Geri

   

 

 

İleri

 

6 - 5  Sekizinci söz şudur:

"Hak teâlâ hazretleri, seni dalâlet ehli olan kavmin arasında bulup dalâletten sakladı, imana ve onları irşada hidayet etti," demek olur.

Dokuzuncu söz şudur: "Sana indirilenin beyanında seni hayret ve şaşkınlık içinde buldu da seni beyana hidâyet etti," demektir, dediler. Bu söz Cüneyd'den rivâyet edilmiştir.

Onuncu söz şudur: Hazret-i Ali (kerremallahu veçhe) nin rivâyetinde Fahr-i Âlem hazretleri buyurmuştur ki: "Cahiliyet ehli amellerinden hiç bir şeye kasdetmedim, ancak iki defa kasd vâki oldu. Her birinde Hak teâlâ hazretleri, muradımla benim aramda hâil oldu. Yâni beni ondan men etti. Kasdettiğim şey müyesser olmadı. Bir kere Mekke'nin yukarı tarafında koyun güdenlerden birine:

Benim koyunlarımı da sen gözet. Benim gönlüm istiyor ki, şehre gideyim, bu gece orada bazı yiğitlerle sohbet edeyim, dedim.

Ondan sonra gittim, Mekke şehrine geldim. O uğradığım evde defler ve nâylarla bir sohbete rast geldim, oturdum. Onlara bakarken Hak teâlâ hazretleri mâni oldu: Beni uyku bastı, yattım. Tâ güneş dokununcaya kadar uyanınadım. Bir gece daha böyle edeyim dedim. O gece de evvelki gibi beni uyku tuttu, yattım. Tâ gün dokununcaya kadar uyanınadım. Ondan sonra asla bir yaramazlığa kasdetmedim. Hak teâlâ hazretleri beni risaletiyle şereflendirdi."

Ama "Ve veda'nâ anke vizreke, ellezi enkaza zahreke — Ve atmadık mı senin üzerinden yükünü ki, ağırlığından sırtını çatırdatmıştı?" (İnşirah sûresi: 94/23) buyurmasinin zahiriyle peygamberlerden küçük günahların sudurunu tecviz eden fıkıh, hadîs ve kelâm ehlinden bir topluluk bu âyeti delil getirmişlerdir. Yâni "Vizr" günâh mânasınadır. Âyet-i kerîmede murad, "Senin üzerinde ağır bir yük olan vizri (günahı) arkandan indirdik," demektir, dediler.

Velhasıl bu âyet-i kerîme hakkında ihtilaf etmişlerdir. Lügat ehli dediler ki: "Bunda asıl şudur: Her ne zaman sırta ağır gelse arkanın mahmil (mahfe denilen ve develerin sırtına konup içine binilen büyük sepet) sesi gibi bir sesi olur. Yâni arkaya çok ağır yük bassa kemikleri öter. Bu duruma Araplar "Enkaze'l-cemele zahrehu — Devenin sırtını çatırdattı," derler. Burada Peygamber Efendimiz hazretlerine ağır gelen nesneler için temsil vâki olmuştur. Hâsılı, 'O ağır gelen nesneleri üstünden indirdik, yâni kaldırdık gitti' demek olur."

Bazıları dediler ki: "Vizr diye ağır yüke derler. Burada murat, 'Nübüvvetin ağır yüklerini üzerinden indirdik, yâni onun sebeplerini ve gereklerini koruyup haklarına riayet etmek, halkı dine dâvet edip Allah'ın hükümlerini beyan ettiğinde türlü belâ ve cefâlarını çekmekle hâsıl olur. Bu yükleri üzerinden indirdik. Yâni bu müşkülleri sana kolaylaştırdık' demek olur."

Bazıları da dediler ki: "Vizr'den murat, âlemlerin hocası Efendimiz hazretlerine kâfirlerin Halil'in sünnetini değiştirmelerinin güç gelmesidir. Kâfirleri bundan men etmeye muktedir değildir. Bundan huzursuzluk duyar ve üzüntü çekerdi. Sonunda Hak teâlâ hazretleri kuvvet verip de: "Ettebea millete ibrâhime — ibrahim'in dinine tâbi olun," (Nisâ sûresi: 4/125) diye emretti. Yine ibrahim aleyhisselâmın sünnetine riayet olundu. Sırtındaki ağır yükü kaldırmaktan murat bu idi"

Bazıları da: "Mânası, 'Biz seni o türlü vizr'den (yükten) masum kıldık ki, eğer hâsıl olsaydı senin sırtına ağır bir yük olurdu' demektir. "Vedaa" dediği ismetten (masumiyetten) mecazdır," dediler.

Bazıları da: "Senin içinden meşgul olduğun, hayretin ve şeriat taleb edişin üzerine ağır bir yük oldu, biz de sonunda sana şeriat verdik," demektir, dediler.

Bazıları: "Vizr'den murad, ümmetinin günahlarıdır ki, kendinin üzerine ağır bir yük gibi olmuştu. Hak teâlâ hazretleri, ümmetini dünya azâbından beri kılmakla Habib-i Ekrem hazretlerine eminlik verdi. Nitekim: "Ve mâ kânallahü li-yuazzibehum ve ente fîhim — Oysa sen onların içinde bulundukça Allah onlara azâb edecek değildi," (Enfâl sûresi: 8/33) buyurdu. Ve âhirette şefaatini kabul edeceğini vaad buyurdu," dediler. Bundan başka bazı izah şekilleri daha zikrettiler.

Ama, "Li-yağfire lek'allahü mâ tekaddeme min zenbike ve mâ taahhere — Allah senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışladı," (Fetih sûresi: 48/2) âyeti kerîmesinde ki, zahirinden anlaşıldığı üzre Fahr-i Kâinat hazretlerinden bazı günahların geçmiş olup bazısinin da geleceğini gerektirir, İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dedi ki: "Mânası, 'Sen mağfiret olunmuşsun. Eğer günahın da olsa bundan dolayı kmanınazsın,' demektir."

Bazıları dediler: "Vâki olan ve olmayanın bağışlanınası murad edilmiştir. Yâni, sen mutlak surette mağfiret olunmuşsun, demektir."

Bazıları da, "Murad, yanılma ve gaflet yoluyle olanlardır," dediler. İmâm-ı Kuşeyrî bu sözü tercih etmiştir.

Bazıları da: "Baban Âdem'den geçmiş olan ve ümmetinden gelecek olan, demektir," dediler. Yâni âyet-i kerîmede tekaddüm eden günah dediği, "Baban Âdem'in günahı" demektir. Gelecek olan günah dediği de ümmetinin günahı demektir, dediler. Bu söz İbn-i Atâ'dan nakledilmiştir. Bazıları, "Murad sadece ümmetidir" dediler. Yâni geçmiş ve gelecek günahlardan murad onların günahlarıdır.

Bazıları da: "Günahtan murad birinci derecede yapılması gerekeni yapmamaktır," dediler. Yâni söz, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine göredir. O'ndan günah sâdır olmadı, ama birinci derecede olanın yapılmamasinin sâdır olması mümkündür. Zenb (günah) buyrulması, önceliğin terkine göredir. Nitekim, "Hasenatü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrebîn — İyi kişilerin iyilikleri, yakîn ehli kimselerin kötülükleridir," denilmiştir. Önceliğin terki mubah kısmmdandır. Fakat Fahr-i Kâinat hazretlerine nisbetle kötülük ve günah derecesinde olur. Onun için zenb (günah) diye tabir olundu," dediler.

Sübkî der ki: "Âyet-i kerîmeyi, kendisinden öncesi ve sonrası ile düşündüm. Bir şekilden başka açıklanınasına asla ihtimal bulmadım. Yâni sadece murat, Fahr-i Kâinat hazretlerini şereflendirmektir. Evveli ve sonrası arasında asla günah yoktur. İfadesi şudur: Hak teâlâ hazretleri, O'na bağışladığı nimetleri âyet-i kerîmede bütünüyle zikretmek istedi. Uhrevî nimetlerin toplamı iki kısımdır: Birisi selbiyedir ki, günahların bağışlanınasıdır. Biri de sübutiyedir ki, sonsuz ikramlardır.

Birinci kısma: "Li-yağfire lek'allahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhere — Allah senin günahından gelmiş ve gelecek olanı bağışladı," (Fetih sûresi: 48/2) sözüyle işaret buyurdu.

İkinci kısma da: "Ve yutimme niınetehu aleyke — Ve sana olan nimetini tamamladı," (Fetih sûresi: 48/2) sözüyle işaret buyurdu.

Dünyevi nimetler de iki kısımdır. Bir kısmı dinî nimetlerdir ki, bu türlü nimetlere: "Ve yehdiyeke sırâten müstakimen — Ve seni doğru yola hidâyet etti," (Fetih sûresi: 48/2) sözüyle işaret etti. Bir kısmı ise dünyevîdir ki, ona da "Ve yansurek'allahu nasren azizen — Ve sana şanlı bir zafer verdi," (Fetih sûresi: 48/3) sözüyle işaret buyurdu. O halde Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli şanını yücelttiğini, başkaları üzerine ayrıcalığı olan nimetleri Fahr-i Kâinat hazretleri hakkında tamamladığını âyet-i kerimede tanzim etti. Bu fazilet ve kerametleri topluca Resûlüllah hazretlerine mahsus kıldığını açıklayıp hepsini Feth-i Mübin'e gaye kıldı. Başlangıçta tazim sigası irad edip "İnnâ fetehnâleke — Biz sana fetih verdik," (Fetih sûresi: 48/1) buyurdu ve "Sana" hitabı ile bunun Fahr-i Kâinat hazretlerine mahsus olduğunu bildirdi."

İbn-i Atiyye de bu mânaya öncelik vererek, "Murat, sırf Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerinin şerefini yüceltmedir, yoksa günah elbette vâki olmamıştır," dedi. "Günah südurunun caiz olduğunu kabul etsek bile Fahr-i Kâinat hazretlerinden vâki olmadığına şek ve şüphe yoktur. Söylediği sözler bakımından masum ve mahfuz olduğu, "Ve mâ yantıku ani'lhevâ, in hüve illâ vahyin yûhâ — O havadan konuşmaz. O'nun sözü, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir," (Necın sûresi: 53/3-4) sözüyle sâbit olmuştur. Fiiller bakımından günahsızlığına şu delâlet eder ki, bütün sahâbe-i kirâm, O'nun az veya çok, küçük ve büyük her fiiline tâbi olmak üzerinde icmâ ve ittifak etmişlerdi. Bu hususta asla tereddüt etmez ve duraklamazlardı, bunu söz konusu bile etmezlerdi. Hatta kendi başına kaldığı zamanlarda işlediği işlere bile uymak maksadiyle onları bilmek isterlerdi. İmkân bulsalar bütün hallerini taklit ederlerdi. O'ndan günah sâdır olmasına asla ihtimal vermezlerdi. Sahâbe-i kirâmın Fahr-i Kâinat hazretlerine karşı hâlini ve davranışını düşünen bir kimse, o ihtimali hatırına getirmeğe Hak teâlâ hazretlerinden hayâ eder," diye buyurdu.

Bir çeşit şüphe bulunup da defi lâzım gelen âyetler cümlesinden biri de şudur ki, Hak teâlâ hazretleri:

"Yâ eyyühe'n-nebiyyü't-taki'l-lâhe ve lâ yutii'l-kâfirîne ve'lmünâfıkîne — Ey Peygamber! Allah'dan sakın, kâfirlere ve münafıklara itâat etme," (Ahzâb sûresi: 33/1) diye buyurmuştur.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretlerinden takvâsı (sakinına üzere bulunınası) kesindi. Emir öyle bir nesneye gelir ki, kendisine emredilen kimse o işi işlememiş olsun. Meselâ "Otur!" diye o kişiye buyururlar ki, ayakta durur. Yoksa oturan kimseye otur demenin ne mânası olur? Kâfirlere ve münafıklara ıtâat ise hâşââlemlerin hocası Efendimiz hazretlerinden gelmesi muhtemel olan bir iş değildi. Bunlardan nehyetmenin mânası nedir? diye şüphe gelirse şöyle denilir ki:

— Hak teâlâ hazretlerinin buyurduğu, huzurun devamlılığını gerektirici olan takvâdır.

Bazıları şöylece cevap verdiler:

Fahr-i Kâinat hazretlerinin mertebesi ve ilmi aralıksız artmakta idi. Geçen zamandaki hali şimdikine nisbetle önceliği terk kısmmdandı. Hâsılı, takvâdan hâlî değildi. Ama her saat yeni bir takvâ hâsıl olurdu. Emir, o geleceklere göre olur, dediler.

Bazıları: "Takvâ buyurmak, 'Takvâ üzere dâim ol' demektir. Nitekim oturan kimseye, 'Ben filân yere gidip gelinceye kadar otur!' derler. Mânası, 'Kalkıp gitme, oturmakta devam et' demektir," dediler.

Bazıları da: "Gerçi hitap Resûlüllah Efendimiz hazretlerinedir, ama murat ümmetidir. Buna delâlet eder ki: "İnnallahe kâne bimâ tâmelûne habîren — Elbette Allah yaptıklarınızdan haberdardır," (Ahzâb sûresi: 33/2) dedi. "Bimâ taınelu — Yaptığını" demedi. Murat Resûlüllah Efendimiz hazretleri olsaydı müfret sigasiyle "Bimâ taıneluyaptığını," buyrulurdu," dediler.

Biri de: "Felâ tutii'l-mükezzibîne — Öyleyse yalanlayanlara itâat etme," (Kalem sûresi: 68/8) âyet-i kerîmesidir.

Mükezzibîn'den (yalanlayanlardan) murat, Mekke kâfirlerinin ileri gelenlerdir. Yâni o Hazret'i kendi bâtıl dinlerine dâvet edenler... O'nun ise onlara itâat ihtimali yoktu. Dâima onlara muhalefet üzre olduğu kesindi. "İtâat etme" buyrulması, onlara muhalefette şiddet göstermeği belirtmek içindi. Yâni itâat etme demek, pek fazla muhalefet eyle, demektir, dediler.

Biri de: "Fein künte fî şekkin mimmâ enzelnâ ileyke fes'eli'llezîne yakreûne'lkitâbe min kablike — Eğer sen, sana indirdiğimiz şey hakkında şüpheli isen senden önce Kitâb'ı okuyanlara sor," (Yunûs sûresi: 10/94) âyet-i kelimesidir.

Zahir mânası budur. Ama Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden bu hususta şüphe gelmesi nasıl muhtemeldir ki, böyle buyrulsun? Bunun açıklaması nedir? Âyet-i kerîmede hitap kime yöneliktir? diye tefsir âlimleri ihtilaf etmişlerdir.

Bir topluluk dediler ki: "Muhatap zahirde Muhammed Efendimiz hazretleridir. Ama hakikatte murat başkalarıdır. Nitekim, "Andolsun, eğer ortak koşarsan işlerin boşa gider ve ziyan edenlerden olursun," (Zümer sûresi: 39/65) âyetinde hitabın zahiri Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinedir. Ama hakikatte başkalarına yöneliktir. Bunun benzeri hitaplar âdet olmuştur. Nitekim bir padişah bir kimseyi emir tayin etse ve o emîrin bayrağı altında olan halka bir emir verecek olsa, onların kalblerinde tesirinin daha kuvvetli olması için hitabı o emîre yöneltip "Şöyle edesin, böyle edesin" diye ferman eder. Bunda da hüküm böyledir."

Bir söz de şudur ki, Ferrâ dedi: "Muhammed Mustafa Efendimiz hazretlerinde şek bulunınadığını Hak teâlâ hazretleri bilirdi. Ama bu söz o cinstendir ki, bir kimse kendi oğluna "Eğer benim oğlumsan bana hürmet et," der, yahut bir kuluna (kölesine) "Eğer benim kulumsan bana itâat et" der. Bununla beraber onun kendi oğlu ve kendi kölesi olduğunda şüphesi yoktur. Bu da böyledir."

Bir söz de şudur ki, gönlü dar olan kimseye şâk (şek sahibi) derler. O halde mâna: "Eğer onların eza ve cefalarından gönlün daraldı ise sabreyle. Senden evvel gelen kitabı okuyanlara sor. Gör ki, peygamberler kavimlerinin eza ve cefalarına nasıl sabır ve tahammül etmişlerdir? İşin sonunda nasıl mansur ve muzaffer olmuşlardır?" demektir. Kasdedilen, bu mânaların hakikatini araştırıp geçmiş kitaplarda yazılı olanları tanık göstermektir. Onlarda olan gerçektir. Zira Kur'ân, onları tasdik etmiştir. Yahut bundan maksat, o Hazret'i coşturma ve sağlamca yerine yerleştirme, hakikatini açık seçik bildirmedir. Yahut da farz ve takdir şekli üzredir. Yoksa şekkin vukuunun mümkün olduğu ifade edilmek istenmiş değildir: Onun içindi ki, bu âyet-i kerime indiği zaman:

— "Vallahi, ne şek ederim ve ne de başkasına sual ederim," diye buyurdu.

Bu zikrolunan sözler, hitabın Fahr-i Âlem hazretlerine olması takdirine göreydi. Ama muhatap başkası olduğu takdirde sözün anlatışı şudur ki, Resûlüllah hazretlerinin zamanında halk üç kısım üzre idi. Bir kısmı Fahr-i Âlem hazretlerini tasdik ederdi. Bir kısmı şek ve tereddüt üzre idiler, ne tasdik ve ne tekzib edebilirlerdi. Arada öyle kalmışlardı. Hak teâlâ hazretlerinin hitabı bunlaradır. Yâni, "Ey insanoğulları, eğer Muhammed Mustafa'nın lisanı üzre bizim indirdiğimiz doğru yol (hidayet) üzerinde şek ederseniz kitap ehline sorun. Onlar, Muhammed Mustafa'nın peygamberliğinin gerçekliğine dair size delâlet etsinler. O'nun geleceği geçmiş kitaplarda yazılmıştır. Onlara sorun," demek olur.

Biri de: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Onun için şüphe edenlerden olma," (En'âm sûresi: 6/114) âyetidir.

Kur'ânın Hak teâlâ hazretleri tarafından geldiğinde Fahr-i Âlem hazretlerinin şüphe etmesi ihtimali yoktur. O halde bu sözün mânası nedir ? denilirse, şüphe Kur'an'ın nüzuluna göre değildir. Kitap ehlinin bunu bilmesine göredir. Yâni, "Kitap ehlinin Kur'ânın Hak teâlâ hazretlerinden geldiğini bildiklerinden şüphe etme" demektir. Yoksa Hak teâlâ hazretlerinden geldiğinden şüphe etme demek değildir. Fahr-i Âlem hazretlerinin bunda şüphesi olmadığı kesindir. Yahut "Şüphe edenlere 'Sakın şüphe etme' de, yâ Muhammed," demektir. Resûlüllah hazretlerine şek edicileri şekden nehiy etmesi için telkindir. Bazı açıklama şekilleri daha zikretmişlerdir.

Biri de: "Allah dileseydi, elbette onları doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen cahillerden olma," (En'âm sûresi: 6/35) âyetidir.

Mânası: "Eğer Hak teâlâ hazretleri, onların doğru yol üzere bulunınasını dileseydi onları imana muvaffak kılardı. Hatta mümin olurlardı. Fakat dilemesi ona ilişkin olmadı. Sen bunun için kendini sıkıştırıp durma. Yâni olmayacak nesne için cahillerin yaptığı gibi haris olma. Sabredecek yerde inleyip feryat etme," demektir. Bazılarının kavline göre hitap ümmetinedir. Yâni "ümmetin, câhillerden olmasın" demektir. Bunun benzerleri Kur'an'da çok vâki olmuştur. "Ve in tuti' eksere men fî'larzı — Yeryüzünde bulunanların çoğuna uysan," (En'âm sûresi: 6/116) âyeti de bu kabildendir. Yâni hitabın zahiri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinedir, ama murad ondan başkasıdır. Nitekim, "Eğer inkâr edenlere itâat ederseniz," (Âl-i İmrân sûresi: 3/149) âyetinden açıkça anlaşılır.

Biri de: "Ve in künte min kablihi lemine'l-ğâfilîne — Sen, ondan önce gafillerdendin," (Yusuf sûresi: 12/3) sözüdür ki, Yusuf kıssasinin başında geçmiştir. Mânası; Peygamber Efendimize, "Sana Kur'ân vahiy olunınadan önce sen gafillerdendin," demek olur. Ama gafil'den murad, "Vellezînehum en âyâtinâ ğâfilûne — Bizim âyetlerimizden gafil olanlar" (Yûnus sûresi: 10/7) âyet-i kerîmesinde zikredilmiş olan gafil değildir. Belki Yusûf kıssasından gafil demektir. Yâni, "Bundan önce sen, o kıssadan haberdar değildin, kulağına gelmemişti, onu bilmiyordun. Bizim vahyimizle bildin," demektir.

Biri de: "Her ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni kışkırtacak olsa Allah'a sığın," (Araf sûresi: 7/200, Fussilet sûresi: 41/36) âyet-i kerimesidir. Mânası, "Gazab seni korkuttuğu zaman onu terketmeye tahammül et ve ondan yüz çevir," demektir. Hâsılı Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerine emretti ki, "Her ne zaman gazab kuvveti harekete gelse yahut şeytan bir nesneye seni kandırmak istese Allahü teâlâ'ya sığın. Tâ ki, Hak teâlâ hazretleri kifayet edip istiğfarın tam masumluk sebebi olsun," demek olur. Şeytan'ın Fahr-i Âlem hazretlerini azdırmaya ve doğru yoldan saptırmaya elbette kudreti yoktur. Onunki ancak bir saldırmadan ibarettir. Bu mertebeden bile emin ol, demektir. Mel'un şeytan, melek suretine girip bazı kötülükler bulaştırmaya da muktedir değildi. Buna ne risaletten önce zafer bulmuştur, ne de sonra. Belki peygamber olan kimse, kendisine gelenin melek olduğunda şek etmez. Bu kesin bilgiye sebep ya şudur ki, Hak teâlâ hazretleri onda zaruri bir bilgi halkeder, yahut o zamanda kesin bir delil gösterir. Nitekim daha önce de işaret olunmuştur.

Biri de: "Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin ve lâ nebiyyin illâ izâ temenna elka'ş-şeytânu fî ümniyyetihi — Biz senden önce resûl ve nebilerden hiç kimse göndermedik ki, şeytan, onun arzusu içine bir şey atmasın," (Hac sûresi: 22/52) âyetidir. Bu âyet-i kerime hakkında bütün müfessirlerin söylediklerinin en güzeli şudur ki, "Temennâ"dan burada murat, tilâvet (okumak) tır. Onda şeytanın ilkasmm (bir şey atmasinin) mânası, okuyanın hatırına bazı dünyevî endişe ve düşünceler düşürmektir. Hatta öyle olur ki, okurken bazı vehim ve unutına karıştırıp okuduğunu hatırından giderir. Yahut dinleyenlerin hatırına bazı nesne düşürür ki, okunan şeye aykırı olur. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri mel'un şeytan sebebiyle olan şüpheyi def edip maksadı açıklar ve âyetlerini sağlamlaştırır. Kadı lyâz böyle buyurmuştur. Daha fazla açıklaması Birinci Bölüm'de geçmiştir.

Şifâ'da der ki: "Fahr-i Âlem hazretleri,, o gece bir vadide sahâbe-i kirâm ile sabaha yakın bir zamanda konaklamıştı. Bilâl (radıyallahü anh) namaz vaktini gözetmek için yatmayıp fecrin doğmasını beklerken o da uykuya varıp güneş doğuncaya kadar uyanınadılar. O vakit Peygamber Efendimiz hazretleri:

"İşte bu, şeytanın sevdirdiği şeydir," diye buyurmuştu.

Bundan murad, şeytanın kendine musallat olduğunu veya vesvese verdiğini beyan değildir. Belki Bilâl'e tasallutunu beyandır. Zira:

"Şeytan Bilâl'e geldi küçük çocuğu uyutur gibi devamlı uyutınağa çalıştı. Sonunda Bilâl uyudu," buyurmuştur.

Bu anlatış, "İşte bu, şeytanın sevdirdiği şeydir," sözünü uykunun sebebine tenbih tuttuğumuz takdirdedir. Ama vâdiden geçip gitmeğe göre tutunca asla itiraz varid değildir."

Biri de: "Abese ve tevellâ, en câehu'l-aınâ — Surat astı ve yüz çevirdi, kör geldi diye," (Abese sûresi: 80/1-2) âyetidir. Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi hakkında buyurmuşlardır ki: "Bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Kureyş büyüklerinden Utbe, Şeybe, Ebû Cehil, Abbâs bin Abdül-Muttalib, Ümeyye bin Halef ve Velid bin Muğîre katında idi. Durmadan onları islâm dinine dâvet edip onlarla meşgul oluyordu. Onlar müslüman olmakla diğer halkın da İslâm'a gelmelerini umuyordu. Peygamber Efendimiz hazretleri bu meşguliyet arasında iken İbn-i Ummi Mektum (radıyallahü anh) ki, sahâbe-i kirâmden âmâ bir kimsedir, o gelip Fahr-i Âlem hazretlerine:

— Ya Resûlallah! Şu Rabbinin sana öğrettiğini bana okutup öğret, dedi.

Sonra tekrar söyleyince bu meşguliyet içinde olan Fahr-i Âlem hazretlerine güç gelip mübarek yüzünü değiştirdi, ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyetin zahirinden öyle vehmedilir ki, Fahr-i Âlem hazretleri âmâdan rahatsız olup yüz çevirdiği için günah işlemiş oldu da Hak teâlâ hazretleri bu âyeti itap için göndermiş oldu! Ama böyle değildir. Belki Hak teâlâ hazretlerinden şu mânayı bildirmek içindir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin üstüne düştüğü husus, yâni zikrolunan inatçı kâfirleri dine dâvetle uğraşmak, faydası olmayacak bir nesnedir. Eğer âmânın haliyle onların halleri açıklanmış olsaydı âmâ tarafına iltifatı tercih ederdi.

Fahr-i Kâinat hazretlerinin zikrolunan kâfirleri dine dâvet etmesinde masiyet ve muhalefet kısmından bir nesne yoktu. Belki bu, tâat ve risaletin tebliği idi. Sadece Hak teâlâ hazretlerinin buyurduğu, iki tarafın hallerini bildirip kâfirlerin işini tevhin (zayıflatma) ve onlardan yüz çevirip uzaklaşmağa bu şerefli sözle işarettir. Tevhin, kolaylaştırma ve hafifletme demektir. Yâni "Hükmün tebliğinden sonra kâfirlerin İslâm'a gelmesi hususunda çok hırs üzere olup kendine meşakkat verme!" demektir. Zira "Ve mâ aleyke ellâ yezzekkâ — Onun temizlenmesinden sana ne!" (Abese sûresi: 80/7) buyurmuştur. Yâni, "Onların İslâm'la kendilerini temizlememelerinde senin üzerine düşen bir zarar yoktur," demektir. Hâsılı, "Onların Müslüman olmasına karşı hırsın o dereceye varınasın ki, dine dâvetleriyle uğraşmaktan Müslüman olandan yüz çeviresin. Senin üzerine lâzım olan tebliğdir. Başka bir şey değildir. Sen Hak teâlâ hazretlerinin risaletini tebliğ eyle. Bunu kabul edip kendilerini temizlemiş oldularsa hoş, olmadılarsa Allah'ın emrinin tesir etmesinde kendini daha fazla sıkıştırma," demek olur.

İbn-i Ummü Mektum da gerçi âmâ idi, ama o zamanda Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin o kâfirlerle konuştuklarını işitirdi. Onların şânında Resûlüllah hazretlerinin çok ihtİmâm gösterdiğini bilirdi. Bu arada kalkıp söz arasına girmesi Fahr-i Âlem hazretlerine sıkıntı ve üzüntü vermişti. Bu bakımdan İbn-i Ummü Mektum büyük bir masiyet irtikâp edip tedibe müstahak olmuştu. Fahr-i Âlem hazretleri, onun için bir miktar yüz çevikmekle onu tedip etti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbını tedip hususunda izinli ve yetkili idi. Fakat itap şeklinde bu âyet-i kerimenin nâzil olması, İbn-i Ummü Mektum âmâ ve özürlü bir kişi olduğundan dolayı daha fazla şefkatli ve yumuşak davranınaya müstahak olduğu içindi. En iyisini Allah bilir.

Biri de: "Af'allahu anke lime ezinte lehüm — Onlara izin verdiğin için Allah seni affetsin," (Tevbe sûresi: 9/43) âyet-i kerimesidir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Tebük gazâsına gittiği zaman münafıklar yalan özür ve bahaneler beyan ederek seferden geri kalmak için izin istediler. Resûlüllah Efendimiz de izin verip münafıklar kalmışlardı. Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretleri onlara izin verdiği için itap suretinde bu âyet-i kerîmeyi inzal edip: "Yâ Muhammed! Niçin münafıklara izin verdin? Yalanlan, gerçekleri meydana çıkıncaya kadar bekleseydin," diye buyurdu.

Katâde der ki: "Bu söz, Hak teâlâ hazretlerinden o Hazret'e itaptır. Nitekim işitirsiniz. Yani itap olduğu açıktır. Ama sonra yine: "Bazı işler için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver," (Nur sûresi: 24/62) âyet-i kerîmesini indirip işi onun şerefli reyine ısmarladı."

Amr bin Meymun dedi: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden iki fiil sâdır oldu ki, onlarda Hak teâlâ hazretleri tarafından emredilmiş değildi. Birisi münafıklara seferden geri kalmağa izin vermesidir. Biri de esirlerden fidye almasıdır. Onun için Hak teâlâ hazretleri itap etti. Nitekim işitirsiniz."

Ama bazıları: "Bu âyet, Fahr-i Kâinat hazretlerinden günah sâdır olmuş olduğuna delâlet eder. Zira "af'allahu anke — Allah seni affetsin," (Tevbe sûresi: 9/43) buyruldu. Af, ancak günah geçmiş olan yerde olur," dediler.

Cevap verildi ki: "Af'allahu anke — Allah seni affetsin" demek daha önce günahın geçmiş olmasını gerektirmez. Hak teâlâ hazretlerinin bu sözü ona tazim için buyurmuş olduğu niçin caiz olmasın? Nitekim bir kişinin birisi katında kadri olsa ona tazim için "Benim işim hakkında yaptığından dolayı Allah seni affetsin," der veya "Benim sözüme verdiğin karşılıktan dolayı Allah senden razı olsun," der, yahut "Hakkımı tanıdığın için Allah seni affetsin," der. Bu sözlerden murat, tazim ve tekrimden başka bir şey olmaz. "Afâ" burada "Gafere — Günahını bağışlamak" mânasına değildir. Belki Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin:

"Allah, sizi, bindiğiniz atm, kullandığınız köle ve cariyenin zekâtından affetti," buyurduğu gibidir.

Burada ise bunların zekâtinin gerekliliği daha önce geçmiş değildi. Belki bunun mânası, "Siz bununla mükellef değilsiniz," demektir, dediler.

Bazıları da: "Lime ezinte — Niçin izin verdin?" (Tevbe sûresi: 9/43) sözünde istifham, inkârî istifhamdır, dediler.

Buna da cevap verip dediler ki: Bu söz, o Hazret'ten günah sâdır olmuş olmasından olduğu kadar günah sâdır olmamış olmasından da hâli değildir. Eğer olmadı dersen, "Niçin izin verdin?" sözünün onun hakkında inkâr olması mümkün değildir. Zira ne günâh sâdır oldu ki, inkâr gerekli olsun? Eğerhâşâ ve kellâgünah sâdır oldu dersen, "Allah affetsin" sözü de affın husulüne delâlet eder. Af hâsıl olduktan sonra ise inkâr, mânâsız olur. Böylece sâbit oldu ki, bütün takdirler üzere "Niçin onlara izin verdin" sözü Resûlüllah Efendimiz hazretlerininhâşâgünahkâr olmasına delâlet eder demek mümkün değilmiş, dediler.

Bu cevap şüpheyi kökten kaldırır, kâfi ve şâfi bir cevaptır. O halde "Niçin onlara izin verdin" buyrulması, önceliğin terkine hamledilir. Belki ilim ehli olanlar, bu türlü sözü itaptan saymazlar ve öyle sananları yanılmaya, yanlış anlamaya nisbet ederler.

Biri de: "Mâ kâne li-nebiyyin en yekûne lehu esrâ hattâ yushine fi'l-arzı turidûne areze'd-dünyâ vallahi yuridu'l-âhirete — Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiç bir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünyâ malını istiyorsunuz, Allah ise âhireti istiyor," (Enfâl sûresi: 8/67) âyet-i kerîmesidir.

İmâm-ı Müslim'in rivâyetinde Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Hak teâlâ hazretleri Bedir gazâsında müşrikleri hezimete uğratıp yetmiş kişisi öldürüldü ve yetmiş kişisi esir oldular. Resûlüllah Efendimiz, Ebû Bekir, Ömer ve Ali hazretleri (Allah onlardan razı olsun) ile bu esirler hakkında müşavere etti. Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) dedi ki:

— Ya Resûlüllah! Bu tâife yine bizim amca oğullarımız, aşiretimiz ve kardeşlerimizdir. Bunlar hakkında benim reyim şudur ki, bunların fidyelerini alasın. Yâni birer miktar mallarını alıp kendilerini salıveresiniz. Tâ ki, aldığımız mal kâfirler üzerine bize kuvvet olsun. Umulur ki, onlara da hidayet müyesser olup İslâm nasip olsun, onlar da bize yardımcı olsunlar.

Fahr-i Âlem hazretleri, bana hitap edip:

Ey Hattâb'ın oğlu! Sen ne dersin? dedi.

Bunun üzerine ben:

— Ya Resûlüllah! Ben Ebû Bekir gibi düşünınüyorum. Benim reyim şudur ki: Esirlerin içinde benim akrabamdan filân kimse var, onu benim elime veresin, boynunu vurayım. Ali'nin eline de kardeşi Akiyl'i veresin, o da onun boynunu vursun. Hamza'ya da filân kardeşini veresin, o da onun boynunu vursun. Tâ ki bizim kalbimizde müşriklere hiç bir meyil ve muhabbet olmadığı bilinsin, dedim.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir'in reyine meyletti, benim tedbirimi beğenmedi. Esirlerden fidye aldı.

Ertesi gün olunca gidip gördüm ki, Fahr-i Kâinat hazretleri Ebû Bekir'le (radıyallahü anh) oturmuş ağlıyorlar. Ben:

— Ya Resûlallah! Niçin ağlıyorsunuz? Bana da haber verin de sizinle beraber ağlayayım yahut ağlar gibi olayım, dedim.

Fahr-i Kâinat hazretleri:

— Ashâbın (senin arkadaşların) bana fidye teklif ettikleri için ağlıyorum. Gerçekten sizin azâbınız şu duran ağaçtan daha yakın arzolundu bana, diye bir ağaca işaret etti. Ondan sonra bu âyet-i kerîme nâzil oldu," diye buyurdu.

Âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan şudur ki, esir olup fidyeleri alman kâfirleri kırmadıklarına rıza yoktur. "Niçin böyle yaptın; onları kırman gerekti," demektir. Zira "Hattâ yushine fî'l-arzı — Yeryüzünde ağır basıncaya kadar," (Enfâl sûresi: 8/67) buyurmasinin mânası: "Öldürmekte mübalağa edip öyle etmen gerekti ki, mağlup, zelil ve hakir olsun ve İslâm tam galebe ile galip olup ehli her tarafı kaplasınlar," demek olur. Ama bu âyet-i kerimede Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine böyle ettiği için günahkâr oldu demek istenmiş değildir. Belki demek istenen, diğer peygamberler arasında onun faziletini ve başkalarına caiz olmayanın ona caiz olduğunu beyandır. Yâni: "Senden başka bir peygambere böyle etmek yoktu, sana caiz oldu," demek olur.

Nitekim kâinatın hocası Efendimiz hazretleri:

"Ganimetler bana helâl kılındı. Benden önce hiç bir peygambere helâl kılininamıştı," buyurmuştur.

"Turîdûne areze'd-dünyâ — Siz geçici dünya malını istiyorsunuz," (Enfâl sûresi: 8/67) sözünde bazıları, "Hitap, muradı ancak dünya metaı olan, ondan başkası olmayan kimseyedir. Yoksa Peygamber hazretlerine yahut büyük ashâba değildir. Zira nüzul sebebi hakkında Dahhâk'den rivâyet edilmiştir ki: Müşrikler Bedir gazâsında bozuldular. Bunun üzerine halk, savaştan vazgeçip elbise yağmasına giriştiler. Hatta kâfirler tekrar üzerlerine hücum eder diye Hazret-i Ömer'e korku geldi. Âyet-i kerîme o zamanda nâzil oldu. Hitap ve itap o tâifeyedir," dediler.

Levlâ kitâbun minallahi sebeka lemesseküm fîmâ aheztüm azâbun azîmun — Eğer Allah tarafından bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidye sebebiyle size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu," (Enfâl sûresi: 8/68) buyurulmasinin mânası hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir.

Kadı Beydâvî'nin buyurduğu üzre bazıları: "Eğer Allah tarafından Levh-i Mahfuz'da onu isbat eden hüküm geçmemiş olsaydı, demektir," dediler. Yâni, "Eğer ganimetlerin size helâl olduğu Levh-i Mahfiız'da sâbit olmasaydı, size o aldığınız şeyler için büyük azâb erişirdi," demektir. Bazıları dedi ki: "Eğer Kur'ân'a imanınız sebebiyle bağışlanınaya müstahak olmasaydınız size o aldığınız ganimetler için büyük bir azâb yetişirdi," demektir. Bu mânaların her biri, günah ve masiyetin olmamasını gerektirir. Zira helâl olan nesneyi almış olur. Bununla masiyet lâzım gelmez. Hak teâlâ hazretleri: "Fekülû mimmâ ganimtüm halâlen tayyiben — Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yeyin," (Enfâl sûresi: 8/69) buyurmuştur."

Bazıları dediler ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin o zamanda fidye alması izinle idi. Ali'nin (radıyallahü anh) rivâyetinde gelmiştir ki: "Bedir gazâsında Cebrâil aleyhisselâm geldi:

— Ya Muhammedi Ashâbını muhayyer eyle: İsterlerse esirlerini kırsınlar, isterlerse fidye alsınlar da gelecek yıl kendilerinden o kadar kimse kırılsın, dedi.

Onlar:

Fidye alalım da bizden gelecekte o kadar kimse kırılsın, dediler."

Onlar da:

Fidye alalım da bizden gelecekte o kadar kimse kırılsın, dediler."

Bu rivâyet üzre ashâbın ettikleri işte izinli oldukları açıkça anlaşılır. Fakat bazı ashâb fidyeye meyledip kırmak evlâ iken terk ettikleri için kınanmış olup onların ihtiyarının zayıflığı ve diğerlerinin reyinin doğruluğu beyan buyruldu. Velhasıl hepsi günahtan salimlerdir, âsi değillerdir.

Kadı Ebû Bekir bin El-Alâ der ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin reyinin kendine ganimet ve fidyenin helâl kılinınası hükmüne uygun geldiği bu âyet-i kerîmede Resûlüllah hazretlerine haber verilmiştir. Bedir gazâsından önce Abdullah bin Cahş seriyyesinde de Hakem bin Keysan'ın ve yoldaşinin fidyelerini almıştı. Hak teâlâ hazretleri o zaman itap etmedi. Bu delâlet eder ki, esirler hakkında Fahr-i Âlem hazretlerinin ettiği tevil basiret üzre idi. Fakat Bedir hususunun işi büyük olduğu için Allah bilir ki, Levh-i Mahfuz'da yazdığı nesneyi, yâni fidye ve ganimeti helâl kıldığını bildirmekle nimetini izhar, minnetini tekit etmeyi diledi. Yoksa maksadı itap ve inkâr değildir."

Biri de: "Ve levlâ en sebbetnâke lekad kidte terkenu ileyhim şey'en kalilen — Eğer biz seni yerine sağlamca yerleştirmiş olmasaydık biraz sonra onlara meyledecektin," (Isrâ sûresi: 17/74) âyet-i kerîmesidir.

Yâni: "Eğer sana bizim sebat vermemiz olmasaydı kâfirlerin dileklerine tâbi olmaya meyletmeğe yaklaşırdın," demektir.

Kadı şöyle buyurmuştur: "Bazı kaviller üzre nüzul sebebi şudur: Kâfirler, Peygamber Efendimiz hazretlerine:

— Seni Hacerü'l-Esved'e yapışmağa bırakmayız, tâ sen de gelip bizim putlarımıza elinle yapışmadıkça, dediler.

Hak teâlâ hazretleri, bu âyetin öncesinde olan "Ve in kâdü liyeftinûneke anillezî evhayne ileyke — Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak fitneye düşüreceklerdi," (isrâ sûresi: 17/73) âyeti kerimesiyle bu yolda gelen müteakip âyetleri inzal edip kâfirlere meyletmekten Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli kalbini masum kıldığını beyan buyurmuştur. Mânası şöyle demektir ki: "Onların aldatmalarının kuvvetinden ve hilelerinin şiddetinden sen onların isteklerine meyletmek üzere idin, fakat sana bizim temizliğimiz yetişti, seni onların meyline yaklaşmaktan men etti. Sen meyletmeye yaklaşmadın bile. Nerde kaldı ki, meyledesin? demek olur.

Biri de: "Mâ künte tedrî mâ'l-kitâbu ve lâ'l-imânu — Sen, kitap nedir, iman nedir, bilmezdin," (Şurâ sûresi: 42/52) âyet-i kerîmesidir.

Mânası: "Kur'ân'da sana meşru olduğu üzre aynntılariyle imanın ne olduğunu sen bilmezsin," demektir, dediler.

Ebû'l-Aliye dedi. ki: "imana dâvet mânasınadır. Zina, vahiyden önce Allah'a inanınaya dâvet etmeğe muktedir değildi. Vahiy geldikten sonra onun mahiyetini ve künhünü bildi."

Bazıları da: "Beşikte iken ve büluğa ermemişken imanın ne olduğunu bilmezdi," demektir, dediler. Bu sözü Maverdî ve Kuşeyrî hikâye ettiler. Bazıları da: "Muzaf'ın hazfolunınası babındandır. "Mâ künte tedrî ehlü'l-imânu — İman ehlinin kim olacağını bilmezdin" demektir. Yâni imana gelecek olan Ebû Tâlib miydi, Abbâs mıydı, başkası mıydı, sen bilmezdin, demektir," dediler.

Bazıları da: "îmandan murat, imanın alâmetleri, şartlan, şeriatleridir. Bunların toplamı imandır. Allahü teâlâ hazretleri, salât'a iman ismini vermiştir. Nitekim "Ve mâ kân'allahu liyuzia imâneküm — Allah sizin imanınızı zâyi edecek değildir," (Bakara sûresi: 2/143) buyurduğunda "Salâteküm ilâ beytü'l-mukaddese — Kudüs'e karşı kıldığınız namazınızı" demektir. Bu takdirde söz umumî ve kasdedilen hususî olur. İbn-i Kuteybe ve İbn-i Huzeyme böyle demişlerdir.

Hadîs-i şerifte şöhret bulmuştur ki, âlemlerin efendisi Resûlülah hazretleri, tâ başlangıçtan beri Hak teâlâ hazretlerini tevhid üzere idi. Putlara kızardı. Hac ve umre ederdi. Peygamberlikten önce bu hal üzre idi.

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir'in rivâyetlerinde Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ya Resûlüllah! Hiç ömründe puta taptın mı? dediler.

Hayır! dedi.

— Ya hiç şarap içtin mi? dediler.

Hayır, şarap da içmedim. Daima bilirdim ki, onların dinleri küfür ve sapıklıktır. Halbuki daha kitap nedir, iman nedir, bilmezdim, diye buyurdu."

Haberde gelmiştir ki, Arap tâifesi ismail dininin artıkları üzere olmaktan hâlî değillerdi. Yâni gerçi aralarında tevhid kalmamıştı, müşrik idiler, ama Hazret-i İsmail'in şeriatından da bazı âyinlere riayet ederlerdi. Meselâ Beytullah'ı haccederler, hitân (sünnet) ederler ve cenabetten guslederlerdi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, asla bunlara yakın olmamıştır. Yâni onlara perestiş etmez, onları kınardı. Üstelik o zamanda kendi şerefli lisanı üzre Hak teâlâ hazretlerinin kullarına meşru kıldığı ahkâm ve şeriatlerden haberdar değildi. "Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin," demekten murad budur. Yoksa Allahü teâlâ hazretlerini ikrar mânasına iman değildir. Zira bu mânada imanı, şirk üzere giden babaları ve dedeleri de bilirlerdi, Hak teâlâ hazretlerine iman getirirlerdi. Halbuki müşrik idiler. Bilgi ve hikmette en yüce olan Allahtır.