, ondan sonra akşama yetişmeyip vefat etse, o kimse cennet ehlindendir. Geceleyin böyle deyip sabaha ermeden vefat etse o kişi yine cennet ehlindendir."

Hâsılı malûm oldu ki, bu keyfiyet üzre istiğfar etmek daha üstünınüş. Elbette Peygamber Efendimiz üstün olanı terketmezdi. En iyisini Allah bilir.

Peygamberimizin Kırâeti:

Buharî'nin Enes'den rivâyet ettiği üzre şöyle gelmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri, 'Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîmi' dediği zaman bir med 'Bismillâh'da, bir med 'Er-Rahmân'da ve bir med de 'Er-Rahîm'de ederdi."

Ummü Seleme, (radıyallahü anh) Peygamber Efendimiz hazretleri'nin kırâetini tavsif edip: "Harf harften seçilecek şekilde açık okurdu," demiştir. Hâsılı, "Kur'an okusa bir bir mânâsı anlaşılırdı," demek olur.

Tirmizî'nin rivâyetinde şu da Ümmü Seleme'den nakledilmiştir ki:

— "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîne" deyip dururdu. Ondan sonra "Er-rahmani'r-rahîm" deyip yine dururdu, demiştir.

Ayrıca Müslim'in rivâyetinde Hafsa (radıyallahü anh): "Resûlüllah Efendimiz, okuduğu uzun sûrelerden de olsa daha çok tertîl ederdi," demiştir. Maksat tertîlde mübalâğa ederdi, demektir. Tertîl'in mânâsı, her harfini, her kelimesini yerli yerinde, birbirinden seçilir şekilde ve şerefli lâfzına halel getirmeden okumak demektir.

Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Berâ (radıyallahü anh): "Yatsı namazında Tin sûresini okurdu. Peygamber Efendimizden sesi güzel veya kırâeti güzel bir kimse işitmedim," demiştir.

Buyurmuşlardır ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nin kırâeti tertîl üzre idi. Tez tez kesmezdi ve acele etmezdi, açık seçik okurdu. Ayet âyet keserdi. Medler ederdi. Kırâetiyle teğanni ve tercî' ederdi. Nitekim Mekke'nin fethi gününde "înnâ Fetehnâleke" sûresini okuduğunda terci' etmiştir. Tercî'in mânâsı, kırâette nefesi bazen alçaltıp, bazen yükseltmektir. Teğanni'den de murad, güzel sesle tercî' etmektir.

Buharî zikretmiştir ki, Abdullah bin Muğaffel, Peygamber Efendimizin tercî'ini hikâye edip üç kere "E, E, E. demiştir. Ayrıca Peygamber Efendimiz: "Zeyyinû'lkur'âne bi-asvatiküm — Kur'an'ı seslerinizle ziynetlendirin," buyurmuştur.

Yine Peygamber Efendimiz: "Leyse minnâ men lem yeteğanne bil-kur'ani — Kur'an'la teğanni etmeyen bizden değildir," buyurmuştur.

Ayrıca:

"Hak teâlâ hazretleri, teğanni (cehr) ile Kur'an okuyan o sesi güzel peygamberi işittiği gibi hiç bir şeyi işitmedi," demiştir.

Mezkûr rivâyetlere bakıp iyice düşünen kimseye malûmdur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri'nden vâki olan terci' ihtiyarî idi. Devenin hareket etmesiyle zarurî olarak meydana gelme değildi.

Rivâyet olunur ki, bir gece Resûlüllah Efendimiz, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin kırâetini dinledi. Sonradan:

— Seni dinledim, Kur'an okuyordun, dediği zaman Ebû Mûsâ (radıyallahü anh):

— Yâ Resûlâllah! Eğer senin dinlediğini bilseydim, sesimin güzelliğiyle kırâeti tezyin ederdim, dedi.

Bu hadîs, "Kur'ân'ı sesinizle süsleyin hadîsi tersine döndürülmüştür. Bundan maksat Sesinizi Kur'an'la süsleyin demektir," diyen kimselerin sözünü reddeder.

İbn-i Esir: "Mezkûr hadîsi İbn-i Abbâsın hadîsi öyle te'yid eder ki, şüphe kalmaz," dedi. Zira İbn-i Abbâs (radıyallahü anh), Efendimiz hazretleri'nden rivâyet etmiştir ki: "Likülli şey'in hilyetin ve hilyetü'l-kur'âne hüsnü's-savte — Her şeyin bir hilyesi (süsü, ziyneti) vardır. Kur'ân'ın hilyesi de güzel sestir," buyurmuşlar.

Teğanninin Câiz Olduğu, Olmadığı Hususunda Âlimlerin İhtilâfı:

Nihayet âlimler bu mes'elede pek çok ihtilâf etmişlerdir. Çekişmenin ayırımı şöyle demektir: Teğanni iki şekil üzredir.

Biri şudur ki, tabiatın gereğidir. Kişi kendini zorlamadan, nağmeler çıkarınayı idman etmeden ve başkasından öğrenmeden sadece şöyle kendi tabiatını haline bıraktığı takdirde elhan eylerse (nağmeli ve ahenkli okursa) bu câizdir. Selefin eyledikleri ve dinledikleri teğanni bu mânâyadır. Bu güzeldir. Bunu okuyan ve dinleyen tesiri altında kalır ve ruha safâ hâsıl olur.

Bir şekil de şudur ki, elhan tabiattan kopmaz da zorlama, yapmacık ve idmanla hâsıl olur; şu şarkıcıların öğrenme ve idmanla ettikleri elhan ve nağmeler kısmından olur. Selefin çirkin görüp kınadıkları işte bu kısımdır.

Zikredilen ayırımla şüphe giderilip doğrunun ne olduğu meydana çıkar. Selefin hallerine vâkıf olan kimse bilir ki, onlar zorlama ve yapmacık üzre musiki nağmeleri ile kırâetten berî idiler. Hâsılı, güzel sesle zorlamaksızm güzel nağmelerle Kur'ân-ı azîmi okumak memduhtur, güzel ve beğenilen bir şeydir. Âlemlerin iftiharı Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bu türlü okuyuştan hoşlanırdı.

Sahih hadîste gelmiştir ki, Ebû Mûsâ'yı dinlediği zaman: "Buna âl-i Dâvud'un mezmurlarından (nağmelerinden) bir mezmur verilmiştir," diye buyurmuştur.

Yâni Ebû Mûsâ'nın nefesini Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın nefesine tesbih etti. Sözün değerlendirmesi, "Dâvud'un mezmurlarından" demektir. "Al" kelimesi mukahham (ta'zim ifadesi) dir. Nitekim maâni âlimleri zikretmişlerdir. Dâvud aleyhisselâmın sesinin güzelliği ve nefesinin tesiri meşhurdur. Rivâyet olunur ki, Benî israil'e konuşma yapacağı vakit yedi gün yemek yemez, su içmez ve hatunlarının yanına varınazdı. Ondan sonra Hazret-i Süleyman'a emrederdi, o da çıkıp çevre bölgelerde, dağlarda, derelerde ve sahralarda nida edip:

Dâvud filân gün toplantı yapıyor, hazır olun! derdi.

Ondan sonra sahraya minber kurarlardı. Dâvud aleyhisselâm çıkıp otururdu. Süleyman aleyhisselâm yanında dururdu. Ondan sonra insan, cin, vahşi hayvanlar ve kuşlar, hattâ perde ehli kızlar, şerefli toplantıda hazır olup vaaz ve nasihatini dinlerlerdi. Ervelâ Hazret-i Hakk'a hamd ve senâ ederdi. Bunu işitenlerden nice kimseler can teslim ederlerdi. Ondan sonra günahkârların halini beyan edip ağlamaya başlardı. Bir tâife de orada can teslim ederlerdi. Hazret-i Süleyman görürdü ki, halk helâk olup gidiyor, sonunda babası Hazret-i Dâvud'a:

Ey Allah'ın Peygamberi! Halk senin nefesinin tesirinden helâk oldular. Daha ne ediyorsun? diye haber verirdi.

Bunun üzerine Hazret-i Dâvud'un kendinin de aklı başından gidip yıkılırdı. Kendisini sediriyle beraber alıp sarayına götürürlerdi. Ondan sonra Süleyman aleyhisselâm emrederdi. Münadiler nida edip:

— Dâvud'un toplantısında kimin akrabası ve yakını varsa yoklasın! derlerdi.

Her kişi gelip kimi oğlunu, kimi kardeşini götürüp giderlerdi. Hazret-i Dâvud iyileştiği vakit oğluna sual edip:

Yâ Süleyman, Bent İsrail'in kulları ne eylediler? derdi.

O da:

— Filân ve falan kimseler, meclisinde can verdiler, diye haber verirdi.

Dâvud aleyhisselâm elini başına koyup feryat ve figan ederek:

— Ya Rab, o şevkten ve korkundan can veren tâife arasında Dâvud da can veremediği için Davud'a gazab ettin mi? diye ağlardı.

Başka bir toplantıya kadar hali bu idi, Allah, bizim peygamberimize ve ona yardımlarını, salât ve selâmlarını daim etsin. Ama bu kıssadan hatıra gelmesin ki, Benî israil'in hali bu şerefli ümmetin halinden yeğrektir.

Bunun açıklamasında iki yol vardır.

Biri şudur ki, onlara verilen kuvvet onlara verilen halete mukavemet edemezdi. Ama bunlardan sâlih selefin şanları şu idi ki, vaaz dinleme hali ile dinlemenin olmaması hali birbirine yakındı. Zira zikir ve fikir halleri, yâkîn tavırları, bunlara devamlı ve birbiri arkasından gelmekte idi. Hâsılı o türlü hallerle ünsiyet sahibi olmuşlardı. Kuvvetleri o kadar verilmişti ki, kendilerini zabta kadirdiler. Nitekim Hazret-i Dâvud'un ve Süleyman'ın halleri, o ruh teslim edenlerden daha eksik değildi. Belki onlardan zevk, hâl ve marifetleri binlerce derece daha yüksekti. Fakat ruhani kuvvetleriyle nefslerini zabta kadirlerdi. Kendileri helâk olmazlardı. Dinleyicilerden nicesi helâk olurdu. Hazret-i Dâvud'un kendisinin ruh teslim etmediğine ağlayıp feryat etmesi tevazudandı. Hak teâlâ hazretleri'ne:

— Nolaydı, yoluna can verenlerden olaydım, diye tevazu göstermek ve iştiyakını arzetmekti.

Nerde kaldı ki, o vefat edenlerden kendinin kusur ve noksanı olsun? Belki hepsinden daha yüce ve daha şerefli idi. Bu türlü söz, büyüklerden çok sâdır olur. Maksatları tevazu edip kendilerini alçak tutmaktır.

Rivâyet olunur ki, ümmetin en faziletlisi Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), bir kere vaaz dinlerken bir kişinin ağladığını gördü:

Önceleri biz de böyleydik. Sonra kalblerimiz katılaştı, dedi.

Tevazuundan kendi kalbinin kuvvetini kasvetle (katılıkla) tabir etti.

İkinci yol şudur ki, bu ümmetten de nice kimselerin, Kur'ân-ı Azîm'i dinlerken ruhlarını teslim ettikleri olmuştur. Nitekim İmâm Seâlibî bu hususta bazı rivâyetler toplamıştır. Belki nice müridlerin, sadece meşayihe nazar, etmekle can verdikleri olmuştur. Rivâyet ederler ki, Ebû Türâb Nahşebî hazretleri'nin bir müridi vardı. Her gün bir nice kere Hak teâlâ hazretleri ona tecelli ederdi. Bir gün Ebû Türâb zikri geçen müride:

Eğer Bayezid-i Bestâmî'yi görmüş olsaydın daha büyük bir şey görmüş olurdun, dedi.

İttifak edip bir gün mürid, Şeyh Ebû Türâb hazretleri'yle beraber Bayezid'in huzuruna vardılar. Müridin nazarı Hazret-i Bayezid'e dokunduğu gibi mürid düşüp can verdi. Ebû Türâb:

— Yâ Bayezid! Bu şahsın iddiası şu idi ki, Hak teâlâ hazretleri kendisine tecelli eder, Hak teâlâ hazretleri'ni müşahede eder. Seni bir kere görmekle can verdi, dedi.

Bayezid:

— O kişi gerçek söylerdi. Hak teâlâ hazretleri, ona makamı kadar tecelli ederdi. Ama beni gördüğü zaman benim makamım kadar tecelli etti. Buna tâkat getiremeyip helâk oldu, dedi.

Tarikat ehlinin tecelli dedikleri, marifetullah'dan yüce ve büyük bir mertebedir. Yoksa gözle görmek değildir. Dünyada Allah'ı gözle görmek düşünülemez. Nitekim Hazret-i Mûsâ'ya: "Len terânî — Sen beni hiç bir vakit göremezsin!" (A'raf sûresi: 7/143) buyrulmuştur.

Muradları bu mânâ idi ki, tarikat erbabına suizan etmek câiz değildir. En iyisini Allah bilir.

Semâ'

Bundan sonra malûm olsun ki, semâ' (bir ahenk tutarak ilâhi okumak veya zikir meclisinde zikrin ahengine uyarak hareket ve devretmek) tasavvuf ehlinin yolunda maruf bir nesnedir. Hâsılı bunların ıstılahında o şevk ve zevk meclislerinde ettikleri gönül açıcı sesler ve nağmelerdir. Kuvvet sahibi Ebû Talib-i Mekkî büyük sahabeden bir cemaatın onun mübahlığına kail olduklarını nakletmiştir. Bunlardan bazıları Abdullah bin Ca'fer, İbn-i Zübeyr, Muğîre bin Şu'be ve Muâviye'dir. Allah onlardan razı olsun. Büyük meşayihten Cüneyd-i Bağdadi, Seriyü's-Sakatî ve Zünnûn-ı Mısrî (Allah onlara rahmet etsin) de mübahlığına kail olmuşlardır.

İmâm-ı Gazalî İhyâ-u Uiûm'unda gayet ayrıntılı olarak mübahlığı hususunda kuvvetli deliller ortaya koymuştur. Hususiyle mübah olan zevk ve sevinç zamanlarında olursa.

Sahihayn'da Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, bir bayram günü Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh), Hazret-i Âişe'nin yanına geldi. O sırada Hazret-i Âişe'nin yanında iki Arap kızı def çalıyorlardı (nağmeyle şiir okuyorlar, yâni şarkı söylüyorlardı). Fahr-i Kâinat hazretleri de elbiselerine bürünınüş olarak oradaydı. Hemen Hazret-i Ebû Bekir, o kızları koğdu. Âlemlerin hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri yüzünden perdeyi açtı ve:

— Ey Ebû Bekir! Bırak, incitme, bayram günleridir, diye buyurdu.

Bir rivâyette Hazret-i Âişe'den şöyle gelmiştir ki:

"Bir kere benim yanımda iki kız Buâs ğınâsiyle teğanni ederlerken Resûlüllah Efendimiz dışarıdan geldi. Döşeğinin üzerine yan yattı ve mübarek yüzünü öte çevirdi. Ondan sonra Hazret-i Ebû Bekir geldi. Bunları görünce beni koğdu ve:

— Şeytanın düdüğü Resûlüllah hazretlerinin yanında ne arar? dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem hazretleri, Ebû Bekir'e dönüp:

Bırak, incitme o kızları, diye buyurdu," demiştir.

Yine Hazret-i Âişe'den bir rivâyette, o kızlar için "Onlar muganniyeler değildi," diye buyurmuştur. Bunun mânâsı, "Onlar meşhur muganniyeler gibi teğanni etmiyorlardı," demektir. Yoksa teğanni etmiyorlardı demek değildir. Bundan dolayı yukarıda geçen hadise muhalefet lâzım gelmez. Malûmdur ki, bir kimse ırlamağı (teğanni etmeyi, şarkı ve türkü söylemeyi) âdet ve san'at edinmese ona ırlayıcı demezler. Hazret-i Âişe'nin "Onlar muganniyeler değillerdi," demesinin mânâsı budur. Hadîs-i şerifte geçen "Buâs ğınâsı"ndan murad, cahiliyet zamanında Ensâr kavminin aralarında olan harb ve kıtale ilişkin şiirlerdir. Yâni "O kızlar, mezkûr şiirlerden bazı beyitler ırlıyorlardı ve kendileri meşhur ırlayıcılardan değillerdi," demektir.

Buyurmuşlardır ki: Hazret-i Âişe'nin böyle buyurması, ırlayıcılıkla meşhur olanların ırlamasmdan sakinınaya delâlet eder. Zira nefsin hevasım tahrik eden o türlü ırlamaktır. İçinde bilinen kadın tavsifi, şarap veyahut sair haram olan şeylerin zikredildiği şiirlerin haram olmasında ihtilâf yoktur. Zamane sofilerinin ortaya koydukları üslûp da haramlığında ihtilâf olmayan şeyler kabilindendir. Yâni bir alay hevâ ehli bir yere gelip sadece nefsin hazzı için mütenasip ahenk ve nağmeler, birbirine uygun hareket ve tavırlarla semâ' ve raks etmelerinin haram olduğunda asla şüphe yoktur. Ama şöyle ki, her ne zaman semâ', ilâhiler, tevhid kelimelerine ilişkin şiirler, Allah'ı yahut Peygamberimizi övmeye, yüceltmeye dair beyitlerle, tesirli ve güzel seslerle âdâb üzre vâki olur, dinleyen kimse mümkün olduğu kadar kendini zabteder, ilâhî şevk ve muhabbetle ağlamak gelir de yine imkân nisbetinde nefsini zabtedip edep dışı davranışlar göstermez, çağırıp bağırmazsa... böyle olunca gayet güzel ve letafet üzredir. Bu, tamamen nefsin temizlenmesine sebep olur. Bunda zarar yoktur. Bununla beraber bu mertebeyi de terkedip bundan daha yüce şeylerle, şüphe korkusundan sâlim olan işlerle meşgul olmak ve himmetini o yönde sarfetmek daha önce gelir.

İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî ve âlimlerden bir cemaatten (Allah onların hepsine rahmet etsin) semâm haram olduğuna delâlet eden sözler naklolunmuştur. Ama zannolunur ki, şerefli muradları, kendisinde şeytanî kışkırtına bulunan cinsten semâdır. Yâni şeytanî hayal ve düşünceleri harekete geçiren ve sırf nefsanî haz için olan şarkı ve türkülerdir. Nitekim zamâne fâsıkları toplanıp saçma sapan sözler ve garip hareketler ederler. Allah saklasın, bu türlü semâm fısk ve fesat olduğunda şüphe yoktur.

Ama semâm kalblere tesirine nazar olunduğu vakit onun mübahlığına ve haramlığına hükmetmek câiz değildir. Belki şahısların değişikliğiyle ve nağme tarzlarının değişmesiyle hükmü de değişik olur. Onun hükmü, kalbde olanın hükmüdür, demişlerdir. Yâni bazı şahısların kalbinde ilâhî şevk ve muhabbetten gizli eser olur. Semâ', bu gibi kimselerin safâsını ve haletini harekete getirici olup ezel âleminde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabından can dimağlarında kalan lezzeti izhar edici ve hatırlatıcı olur. Bazı hevâ ehlininse habis nefslerinde saklı bulunan hayvanî şehvetleri ve nefsanî lezzetleri kışkırtıcı ve meydana çıkarıcı olur. İkisi arasındaki farkın ne olduğu ise beyandan müstağnidir.

Semâ'ın Tesiri:

Semâm tesiri öyle hissedilir ve görülür derecededir ki, hattâ konuşamayan hayvanlardan kuşlarda, dört ayaklı hayvanlarda ve diğerlerinde müşahede edilmiştir. Hâsılı bülbül ve sair kuşların saz ve seslerini işitseler yakın gelip dinlerler. Kendileri feryat ve figana başlarlar. Devenin yanınca Araplar yüksek sesle ahenk tutarlar. Onun şevkiyle deve öyle bir halet bulur ki, ağır yükleri uzun uzak menzillere götürür, gider, yorulmak bilmez. Nice kere vâki olmuştur ki, ağır yükler altında şevk ve neş'eyle hızlı gitmekten kendini helâk etmiştir.

İhyâ-u Ulûm'da Ebû Bekir Dineverî'den hikâye olunmuştur ki, siyah bir köle, güzel ses ve hoş nağmelerle nice deveyi helâk etmiştir. Ağır yükleri vururdu da ırlayarak yanınca giderdi. Deve, üç günlük menzili bir gecede alırdı.

Netice olarak semâ'ın tesiri hissedilir. Yâni semâ', elle tutulur ve gözle görülür bir tesir sahibidir. Ondan müteessir olmayanın mizacı fâsit ve ilâcı mümtenidir. Yâni o kimse hastadır ve hastalığinin da ilâcı yoktur. Bir şeyden ki, kuşların ve dört ayaklı hayvanların tabiatı müteessir olur, insanın ondan müteessir olması elbette daha önce gelir. Semâ'ın faydası kalbe rikkat ve letafet vermektir. Onun içindir ki, büyük meşayihten bazı kimseler, virdlerini, evzân ve elhân üzre (ölçülü ve ahenkli bir şekilde) bağlamışlardır. Her ne zaman o elhân üzre dinlense müridlerin kalbleri neşât ve halet, sâliklerin ruhları safâ ve rahat bulur.

T e n b i h:

Bazı kimseler zuınetmişlerdir ki, semâ'ın kalblere tesiri tilâvetten daha fazla olur. Ama böyle değildir. Aslı şudur: Kur'anın sırlarının celâl ve azâmeti öyle bir derecededir ki, ona sonradan meydana gelmiş olan beşer kuvveti tâkat getiremez. Eğer onun güzelliklerinden ve mânâsından birazı kalblere açılsa kendinden geçip hayrette kalırlar. işte kemâl mertebede müteessir olmamaları, bilgisizlik, nefsaniyetin galebesi ve ruhaniyetin zayıflığı sebebiyle ilgisiz kalıp zevk alamadıklarındandır. Semâ'dan müteessir olmaları ise onda okunan beyitlerin kendileriyle münasebeti olması cihetindendir. O da huzûz'un (zevklerin) nisbetidir, hukuk'un (hakların) değildir. Yâni ondan haz ve nasiplerinin tamamını alırlar. O beyitler ile nağmelerin birleşmesinden nefslere çok fazla haz hâsıl olur. Ancak o kimseler ki, kemâl derecesine vâsıl olup Kur'an'ın esrarına bilgi hâsıl etmişlerdir, onlar katında Kur'an okumakla semâ'ın asla münasebeti yoktur. Hattâ bazıları, Kur'an okurken ruhlarını teslim etmişlerdir. Nitekim daha önce işaret olunmuştu. En iyisini Allah bilir.