Geri

   

 

 

İleri

 

9 . Fasıl

2 - 5   Peygamber Efendimizin Atları, Develeri ve Diğer Davarları

Atları

Malûm olsun ki, Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin birkaç atı vardı. Bunlar gazâ için beslenirdi. Bunların adları şöyleydi:

1. Sekeb: Mânası su gibi akıp giden, gayet eşkin demektir. Peygamber Efendimizin ilk malik olduğu at budur. Rengi yağızdı. Bazıları siyah idi demişlerdir. Alnı sakar (akıtmalı) ve ayakları sekili idi. Sağ ayağı sekili değildi.

2. Mürtecir: Kişnediği zaman sesi gayet güzeldi. Onun için mürtecir (güzel sesli at) demişlerdir. Rengi beyazdı.

3. Zırâb: Ferve bin Ömer el-Cüzâmt onu hediye etmişti.

4. Lahîf. Bunun mânası örtü veya yorgan demektir. Büyük ve semiz bir attı. Sanki kuyruğu yeryüzünü örter gibiydi. Onun için bu isim verilmiştir. Bunu Rebia bin Ebi’l-Berâ hediye etmişti.

5. Lezâr: Bunu Mukavkıs göndermişti.

6. Verd: Mânası gül demektir. Al bir at idi. Bir bedeviden yirmi deveye satın almışlardı.

7. Sebha: Koştuğu zaman ön ayaklarını güzel attığı için yüzgece benzetip bu isim verilmiştir. Aslında sâbih yüzgeç demektir. Sonradan bu türlü atlara bu isim verilmiştir.

8. İşte buraya kadar isimleri zikredilen yedi atta ittifak vardır. Bu hususta kimsenin ihtilâfı yoktur. Ama bazılarına göre bunlardan başka atları daha vardı. Bunların isimleri şudur:

9. Bahr: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onu Yemen tacirlerinden satın almıştı. Bir kere onu koşuya soktular, bütün atları geçti. Bunun üzerine mübarek eliyle yüzünü silip:

— “Mâ ente illâ bahren — Sen denizden başka bir şey değilsin,” diye buyurdu.

Oradan adı “Bahr — Deniz” kaldı. Arap tâifesi coşkun atları “Bahr” diye vasıflandırırlardı. İbn-i Esîr’in kavline göre mezkûr atın donu yağızdı.

10. Rescil.

11. Zü’l-Limme: (Uzun yeleli).

12. Tırf: (Atın iyisine bu isim verilir).

13. Zü’l-Ukkal: (Çok akıllı).

14. Sirhân: (Kurt).

15. Mürtecil. (İrticalen söz söylemeden gelir. Hemen cevap veren, uyanık, sak duran, demektir.)

16. Mirvâh: (Rîh yel kelimesinden gelir. Hızlı gittiği için bu isim verilmiştir, dediler).

17. Melâvih.

18. Mendûb: (Güzel, sevimli).

19. Necîb: (Ayırtılmış, seçkin, çok güzel).

20. Ya’yûb: (Uzun boylu at).

21. Ya’sûb: (Erkek arı, arıbeyi).

Bu zikrolunan atların hepsi bir zamanda toplanmış değildir. Belki şerefli ömürleri boyunca malik olduğu atlar bunlardır.

Develeri

Develerine gelince onlar da şunlardır: Saadetle bindikleri devenin birine Kusvâ, diğerine Azbâ ve birine de Cez’â derlerdi. Azbâ dedikleri deve öyle yürük (ayağı çabuk) idi ki, asla geçilmezdi. Bir gün bir bedevi gelip bir kaûd ile koşarak Azbâ’yı geçti. Kaûd diye çobanların bindiği ve her işte kullandığı deveye derler. Böyle olunca Peygamber Efendimiz hazretleri:

“Allah’ın âdetleri arasında kesindir ki, dünyada yüce kıldığı her şeyi muhakkak alçaltır,” diye buyurdular.

Hâsılı, mahlûkattan kemâlini bulan her nesneye gerilemenin erişmesi muhakkaktır, demektir.

Bedir gazâsında Ebû Cehil mel’ununun bir devesi vardı. Burnuna ziynet için gümüş halkalar takmıştı. O deveyi Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri cenk günü almıştı. Hudeybiye gününde müşrikleri kakıtmak (kızdırmak, kibirlerini kırmak) için onu Kâbe’ye hedy (hediye-kurban) olarak göndermişlerdir.

Peygamber Efendimizin kırk beş tane sağılır develeri vardı. Onları Sa’d bin Ubâde göndermişti. Ayrıca yüz baş koyunu ve yedi baş sağılır keçisi vardı. Onları Ummü Eymen Hatun gözetirdi.

Peygamberimize Gelen Elçiler

Siyer âlimlerinin zikrettiği üzere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetine altmıştan fazla elçi gelmiştir.

Hevâzin Elçisi:

Bunlardan birisi Hevâzin elçisidir. Resûlüllah Efendimiz Hevâzin tâifesini hezimete uğrattığı zaman mallarını ve esirlerini aldı, onları Ci’rane denilen yerde bıraktı. Kendisi saadetle Tâif memleketine gitti. Tâif’den dönüp yine Ci’rane’ye geldiğinde ganimetleri taksim ettikten sonra Hevâzin tâifesinin eşrafından dokuz kişi şerefli huzurlarına elçilikle gelip müslüman oldular. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bîat edip:

— Ya Resûlâllah! Alınan esirler içinde sizi emzirmiş hatunlar vardır. Hâsılı emişme yoluyla anaların, kızkardeşlerin, halaların ve teyzelerin vardır, dediler ve onlar hürmetine esirlerin kurtarılmasını istediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ganimetler taksim edilmiştir. Ama ben sizin için müslümanlardan isteyeyim, dedi.

Ondan sonra müslümanları toplayıp onlara:

— Hangi nesne size daha sevimlidir? Esirlerinizi mi tercih edersiniz yoksa mallarınızı mı? diye buyurdu.

Onlar da:

— Ya Resûlâllah! Mademki bizi muhtar kıldın, bize adamlarımız gerektir. Koyunda ve devede gözümüz yoktur, dediler.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz elçilere:

— Bent Hâşim’in elinde olan esirler sizin olsun. Diğer tâifede bulunan esirlere gelince, biz o müslümanlara söyleyelim. Siz de söyleyin ve müslüman olduğunuzu açıklayın. Belki onlar da kurtulurlar, diye yol gösterdi.

Kendileri öğle namazını kıldıktan sonra her kavmin hatiplerini dâvet edip bu hususu müslümanlara anlatarak esirlerini iade etmeye onları teşvik etmeleri için emir buyurdu. Kendileri de şefaat edip kendilerinde ve diğerlerinde olan esirleri kurtardılar.

Sekîf Elçisi:

Birisi de Sekîf elçisidir. Tebük gazâsından sonra gelmişlerdi. Sekîf, Tâif memleketinde yerleşmiş olan bir kabiledir. Bu elçiliğin hikâyesi şöyledir: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Tâif’den döndüğü zaman bazı kimseler:

— Ya Resûlâllah! Sekîf tâifesine beddua eyle, demişlerdi.

Çünkü ashâb-ı kirâm Tâif gazâsında onlardan çok cefa çekmişlerdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onların İslâm’a gelmelerini isterdi. Beddua etmedi. Hayır dua edip:

— Ya Rab! Sekîf tâifesine sen hidayet eyle ve onları sen İslâm’a getir, diye buyurdu.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Tâif’den dönüp giderken Urve bin Mes’ud adlı kimse adı geçen kavmin aralarından çıkıp Peygamber Efendimiz hazretlerine Medine’ye girmeden yetişip iman getirdi. Tekrar dönüp kavminin arasına gitmek için izin aldı. Gidip kavminin içine girdiği vakit diğerlerinden yüksekçe olan evinin üstüne çıktı. Kendinin müslüman olduğunu kavmine açıklayıp onları da dine dâvet etti. Halk oraya üşüştü. Etrafını alıp her yandan oka tuttular. Urve’yi orada şehit ettiler. Bunun üzerinden birkaç ay geçti. Sonunda birbiriyle istişare edip:

— Bizim etrafımızda olan Arap taifesinden İslâm’a girmedik kimse kalmadı. Bunlar bize hücum ederlerse bizim karşı koymaya gücümüz yetmez. Evlâ olan ancak şudur ki, Peygamber hazretlerine elçi gönderip sulh yapalım, dediler.

Ondan sonra birkaç kişi ile Abdi Yaleyl dedikleri ünlü kimseyi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine elçi gönderdiler. Medine’ye geldikleri zaman Fahr-i Âlem Efendimiz emretti, Mescid-i şerif yakınında bir çadır kurdular. Adı geçen kişileri oraya kondurdular. Aralarında sulh işini görecek olan adam, Sa’d bin As dedikleri kimse idi.

Sözün kısası gelenler müslüman oldular. Ahidnameleri yazıldı. Ama Resûlüllah Efendimizden birkaç şey istediler. İstedikleri şunlardı:

1. Sekîf kabilesi arasında olan Lât dedikleri put daha üç yıl yıkılmasın.

2. Kendileri namazdan bağışlansın; namaz kılmasınlar.

3. Geri kalan putları kendi elleriyle kırsınlar. Başka bir kimse gelip onları kırmasın.

Bu isteklere karşı Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Putlarınızı kendi ellerinizle parçalayın; başka kimse parçalamasın. Ama Lât’ın durmasına rızam yoktur. Hemen yıkılması gerektir. Namaz olmayan bir dinde ise hayır yoktur, dedi.

Sonra Peygamber Efendimiz bu elçilerin arasından Osman bin Ebi’l-Âs’ı üzerlerine emîr tayin edip gönderdi. Ebû Süfyân bin Harb ile Muğîre bin Şube’yi de gidip Lât’ı yıkmaları için onlarla beraber gönderdiler.

Rivâyet olunur ki, Sekîf memleketine vardıkları zaman Muğîre (radıyallahü anh) eline bir kazma aldı ve Lât'ı yıkmağa başladı. Sekîf kavminin karıları başları açık, ağlayarak geldiler. Muğîre kazmayı vurdu, putu parça parça etti. Üzerinde olan altın ve inciden ne varsa hepsini aldı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldiler.

Üzerlerine emîr tayin olunan Osman bin Ebi’l-Âs’dan rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri beni Sekîf topluluğuna emîr tayin ettiği zaman şerefli huzurlarına gelen toplulukta benden küçük kimse yoktu. Ben Bakara sûresini okumuş olduğum için böyle ettilerdi. Dedim ki:

— Ya Resûlâllah! Okuduğum hatırımdan gidiyor. Unutkanlığım var.

Bunun üzerine mübarek elini göğsümün üstüne koyarak:

— Ya Şeytan! Osman’ın göğsünden dışarı çık! diye buyurdu.

Ondan sonra her neyi ezberlemek istedimse asla hatırımdan gitmedi.”

Sahih-i Müslim’de Osman bin Ebi’l-Âs’dan rivâyet edilmiştir ki:

“Kerem sahibi Efendimiz hazretlerine:

— Ya Resûlâllah! Okumakta ve namaz kılmakta şeytan geliyor. Ona mâni olmanın çaresi var mıdır? dedim.

Resûlüllah Efendimiz:

— O bir şeytandır ki, ona Hinzeb (kısa boylu, galiz kimse) denir. Her ne vakit onu duyarsan ondan Allah’a sığın ve sol yanına üç kere tükür, diye buyurdu.

Ben de buyurduğu gibi ettim, o hal benden gitti.”

Benî Âmir Elçisi:

Elçilerden birisi de Benî Âmir kavminin elçisidir. İbn-i İshak (Allah rahmet etsin) der ki:

Peygamber Efendimiz hazretleri Tebük gazâsından geldi. Sekîf topluluğundan elçi gelip bîat etti. İslâm’a geldiler. Ondan sonra hemen her taraftan Arap kabilelerinin elçileri gelmeğe başladı. Halk durmayıp bölük bölük İslâm dinine giriyorlardı. Bu esnada Benî Âmir kavminden Âmir bin Tufeyl, Erbed bin Kays, Hâlid bin Ca’fer ve Hayyân bin Eşlem ki kavmin reisleri ve şeytanları idiler Resûlüllah Efendimiz hazretlerine elçilikle geldiler. Âmir bin Tufeyl’in niyeti Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli vücutlarına bir zarar eriştirmekti.

Âmir, Erbed’e:

Muhammed’e vardığımız zaman ben onunla konuşmaya başlayıp yüzünü senden yana döndürdüğüm gibi sen kılıçla üzerine hamle et, dedi.

Ondan sonra gelip Fahr-i Âlem hazretleri ile buluştular. Âmir mel’unu bazı sözler söyleyip döndüğü zaman Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem hazretleri arkasından beddua etti; Hak teâlâ hazretlerinin emrini Âmir’in üzerine havale etti.

Mel’unlar dışarı çıktığında Âmir, Erbed’e:

— Niçin dediğimi yapmadın? dedi.

Erbed:

— Dediğini yapmaya kasdettiğim her defada seni ikimizin arasında gördüm. Seni mi kılıçla vuraydım? dedi.

Sonra yola girdikleri zaman Hak teâlâ hazretleri, Âmir denilen mel’una veba gönderdi. Boynunda veba çıbanı yüz gösterip tez elden canını cehenneme yolladı.”

Abdü’l-Kays Elçisi:

Elçilerden birisi de Abdü’l-Kays elçisidir. Abdü’l-Kays Arap kabileleri içinde büyük bir kabiledir. Bahreyn’de otururlardı. Abdü’l-Kays bin Efsâ’ya mensupturlar. Sahîh-i Buhârî’de İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

“Abdü’l-Kays elçisi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— “Merhabâ ya kavmi gayri hazâyâ ve lâ nedâma — Merhaba ey zelil, hakir, düşkün olmayanlar, elemli ve hüzünlü olmayanlar topluluğu!” diye onları selâmladı.

Arap lisanında bu söz izzet ve ikramda kemâl derecesini ifade eder. Hâsılı “Hoş geldiler, safa geldiler, uğur getirdiler” demek gibidir.

Ondan sonra o topluluk:

— Ya Resûlâllah! Bizimle sizin aranızda Mudar kabilesi müşrikleri vardır. Biz sana haram aylardan başka zamanda gelip ulaşamayız. Bize bir şey buyur ki, onu işlediğimiz takdirde cennete girelim ve bizden ötede olan kavmi ona dâvet edelim, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— “Size dört nesneyi emrederim ki, onları işleyiniz. Dört nesneden de nehyederim ki, onları terk ediniz. Emrettiğim o dört nesne, Allah’a inanınaktır. Allah’a inanınanın ne olduğunu bilir misiniz? O Hak teâlâ hazretlerinin vahdaniyetine ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehadet etmektir. Bundan sonra size emrettiğim o dört nesne: Namaz kılmaktır, Zekât vermektir, Ramazan orucunu tutmaktır, bir de ganimetlerin beşte birini Allah yolunda harcamayı emrederim.

Dört nesneden de sizi nehyederim. Bilin ki: Dübbâ’da, Nakîr’de, Hantem’de, Müzeffet’de olan şaraplardan nehyederim,” diye buyurdu.”

Bu zikrolunan dört isim dört nevi kabın isimleridir ki, Arap tâifesi şarabı onlarda bulundururlardı.

Evvelâ dübbâ’ dedikleri kabtır.

Nakîr dedikleri ağaçtan oyulmuş bir kabdır ki, içinde şarap bulundururlar.

Hantem yeşil bir testidir.

Müzeffet de ziftlenmiş testidir.

Bu zarfların zikredilmesinden murad, bunlarda ettikleri şaraplardan nehyetmektir. Arap âdetlerinde şarap bu kaplarda yapıldığı için bunlar zikredilmiştir. Yoksa hangi kapta olursa olsun mutlaka şarap sarhoş edici olduktan sonra haram olduğu kesindir.

Burada Beytullah’ı hac etmenin zikredilmemesi de şunun içindi ki, mezkûr elçiler geldiği zaman henüz hac farz olunınamıştı. Zira bunlar dokuzuncu senede gelmişlerdi. Hac onuncu yılda farz kılınmıştır. Abdü’l-Kays elçisi bundan evvel bir kere daha gelmişlerdi. O gelişleri beşinci senede yahut daha önce idi. O zamanda İslâm’a gelmişlerdir, dediler.

Sahîh-i Buhârî’de buyrulmuştur ki: “Bu kavi delâlet eder ki, Abdü’l-Kays kabilesi bütün kabilelerden önce İslâm’a gelmiştir.”

Benî Hanîfe Elçisi

(Yalancı Peygamber Müseyleme’nin Mektubu ve Cevabı):

Elçilerden birisi de Benî Hanîfe elçisidir. Bunlarla Müseylemetü’l-Kezzâb beraber gelmişti. Ensar kavminden Benî Neccar cemaati arasında bir kadının evine kondular. Ondan sonra Müseyleme’yi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Gelip konuştu ve muradını istedi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek elinde bir hurma çubuğu vardı:

— Eğer şu çubuğu benden dilemiş olsaydın, sana yine vermezdim, diye buyurdu.

Böyle buyurmalarının sebebi şu idi ki, bundan önce Müseyleme dedikleri mel’un peygamberlik iddiasında bulunup: “Seninle beni ortak ettiler” diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mektup göndermişti. Mel’unun mektubunun sûreti şudur:

“Allah’ın resûlü Müseyleme’den Allah’ın resûlü Muhammed’e:

Muhakkak ki, ben seninle nübüvvet hususunda ortak kılındım. İşin yarısı bizim, yarısı Kureyş’indir.”

Mektubu Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ulaşınca emrettiler, cevap yazdılar. Cevabî mektubun sûreti şudur:

“Allah’ın resûlü Muhammed’den yalancı Müseyleme’ye:

Selâm hidayete uyanların üzerine olsun. Bil ki, yeryüzü Allah’ın mülküdür. Onu kullarından dilediğine verir. En güzel sonuç ise müttakilerindir.”

Yâni: “Yeryüzünde tedbir ve tasarrufu, Allah, kendi seçtiği kuluna emanet eder. Bu, hiç kimsenin kendi iddiası ile olmaz. En güzel âkıbet ise takvâ ehlinindir,” demek olur.

Rivâyet olunur ki, Müseyleme mel ‘unu kendi kavmine namazı bağışladı. Şarabı, kumarı ve zinayı helâl kıldı. Mucizeler gösteririm diye bir yumurtayı ağzı dar bir şişenin içine koydu. Sonra, hilesini anlayıp onu rüsvay ettiler. Onun yapılışı şöyledir: Bir miktar keskin sirkenin içine bir parça nişadır koyup ezdikten sonra henüz doğmuş bir yumurtayı getirip içine bırakırlar. Bir gün bir gece durur; öyle yumuşak olur ki, bir fındığın sığabileceği delikten girmesi kabil olur. Böylece şişenin içine koyduktan sonra üzerine bir parça soğuk su dökerler. Tekrar donar, bayağı yumurta olur.

Müseyleme, Peygamber Efendimizin mucizelerinden şunları işitmişti: Peygamber Efendimiz bir gün suyu az bir kuyunun içine tükürdü; kuyunun suyu çoğaldı. Hayber gazasında Hazret-i Ali’nin gözleri ağrıyordu. Fahr-i Âlem hazretleri bir miktar gözüne tükürdüğü gibi Hazret-i Ali’nin gözleri açıldı. Allah’ın fazliyle hiç ağrımamış gibi oldu. Medine’ye hicret ederken yolda bir kadinin sürüden kalmış, zayıf, hasta koyununun memesine mübarek eliyle yapıştığı gibi bol süt verdi.

Müseyleme mel’unu da bu türlü mucizeler göstermek isteyip bir kuyunun içine tükürdü; kuyunun suyu tamamen kuruyup rüsvay oldu. Bir herifin gözlerine tükürdü; gözleri kör oldu. Bir koyunun memesine yapıştı; memesi kurudu. Sonunda Yemâme çenginde mel’unu öldürdüler.

Tayy Kabilesinin Elçisi:

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin huzurlarına gelen elçilerden birisi de Tayy kabilesinin elçisidir. Bu gelenlerin içinde ululan Zeydü’l-Hayl dedikleri kimse idi. Resûlüllah Efendimiz onları İslâm’a dâvet eyledi. Hepsi müslüman oldular. Müslüman oluşları güzel oldu. Şöyle rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz:

— Her ne zaman Arap tâifesinden bana bir kimsenin faziletini anlatsalar geldiği zaman dediklerinden eksik bulurdum. Ama Zeyd’i dediklerinden fazla buldum, dedi ve adını “Zeydü’l-Hayr” koydu.

Ondan sonra bu rasüller dönüp memleketlerine giderken Necid vilâyetinin sularından birine yetiştiklerinde Zeyd sıtınaya tutulup vefat etti. Bazı âlimlerin kavline göre Hazret-i Ömer’in hilâfetinin sonlarında vefat etmiştir. İki oğlu vardı; müslüman olup Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli sohbetlerine yetiştiler, diye rivâyet etmişlerdir.

Kinde Kavmi’nin Elçisi:

Elçilerden biri de Kinde kavminin elçisidir. Binekli seksen kişi idiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile buluştuklarında kendilerini süsleyip silâhlarını takındılar. Güzel elbiselerini giyindiler, saçlarını taradılar. Ondan sonra Mescid-i şerife gidip Resûlüllah hazretlerinin karşısına vardıkları gibi:

— Siz müslüman olmadınız mı? diye sordular.

— Olduk, ya Resûlâllah, dediler.

O zaman Peygamber Efendimiz:

— Ya boynunuzdaki o ipek nedir? diye buyurdu.

Meğer kaftanlarının yakasında ince bir.ipek kumaş varmış. Hemen koparıp attılar.

Eş’arî ve Yemen elçileri:

Bunlardan başka Eş’ariyyun ve Yemen ehli elçileri gelmişlerdir. Rivâyet olunur ki, Eş’ariyyun, Ebû Mûsâ (radıyallahü anh) hazretleri ile beraber yedinci senede Hayber’in fethi zamanında geldiler. Yemen ehlinden Hamîr tâifesi dokuzuncu yılda geldiler. Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) rivâyetlerinde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz ashâbına:

— Size bir tâife gelecektir. Onların kalbleri sizin kalbinizden yufkadır, diye buyurdu.

Sonunda Eş’ariyyun geldiler. Şu beyti okuyorlardı:

“Gaden nulkiye’l-ehibbe Muhammeden ve hizbihi — Yarın dostlarla buluşuruz, Muhammed’e ve ashâbına erişiriz.”

Arap tâifesinin âdetleridir: Şenlik zamanlarında şiir okurlar. Sevinçlerini ve safalarını böylece gösterirler.

Ezd Kavminin Elçisi:

Bunlardan başka Ezd kavminin elçisi gelmiştir. Bunların arasında Sard bin Abdullah el-Ezdî de vardı. İslâm’a gelip müslüman olması güzel olmuştur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ezd kavminin müslümanlarına Sard’ı emir tayin etmiştir. Yemen kabilelerinden olan müşrikler üzerine müslümanlarla beraber varıp gazâ etmeyi emir buyurmuştur.

Rivâyet olunur ki, Sard, Resûlüllah Efendimizin şerefli emirleri gereğince Müslümanlarla beraber gazaya çıkıp Cereş dedikleri yere vardı. Orada Arap kabilelerinden bazı kâfirler bulunuyordu. Onları muhasara etti. Bir ay kadar geçti, zafer bulamadı. Sonunda geri dönüp memleketine giderken kâfirler çıkıp arkalarına düştüler. Sard’m kendilerinden korkup kaçtığını sanıyorlardı. Nihayet gelip yetiştikleri zaman müslümanlar döndüler, muharebe edip pek çok kâfiri kırdılar. Bu cenk olduğu sırada Resûlüllah hazretlerinin yanında Cereş taifesinden iki kimse vardı. Daha önceden göndermişlerdi. Akşam zamanı bunlar Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzurunda dururken Fahr-i Âlem hazretleri:

— “İnne beden’allahu li-tenharu inde sekrâ — Muhakkak ki, Allah’ın kurbanları Sekrâ denilen yerin yakininda boğazlanır,” diye buyurdu.

Bu söz Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sâdır olunca seçkin sahâbeler şerefli muradlannm ne olduğunu anladılar. Ancak o iki kişi anlayamadılar. Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ayrılıp Ebû Bekir ve Osman (Allah onların ikisinden de razı olsun) ile başbaşa kaldıkları zaman onlar kendilerine anlatıp:

Resûlüllah hazretleri sizin kavminizin kırıldığına işaret buyurdu, dediler.

Ondan sonra bu iki kişi çıkıp kendi kavimlerine gittiklerinde işin hakikati meydana çıktı ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin işaret buyurduğu günde ta o şerefli sözü sâdır olduğu zamanda müslümanlar Cereş kavmini adı geçen yerde kılıçtan geçirmişler. Ondan sonra Cereş kavminden Resûlüllah Efendimiz hazretlerine peygamber gelip iman getirdiler. Peygamber Efendimiz köylerinin etrafını onlara mahsus otlak kıldı, demişlerdir.

Benî Hâris Elçisi:

Bent Hâris bin Kâ’b kabilesinden de elçi gelmiştir. İbn-i İshak'ın naklinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri onuncu yıl Rebiülâhirinde Necran vilâyetinde olan Benî Hâris kavminin üstüne Hâlid bin Velid’i göndermişti. Gönderirken de şöyle emir buyurmuştu:

— Git, onları üç kere İslâm’a dâvet eyle. Eğer müslüman olurlarsa kimseyi incitme. Eğer olmazlarsa kılıçtan geçir.

Ondan sonra Hâlid (radıyallahü anh) çıktı, mezkûr kavmin yerlerine vardı. Her yana adamlar salıp her köşe bucakta bulunanları İslâm dinine dâvet ettiler. Allah’ın hidayeti müyesser olup hepsi İslâm’a geldiler. Hâlid (radıyallahü anh) bir zaman aralarında kalıp onlara İslâm’ın erkânını öğretti. Mektup yazıp işin nasıl olduğunu ve halin hakikatini Fahr-i Âlem hazretlerine bildirdi.

Ondan sonra kalkıp Medine-i münevvere’ye yöneldiği zaman Benî Hâris tâifesi Hâlid’in yanına bir miktar adam katıp Peygamber Efendimiz hazretlerine elçi gönderdiler. Bunların içinde ileri gelenlerinden Kays bin Husayn, Yezid bin Muhaccel ve Şeddâd bin Abdullah da vardı.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hizmetine yetiştikleri zaman bunlara sual edip:

— Sizinle cenk eden topluluklara karşı ne ile ve nasıl galip gelirdiniz? dedi.

Onlar:

— Ya Resûlâllah! Biz bir yere toplanırdık, asla birbirimizden ayrılmazdık. Ayrıca kimseye karşı zulümle savaşa başlayıcı olmazdık. Yâni ancak haklı olduğumuza inandığımız zaman savaşı göze alırdık, diye cevap verdiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri onları tasdik edip üzerlerine Kays bin Husayn’ı emir tayin ederek yerlerine gönderdi. Aradan dört ay geçtikten sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri nimetler ve hoşnudluklar yurduna intikal buyurdu.

Benî Hemdân Elçisi:

Peygamber Efendimiz hazretlerinin şerefli katma gelen elçilerden biri de Benî Hemdân elçisidir ki, Tebük gazâsından döndükten sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile buluştular. Gayet güzel develere binmişlerdi. Arkalarında alaca hırkaları vardı. Başlarına güzel sarıklar sarmışlardı. Bu topluluğun içinde Mâlik bin Namt adlı kimse de beraber bulunuyordu. Resûlüllah hazretleri ile yolda buluşmuşlardı. Adı geçen Mâlik, Fahr-i Âlem hazretlerinin önüne düşüp Arap şiirlerinden okumağa başladı ve çok güzel, fasih sözler söyleyip iki cihanın iftiharı Efendimiz hazretleri ile hayli arkadaşlık ettiler. Ne istedilerse isteklerini yerine getirip ellerine ahidname verdi. Müslümanların üzerine Mâlik’i emir tayin edip Sekîf tâifesi ile muharebe etmelerini emretti.

Rivâyet olunur ki, adı geçen Sekîf kavminin üzerine öyle musallat oldular ki, dışarıya davarlarını çıkaramaz oldular. Hemen bulduklarını alırlardı, demişlerdir. Ama İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) sahih isnad ile Berâ’ (radıyallahü anh)den rivâyet etmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hâlid bin Velid’i Yemen halkını İslâm’a dâvet etmeğe gönderdi. Ben de beraber gitmiştim. Altı ay Yemen’de durup halkı dine dâvet ederdik. Fakat dâvetimize icabet etmezlerdi. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Ali bin Ebi Tâlib’i (Allah ondan razı olsun) emir tayin edip bir miktar adamla arkamızdan gönderdi. Şerefli emirleri şöyle varid olmuştu:

— Hâlid’i ve yanında olan askeri Medine’ye gönder. Hâlid’in askerinden bir kimseyi alıkoyma. Kendi yanında olan toplulukla halkı dâvet işine başla.

Bundan sonra Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek ve mükerrem kılsın) gelip onlara kavuştuğu zaman namaz vakti gelince halka İmâmet eyledi. Namaz bittikten sonra bütün halkı bir saf eyledi. Kendisi de karşılarına geçip Fahr-i Âlem hazretlerinin şerefli mektuplarını çıkardı, okudu. Ondan sonra Hemdan kavminden hiç kimse kalmadı, hepsi imana geldiler. Hazret-i Ali mektup yazıp olanları Peygamber Efendimiz hazretlerine arzetti. Haber geldiği zaman, rivâyet olunur ki, Fahr-i Âlem hazretleri şükür secdesi etti ve mübarek başını secdeden kaldırıp iki kere:

— Esselâmu alâ ehli Hemdân (Hemdân halkına selâm olsun), diye buyurdu.

Hadîs âlimleri, Sahîh-i Buhârî’de zikredilen ve en doğru olan rivâyet budur, demişlerdir.

Müzeyne Kabilesi Elçisi:

Peygamber Efendimiz’e gelen elçilerden biri de Müzeyne kabilesinin elçisidir. İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin), Nu’man bin Mukarrin’den nakletmiştir ki, şöyle dedi: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine elçiliğe geldik. Müzeyne kavminden dört yüz kişi idik. Dönüp gidecek olduğumuz zaman Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer bin Hattâb’a:

—Ya Ömer! Yolda yemeleri için onlara yiyecek ver, diye buyurdu.

Hazret-i Ömer:

— Ya Resûlâllah! Bende bir miktar hurmadan başka bir şey yoktur. Onun da bunlara yeteceğini sanmıyorum, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Ya Ömer! Git, onlara ver, diye emir buyurdu.

Ondan sonra Hazret-i Ömer, halkı alıp evine gitti. Onlara bir miktar döğülmüş hurma gösterdi ve:

— Dilediğiniz kadar alın, dedi.

Her kişi ihtiyacı kadar aldı. En sonra alan bendim. Baktım, herkese yeten hurmadan sanki bir tane hurma gitmemiş gibi gördüm.”

Devs Kabilesi Elçisi:

Gelen elçilerden birisi de Devs kabilesinin elçisidir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hayber’de iken gelmişlerdi. İbn-i İshak'ın (Allah ona rahmet etsin) naklinde geldiğine göre Devs kabilesinden Tufeyl bin Amr dedikleri kimse o kavmin içinde şerefli, şair, güzel konuşan, akıllı ve bilgili bir kişi idi hikâye edip buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri daha Mekke’de iken bir gün Mekke şehrine geldim. Kureyş kâfirleri bana karşı gelip:

— Sen bizim şehrimize şimdi geldin. Burada bizim aramızda bir kimse peyda oldu. Bizim cemaatimiz arasına tefrika düşürdü. Durumumuz karınakarışık oldu. Sözü sihir gibidir. Babayı oğuldan, oğlu babadan, iki kardeşi birbirinden ayırır, erkeği ve karısını birbirinden uzaklaştırır. Yâni sözünü işiten oğul babasına bakmaz, ona tâbi olur. Geri kalanı da birbirini dinlemezler, müslüman olurlar. Korkarız ki, bizim başımıza gelen belâ senin kavminin başına da gelir. Sakın gafil olma. Ne ona söz söyle, ne de sözünü dinle, dediler.”

Tufeyl der ki: “Vallahi beni öyle ettiler ki, Resûlüllah hazretlerinin ne sözünü dinleyeyim, ne ona söz söyleyeyim. Hattâ sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ondan sonra Kâbe’nin haremine girdim. Gördüm ki, Fahr-i Âlem hazretleri Kâbe’nin yanında durmuş namaz kılıyor. Yanına yaklaştığım gibi Hak teâlâ hazretlerinin hikmetiyle sesi kulağıma girdi. Tabiatıma hoş geldi. Kendi kendime: “Bu topluluğun sözünü dinlemekten ne hasıl olur? Elhamdülillâh ben bir şairim, güzel konuşan ve güzel sözden anlayan biriyim. Sözün iyisini kötüsünü ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Bu kişiyi biraz dinleyeyim. Göreyim, eğer sözü mâkul ise kabul edeyim. Eğer mâkul değilse terk edeyim,” dedim. Bir müddet katlandım. Namazı bitirip evine gitti. Ben de arkasından gidip evine vardım:

— Ya Muhammedi Ben bu diyara geldiğimde senin kavmin bana şöyle şöyle sözler söylediler. Beni senden ayrı ve uzak tutmak istediler. Hattâ senin sözünü işitmemek için kulaklarımı tıkadım. Ama Allah’ın hikmeti gerektirdi, bir miktar sözünü işittim. Tabiatıma hoş geldi. Velhasıl bana emrini açıkla, dedim.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri bana risalet durumunu bildirdi ve başlayıp bir miktar Kur’an-ı azîm okudu. Vallahi ömrümde bundan güzel söz asla işitmemiştim. Hemen orada şehadet kelimesini getirip müslüman oldum:

— Ya Resûlâllah! Ben kavmim arasında itibarlı bir kimseyim. Onlar benim sözümden dışarı çıkmazlar. Gidip onları da İslâm dinine dâvet edeyim. Yalnız bana dua eyle ki, Hak teâlâ hazretleri bende bir alâmet halk eylesin, dedim.

Ondan sonra çıkıp kendi diyarıma yöneldim. Ta Devs kabilesinin görüneceği yokuşun üzerine çıktığım zaman hemen alnımda bir nur zahir oldu, çıra gibi ışık vermeğe başladı. O zaman dua edip: “Ya Rab! Bu nuru alnımdan başka bir yere naklet. Devs kabilesinin cahilleri görüp de ‘Dininden döndüğü için Allah alnında böyle bir nesne çıkardı’ demesinler,” dedim. Hemen o anda oradan gidip elimde olan kamçinin ucuna kandil gibi asıldı. Bu halle yokuştan aşağı indim. Sabah zamanında Devs kabilesinin içine girdim. Menzilime indiğim zaman, ihtiyar bir babam vardı, yanıma geldi. Beni bu halle gördü. Bana muhabbetler gösterip iştiyaklar arz etmeğe başladı. Ben kendisine:

— Eğer evvelki halin üstüne kalırsan ne ben şendenim, ne sen bendensin! dedim.

— Niçin, oğlum? dedi.

— Ben Muhammed aleyhisselâm’ın dinine girip müslüman oldum, dedim.

Bunun üzerine babam:

— Oğlum, ben de senin girdiğin dine girdim, deyip hemen şehadet kelimesi getirerek müslüman oldu.

Sonra yıkanıp temiz elbiseler giydi. Ondan sonra hatunum geldi. Aynı şekilde o da dâvetimi kabul edip müslüman oldu. Daha sonra Devs kabilesini dâvete başladım. Onlar çok zaman muhalefet üzre olup kötülük ve isyan olan işlerden uzak durmadılar. Sonunda Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip şikâyet ettim:

— Ya Resûlâllah! Devs kabilesine beddua eyle! dedim.

Kerem sahibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Allahümme ihde Devsâ (Allahım, Devs kavmine sen hidayet eyle), diye hayır dua eyledi.

Sonra bana emredip:

Git, kavmini yine İslâm’a dâvet eyle, dedi. Onları yumuşak tut, kendilerine hoş ve tatlı davran, diye buyurdu.

Gittim, yine Devs memleketinde halkı dâvetten boş kalmadım. Nihayet Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hayber gazası üzerinde iken Devs kavminden yetmiş seksen ev halkı ile şerefli hizmetlerine gittim. Ondan sonra Medine-i münevvere’ye vardığımızda Resûlüllah hazretlerine katıldık. Peygamber Efendimiz hazretleri diğer müslümanlarla birlikte bize de ganimet mallarından hisse verdi.”

Bundan anlaşılıyor ki, Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh), Devs kavminde herkesten önce İslâm’a gelmiş ve kavmiyle beraber gelmeden evvel yalnız geldiğinde müslüman olmuştur.

Hristiyan Behranlıların Elçisi:

Peygamber Efendimize Behrân diyarının Hıristiyanlarından da elçi gelmiştir. Rivâyet olunur ki, bu topluluk Medine’ye geldiklerinde ikindiden sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Mescid-i şerifine girdiler ve namazlarının vakti gelip kalktılar, namaza durdular. Ashâb onları men etmek istediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bırakın, incitmeyin, dedi.

Doğu tarafına yönelip namazlarını kıldılar. Bunlar, binekli altmış kişi idiler. İçlerinde kavmin eşrafından yirmi dört kişi vardı. Bu yirmi dört kişinin içinde üçü reisleri idi ki, hepsinin işleri onlara emanet edilmişti. Birine Akib derlerdi ki, hepsinin beyi o idi. Asıl ismi Abdü’l-Mesîh idi. Birine de Seyyid derlerdi; onların seraskerleri idi. Bunun ismi de Şurahbil idi. Birine de Ebû’l-Hâris bin Alkame derlerdi. Hıristiyanlar arasında şeref ve itibar bulmuş bir kimse idi. Âhir zaman nebisi Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerinin risalet ahvâlini bilirdi. Eski kitaplarda vasıflarını ve haberlerini görüp bilmişti. Ama başkanlığı ve dünya yüceliğini terk edemediğinden İslâm’a gelmezdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunları dine dâvet edip Kur’an-ı azîm’den birkaç âyet okudu. Çekinip imana gelmediler. Fahr-i Âlem hazretleri:

— Eğer benim sözümü inkâr ederseniz, gelin, mübâhele edelim, diye buyurdu.

Mübâhele’nin mânası şudur: İki fırka bir hususta ihtilâf ettikleri zaman bir yere gelirler ve birbirlerine:

— Behletallahu alâ’z-zâlimi minnâ (Allah’ın lâneti bizden hangimiz zalim [haksız] ise onun üzerine olsun!) derler.

Bunun üzerine zikrolunan kimseler birbirini men edip mübâheleden kaçtılar. Bazılarının kavline göre diğerlerini men edip mübâheleden kaçan Seyyid isimli reisleri idi. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin peygamberliğinin gerçekliğini kendisi biliyordu. Bunun için arkadaşlarını mübâheleden men etti. Zira lânetin kendi üzerlerine olacağı kesindi.

Bazılarının kavline göre mâni olan Abdü’l-Mesîh idi. Zira rey sahibi olanları o idi, dediler. Yunus bin Nekîr’in kavline göre mâni olan Şurahbil idi. Şurahbil, arkadaşlarına:

— Eğer bu kişi gerçek peygamber olup da biz bununla mübâhele edersek vallahi ne biz felâh buluruz, ne de bizim arkamızda kalanlar felâh bulurlar! Muhakkak bir belâya uğrarız, dedi.

Onlar da çekindiler, mübâhele etmediler. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ya Muhammed! Bizden ne dilersen verelim. Ashâbmdan emin bir kimseyi bizimle beraber gönder. Vergilerimizi ona teslim edelim, dediler.

Peygamber Efendimiz hazretleri yemin edip:

— Sizinle beraber gayet emin bir kimse göndereceğim, dedi.

Bunun üzerine, Allah kendilerinin hepsinden razı olsun, sahâbe-i kirâm “Acaba Resûlüllah hazretlerinin emin tayin edeceği kimdir?’” diye bakıp beklediler. Sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Kalk, ya Ebâ Ubeyde bin Cerrâh! diye buyurdu.

Hemen Ebû Ubeyde ayağa kalktı. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz:

— Bu kişi bu ümmetin eminidir, diye buyurdu.

Yunus (Allah ona rahmet etsin) der ki: Zikri geçen tâifenin Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile sulhları şu şart üzerine olmuştu ki, [kendi dinlerinde hür ve muhtar kalmak üzere] her yıl iki bin hülle (izâr ve ridâ gibi iki parçadan ibaret pahalı elbise) verecekler. Bunun binini Receb ayında, binini de Sefer ayında teslim edecekler. Her hüllenin yanında kırk dirhem gümüş de verecekler.

Muhammed bin Sa’d’ın kavlinde zikrolunan Seyyid ve Âkib sonradan İslâm’a gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetine dönmüşlerdir.

Bu zikrolunan beyanlarda şuna delâlet vardır ki, kesin delil ortaya çıktıktan sonra hakikati kabul etmeyen kimse ile mübâhele etmek meşru olmazmış. Evvelki ve sonraki âlimlerden mübâhele vâki olmuştur. Rivâyet ederler ki, bir kimse kendi tarafı bâtıl iken mübâhele ederse o günden itibaren bir yıla varınaz helâk olur, demişlerdir.

Rum Melikinin Elçisi:

Rum taifesinin meliki olan Ferve bin Amr’dan da Resûlüllah Efendimiz hazretlerine elçi gelmiştir. Rivâyet olunur ki, Ferve’ye hidayet müyesser olup imana geldi. Resûlüllah hazretlerine elçi ile bir ak katır hediye gönderdi ve müslüman olduğunu bildirdi. Kendisi Şam diyarında Maân denilen yerde otururdu. Rum keferesi Ferve’nin müslüman olduğunu duydular ve tutup Filistin dedikleri kasaba yanına uğrayan su kenarında astılar, boynunu kılıçla vurdular.

Benî Sâ’d Elçisi Zımâm:

Benî Sa’d bin Bekr kabilesinden de Zımâm bin Salebe elçi ile gelmiştir. İmâmı Buhârî’nin (Allah rahmet etsin) rivâyetinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir gün Mescid-i şerifte Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri ile oturuyorduk. Mescidin kapısından deve ile bir kişi içeri girdi. Devesini çökertti, ayağını bağladı. Ondan sonra, topluluğa hitap edip:

Muhammed hanginizdir? dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri de ashâb-ı kirâmm arasmda bir yanına dayanıp oturuyordu. Biz cevap verip:

Muhammed şu ak benizli, dayanıp oturan kimsedir, dedik.

Bunun üzerine o kişi, Peygamber Efendimiz hazretlerine: “Abdü’l-Muttalib’in oğlu” diye hitap etti. Resûl-i Ekrem hazretleri cevap verdi. Sonra o kişi:

— Sana sual soracağım. Yalnız sualimi sert ve çetin soracağım; bana incinmeyesin, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Hatırına her ne gelirse sor, çekinme, diye buyurdu.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerine and verip:

— Senin Rabbin ve senden evvel gelenlerin Rabbi hakkı için Hak teâlâ Hazretleri seni bütün insanoğullarına peygamber gönderdi mi? dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Vallahi, evet, diye buyurdu.

Yine Hak teâlâ hazretleri üzerine and verip:

— Yılda Ramazan ayının orucunun tutulmasını sana emretti mi? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, yine:

— Vallahi, evet, diye cevap verdi.

Ondan sonra yine and verip:

— Hak teâlâ hazretleri bizim zenginlerimizden sadaka (zekât) alıp fakirlerimize taksim etmeyi sana emretti mi? dedi.

Resûlüllah hazretleri:

— Vallahi, evet, diye buyurdu.

Ondan sonra o kişi imana geldi ve kendi kavmine elçilik edip onları İslâm dinine dâvet edeceğini vaad etti. Sonra kendi adını bildirip:

— Ben Zımâm bin Salebe dedikleri kimseyim, dedi.”

İbn-i Ishak (Allah rahmet etsin) Meğâzi’sinde şunu da nakletmiştir: “Zikrolunan Zımâm’ın Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sorduğu suallerden biri de şu idi:

— Hak teâlâ hazretleri sana emretti mi ki, yalnız kendine ibadet edesin, aslâ O’na bir nesneyi ortak kılmayasın ve bizim atalarımızın taptığı putları gideresin? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Vallahi, evet, diye cevap verdi.

Ondan sonra Zımâm, devesinin yanına geldi, ayaklarını çözüp bindi. Oradan çıkıp kavmine gitti. Oraya vardığı zaman halk Zımâm’m yanına toplandılar. Hemen Zımâm:

— Lât ve Uzzâ ne çirkin nesnelerdir, deyip putlarından istikrah ettiğini açıkladı.

Bunun üzerine kavmi:

— Ya Zımâm! Böyle söyleme! Sakın bunu yapma. Sonra sana baras, cinnet ve cüzzam hastalıkları ârız olur, dediler.

Zımâm:

— Vay başınıza! Onlar neye kâdirdirler? Ne zarar yetiştirmeğe, ne menfaat yetiştirmeğe kâdirdirler, dedi.

Sonra ilâve etti:

— Hiç şüpphesiz ki, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarına sahip Hak teâlâ hazretleri bir resûl (peygamber) gönderdi. O’na kitap indirdi. O’nun sebebiyle sizi dalâletten kurtardı.

Bundan sonra Zımâm, kendi kavminin huzurunda şehadet kelimesini getirerek onlara da telkin etti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin emri ve nehyi ne ise hepsini bildirdi.”

Râvi diyor ki: “Vallahi o gün erkekten ve kadından hiç kimse kalmadı, hepsi İslâm’a geldiler.”

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki: “Hiç bir kavimden peygamber gelmemiştir ki, Zımâm bin Sa’lebe’den daha üstün olsun,” diye buyurmuştur.

Rebze Elçisi:

Rebze denilen bölge kavminden Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bâzı kimseler gelmişlerdir. İmâm-ı Beyhakî (Allah rahmet etsin) Câmi bin Şeddad’dan rivâyet eder ki, “Târik bin Abdullah adlı bir kişi bana şöyle dedi” diye anlattı:

“Ben Zü’l-Mecâz dedikleri pazar yerinde duruyordum. Karşıdan bir kimse geldi; halka durmadan:

— Ey Âdemoğulları! Şehadet kelimesi getirin, felâh bulun, diye söylüyordu.

Bir kimse de onun arkasından taşlar atarak kendisini kovuyordu:

— Ey Âdemoğulları! Bu kişi yalancıdır. Sakın, onun sözüne inanınayın! diyordu.

Ben de sual edip:

— Bu kişi kimdir? dedim.

— Benî Hâşim’den bir yiğittir. Peygamberlik iddiasında bulunuyor, dediler.

— Ya o taş atan kimdir? dedim.

— O, bunun amcasıdır. Ona Abdü’l-Uzzâ (Sonradan ismi Ebû Leheb — Ateş Babası olacaktır) derler.

Daha sonra bâzı kimseler İslâm’a gelip Medine’ye hicret etmelerinden sonra biz de Rebze’den çıkıp Medine’ye gittik. Niyetimiz bir miktar Medine hurması yükletip memleketimize getirmekti. Medine’ye yaklaştığımız zaman bağ ve bahçeler arasına indik. Elbiselerimizi değiştirmekle meşgul oluyorduk. Hemen bir kişi geldi, bize selâm verdi ve:

— Nereden geliyorsunuz? diye sordu.

— Rebze’den geliyoruz, diye cevap verdik.

— Ya nereye gidiyorsunuz? dedi.

— Niyetimiz Medine’ye gelmekti, dedik.

— Burada işiniz nedir, niçin buraya geldiniz? dedi.

— Hurma almaya geldik, diye cevap verdik.

Ondan sonra bizim develerimizden kızıl tüylü bir deveyi gösterip:

— Şu deveyi satar mısınız? dedi.

Biz de:

— Evet, şu kadar ölçek hurmaya satarız, dedik.

Hemen devenin yularına yapıştı ve çekti, yürüyüverdi. Oradan bahçeler arasında gözümüzden kaybolunca biz:

— Ne yaptık! Devemizi bilmediğimiz bir kişinin eline verdik; bahasını da almadık. Deve zâyi oldu, diye aramızda konuşmaya başladık.

İçimizde bizden bir hatun vardı:

. — Vallahi o kimseyi ben gördüm, yüzü ay parçasına benziyordu. Sizin devenizin bahasına ben kefilim, dedi.”

Yâni: “Öyle bir kimseden zarar gelmesi ihtimali yoktur. Malınız zâyi olmaz. Eğer bundan şüpheniz varsa ben size kefilim,” demektir.

Ondan sonra Târik der ki: “Biz bunları konuşurken hemen bir adam geldi. Biz ne kadar hurma dedikse yüklenmiş getirdi:

— Ben Resûlüllah hazretlerinin adamıyım, işte sattığınız devenin bahası olan hurma, dedi.

Hurma bir miktar da fazla idi. Orada hurmadan biraz yedik. Ondan sonra kalkıp şehrin içine girdik. Mescide varıp gördük ki, o bizden deveyi alan kimse minberde durmuş, hutbe okuyor. Biz yetiştiğimiz zaman hutbesinden şurayı okuyordu:

“Sadaka verin. Zira hiç şüphesiz ki, sadaka size hayırlıdır. Yukarıda olan el aşağıda olan elden yeğrektir.”

Bundan da murad, “Sadaka veren el, sadaka alan elden yeğrektir,” demek olur. Yâni: “Sadaka veren kişi sadaka alan kişiden daha üstündür” demektir.

Necîb Kabilesi Elçileri:

Necîb kabilesinden de Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine elçi gelmiştir. Bunların hepsi on üç kişi idi. Mallarının zekâtını çıkarıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Fahr-i Âlem hazretleri memnun olup bunlara izzet ve ikram etti. Hazret-i Bilâl’e emredip:

— Ya Bilâl!. Bunlara güzel bir ziyafet ver, diye buyurdu.

Ondan sonra gidecek olunca Resûlüllah Efendimiz hazretlerine veda etmeğe geldikleri zaman yine Hazret-i Bilâl’e emretti; o da diğer elçilere olan ikramdan daha fazla onları ağırlayarak gitmelerine izin verdi. Ondan sonra sual edip:

— Yoldaşınız kaldı mı? dedi.

— Genç bir yiğit vardır, onu eşyamızın yanında bıraktık, dediler.

Emretti, o yiğidi de dâvet ettiler. O genç, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına gelince:

— Ya Resûlâllah, benim muradım başkalarının muradı gibi değildir. Gerçi yoldaşlarımın hepsi İslâm’a rağbet edicilerdir. Fakat benim himmetim daha fazlasınadır. Vallahi beni diyarımdan şu düşünceden başka bir düşünce dışarı çıkarmadı. Dilerim ki, Hak teâlâ hazretlerinden benim için mağfiret ve rahmet taleb edesin. Yine Hak teâlâ hazretlerinden bana kalb zenginliği müyesser eylemesini dileyesin, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de onun muradınca dua edip:

— Allahım, onun günahlarını bağışla, ona rahmet eyle ve kalb zenginliği ihsân eyle, dedi.

O yiğide ikram edilmesi hususunda ashabdan birine gerekli emri verdikten sonra hepsi göçüp yerlerine gittiler. Hicret tarihinin onuncu yılında bunların bâzısı Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştuklarında Fahr-i Âlem hazretleri o yiğidin ahvalini sordu. Onlar:

— Ya Resûlâllah! Biz bunun bir benzerini asla görmedik. Hak teâlâ’nın nasip ettiğine bundan daha fazla kanaat edici bir kimse işitmedik. Eğer Âdemoğulları dünyanın tamamını aralarında paylaşsalar o yiğit o tarafa dönüp bakmaz, iltifat etmez, dediler.

Böylece Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Âlem hazretlerinin duası berekâtiyle kanaat nasip edip onu kenz-i lâ-yüfnâ’ya mâlik eyledi.

Benî Sa’d Huzeym Elçileri:

Peygamber Efendimize Benî Sa’d kabilesinden de elçi gelmiştir. İmâm-ı Vakidî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Ebû Nu’man kendi babasından nakletmiştir ki, şöyle anlattı:

“Ben kendi kavmim olan Benî Sa’d Hüzeym taifesinden birkaç kişi ile Resûlüllah hazretlerine elçilikle geldim. Medine yanında bir yere konduk. Ondan sonra oradan Mescid-i şerife yöneldik. Bir tarafta durduk, halk ile namaza başlamadık. Tâ Fahr-i Âlem hazretleriyle buluşup İslâm üzere biat edinceye kadar bunlar arasına karışmayız diye döndük, menzillerimize geldik. Resûlüllah Efendimiz hazretleri arkamızdan adam gönderip bizi dâvet etti. İlk gittiğimiz zaman hepimizden küçük bir hizmetkârımız vardı, onu eşyamızın yanında bırakmıştık. Bu kere onu da beraber alıp gittik. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine geldiğimiz vakit o hizmetkârımız olan genç bizden ileri varıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine İslâm üzere bîat eyledi. Biz:

— Ya Resûlâllah! Bu kişi bizim en küçüğümüz ve hizmetkârımızdır, dedik.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Kavmin küçüğü hizmetkârları olur, dedi ve ona: “Bârekâllahu aleyke” diye buyurup bereketle dua eyledi.

Vallahi o kişi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin duası bereketiyle hepimizden daha üstün oldu. Kur’ân-ı azîm’i bizden güzel okur oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu bizim üstümüze emîr tayin etti. Ondan sonra dönüp kendi diyarımıza gelirken bize yollarda o İmâmet eyledi. Memleketimize geldiğimiz zaman Hak teâlâ hazretleri orada olan tâifeye de İslâm’ı nasip eyledi.”

Benî Fezâre Elçisi:

Peygamber Efendimize Benî Fezâre kabilesinden de elçi gelmiştir. Ebû Rebi’ bin Sâlim (Allah ona rahmet etsin) İktifâ adlı kitabında nakletmiştir ki, Resûlüllah hazretleri Tebük gazâsından döndüğü zaman Beni Fezâre kabilesinden elçi geldi. On kişiden fazla idiler. Aralarında kabilenin ileri gelenlerinden Hârice bin Hısn ve Harrâ’ bin Kays da vardı. Müslüman olup gelmişlerdi. Memleketlerinde son derece kıtlık ve kuraklık vardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine hallerinden şikâyet edip dua istediler. Fahr-i Âlem hazretleri de minbere çıkıp dua etti. Hak teâlâ hazretleri duasını kabul edip bol ve faydalı yağmurlar ihsân eyledi. Tafsilâtı inşâallah ileride Yağmur Duası bölümünde gelecektir.

Benî Esed Elçileri:

Benî Esed kabilesinden de on kişi elçilikle gelmişlerdir. Aralarında kabilenin ileri gelenlerinden Vâbise bin Mu’bed ve Tuleyha bin Huveylid de beraber gelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâb-ı kirâmla oturmuşlardı. Zikrolunan tâife geldiler. İçlerinden birisi:

— Ya Resûlâllah! Biz Hak teâlâ hazretlerinin birliğine şehâdet ettik. Senin Hak teâlâ hazretlerinin kulu ve resûlü olduğunu da ikrar ettik. Halbuki daha sen bize haber göndermemiştin, dedi.

Yâni: “Senin dâvetini beklemedik. Hemen nübüvvetini işitince kendi ihtiyarımızla îmana geldik,” dediler.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki Müslüman olmanızdan dolayı beni minnet altında bırakmaya kalkmayın. Tersine sizi îman yoluna yönelttiği için Allah sizi minnet altında bırakır. Eğer îmanınızda sâdık iseniz.” (Hucürât sûresi: 49/17).

Behrâ Elçileri:

Yemen diyarından Behrâ’ kabilesinin elçileri de gelmiştir. Bunlar on üç kişi idiler. Geldiklerinde Mikdad (radıyallahü anh) hazretleri ile buluştular. O da:

— Merhaba, hoş geldiniz, diye izzet ve ikrâm edip önlerine yemek getirdi.

Hepsi doyuncaya kadar yedikten sonra da fazla yemek kaldı. Mikdad (radıyallahü anh) o yemekten bir kâse Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerine de göndermişti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri dilediklerince yedikten sonra bir miktar artık kaldı. Hak teâlâ hazretleri o artığa öyle bir lezzet ve bereket verdi ki, zikrolunan topluluğa her gün evinden getirirler, yedikçe lezzetini medh ederlerdi. Sonra Mikdad (radıyallahü anh) olanları haber verip kerem sahibi Efendimiz hazretlerinin berekâtiyle bunun gerçekleştiğini bildirince:

— Şehadet ederiz ki, O, Allah’ın resûlüdür, dediler.

Böylece îtikadlan arttı. Ondan sonra sahâbe-i kirâmdan farzları öğrendiler. Birkaç gün durup Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine vedâ ettiler. Resûlüllah hazretlerinin emriyle bunlara câizeler verip izzet ve ikramla yerlerine gönderdiler.

Üzre Elçileri:

Üzre kabilesinden on iki kişi elçilikle gelmişlerdir. Aralarında kavmin ileri gelenlerinden Hamza bin Nu’man da beraber gelmişti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onlara izzet ve ikram eyledi. Bunlar İslâm’a geldiler. Peygamber Efendimiz bunlara Şam diyarının fetholunacağını ve Rum keferesinin padişahının kaçıp gideceğini müjdeledi. Ondan sonra izin alıp döndüler, Yemen diyarında kabilelerine gittiler.

Yemen memleketinde Beliyy dedikleri yerin halkından birkaç kişi gelip İslâm’a girdiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— “Elhamdü lillâhi’llezî hedâküm lil-islâm — Sizi İslâm’a yönelten Allah’a hamdolsun,” diye hamd eyledi.

Bu topluluğun İslâm olmasından son derece hoşlanıp hamd etmesinin sebebi şu idi: Bunlar çok ırak yerde oturuyorlardı. Bunların İslâm’a gelmesiyle Din-i Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) yayıldığı ve şöhret bulduğu pek açık olarak ortaya çıkıyordu. Bunlar Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden izin aldıktan sonra döndüler, memleketlerine gittiler.

Zî-Merre Elçileri:

Zî-Merre dedikleri yerden on üç kişi geldiler. Reislerine Hâris bin Avf derlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onlara memleketlerinin ahvâlinden sual etti.

— Ya Resûlâllah! Yerimizde çok kuraklık ve kıtlık vardır, dua eyle, dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Allah’ım, onlara bol yağmur ihsân eyle, diye dua etti.

Birkaç gün caizeleri verildikten sonra dönüp yerlerine gittiler. Oraya vardıkları zaman gördüler ki, Hak teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz hazretlerinin dua buyurduğu gün faydalı yağmurlar ihsan edip bağları ve ekinleri güzellikle kemâl derecesini bulmuş.

Onuncu senede Havlan kabilesinden on kişi geldi:

— Ya Resûlâllah! Biz Hak teâlâ hazretlerine ve resûlüne îman getirip tasdik edenlerdeniz. Allah’ın ve resûlünün minneti bizim üzerimizdedir. Irak yerlerden develerimize binip seni ziyarete geldik, yâ Resûlâllah! dediler.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Bu yolculuğunuzda develerinizin attığı her adım için size bir hasene verilir. Beni ziyaret etmenizin ecri de şudur ki, her kim gelip beni Medine’de ziyaret ederse kıyamet günü o kişi benim komşuluğumda olacaktır, diye buyurdu.

Ondan sonra sual edip:

— Havlan’da halkın ibâdet ettikleri ne oldu? dedi.

— Ya Resûlâllah! Hak teâlâ hazretleri o putu senin getirdiğin İslâm dînine tebdil eyledi. Şimdi ona kimse ibadet etmiyor. Yanında sadece bir karı ile bir koca kalmıştır. İnşâallah bu kere vardığımız gibi putu yıkarız, dediler.

Sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri bunlara farzları öğretip ahde vefa ve emaneti eda eylemeyi emretti. Ayrıca komşu hakkına riayet eylemeyi ve hiç kimseye zulüm etmemeyi buyurdu. Caizeler ihsân edip onları yerlerine gönderdi. Varır varınaz o putu yıkıp nam ve nişanını gözden kaybettiler.

Muhârip kabilesinden de elçi olarak on kişi gelmiştir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri resullükle vazifelenip Arap kabilelerini İslâm dînine dâvet etmeye başladığı zamanlarda bunlardan daha galiz ve serkeş hiç bir topluluk yoktu. Sonunda Hak teâlâ hazretleri hidâyet eyleyip İslâm’a geldiler ve dönüp memleketlerine gittiler.

Sudda Kabilesi Elçileri:

Yemen diyarında Sudda’ kabilesinden on beş kişi gelmiştir. Bu elçilerin gelişi sekizinci senede olmuştur. Tafsilâtı şöyledir: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ci’râne dedikleri yerden döndüğü zaman Kays bin Sa’d bin Ubâde’yi dört yüz kişi ile Yemen diyarından bir bölgeyi vurmaya göndendi. Sudda’ kabilesi o bölge dahilinde idiler. Bu hâdiseyi haber aldılar. Bunlardan bir kişi, Resûlüllah Efendimize yetişti:

— Ya Resûlâllah! Askeri geri döndür. Ben kavmime kefil olurum. Onlar İslâm dinine girerler, dedi.

Ondan sonra zikrolunan on beş kişi elçi gelip Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile müslümanlık üzerine bîat edip döndüler, yerlerine gittiler. O diyarda İslâm dini bundan sonra yayıldı.

İmâm-ı Vakıdî’nin (Allah rahmet etsin) naklettiğine göre sonradan bu taifeden yüz kişi gelip veda haccında Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile buluştular.

Sudda’ kabilesinden olan Ziyâd bin Hâris’in (radıyallahü anh) hadîsinde zikredilmiştir ki, o gelip kavmine kefil olan kişi kendisi idi. Yine buyurmuştur ki: “Ben bâzı seferlerde Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber bulundum. Bir gün Fahr-i Âlem hazretleri bana:

— Ey Sudda’ kardeşim! Biraz suyun var mıdır? diye buyurdu.

Ben de:

— Ya Resûlâllah! Matarada biraz su vardır, dedim.

Emretti; ağaçtan bir çanak içine döktüm. Ondan sonra mübarek elini o çanağın içine koydu. Hemen mübarek parınaklarından çeşmeler aktığını gördüm.”

Yemen diyarında Gassan kabilesinden onuncu senede üç kişi gelip müslüman oldular. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendilerine caizeler ihsan etti; döndüler, yerlerine gittiler.

Salaman Elçileri:

Onuncu yılın Şevvâl’inde Selâmân denilen yerden yedi kişi gelmişti. Aralarında kavmin ileri gelenlerinden Habîb bin Amr da vardı. İslâm’a geldiler ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kuraklıktan ve kıtlıktan şikâyet ettiler. Fahr-i Âlem hazretleri dua ettiler. Sonra dönüp yerlerine gittikleri zaman haber aldılar ki, Resûlüllah hazretleri dua ettiği vakit Hak teâlâ hazretleri faydalı yağmurlar vermiş.

Diğerleri:

Beni Abs kabilesinden birkaç kişi gelip:

— Ya Resûlâllah! Bizim âlimlerimiz bize şöyle haber verdiler ki, “Hicret etmeyen kimsenin müslümanlığı sahih olmaz,” dediler. Eğer böyle ise bizim develerimiz ve diğer davarlarımız vardır, onları satalım da hicret edelim, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Her nerede olursanız Hak teâlâ hazretlerinden takvâ üzere olun. Amellerinizden hiçbir nesneye eksik karşılık vermez, buyurdu.

Gâmid kabilesinden onuncu senede on kişi gelip İslâm dinine girdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir mektup yazıp içinde İslâm şeriatinin hükümlerini beyan etti. Übey bin Kâ’b (radıyallahü anh) hazretlerine emretti, bu topluluğa Kur’an-ı azîm öğrettirdi. Ondan sonra hediyelerini verip yerlerine gönderdi.

Ezd kabilesinden yedi kişi gelmiştir. Hadîs âlimlerinden Ebû Nuaym ve Ebû Mûsâ’nın (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde bildirildiğine göre Alkame bin Yezid bin Süveyd (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Benim babam dedemden şöyle nakletti: Bizim kavmimizden Resûlüllah Efendimiz hazretlerine elçi gelenlerin yedinci kişisi ben idim. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli huzurlarına girdiğimiz zaman konuştuk. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bizim semtimizi ve hey’etimizi beğendi ve:

— Siz ne türlü kimselersiniz? diye sordu.

— Biz mü’minleriz, diye cevap verdik.

Hemen Resûlüllah Efendimiz tebessüm etti:

— Elbette her sözün hakikati vardır. O halde sizin sözünüzün ve imanınızın hakikati nedir? diye buyurdu.

Biz:

— Ya Resûlâllah! Bizim sözümüzün ve îmanımızın hakikati on beş haslettir. Onların beşini bize senin gönderdiğin kimseler, onlara îman getirmemiz için buyurmuşlardır. Beşini de yine onlar, biz onlarla amel edelim diye buyurmuşlardır. Beşi de bizim cahiliyet zamanından kalan âdetlerimizdir ki, biz henüz onları terk etmedik. Eğer sen onların bâzısını çirkin görürsen onları terk edelim, dedik.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Benim adamlarımın iman getirmenizi buyurdukları beş nesne nedir? dedi.

— Hak teâlâ hazretlerine, meleklerine, kitaplarına, resullerine ve kıyamet gününe îman getirip îtikad etmektir, dedik.

Ondan sonra:

— Ya o amel etmeniz için buyurdukları beş nesne nedir? dedi.

— Şehadet kelimesi getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan ayında oruç tutmak ve kudreti olanlarımız için Allah’ın evini hacc (ziyaret) etmektir, dedik.

Peygamber Efendimiz bundan sonra:

— Ya cahiliyet devrinden beri âdet edindiğiniz beş nesne nedir? diye sordu.

— Bolluk hâlinde Hakk’a şükretmek, belâ yetişirse sabretmek, kazaya rıza göstermek, düşmanla buluştuğumuzda sabit kadem olmak ve düşmanın şamatasını terk etmek, yâni bize muhalif olan kimselerin yaramaz (kötü) hallerine sevinmeği terk etmektir, dedik.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bunlar hakim ve âlim kişilerdir ki, anlayış ve kavrayışta nebiler derecesine yakın olmuşlardır, diye buyurdu.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz:

— Ben de size beş nesne emredeyim. Sizin hasletleriniz böylece yirmiye yetişerek tamamlansın, dedi.

Daha sonra buyurdu ki:

— Eğer siz gerçekten dediğiniz gibi iseniz yemeyeceğiniz nesneyi toplamayın, oturmayacağınız nesneyi yapmayın ve koyup gideceğiniz nesneye rağbet etmeyin. Hak teâlâ hazretlerinden takvâ üzere olunuz ki sonunda ona dönüp geleceksiniz, ona arz olunacaksınız. Varıp içinde ebedî kalacağınız nesneye rağbet edin.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin vasiyetini muhafaza ederek dönüp yerimize gittik.”

Benî Muntafık tâifesinden de bâzı kimseler gelmiştir. İmâm-ı Ahmed’in oğlu Abdullah (Allah onlara rahmet etsin) babasının Müsned’inde rivâyet etmiştir ki, Lakît bin Amir, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine elçilikle çıktı. Bir yoldaşı da vardı; ona Nüheyk bin Asım derlerdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine yetiştikleri zaman sabah namazını kılmışlar; durup halka hutbe okuyup vaaz ve nasihata başlamışlardı. Resûlüllah Efendimiz:

— Ey Âdemoğulları! Ben dört günden beri sesimi, bugün söyleyeceklerimi işitesiniz diye sakladım. Hiç burada bir kimse var mıdır ki, kendi kavmi onu, git Resûlüllah’ın ne söylediğini öğren diye göndermiştir? dedi.

Ondan sonra yine tenbih edip:

— Belki o kişinin bir düşüncesi vardır. Yahut yanındaki kimse ile arkadaşlık etmektedir, onunla konuşmaktadır. Bilin ki, tebliğ ettin mi diye muhakkak bana sual olunacaktır, diye tekrar tekrar tenbih buyurduktan sonra mufassal bir hadîs-i şerif buyurdu. Onda kıyâmet, cennet ve cehennem ahvalini beyan etti.

Lakît bin Amir anlatıyor:

— Ya Resûlâllah! Sana ne şart üzerine bîat edeyim? dedim.

Mübarek elini açtı ve*

— Namaz kılmak, zekât vermek ve Hak teâlâ hazretlerine hiç bir nesneyi ortak tutmamak üzerine bîat et, diye buyurdu.

Yemen diyarında olan Neha’ kabilesinden on birinci senede iki yüz kişi gelmiştir. Peygamber Efendimiz hazretlerine gelen elçilerin sonuncusu bunlardır. Geldiklerinde ziyafet yurduna kondular ve İslâm dînini kabûl etmiş oldukları halde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına gittiler: Önce Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) hazretlerinden İslâm üzerine bîat etmişlerdi. Bu topluluk içinde bir kişi vardı, adma Zürâre bin Amr derlerdi. Zürâre dedi ki:

— Ya Resûlâllah! Bu yolculukta acayip bir rü’ya gördüm, dedi.

Fahr-i Âlem hazretleri:

— Ne gördün? diye buyurdu.

Zürâre:

— Evde bıraktığım bir dişi merkebin bir buzağı doğurduğunu gördüm. Buzağinin rengi kızıla çalan siyah renkte idi, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Memleketinde hiç gebe kadın bırakıp gittin mi? diye sordu.

Zürâre:

— Evet, ya Resûlâllah! dedi.

Peygamber Efendimiz:

— İşte o hatunun bir oğlan doğurdu ve o oğlan senin oğlundur, buyurdu.

Zürâre:

— Ya Resûlâllah! Ya o renkte görmemin sebebi nedir? dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Bana yakın gel, dedi.

Zürâre şerefli huzurlarına yakın gelince:

— Ya Zürâre! Sende hiç bugüne kadar ellerden sakladığın bir baras illeti var mıdır? dedi.

Zürâre:

— Seni hak peygamber olarak gönderen Allah hakkı için bende o illetin olduğunu hiç kimse bilmezdi. Senden başka hiç kimse ona muttali olmadı, deyince Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— İşte öyle görünmesinin sebebi budur, dedi.

Zürâre yine:

— Ya Resûlâllah! Rü’yada bir ateşin çıktığını, benimle oğlumun arasında perde olduğunu gördüm, dedi.

Peygamber Efendimiz:

— O benden sonra çıkacak fitne ateşidir, diye buyurdu.

Zürâre:

— Ya Resûlâllah! Fitne nedir? dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Halk İmâmlarını öldüreceklerdir, diye buyurdu.

Sonra mübarek parınaklarını birbirinin üzerine koyarak:

— Kötülük eden iyilik ettiğini zannedip mü’minin kanı mü’mine su içmekten tatlı olacaktır, dedi. Eğer oğlun vefat ederse o fitneye sen yetişirsin. Eğer sen vefat edersen oğlun yetişir, diye buyurdu.

Zürâre:

— Ya Resûlâllah! Dua eyle de o fitneye ben yetişmeyeyim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Allah’ım, onu o fitneye yetiştirme, diye dua buyurdu.

Bir zaman sonra Zürâre vefat edip oğlu Amr kaldı. Amr, sonradan Hazret-i Osman bin Affan’ı hal’ eden topluluktan oldu.