Geri

   

 

 

İleri

 

1 . Fasıl

2 - 1   Peygamber Efendimizin Şerefli İsimleri

Hak teâlâ hazretleri, bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretlerini Kur’ân-ı azim’de ve diğer semavî kitaplarında peygamberlerin lisanları üzere pek çok isimlerle yâd eylemiştir. Ama bütün bu şerefli isimlerin en meşhuru Muhammed’dir ki, dedesi Abdülmuttalib bu ismi koymuştur.

Rivâyet olunur ki:

— Oğlunun adını ne koydun? diye Abdülmuttalib’e sordular.

Muhammed koydum, diye cevap verdi.

— Niçin atalarında ve kavminde olmayan bir adla onu isimlendirdin? dediler.

— O ümitle koydum ki, bütün yer ehli ona hamd etsinler (onu övsün ve sevsinler), dedi.

Böyle demesinin sebebi şu idi: Abdülmuttalib bir gece rü’yasmda görmüştü ki, kendi arkasından gümüş zincirler çıkmış. Birinin ucu göklere yetişmiş, birinin maşrıka ve birinin mağrıba erişmiş. Ondan sonra bu zincirler bir ağaç şeklini alır ki, her yaprağinin üzerinde nur görünür. Maşrık ve mağrib halkı sanki o ağacın dallarına ve budaklarına yapışıp asılmışlardır. Abdülmuttalib bu rü’yasını söyleyince tâbirciler şöyle tâbir ettiler:

— Senin evlâdından bir kimse gelecek ki, bütün maşrık ve mağrib halkı ona tâbi olacak, dediler.Onun için Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin şerefli ismini Muhammed koymuştu. Anası Emine Hâtun’a da rü’yasmda şöyle demişlerdi:

— Sen bu ümmetin seyyidine hâmile oldun. Doğurduğun zaman onun adını Muhammed koyasın.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden de rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri vücuda geldiği zaman dedesi Abdülmuttalib adını Muhammed koydu. Ona:

— Ya Ebâ Hâris! Niçin baba ve dedelerinin isimlerini koymadın? dediler.

— Dileğim şudur ki, gökte Allahü teâlâ hazretleri ve yerde Âdem oğullan ona hamd etsinler, dedi.

Muhammed bin Cübeyr bin Mut’im’den, o da babasından rivâyet etmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şöyle buyurmuştur:

— Elbette benim birkaç adım vardır. Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mâhi’yim ki, Allahü teâlâ küfrü benimle mahveyler. Ben Hâşir’im ki, Âdem oğullan benim ayağıma haşrolunur. Ve ben Âkib’im (bütün resullerin arkasından gelenim, hepsinin sonuncusu ve takipçisiyim) .

Buharî ve Müslim (Allah onlara rahmet etsin) böyle rivâyet etmişlerdir, İmâmı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) Müslim şerhinde buyurmuştur ki:

“Yahş ru’n-nâse alâ kademi — insanlar benim ayağım üzere haşrolurlar” sözünün mânası, “Halk benim eserim, zamanım ve risaletim üzere haşrolurlar” demektir. İmâm-ı Buhârî, Hâkim ve Ebû Nuaym’m (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Nâfi’ bin Cübeyr’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: Sözü geçen beş ismi zikrettikten sonra Hâtem ismini de zikretmiştir.

Huzeyfe’nin (radıyallahü anh) hadîsinde: Ahmed, Muhammed, Hâşir, Muttaki ve Nebiyy-i Rahme isimleri geçmiştir. Ebû Nuaym’m rivâyetinde görülen ifade şudur: “Muhammed, Ahmed, Hâtem, Hâşir, Âkib ve Nezîr. Hâşir denilmesi kıyamete yakın gönderildiği içindir. Sizi şiddetli azabdan korkutucu olduğu için de Nezîr denilmiştir. Nezîr diye korkacak haber veren kimseye denir. Âkib denilmesi de nebilerin akabinde geldiği içindir. Kendinden sonra peygamber gelmez demektir.”

Bu rivâyetlerin bâzısmda beş, bâzısmda altı isim zikrolunmuştur. Fakat bu, Resûlüllah Efendimizin şerefli isimleri sadece bunlardan ibaret demek değildir. Belki murad, bu isimler Resûlüllah Efendimiz hazretlerine mahsus isimlerdir; o hazretten başka kimse daha önce bu isimlerle anılmamıştır, demektir. Yahut geçmiş ümmetler arasında meşhur olan isimler bunlardır, demektir. Yoksa şerefli isimleri pek çoktur.

İbn-i Dıhye (Allah ona rahmet etsin) Müstevfî adlı kitabında buyurmuştur ki: “Eğer eski kitablarda, Kur’ân-ı azîm'de ve hadîs-i şeriflerde geçen isimleri toplansa bunların sayısı üç yüze yetişir.”

Bâzı rivâyette gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Benim Kur’an’da yedi yerde ismim vardır” diye buyurmuştur. Ve bunlardan şu isimleri belirtmiştir: Muhammed, Ahmed, Yâsin, Tâhâ, Müzzemmil, Müddessir ve Abdullah. Kur’ân-ı azîm’de lâkablarından da çok nesne zikredilmiştir. Hattâ bâzı âlimler sayıp sayısını belirtmişlerdir. Bâzıları esmâ-i hüsnâ sayısınca doksan dokuza yetiştirmişlerdir.

Kadî lyâz buyurmuştur ki: “Hak teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz Hazretlerini kendi esmâ-i husnâsından otuz kadarı ile isimlendirmiştir.

Kadi Ebû Bekir bin Arabî (Allah rahmet etsin) Ahkâm-ı Kur’an adlı kitabında bâzı mutasavvıflardan nakletmiştir ki: “Hak teâlâ hazretlerinin bin şerefli ismi ve Peygamber Efendimiz hazretlerinin de bin şerefli ismi vardır, demişlerdir.”

Ama bu isimlerden murad vasıflardır. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri nice nice güzel vasıflarla vasıflanmıştır. Bu güzel vasıfların her birinden bir isim çıkarılınca o kadar şerefli isimleri olur. Belki bu söylenenlerden fazla bile olur, demişlerdir.

İşte bütün bu isimler cümlesinden bâzıları sırf o hazrete mahsustur. O isimlerin başkalarına verilmesi ihtimali yoktur. Bâzıları da vardır ki, bu isimlerin ona verilmesi galip olmuştur. Bâzıları da vardır ki, müşterektir.

Müellif (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Şeyhimizin Kafi-i Bedî’ adlı kitabında, Kadi lyâz’m Şifa’sında, İbn-i Arabi’nin Kays ve Ahkâm adlı kitablarında ve İbn-i Seyyidü’l-Fâsın Kelâm’mda gördüğümüz şerefli isimleri dört yüzden fazladır. Biz de onu harf sırasına göre şöyle tertip ettik” demiştir:

Elif Harbi:

El-Eberru Billâhi: Allah için en iyi davranan, Allah katında en şerefli.

El-Ebtahiyyü: Kureyş’in en soylu boyuna mensup.

Etkayü’n-Nâsi: İnsanların en müttakîsi.

El-Ecved: En iyi, en cömert.

Ecvedü’n-Nâs: İnsanların en iyisi, en cömerdi.

El-Ahad: Bir, biricik.

El-Ahsen: En güzel.

Ahsenü’n-Nâs: İhsanların en güzeli.

Ahmed: En çok övülmüş (sevilmiş) olan.

Uhiyd Ahyed: Tevrattaki isimleri, ümmetini cehennem ateşinden koruyucu.

El-Ahîzu bil-hucezâti: İnsanları kuşaklarından tutarak cehennem ateşinden uzaklaştırıcı.

Âhizu’s-sadakati: Zekât ve sadakaları alıp yerine sarfedici.

El-Âhirü: Son, en sonda gelen, sonuç, gaye.

El-Ahşayullahe: Allah’dan en çok korkan.

Üzünü Hayrin: Hayrın kulağı.

Ercehu’n-Nâsi Aklen: Akılca insanların en üstünü.

Erhamü’n-Nâsi Bil-iyâli: Aile ferdlerine karşı insanların en merhametlisi. EhEzher: Lekesiz beyazlık, ziyade parlaklık; nur yüzlü.

Eşcau’n-Nâs: İnsanların en yiğidi.

ELEsdaku Fillâhi: Allah için en doğru söyleyen.

Etyabü’n-Nâsi Riyhan: İnsanların en güzel kokulusu.

El-Aezzü: En aziz, en şerefli.

El-A’lâ: En yüce.

El'A’lemü billâhi: Allah’ı en iyi bilen.

Ekserü’n-Nâsi Tebean: Peşinden en çok gidilen; insanların en çok uyulanı. El-Ekremü: En şerefli, en cömert.

El'Ekremü’n-Nâs: Insanlarınn en şereflisi, en cömerdi.

Ekremü Veled-i Âdem: Âdem oğlunun en şereflisi, en cömerdi.

El-massu: Sorucu, emici; vahiy yoliyle Hakkın ilmini kendi özüne çekici. İmâmü’l-Hayr: Hayrın imâmı, iyi yola götüren başkan.

İmâmü’r-Rüsul: Resullerin başkanı.

İmâmü’l'Müttekîn: Günahtan sakınanların başkanı.

İmâmü’n-Nebiyyîn: Nebilerin başkanı.

İmâmü’l'Âmir: Buyruk sahibi başkan.

El'Âminü: Doğru, emin, duaları kabûl edici.

Emenetü Ashabihi: Sahâbelerinin güvendiği, kendisine inandığı kimse. El-Emîn: Doğru ve dürüst, güvenilir kimse.

El'Ummî; Anaya, fıtrata mensup; zuhurun ana maddesi.

En’amullah: Allah’ın en büyük nimeti.

El'Evvelü: İlk, her şeyden önce var olan.

Evvelü’ş-Şâfi: Şefaat edenlerin ilki.

Evvelü’l-Müslimîn: Müslümanların ilki.

Evvelü’l-Müşeffi’: İlk şefaat edilmiş olan.

Evvelü’l-Mü’minîn: Mü’minlerin ilki.

Evvelü men yenşakku anhü’l-ardu: Yerin kendisi için yardacağı ilk zat (ilk di rilecek olan).

Be Harfi:

El-Berru: Doğru sözlü, iyi, hayır işleyen kişi.

El-Barkılît: İncildeki ismi; Hakk’ın ruhu.

El-Bâtın: İç âlemin sahibi.

El-Bürhân: Sağlam delil, kuvvetli tanık.

Bişrun: Sevinç eseri.

Büşrâ İsa: İsa Peygamberin muştusu.

El-Beşîru: Müjdeci, sevindirici.

El-Basîru: Görücü, idrâk edici.

El-Belîğu; Her sözü yerinde söyleyici.

Bâliğun: Son mertebeye ulaşmış, kemâle ermiş.

El-Beyânu: Her şeyi açık seçik anlatan.

El-Beyyinetü: Kesin delillerle gerçeği açıkça ortaya koyucu.

Te Harfi:

Et-Tâlî: Okuyucu, Kur’an okuyan.

Et'Tezkiretü: Hatırlatıcı, anınaya vesile olan.

Et-Takiyyü: Korkutucu, sakmdırıcı; haramdan kaçınan.

Et-Tenzîlü: Aşağı indiren; kendisine kitap inen.

Et-Tihâmiyyu: Tihâmeli, Hicazlı; düşmanlarına vehim verici..

Se Harfi:

Es-Sâniyi’sneyni: ikinin İkincisi.

Cim Harfi:

El-Cebbâru: Kahredici, galip.

El-Ceddü: Ululuk, bahtlılık sahibi.

El-Cevâdu: Cömert.

Câmiu: Toplayıcı.

Ha Harfi:

Hâtimu: Hüküm verici, hâkim, tamamlayıcı.

Hizbullahi: Allah cemaati.

El-Hâşiru: Haşredici, insanları bir yere toplayıcı.

El-Hâkimu bimâ erâhullah: Allah’ın kendisine gösterdiği ile hükmeden. El-Hâfizu: Koruyucu, muhafaza edici.

El-Hâmidü: Hamd edici, övücü.

Hâmilu Livâi’l-Hamdi: Hamd sancağinin taşıyıcısı.

El-Hâidu Li'Ummeti ani’n-nâri: Ümmetini ateşten alıkoyucu.

El-Habîb: Sevgili, ziyade sevilen.

Habîbü’r-Rahman: Rahmanın sevgilisi.

Habibullah: Allah’ın sevgilisi.

El-Hicaziyyu: Hicazlı.

El-Hüccetü: Delil.

Huccetü’l-Bâliğatü: Tam ve kâmil delil.

Hucccetü’llahi ale’l-halâikı: Allah’ın yaratıklara karşı delili. Hırzü’l-Ümmiyyîne: Ümmîlerin sığmağı.

El-Haremiyyu: Allah’ın mahremiyetine mensup; Mekkeli.

El-Harîsu: Ümmetini korumağa karşı çok hırslı.

Harîsun ale’l-îmani: iman üzerinde çok hırslı.

El-Hasîbu: Değerli, soylu ve meziyetli kimse; her şeyin hesabını tutucu, her ihtimali hesap edici.

El-Hakîmu: Her işi hikmetle yapıcı, her şeyin hakikat ve hikmetini bilici.

El-Hafîzu: Çok koruyucu, unutınayıcı.

El-Hakku: Gerçeğin kendisi; hakikatin aynısı.

El'Halîmü: Yumuşak huylu, ince tavırlı, hoş sözlü.

Hammâdü: Çok hamdeden.

Himtâya yahut Himyâtâ: Haramları koruyucu.

Ha Mîm Ayın Sin Kaf: Kur’andaki rumuzların hakikati.

Hafiyyün: Hakikati mübalâğa ile arayıp inceleyerek bilen.

El'Hamdü: Övgünün (sevginin) kendisi; öven ve övülen.

El-Hanîfu: Hakikate sımsıkı sarılan.

Hı Harfi:

El-Habîru: Hakikati bilen ve bildiren.

Hâtemü’n'Nebiyyîne: Nebileri mühürleyen, tamamlayan.

Hâtemü’l-Mürselîne: Resulleri mühürleyen, tamamlayan.

El-Hâtemü: Mühür, yüzük; tamamlayıcı, kemâle erdirici, Allah’ın Saltanatinin arz üzerindeki belgesi, halifesi.

El-Hâzinu Li-Mâlillâhi: Allah’ın malinin haznedârı.

El-Hâşiu: Tevâzu sâhibi, alçak gönüllü.

El-Hâdiu: Tevazu, sâhibi, alçak gönüllü.

El-Hâlisu: Saf, ayıklanıp temizlenmiş.

Hatîbü’l-Enbiyâ: Peygamberlerin hatibi (sözcüsü).

Hatîbül-Ümemi: Ümmetlerin sözcüsü.

Hatîbü’l-Vâfidîne alellahi: Arzularını Allah’a iletmek isteyen hey’etlerin sözcüsü. El-Halîlü: Dost.

Halîlü’r'Rahmâni: Rahmanın (umum yaratıkların) dostu.

Halîlullahi: Allah’ın dostu.

El-Halîfetü: Allah’ın arz üzerindeki temsilcisi.

Hayru’l-Enbiya: Nebilerin en hayırlısı.

Hayru’l-Beriyyetü: Mahlûkatın en hayırlısı.

HayrubHalkıllahi: Allah’ın yaratıklarının en hayırlısı.

Hayru’l-Âlemine Turrâ: Bütün âlemlerin en hayırlısı.

Hayrü’n-Nâsi: İnsanların en hayırlısı.

Hayru hâzihi’l-ümmeti: Bu ümmetin en seçkini.

Hayretu’llahi: Allah’ın seçtiği.

Dal Harfi:

Dâru’l-Hikmeti: Hikmet yurdu.

Ed-Dâî ilâllahi: Allah’a çağıran.

Da’vetü İbrahîme: İbrahim Peygamberin duası(nm gerçekleşmişi). Da’vetü’n-Nebiyyîne: Nebilerin duası(nın gerçekleşmişi).

Delîlü’l-Hayrâti: Hayırların kılavuzu.

Zal Harfi:

Ez-Zâkiru: Zikredici, Allah’ı anıcı.

Ez-Zikru: Anılan, çok şerefli kimse.

Zikrullahi: Allah’ın zikri.

Zü’l-Havzı’l'Mevrûdi: Daimî suyu gelen havuzun (Kevserin) sâhibi.

Zü’l'Hulûkı’l-Azîmi: Çok büyük ahlâk sâhibi.

Zü’s-Sırâtı’l-Müstakîmi: Dosdoğru yolun sâhibi.

Zü’l-Kuvveti: Güçlü, kuvvet sâhibi.

Zü’l-Mekâneti: Vekar, temkin ve metanet sâhibi.

Zü-Izzetin: İzzet, yücelik sâhibi.

Zû'Fadlin: Fazilet, üstünlük sâhibi.

Zü’l-Mu’cizâti: Mu’cizeler sâhibi.

Zü’l'Makami’l-Mahmûdi: Makam-ı Mahmûd’un sâhibi.

Zü’l'Vesîleti: “Vesile” derecesinin sâhibi.

Ra Harfi:

Er-Radî’: Süt emen, süt kardeş olan.

Er-Râzî: Kabûl eden, hoşnut olan.

Er-Râğibü: Rağbet eden, isteyen.

Er-Râfiu: Yükselten.

Râkibü’l-Bürâki: Bürakın binicisi.

Râkibü’l-Baîri: Deve binicisi.

Râkibü’l-cemeli: Erkek devenin binicisi.

Râkibü’n-Nâkati: Dişi devenin binicisi.

Râkibü’n-Necîbi: Asîl, temiz, güzel hayvanların binicisi.

Er-Rahmetü: Rahmet; sevgi, acıma ve koruma hissinin sâhibi. Rahmetü’l-Ümmeti: Ümmetini esirgeyen ve koruyan.

Rahmetül-Alemine: Âlemleri esirgeyen ve koruyan.

Rahmetü Mühdâti: Rahmet arınağanları (veren).

Er-Rahîmü: Mü’minleri çok seven, çok koruyan.

Er'Resûlü: Peygamber.

Resûlü’r-Râhati: Dinlenme, huzur ve sükûn Peygamberi.

Resûlü’r-Rahmeti: Rahmet Peygamberi.

Resûlüllahi: Allah’ın Peygamberi.

Resûlü’l-Melâhimi: Savaşlar Peygamberi.

Er-Reşîdü: Akıllı, olgun, iyi yola götürücü, mürşîd olan.

Er-Refîu’z-Zikri: Şânı yüce; zikri çok yükseltici.

Râfiu’r-Rütebi: Rütbeleri, insanların tekâmül derecelerini yükseltici. Râfiu’d-Derecâti: Dereceleri yükseltici; yüksek makam ve derecelere çıkarıcı. Er-Rakîbü: Koruyucu, gözetici.

Rûhu’l-Hakkı: Hakk’m ruhu; gerçeğin özü.

Rûhu’l-Kudsi: Kutsallaşmış ruh; vahyin emini.

Er-Râfiu: Pek esirgeyen, çok merhamet eden.

Rüknü’l-Mütevâziîne: Tevazu sahiplerinin temeli (başı).

Za Harfi:

Ez-Zâhidü: Mâsivâdan yüz çeviren.

Zaîmü’l-Enbiyâi: Peygamberlerin kumandanı.

Ez-Zekiyyü: Temiz, pâk, akıllı.

Ez-Zemzemiyyü: Zemzemli; suyu çok yere mensub.

Zeynün men fî’l-kıyâmeti: Kıyamet gününde bulunanların süsü, en güzeli.

Sin Harfi:

Es-Sâbiku: Öncü, ilk, her şeyin başı.

Es-Sâbiku Bi’l-Hayrâti: Hayırlarda öncü.

Sâbiku’l'Arabi: Arabm öncüsü.

Es-Sâcidü Sebîlullahi: Allah yolunda secde eden.

Es-Sirâcü’l-Münîru: Işık saçan kandil.

Es-Sırâtü’l-Müstakîmü: Doğru yolun rehberi.

Es-Saîdü: Mutlu.

Sa’dullahi: Allah’ın iyiliği, mübarek kulu.

Sa’dü’l'Halâikı: Yaratıkların en iyisi.

Es-Selâmu: Noksan ve ayıptan emin olan.

Es-Semîu: Çok iyi dinleyen ve işiten.

Es-Seyyid: Efendi; bir topluluğun en şerefli ferdi.

Seyyid-i Veled-i Âdem: Âdem oğlunun efendisi, en şereflisi. Seyyidü’l-Mürselîn: Resullerin efendisi; en şereflisi, en üstünü. Seyyidü’n-Nâsi: insanların efendisi.

Seyyidül-Kevneyn: Dünya ve âhiretin efendisi.

Seyyidü’s-Sekaleyn: İnsanların ve cinlerin efendisi.

Seyfu’llahi’l-Meslûl: Allah’ın çekilmiş kılıcı (yalın kılıcı).

Şın Harfi:

Eş-Şârm: Kanun koyucu,

Eş-Şâfiu: Şefaat edici.

Eş-Şâkiru: Şükredici.

Eş-Şâhidü: Gören, tanık olan.

Eş-Şekûrü: Çok şükreden.

Eş-Şemsü: Güneş.

Eş-Şehîdü: Çok iyi gören, iyi tanıyan.

Sad Harfi:

Es-Sâbiru: Sabreden, güçlüklerden yılmadan dayanan.

Es-Sâhibü: Mâlik; yoldaş, arkadaş; sohbet edici.

Sâhibü’l-Âyâti: Âyetler sâhibi.

Sâhibü’l-Mu’cizâti: Mu’cizeler sâhibi.

Sâhibü’l-Bürhâni: Kuvvetli deliller sâhibi.

Sâhibü’l-Beyâni: Açık söz, açıklama sâhibi.

Sâhibü’t-Tâci: Tâc, saltanat sâhibi.

Sâhibü’bcihâdi: Cihad sâhibi.

Sâhibü’l-Hucceti: Kesin delil sâhibi.

Sâhibü’l-Hatîmi: Çok faydalar sâhibi.

Sâhibü’l-Havzı’l-Mevrûdi: Daimî geliri olan havuzun (Kevser’in) sâhibi. Sâhibü’l-Hâtemi: Mühür sâhibi.

Sâhibü’l-Hayri: Hayır, iyilik sâhibi.

Sâhibü’d'Dereceti’l-âliyyeti’r-Refîati: Pek yüce derecenin sâhibi. Sâhibü’r-Ridâi: Belden yukarıya mahsus örtü sâhibi. Sâhibü’l-Ezvâci’t'Tâhirâti: Çok temiz eşlerin sâhibi olan. Sâhibü’s-Sücûdi Li-Rabbi’l-Mahmûdi: Övülen Rabbi için secdeler sâhibi. Sâhibü’S'Serâyâ: Askerî birlikler sâhibi.

Sâhibü’s'Sultâni: Mülk, iktidar ve adalet sâhibi.

Sâhibü’s-Seyfi: Kılıç sâhibi.

Sâhibü’ş-Şer’i: Şeriat, kanun sâhibi.

Sâhibü’ş-Şefâatil'Kübrâ: En büyük şefaatin sâhibi.

Sâhibü’l-Atâyâ: Bağışlar ve ihsanlar sâhibi.

Sâhibü’l-Alâmâti’l-Bâhirâti: Göz kamaştıran alâmetler sâhibi. Sâhibü’l-Uluvvi ve’d-Derecâti: Yücelikler ve yüce dereceler sâhibi. Sâhibü’l-Fazîletî: Fazilet, üstünlük sâhibi.

Sâhibü’l-Fereci: Üzüntü ve darlıktan kurtuluş sâhibi.

Sâhibü’l-Kadîbi: Kesici (kılıç) sâhibi.

Sâhibü’l'Kadîbi’l'Asfari: Sarı kesici (kılıç) sâhibi.

Sahibi kavl-i Lâ ilâhe illâllahu: Allah’dan başka ilâh yoktur sözünün sâhibi. Sâhibü’l'Kademi: Uğur ve öncelik sâhibi.

Sâhibü’l'Kevseri: Kevser’in sâhibi.

Sâhibü’l-Livâi: Sancak sâhibi.

Sâhibü’l-Mahşeri: Haşir (toplama) yerinin sâhibi.

Sâhibü’l-Medineti: Büyük şehir sâhibi.

Sâhibü’l'Miğferi: Miğfer sâhibi.

Sâhibü’l-Mağnemi: Ganimet malı sâhibi.

Sâhibü’l-Mi’râci: Mîrac sâhibi.

Sâhibü’l-Mazhari’l-Meşhûdi: Gözle görülen zuhur yeri sâhibi. Sâhibül-Makami’l-Mahmûdi: Kendine hamd edilme makaminin sâhibi. Sâhibü’l-Münîri: Nurlandırma sâhibi.

Sâhibü’l-Mi’zeri: Belden aşağıya mahsus örtü sâhibi.

Sâhibü’n-Nalîni: Nalın sâhibi.

Sâhibü’l-Herâveti: Yoğun asâ sâhibi.

Sâhibü’l-Vesîleti: Kulları Rabbına kavuşturma vasıtası sâhibi.

Es-Sâdiu Bimâ Ümire: Kendisine emredileni apaçık bildirici.

Es-Sâdiku: Doğrucu, gerçekçi.

Es'Sabûru: Çok sabreden, güçlüklerden yılmadan dayanan.

Es-Sıdku: Doğruluk, gerçeklik.

Sırâtullahi: Allah’ın yolu.

Sırâte’llezîne en’amte aleyhim: Kendilerine nimet verilen kimselerin yolu. Es-Sırâtü’l-Müstakîm: Dosdoğru yol.

Es-Sufûhu: Kusur ve ayıpları görmezlikten gelen.

Es'Sufûhu ani’z-Zellâti: Ayak kaymalarına, sürçmelere göz yuman.

Es-Safvetü: Arınmış, süzülmüş, seçkin kişi.

Es-Safiyyü: Ayıklanmış, seçilmiş iyi kişi.

Es-Sâlihu: iyi huylu, güzel ahlâklı.

Dad Harfi:

Ed'Dâribu Bi’l-Hısâmi’l-Meslûmi: Ağzı körelmiş kılıçla vuran. Ed-Dahhâkü: Çok gülen.

Ed-Dahhûkü: Güleç yüzlü.

Tı Harfi:

Tâb Tâb: Hoş, güzel, güzel kokulu.

Et-Tâhiru: Çok temiz.

Et-Tabîbü: Hekim, bilgin.

Tâ Sîn Mîm: Kur’an-ı Kerîm’deki rumuz ismi.

Tâ Sîn; Kur’an-ı Kerîm’deki rumuz ismi.

Tâ Hâ: Kur’ân-ı Kerîm’deki rumuz ismi.

Et-Tayyibü: Helâl, temiz, güzel, hoş olan.

Zı Harfi:

Ez'Zâhiru: Görünüşte olan, sırları görünüşe getiren, açıklayan. Ez-Zafûru: Çok zaferler kazanan.

Ayn Harfi:

El-Âbidü: Kul, ibadet edici.

El-Âdilü: Adalet sâhibi, adaletli.

El-Azîmü: Çok büyük.

El'Afî: Afvedici; kusurları silici.

El-Akıbü: En sonra gelen; tâkib eden.

El'Alimü: Bilgin, bilen.

Alemü'l-İmâni: îmanın bayrağı, işareti.

Alemü’l-yakîni: Kesin bilginin bayrağı, işareti.

El'Alimü Bil-Hakkı: Hakk’ı ve gerçeği bilen.

El-Amilü İşleyici; iş ve hareket adamı; eser yaratıcı.

Abdullah: Allah’ın kulu.

El'Abdü: Kul.

El-Adlü: Her şeyi yerli yerine koyan ve herkesi eşit tutan.

El-Arabiyyü: Şehirli; doğru, düzgün ve güzel konuşan.

El-Urvetü’l'Vüska: Sağlam kulp.

El-Azîzü: Çok yüce, çok şerefli olan.

El'Afvü: Afvedici, bağışlayıcı.

El-Atûfü: Şefkat ve merhamet edici.

El-Alîmü: Her şeyin hakikatini hakkıyle bilen.

El-Aliyyü: Çok yüce, şerefli, yüksek makam sâhibi.

El-Allâmetü: Çok bilgili.

Aynü’l'İzzi: Bol rahmet; şeref ve yücelikler kaynağı.

Abdü’l-Kerîm: Çok cömert olan Allah’ın kulu.

Abdü’l-Cebbâri: Kahredici ve galip olan Allah’ın kulu.

Abdül-Hamîdi: Çok öven ve övülen Allah’ın kulu.

Abdü’l-Mecîdi: Çok büyük ve şerefli Allah’ın kulu.

Abdü’l-Vehhâbi: Çok ihsan edici Allah’ın kulu Abdü’l-Kahhâri: Çok kahredici Allah’ın kulu.

Abdü’r-Rahîm: Çok acıyan, çok koruyan Allah’ın kulu.

Abdü’l-Hâlikı: Yaratıcinin kulu.

Abdü’l-Kadiri: Kudret sâhibi olan Allah’ın kulu.

Abdü’l-Müheymini: Korkudan koruyucu, emin kılıcı Allah’ın kulu. Abdü’l-Kuddûsi: Eksik sıfatlardan münezzeh Allah’ın kulu. Abdü’l-Gayyasi: Çok yardım edici Allah’ın kulu.

Abdü’r-Rezzâkı: Çok rızıklar verici Allah’ın kulu.

Abdü’s-Selâmi: Noksan ve ayıplardan emin olan Allah’ın kulu. Abdü’l-Mü’min: Emin kılan ve îman edilen Allah’ın kulu. Abdü’l-Gaffâri: Çok setredici ve yarlığayıcı Allah’ın kulu.

Gayn Harfi:

El-Galibu: Galip ve hâkim, üstün olan.

El-Gafûru: Çok setreden, çok bağışlayan.

El-Ganiyyü: Zengin.

El-Ganiyyü Billâhi: Allah ile zengin.

El-Gavsü: Yardım edici.

El-Gıyâsü: Çok yardım eden.

Fe Harfi:

El-Fâtihu: Açıcı; cehalet karanlığını bilgi ile giderici; göz ve gönül açıcı. El-Farkılıt: İncil’deki isimleri; Hakk’m ruhu.

El-Fâruku: Hakkı ve bâtılı ayıran.

Fârûku: Hakla bâtılı ayırmada çok maharetli.

El-Fettâhu: Çok açıcı; açıklayıcı; aydınlatıcı.

El-Fecrü: Sabah aydınlığı.

El-Faratu: Herkesten önce ve ileri gelen.

El-Fasîhu: Doğru, düzgün ve açık konuşan.

Fadlullahi: Allah’ın üstün ihsanı.

Fevâtihu’n-Nuri: Nur açılışları.

Kaf Harfi:

El-Kasimü: Hisseleri ayırıcı ve dağıtıcı; bahşedici.

El-Kadî: Hüküm verici, kadı, yargıç.

El-Kanitü: İbadet eden, yalvaran.

Kaidü’l-Hayri: Hayra liderlik yapan.

Kaidü’l-Garri’l-Muhaccelîne: Abdest uzuvları parıldayacakların başı.

El-Kabilü: Kabul edici.

El'Kaimü: Ayakta duran, birinin yerini tutan.

El-Kattalü: Çok katleden; kâfirleri kıran.

El-Katûlü: Çok öldüren.

Kasm: Bütün hayırları kendinde toplayıcı.

El-Kassûmü: Hayırları kendinde toplayan.

Kademü sıdkın: Doğrulukta sebat eden, bastığı yerde duran.

El-Kureşiyyü: Kureyşli.

El'Karîbü: Ziyade yakınlık sâhibi.

El-Kameru: Ay.

El-Kayyimü: Görüp gözeten; işleri ve halleri düzenli yürüten.

El-Kaviyyü: Kuvvetli, dayanıklı, sağlam.

Kef Harfi:

Kâffetü’n-Nâsi: Bütün insanlara yeten.

El-Kefîlü: Boynuna alan, üzerine yüklenen, kefil olan.

El-Kâmilü fî cemîi umûrihi: Bütün işlerinde kusursuz ve mükemmel olan.

El-Kerîmü: Çok cömert, çok şerefli.

Kâf Hâ Yâ Aym Sad: Kur’an-ı Kerîm’deki rumuz ismin sâhibi.

Lâm Harfi:

El'Lisânü: Doğru ve düzgün konuşan, her dilden anlayan ve her dile hitap eden.

Mim Harfi:

El'Mâcidü: Yüce, cömert ve şerefli.

Mâzmâz: İbranice; çok güzel kokulu.

El-Müemmilü: Teemmül eden; çok iyi ve etraflıca düşünen.

El-Mâhi: Mahvedici.

El-Me’mûnü: Emin bulunan, korkusuz olan.

El-Mânihu: Atıyyye ve ihsanda bulunan.

El-Mâu: Su.

El-Muînü: Yardımcı, yardım eden.

El'Mübârekü: Uğurlu, hayırlı, bereketli olan.

El-Mübtehilü: Düşmanlarını lânetleşmeye çağırarak meydan okuyan.

El-Müberrâü: Temizlenmiş, arinmış.

El-Mübeşşirü. Müjdeleyici, iyi haberle sevindirici.

Mübeşşirü’l'Bâisîne: Bîçârelere müjde veren.

El-Meb’ûsü Bi’l-Hakkı: Hak ile gönderilen; Hak ile diriltilen.

El-Meb’ûsü: Diriltilmiş; gönderilmiş; peygamber, temsilci.

El-Mübelliğu: Tebliğ edici; Hak’dan aldığını halka duyurucu.

El-Mübîhu: İşlenmesi ve işlenmemesi gereken işleri açıklayan.

El'Mübînü: Kesin, açık delil, açık seçik söz söyleyen.

El'Metînü: Çok sağlam ve güçlü, dayanıklı.

El-Mütebettilü: Her şeyden kesilip yalnız Allah’a yönelen.

El-Mütebessimü: Gülümseyen, güleç yüzlü.

El-Müterabbisu: Bekleyen.

El-Müterahhimü: Merhamet eden, acıyan ve esirgeyen.

El-Mütezarriu: Gönlünü alçaltarak yalvaran.

El-Müttakî: Çok sakınan; kötülükten çok kaçman.

El-Metlüvvü aleyhi: Arkasından gidilen; kendisine Kur’an (vahiy) okunan.

El-Müteheccidü: Geceleri uyanık olan.

El-Mutavassıtu: Aracılık eden; kulu Rabbına kavuşturan.

El-Mütevekkilü: Allah’a güvenip dayanan.

El-Müsebbitü: Sebat eden; isbat eden; açık ve devamlı kılan.

Mücâbün: Duası kabûl edilen; isteğine cevap verilen.

Mücîbün: Duaları kabûl eden, cevap verici.

El-Müctebâ: Seçilmiş.

El'Mücîrü: Eman veren.

El-Muharrisu: (Ümmetini korumağa karşı) hırslı.

El-Muharrimü: Haram eden, yasaklayan.

El-Mahfûzu: Korunmuş olan.

El-Muhallilü: Helâl kılan; hulûl eden; halîl (dost) olan.

Muhammedün: Tekrar tekrar övülmüş.

El-Mahmûdü: Kendisine hamd olunan; övülen.

El-Muhayyirü: Seçim yapmayı serbest bırakan, insanlara seçme hakkı tanıyan.

El-Muhtâru: Seçkin; dilediğini yapmakta hür olan.

El-Mahsûsu Bi’ş-Şerefi: Şerefiyle özelleşmiş.

El-Mahsûsü Bi’l-Izzi: Yüceliğiyle özelleşmiş.

El-Mahsûsü Bi’l-Mecdi: Büyüklüğüyle özelleşmiş.

El-Mülâhhasu: Hulâsalaşmış, özleşmiş, kâinatın özü olmuş.

El-Müddessirü: Örtülere bürünmüş.

El-Medeniyyü: Şehirli; Medeni, her çağın çağdaşı.

Medinetü’l-İlmi: İlim şehri.

El-Müzekkiru: Zikreden ve zikrettiren.

El-Mezkûru: Zikredilen; çok anılan.

El-Mürtezâ: Hoşnut kılınmış; beğenilmiş, seçilmiş.

El-Mürettilü: Açık, parlak ve aydınlık konuşan.

El-Mürselü: Elçilikle gönderilmiş olan.

El'Mürtecâ: Ümit olunan, kendisine ümit bağlanan.

El-Merhûmü: Allah’ın rahmetiyle bezenmiş.

El-Mürfiu’d'Derecâti: Dereceleri yükselten.

El-Mer’ü: Erkek; er kişi.

El-Müzekkî: Temizlenmiş, temizleyen; zekât veren.

El'Müzzemmilü: Esvaba, örtülere bürünen.

El-Mesîhu: Okşayan, sığayan, silen, seyahat eden.

El-Müstağfirü: Günahların bağışlanınasını dileyen.

El-Müstağnî: İhtiyacı olmayan.

El-Müstakîmü: Dosdoğru olan.

El-Mesrûbe: Göğsünden göbeğine kadar bir tek çizgi halinde kılları olan.

El-Mes’ûdü: Saadetli, kutlu.

El-Müsellimü: Teslim eden, veren, selâmete çıkaran.

El-Müsellemü: Teslim edilmiş, verilmiş; herkesçe tasdik edilmiş.

El-Müşâviru: İstişare edilen, kendisine danışılan.

El-Müşeffiu: Şefaat eden.

El-Meşfûu: Günahları bağışlanmış olan.

El-Müşeffah: Süryânî dilinde Hamd (övgü) demektir.

El'Meşhûdü’l-Münîri: Gözle görülen nurlandmcı, aydınlatıcı varlık.

El-Mısbâhu: Kandil, meş’ale.

El-Musâriu: Güreş tutucu, pehlivan.

El-Müsâfihu: Sevdiklerini kucaklayan; meyli daima Hakka olan.

Musahhihu’l-Hasenât: iyilikleri sağlayıcı, ıslah edici, düzeltici.

El-Masdûku: Tasdik edilmiş, doğruluğu sâbit olmuş.

El-Mustafâ: Tasfiye olunmuş, çok arınmış.

El-Muslihu: Islah edilmiş ve ıslah edici; dirlik ve düzene koyucu.

El-Musallâ aleyhi: Kendisine yardım erişen, salâvat getirilen.

El-Mutâü Kendisine itâat edilen, boyun eğilen.

El-Muzhiru: Her şeyi zuhura getiren; zuhura vesile olan.

El-Muzharu: Varlık kendisiyle zâhir olan.

El-Muttaliu: Bilgi sahibi, haberi olan.

El-Mutîu: Hakk’a itâat eden, boyun eğen.

El-Muzafferü: Zafer kazanan, üstün olan.

El-Muazzirü: Tazir eden, azarlayan.

El-Ma’sûmü: Suçsuz, günahsız.

El-Mu’ti: Veren, ihsanlar eden.

El-Muakkıbü: Kendisinden önce gelenlerin yolundan giden.

El'Muallimü: Öğretmen.

Muallimü ümmetihi: Ümmetinin öğretmeni.

El'Maallemü: İlimlerin kendisinde toplandığı ve tahsil edildiği yer. “Muallemü” şeklinde okunursa: Kendisine (Allah tarafından hakikatler) öğretilen, demek olur.

El'Mu’linü: İlân edici, bildirici, haber verici.

El-Muallâ: Yüce, yüksek.

El-Mufaddalü: Tafdîl edilmiş; başkalarına üstün kılınmış.

El-Mufaddılü: Tafdil eden, dilediğini üstün kılan.

El-Miftâhu: Anahtar.

Miftâhu’l-Cenneti: Cennetin anahtarı.

El-Muktesidu: Adalet üzre olan.

El-Muktefâ: Peşinden gidilen, kendisine uyulan.

El-Mukaddisü: Takdis eden mübarek ve kutsal kılan.

El-Mukrî: Okutan.

El-Muksitu: Doğru hareket eden, âdil.

El-Mü’minü: İman eden ve edilen; emin, korunmuş ve korkusuz olan.

El-Müebbedü: Ebedî olan; kendisine danışılan.

El-Müyessiru: İşleri kolaylaştıran.

Nun Harfi:

Nûn: Kur’an’daki rumuz ismi; balık, kılıç.

En-Nâbizü: Savaşçı, muharip.

En-Nâcizü: İş bitirici; vaadini yerine getirici.

En-Nâsü: Âdemoğlu, insan.

En-Nâsihu: Önceki şeriatların hükümlerini ortadan kaldıran.

En-Nâşirü: Neşredici, yayıcı.

En-Nâsıru: Yardım edici, zafer verici.

En-Nâsihu: Nasihat edici, öğüt verici.

En-Nâtıku: Konuşucu.

En-Nâhî: Nehyeden, kötülükleri yasaklayarak önleyen.

Nebiyyü’l-Ahmeri: Kırmızı ırkın peygamberi.

Nebiyyü’l-Esvedi: Siyah ırkın peygamberi.

Nebiyyü’t-Tevbeti: Tevbe Peygamberi.

Nebiyyül-Haremeyni: Mekke ve Medine’nin peygamberi.

Nebiyyü’r-Râhati: Huzur ve rahatlık peygamberi.

Nebiyyü’r-Rahmeti: Acıma ve esirgeme peygamberi.

Nebiyyü’s-Sâlihi: Sulh ve ıslahat peygamberi.

Nebiyyullahi: Allah’ın peygamberi.

Nebiyyü’l-Merhameti: Merhamet peygamberi.

Nebiyyü’l-Melhameti: Savaş peygamberi.

Nebiyyü’l'Melâhımi: Savaşların peygamberi.

En-Nebî: Haber veren.

En-Necınü: Yıldız; yolculara yol gösteren işaret; ölçü.

En-Necınü’s-Sâkıbü: Karanlığı yırtıcı ve yakıcı yıldız.

Neciyyullahi: Allah’ın sırdaşı.

En-Nezîru: Kötülüklerin sonucundan korkutucu.

En-Nesîbü: Soylu, asil, temiz soydan gelen.

Nasîhun: Öğüt veren, doğru yolu gösteren.

Nâsihu: Her kötülükten arınmış; öğütçü.

En-Ni’metü: İyilik, dirlik ve mutluluk.

Cebrâil aleyhisselâm geldi:

— Esselâmü aleyke yâ Ebâ İbrahim! dedi,” diye buyurulmuştur.

İbn-i Dıhye’nin zikrettiği üzre Ebû’l-Erâmil (bekârların, dulların ve kimsesizlerin babası) diye de künyelenmiştir. Başkalarının rivâyetlerinde ise Ebû’l-Mü’minîn (mü’minlerin babası) diye de künyelenmiştir.

Şöyle malûm olsun ki, zikrolunan şerefli isimlerden her birinin şerhine girişilecek olursa maksat özleştirerek anlatmadan sapmaya ve sözü uzatmaya sebep olup ciltler dolusu nice kitaplar yazmakla yine de tamamlanamayacağı kesindir. Fakat Allah’ın yardımı ile birkaçinin kısaca açıklamasını yapmayı diledik.

Muhammed ve Ahmed ki, o Hazret’in isimlerinin en meşhurudur, ikisinin de kökü hamd kelimesidir. Bunlardan biri tef’il bâbmdan mef’ul isimdir ki, mânası tahmîd olunmuş (ziyade övülmüş) demektir. Bu siga çoğaltınaya ve kat kat arttırmaya delâlet eder. O halde Muhammed demek tekrar tekrar (kat kat) hamd olunmuş demektir. Nitekim mükerrem diye o kimseye derler ki, defalarca kendisine ikram olunmuş ola. Mümeddeh diye de tekrar tekrar medh olunmuş kimseye denir. Aynı sigadan olan diğer kelimelerin de mânaları bunun gibidir.

Ahmed, tafdil (en üstünlük derecesini bildiren) isimdir. Mânası, Hak teâlâ hazretlerine hamd edicilerin hepsinden daha ziyade hamd edici demektir. Bâzıları mef’ul mânasına hami edip bütün hamd olunmuşlardan (övülenlerden) ziyade hamd olunmuş (övülmüş) demektir dediler. Ama bu takdirde Hak teâlâ hazretlerinden başka hamd olunmuşlardan ziyade hamd olunmuş demenin murad olunınası gerektir. Aksi halde uygun düşmez.

Bâzı âlimler buyurmuştur ki: “Bu şerefli iki isim, o Hazret’in güzel huylarından ve beğenilmiş ahlâkından alınmıştır ki, bunlar için Muhammed ve Ahmed ile isimlendirilmeğe hak kazanmıştır.”

Kadı İyaz (Allah rahmet etsin) Şifâ’sında buyurmuştur ki: “Ahmed’in mânası hamd edicilerin en büyüğü ve hamd olunmuşların en ulusu demektir. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Mûsâ ve İsâ’mn lisanlarında Ahmed ismiyle zikredilmiştir. Bu isim Muhammed isminden öncedir. Peygamber Efendimiz hazretleri Muhammed olmadan önce Ahmed olmuştu. Nitekim vücuda gelişi de öyle gerçekleşmiştir. Zira Ahmed ismiyle geçmiş kitaplarda zikredildi. Muhammed ile isimlendirilmesi ise Kur’an’da vâki oldu.”

Bu sözünün sebebini açıklarken de: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hak teâlâ hazretlerini hamd etmesi halkın kendisine hamd etmesinden daha önce vâki oldu” demiştir. Velhasıl bu husustaki sözleri biraz karışıklıktan hâli değildi. Eğer muradları, “Ahmed ismi daha öncedir. Şu mânada ki, eski kitaplarda ve nebilerin lisanında o isimlerle zikredilmiştir. Muhammed ismiyle halk arasında zikredilmesi saadetle varlık âlemine ayak bastıktan sonra vâki olmuştur,” demekse gerçekten böyle olmuştur. Ama eğer mutlak olarak Ahmed ismi Muhammed isminden öncedir demekse bu makul olmayan bir sözdür. Zira ikisi de Kur’an-ı azîm’de zikredilmiş olan şerefli isimlerindendir. Mademki Kur’an-ı azîm mevcut idi, bu isimler de onunla beraber mevcut idiler. Şek ve şüphe yoktur ki, Allah’ın kelâmı kadîmdir. Hiç bir zaman geçmemiştir ki, Allah’ın kelâmı onda mevcut olmamış olsun. Zamanın parçalarının her birinde, belki daha zaman yaratılmadan önce Kur’an mevcut idi. O halde bu isimler de kadîm (ezelî) olur. Biri birinden öncedir veya sonradır demeğe imkân olmaz.

Muhammed ismine dair bâzı hususiyetler zikretmişlerdir. Bu cümleden biri şudur ki: İbn-i Asâkir’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Kâ’bu’l-Ahbar’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir.

Hazret-i Âdem aleyhisselâm oğlu Şît aleyhisselâm’a vasiyetinde buyurmuştur ki:

— Hak teâlâ hazretlerini her zikrettiğinde onun yanında Muhammed ismini de yâd edesin. Zira şüphesiz olarak ben Arş’ın tavanında O’nun ismini yazılmış gördüm. Şu halde ki, ben ruhla balçık arasında idim. (Yâni: Ruhum bedenime ilişmeden önce böyle görmüştüm, demektir). Ondan sonra ben gökleri tavaf eyledim. Oralarda bir yer görmedim ki, onda Muhammed ismi yazılmış olmasın. Sonra Rabbim beni cennete yerleştirmiştir. Cennette de bir köşk veya bir çardak görmedim ki, orada Muhammed ismi yazılmış olmasın.

Daha bu türlü çok sözler söyleyip:

— O halde Muhammed aleyhisselâm’m ismini çok zikreyle. Zira melekler her saatte O’nu çok zikrederler, diye buyurdu.

Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şöyle buyurdu:

— Beni göklere çıkardıkları zaman bir göğe uğramadım ki, orada “Muhammedün Resûlüllah” diye ismimin yazılmış olduğunu görmeyeyim. Ebû Bekir’in ismi de benim ardımda yazılmıştı.

Kadı lyâz (Allah rahmet etsin) Şi/â’sında yazmıştır ki: “Eski taşlar üstünde Muhammed takiy (kötülüklerden sakımcı), muslih (ıslahatçı ve barıştırıcı), emîn (inandırıcı ve güvendirici) diye yazılı bulunmuştur. Bir taşın üstünde de İbranî harfleriyle şöyle yazılı bulunmuştur:

“Ey Allah’ım, senin isminle. Rabbinden, her şeyi en açık bir dille beyan eden Hak (Resul) sana geldi. Allah’dan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın resûlüdür. Bunu yazan İmrân oğlu Mûsâ’dır.”

İbn-i Zafer, Muammer’den, o da Zührî’den (Allah onlara rahmet etsin) şöyle rivayet etmiştir:

Bir zamanlar Horasan beldesinde bir çocuk dünyaya gelmişti. Çocuğun bir yanında “Lâ ilâhe illâllah”, diğer yanında “Muhammedün resûlüllah” yazılı idi. Halk bunu gördüler, diye Şs/â’da yazılmıştır.

İbn-i Merzuk Abdullah bin Sûhan’dan şöyle rivâyet etmiştir:

— Bir zaman denizin ortasında idik. Kuvvetli bir yel çıkıp bizi Hind Denizi adalarından birine düşürdü. Orada karaya çıktık. Çok güzel kokulu kırmızı bir gül gördük. Yaprağinin üstünde beyaz hatla “Lâ ilâhe illâllah Muhammed Resûlüllah” yazılı idi. Bir de ak gül gördük. Sarı hatla yaprağında şöyle yazılı idi:

“Rahman ve Rahîm’den naîm (sıhhat, eminlik, lezzet) cennetlerine berat: Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlüllah.”

İbn-i Adîm (Allah rahmet etsin) Tarih’inde Ali bin Abdullah El-Hâşimî Er-Râkî’den rivâyet etmiştir ki: “Hindistan memleketlerinden bâzı köylerde güzel kokulu, büyük ve siyah renkli bir gül gördüm. Üzerinde beyaz hatla: “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün resûlüllah — Ebû Bekir Sıddık, Ömerü’l-Fâruk,” yazılıydı. Bunu görünce şüpheye düştüm. Acaba ilâçla mı böyle yazdılar? dedim. Bunun insan işi olduğunu sandım. Açılmamış bir goncasını açıp baktım, onda da aynen böyle yazılı olduğunu gördüm.”

Böyle hikâye ettikten sonra dedi ki: “ memlekette bu türlü güllerden sayısız derecede çok vardı. Ama halkı taşlara taparlardı. Hak teâlâ hazretlerini bilmezlerdi.”

Kadı Ebü’l-Beka bin Ziya (Allah rahmet etsin) M ensek adlı kitabında Ebû Abdullah bin Mâtek’ten nakletmiştir ki, şöyle dedi:

“Hind beldelerinden Nemîle adlı bir şehre vardım. Orada büyük bir ağaç gördüm. Onda badem gibi kabuklu bir meyve biter. Alıp kabuğunu kırdığın gibi içinden dürülmüş, yeşilce bir yaprak çıkar. Üzerinde kızıl hatla: “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün resûlüllah” yazılıdır. Hindistan halkı onu mübarek tutarlar. Yağmur yağmadığı zaman onunla yağmur duasına çıkarlar.”

İmâm-ı Yâfiî (Allah rahmet etsin) Ravzu’r-Reyyâhîn adlı kitabında şöyle yazmıştır: “Hind beldelerinde bir ağaç bulunmuştur ki, yemişinin badem kabuğu gibi kabuğu vardır. Kabuğunu kırdıkları zaman içinden taze ve yeşil bir yaprak çıkar. Üzerinde “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlüllah” yazılıdır. O kadar açık ve parlak şekilde yazılmıştır ki, Hind halkı onu uğurlu ve mübarek sayarlar.”

İmâm-ı Yâfiî der ki: “Bu hikâyeyi Ebû Yâkub Zeyyâd’a anlattığım vakit bana:

— Ne şaşıyorsun? Ben bir zaman Ible Nehrinde balık avlıyordum. Bir balık tuttum. Sağ yanında “Lâ ilâhe illâllah”, sol yanında “Muhammed Resûlüllah” yazılı olduğunu gördüm. Bunu görünce hürmet edip balığı yine suya attım, dedi.”

Bürdeyi Busayrt şerhinde İbn-i Merzuk (Allah rahmet etsin) bâzı seleften rivâyet etmiştir ki:

— Bir zamanda bir balık getirdiler. Bir kulağında “Lâ ilâhe illâllah” , öbür kulağında “Muhammed resûlüllah” yazılı olduğunu gördüm, dedi.

Bir cemaat nakletmişlerdir ki, bir zamanda sarı bir karpuz bulundu. Üzerinde kudretten türlü türlü nice hatlar vardı. Bu hatlardan biri şöyle idi: Arabi hatla bir yanında “Allah” lâfzı, bir yanında da “İzz Ahmed” kelimesi yazılmıştı. O kadar açık yazılmış bir yazı idi ki, gören bir kimsenin asla şüphesi kalmazdı.

809 tarihinde bir üzüm çekirdeği gördüler. Siyah hatla üzerinde “Muhammed” ismi yazılı idi.

İbn-i Tuğrul (Allah rahmet etsin) Nutku’l'Mefhum adlı kitabında bâzı seleften rivâyet etmiştir ki, şöyle dedi:

— Bir adada büyük bir ağaç gördüm. Çok güzel kokulu yaprağı olur. Üzerinde kızıl ve beyaz hatlarla üç satır yazı bulunur. Birincisi: “Lâ ilâhe illâllah”. Diğeri: “Muhammed resûlüllah”. Öbürü: “İnne’ddîne indallahi’l-İslâm” diye nakletti.

İbn-i Kuteybe (Allah rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Resûlüllah Efendimiz Hazretlerinin nübüvvetinin işaretlerinden biri de şudur ki, kendinden önce Muhammed ismiyle hiç kimse isimlendirilmemiştir. Hak teâlâ hazretleri tarafından bu şerefli isim Resûlüllah Efendimiz hazretleri için saklanmıştır. Nitekim Yahya ismi de saklanıp ondan evvel hiç kimseye konınamıştı. Şu sebeple Muhammed ismi saklanmıştı ki, Hak teâlâ hazretleri eski kitaplarda bu şerefli ismi zikredip peygamberlerine onu müjdeledi. Eğer başkalarında da bu şerefli isim bulunsa şüphe vâki olurdu, demişlerdir. Ancak şu var ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin vücuda gelmesi yaklaştığı zaman kitap ehli halka müjdeleyip:

Muhammed aleyhisselâm’ın gelmesi yaklaştı, dediler.

Bunun üzerine halk, vücuda gelen oğlancıklarının adını Muhammed koymağa başladılar. Her biri, nolaydı o peygamber benim oğlum olaydı, diye tamaha düştüler. Alimler, o zamanda Muhammed ismiyle isimlendirilmiş olan kimselerin kaç kişi olduğunu ve babalarının isminin ne olduğunu tayin etmişlerdir.”

Ebû’l-Fazl bin Hacer’in (Allah ona rahmet etsin) kavlince bunlar on beş kişi idi. Bunların en meşhuru Muhammed bin Adiy bin Rebia’dır ki, sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yetişip îman getirerek sahâbe-i kirâmdan olmuştur.

Biri de Muhammed bin Ecnaha’dır ki, Evs kabilesindendir.

Biri de Muhammed bin Usâme bin Mâlik’dir.

Biri de Muhammed bin Berâ’dır. Bu da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin zamanına kalıp ashâbdan olmuştur.

Biri de Muhammed Hâris bin Hadîc bin Harîs’dir. Biri de Muhammed Harmâz bin Mâlik’dir.

Biri de Muhammed bin Hamrân’dır.

Biri de Muhammed bin Huzâî’dir, Benî Zekvân kabilesindendir.

Biri de Muhammed bin Huveylid’dir. Biri de Muhammed bin Süfyân’dır.

Biri Muhammed bin El-Bahmedü’l-Ezdî’dir.

Biri Muhammed bin Yezid bin Rebia’dır.

Biri Muhammed bin El-Esedî’dir. Biri Muhammed El-Fakimî’dir.

Bu zikrolunanların hepsi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden önce dünyaya gelmişlerdir. Ama Kadı lyaz’m zikrettiği Muhammed bin Mesleme-i Ensarî, Peygamber Efendimiz hazretlerinden yirmi yıl belki daha ziyade sonra dünyaya gelmiştir.

Peygamber Efendimiz, Mahmud ismiyle Zebûr’da anılmıştır. Hak teâlâ Hazretlerinin bir ismi Hamîd (ziyade öğülen)dir. Bunun da mânası Mahmud demektir. Zira Hak teâlâ, hazretleri kendine hamd etmiştir ve kulları da ona hamd eylemiştir. Şüphesiz olarak Hak teâlâ hazretleri Mahmud (kendisine ziyade hamd olunan) dır.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Mâhî (mahvedici) ismine gelince, hadîs-i şerifte tefsir olunduğu üzere küfürleri mahvedici demektir. Zira Peygamber Efendimiz gönderildiği zaman bütün yeryüzünde olan insanlar hep küfür üzere idiler. Kimisi putatapıcı idi. Kimisi de dalâlete düşmüş Yahudi ve Hıristiyanlar idi. Kimisi sâbiiyye-i dehriyye (ilkel materyalistler) idi; asla ne Hak bilirler, ne âhiret bilirlerdi. Bazısı da yıldızlara taparlardı. Bir kısmı ateşperest idi. Bazıları da felsefeci idi; peygamberlerin şeriatlarına kail değillerdi. Peygamber Efendimiz hazretleri geldiği gibi İslâm dini öyle bir şekilde zuhur etti ki, geri kalan bâtıl dinler tamamen mahvoldu. Hüküm ve galebe onun oldu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hâşir (toplayıcı) ismi daha önce geçen hadîs-i şerifte zikredilmiş olduğu üzere halkın Resûlüllah Efendimizin İsri (izi, mesleği, gidişi) üzre haşrolundukları mânasını ifade eder. Yâni haşr, lügatte toplamağa derler. Yaratıklar da Fahr-i Âlem Efendimiz’in sünneti ve şeriatı üzre toplandıkları için Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Hâşir (toplayıcı) denmiştir.

Resûlüllah Efendimiz’e Âkib diye şunun için denilmiştir ki, kendisinden başka ne kadar peygamber varsa hepsinin akabinde gelmiştir.

Mukaffî (diğerlerinin başı olan) ismi de öbür peygamberlerden sonra geldiği için verilmiştir.

El-Evvel denilmesi şunun içindir ki, daha önce zikrolunduğu üzre bütün peygamberlerden önce yaratılmıştır. Kıyâmet günü kabrinden çıkarılması da herkesten önce olacaktır.

EI-Ahir denilmesi bütün peygamberlerden sonra gönderildiği içindir.

Ez-Zâhir ismiyle isimlendirilmesi, zuhur âleminde olan görünüşe gelmiş şeylerin hepsine zuhurda galip olduğu içindir.

El-Bâtın denilmesi Hak teâlâ hazretlerinin vahyi vasıtasiyle bâtına (görünmez âleme) ait işlerden bilgi sahibi olduğu içindir. El-Fâtih ve El-Hâtem (veya El-Hâtim) birincisi Açıcı ve İkincisi Mühürleyici, Sona erdirici demektirisimleriyle isimlendirilmesi, Ebû Hüreyre’den rivâyet olunan Mi’rac hadîsinde Resûl-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin: “Hak teâlâ beni Fâtih ve Hâtem kıldı,” buyurmasından dolayıdır.

Peygamberimizin Kur’an’da Geçen Adları:

Rauf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli) isimleriyle isimlendirilmesi şunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerime’de kendilerini bu isimlerle yad edip:

“Lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsün aleyküm bil-mü’minine raufun rahîmun — Size kendi nefsinizden (içinizden ve sizin benzeriniz olan) bir resûl geldi. Sizin günah ve isyanınız ona ağır gelir. O sizin iyiliğinize haris (düşkün) dür, ancak sizin iyi olmanızı ister. O, mü’minlere karşı rauf ve rahîm (çok şefkatli ve çok merhametli) dir,” (Tevbe sûresi: 9/128) diye buyurmuştur.

Hakku’l-Mübîn (Hakkı açık seçik bildirici) denilmesi şunun içindir ki aşağıdaki âyet-i kerimede bu isimlerle zikredilmiş olup:

“Hattâ câehümü’l-hakku ve resûlün mübinun — Gerçek ve her şeyi açık seçik bildiren resûl onlara gelinceye kadar...” (Zuhruf sûresi: 43/29) diye buyurulmuştur.

El-Mü’min ismiyle anılması da âyet-i kerîmede Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında:

“Yu’minu billâhi ve yu’minu lil-mü’minîne — O, Allah’a ve mü’minlere inanır,” (Tevbe sûresi: 9/61) buyrulduğu içindir.

Hadîs-i şerîfte de: “Enâ amentü li-ashâbî — Ben ashabıma inandım,” buyurulmuştur ki, bu da Mü’min (inanmış) demektir.

El-Müheymin (korkudan kurtarıcı, koruyucu, gözetici) isminin verilmesi şunun içindir ki, Hak teâlâ hazretleri Kur’ân-ı azîm’de:

“Ve enzelnâ ileyke’l-kitâbe bil-hakki musaddikan limâ beyne yedeyhi mine’lkitabi müheyminen aleyhi — Biz sana, kendinden evvel gelen kitapları tasdik eden ve onlar üzerine emin, muhafız ve gözcü bulunan kitabı hak olarak indirdik,”

(Mâide sûresi: 5/48) diye buyurmuştur ki, murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir.

Mücahid (radıyallahü anh) den böyle rivâyet olunmuştur. Bu kavle göre âyet-i kerimenin takdiri: “Ve cealnâke ya Muhammed müheyminen aleyhi — Ya Muhammed, biz seni onun üzerine gözcü ve koruyucu kıldık,” demektir. Bu takdir üzere âyet-i kerimenin mânası şöyle demek olur: “Ya Muhammed! Biz, sana, kendinden önce indirilen kitap cinsini tasdik edici olduğu halde Kur’ân-ı azîm’i indirdik ve seni o Kur’ân üzerine koruyucu, gözetici kıldık. Tâ ki, onu değiştirilme ve bozulmadan koruyasm.”

El-Azîz ismi Hak teâlâ hazretlerinin “Ve lillâhi’l-izzeti ve liresûlihi — İzzet Allah’a ve O’nun resûlüne mahsustur,” (Münâfikun sûresi: 63/8) diye buyurduğu şerefli sözden alınmıştır. İzzetin mânası kadri çok büyük olmaktır.

El-Habîr isminin mânası bir şeyin nihayeti hakkında bilgi sahibi ve hakikatini bilici demektir. Bazıları “Haber verici demektir” dediler. Her iki mâna da Resûlüllah Efendimiz hazretleri hakkında doğrudur.

El-Azîm (çok büyük) ismi, Hak teâlâ hazretlerinin “Ve inneke lealâ hulikin azîmin — Ve hiç şüphesiz ki, sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin,” (Kalem sûresi: 68/4) diye buyurduğu şerefli sözden alınmıştır. Bir kimsenin ahlâkı azîm olunca kendinin de azîm olacağı şüphesizdir. Resûlüllah Efendimiz Tevrat’ta da bu isimle zikredilmiştir.

El-Veli, El-Mevlâ (Dost, Sahip) denilmesi Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri “Ena veliyyün külli mü’minün — Ben bütün mü’minlerin dostuyum,” buyurduğu içindir.

El-Emîn ismine gelince, nübüvvet gelmeden önce kavmi içinde bu isimle meşhur ve maruf idi. Nübüvvetten sonra da Hak teâlâ hazretlerinin vahyine ve dinine emin (güvenilir kimse) olmuştur. Bütün gök ve yer ehlinin en eminidir.

Mâzmâz ismi İbranicedir. İslâm’a gelen bazı Benî İsrail âlimlerinden nakledilmiştir ki, mânası tîb tîb (çok güzel kokulu nesne) demektir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tîb olduğu ve bütün tîblerin en yücesi olduğu şüphesizdir. Ve buna şu delil yeter ki, mübarek teri çok güzel kokulu idi. Tatyib (gönüllerini hoşnut etmek) için onu toplarlardı.

El-Afv, El-Safûh isimlerinin mânaları birdir; affedici demektir. Mübalâğa sigasıdır ki, çok affedici demek olur.

El-Atûf isminin mânası şefkati çok demektir.

Nur ismine gelince Kur’ân-ı azîm’de: “Kad câeküm minallahi nurun — Size Allah tarafından bir nur geldi,” (Mâide sûresi: 5/15) buyurulmuştur. Murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Bazılarının kavline göre murad Kur’ân’dır.

Es-Sirâc (kandil, mum, lâmba) ismiyle Hak teâlâ hazretleri isimlendirip: “Ve sirâcen müniren — Aydınlatıcı kandil,” (Ahzab sûresi: 33/46) diye buyurmuştur. Münîr (aydınlatıcı, nurlandırıcı) oluşu risaleti açık ve nübüvveti parlak olduğu içindir. Ve Hak teâlâ hazretlerinden getirdikleri ile mü’minlerin kalblerini aydınlattığı içindir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendi zâtında Neyyir, yâni nurludur. Diğerlerine ise nur vericidir. Aydınlatıcı olmada kâmil sirâc (mükemmel bir lâmba) dır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de Vehhâc kelimesi ile tavsif edilmedi. Güneş bu sıfatla tavsif edilip “Sirâcen vehhâcen” (Nebe sûresi: 78/13) denildi. Zira Münîr diye nur veren fakat kendisi yakmayan şeye denir. Vehhâc ise nur verir fakat yakar, demişlerdir.

El-Hâdi ismi şunun için verilmiştir ki, halkı doğru yola hidayet edicidir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri kadim kelâmında:

“Ve inneke letehdi ilâ sıratin müstakimin — Ve şüphesiz ki, sen, doğru yola götürücüsün,” (Şûrâ sûresi: 42/52) buyurmuştur.

El-Bürhân ismi Kur’ân-ı azîm’de şu âyet-i kerimede geçer:

“Ya eyyühe’n-nâsu kad câeküm bürhanün min rabbiküm — Ey insanlar! Size Rabbinizden bürhan geldi.” (Nisâ sûresi: 4/174)

Bürhan’dan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir, derler. Bazılarının kavline göre murad mucizat-ı Muhammediyedir. Bazı kavilde de Kur’ân’dır, denilmiştir.

El-Nakîb isminin mânası Kavmin Reisi demektir. Rivâyet olunur ki, Medine halkından Benî Neccâr topluluğunun nakîbleri vefat etti. Ondan sonra nakîb tayin etmediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Sizin nakîbiniz benim, diye buyurdu.

O topluluk bu şerefli söz ile iftihar ederlerdi.

El-Şâhid ve el-Şehîd isimleriyle Resûlüllah Efendimiz Kur’ân-ı azîm’de zikredilmiştir. Nitekim Hak teâlâ hazretleri, bir yerde:

“Innâ erselnâke şâhiden — Muhakkak biz seni şâhid olarak gönderdik,” (Fetih sûresi: 48/8) buyurmuştur.

Başka bir yerde de:

“Ve yekûne’r-resûlü aleyküm şehîden — Ve Resûl de sizin üzerinize şehîd (görücü, gözetici) olsun,” (Bakara sûresi: 2/143) buyurmuştur.

El-Nâşir ismiyle isimlendirilmesi şunun içindir ki, İslâm’ı neşretmiş, yâni yaymıştır.

El-Müzzemmil ve el-Müddessir isimleriyle Kur’ân-ı azîm’de zikrolunmuştur. Mânası daha önce beyan olunduğu üzere elbisesine bürünücü demektir. Vahyin başlangıcında kendisine korku gelip Hazret-i Hadîce’nin (radıyallahü anh) evine geldi ve ıstırabını savmak için yatmak istedi:

— Dessirûnî, dessirûnî! diye buyurdu. Mânası: “Beni esvapla bürüyün” demektir.

Bunun üzerine elbisesine bürünüp yatarken Cebrâil aleyhisselâm gelip:

— “Yâ eyyühe’l-müddessir! Ey elbisesine bürünmüş olan!” (Müddessir sûresi: 74/1) dedi.

Oradan ism-i şerifi Müddessir kaldı. Müzzemmil de esvabına büründüğü için denilmiştir. Yerinde tafsilâtı geçmiştir.

Tâhâ ve Yasin isimleriyle Kur’ân-ı azîm’de zikrolunmuştur. Daha önce zikri geçen hadîs-i şerifte: “Senin Kur’ân’da yedi ismin vardır,” diye buyurulmuştur. Bunlardan biri Tâhâ, biri de Yasin’dir. Bazıları Tâhâ, Allah’ın ismidir, demişlerdir. Bazıları da mânası “Yâ Recül!” demektir, dediler. Bundan başka rivâyetler de zikrolunmuştur. Yasin demek Taî lügatinde “İnsan” demektir, dediler. Bazıları da Habeş lügatinde insan demektir, dediler. Bazıları ise Süryanî dilinde öyle demektir, dediler. İbni Hanefiye kavlince mânası “Ya Muhammed!” demektir. Ebû’l-Aliye’nin kavlince “Ya Recül!” demektir. Ebû Bekir Verrâk: “Yâ Seyyidü’l-Beşer! demektir” diye buyurmuşlardır. Ama Ca’fer-i Sâdık: “Yâ Seyyîd! demektir,” diye buyurmuştur. Her biri bildirenin bilgisince bir mâna buyurmuşlardır. Allah hepsine rahmet eylesin.

El-Fecr ismi, Kur’ân-ı azîm’de “Ve’l-fecri ve leyâlin” (Fecr sûresi: 89/1-2) kavli şerifinden alınmıştır.

El-Kavi ismi, Kur’ân-ı azîm’de: “Zî kuvvetin inde zi’l-arşi mekînin — O (resûl) kuvvetlidir, Arş sahibinin indinde temkin ve iktidar sahibidir,” (Tekvîr sûresi: 81/20) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Bir kavilde bu âyet-i kerimede kasdedilen Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Başka bir kavle göre Cebrâil aleyhisselâm’dır.

El-Necın (yıldız) ismiyle isimlendirilmesinin hakikati şudur ki, onunla hidayet bulunur. Nitekim karada ve denizde yola gidenler yıldızı gözetip hidayet bulurlar. Bunun gibi Hakk’a giden doğru yolu bulmak da Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gözetip ona göre yolunu doğrultmakla mümkün olur.

El-Şems (güneş) ismiyle isimlendirilmesi, zuhurunun kemâlinden, menfaatlerinin çokluğundan, makaminin yüksekliğinden ve şanının üstünlüğünden ötürüdür.

El-Nebi, El-Resûl isimleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hususiyetlerindendir ki, Kur’ân-ı azîm’de kendilerine bu isimlerle hitap olunmuştur. Diğer nebilere böyle olmamıştır. Her birine adiyle hitap olunmuştur. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine nice yerde “Yâ eyyühe’n-nebiyyü! Yâ eyyühe’r-resûlü!” diye hitap buyurulmuştur. Şöyle malûm olsun ki, resûl, nebiden daha hususidir. Yâni her resûl nebidir, ama her nebi resûl değildir. Zira resûl diye yeni bir şeriat getirmiş olan ve halkı şeriatma dâvet eden peygambere derler. Ama nebi, yeni şeriat sahibi olmayıp Allahü teâlâ hazretlerinin emriyle bir resûlün şeriatine dâvet eden peygambere denir. Nitekim Benî İsrail nebileri halkı Mûsâ aleyhisselâm’m şeriatma dâvet ederlerdi. Bu ümmetin âlimleri de Benî İsrâil peygamberleri gibidir . Nitekim Resûlüllah Efendimiz hazretleri: “Ulemâi ümmeti keenbiyâi Benî İsrâil — Benim ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir,” diye buyurmuştur. Zira bunlar da halkı Muhammed’in şerefli şeriatma dâvet ederler.

El-Müzekkir (zikrettiren ve zikreden) ismi “Fe-zekkir innemâ ente müzekkirun — O halde sen hatırlat (zikrettir). Muhakkak ki, sen hatırlatan ve hatırlayan (zikrettiren ve zikreden) sin,” (Gâşiye sûresi: 88/21) âyet-i kerimesinden alınmıştır.

Beşîr ve Mübeşşir, Nezîr ve Münzir isimleri “İnnâ erselnâke şâhiden ve mübeşşiren ve nezîren — Muhakkak ki, biz seni gözetici, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik,” (Fetih sûresi: 89/8) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Beşîr ve Mübeşşir (Müjdeleyici) denilmesi tâat ehline sevapla müjde verildiği içindir. Nezîr ve Münzir (Korkutucu) denilmesi de mâsiyet ehlini azâbla korkuttuğu içindir.

El-Mübelliğ (tebliğ edici, bildirici) ismi, “Yâ eyyühe’r-resûlü belliğ... — Ey Resûl! Allah’ın sana indirdiğini tebliğ et!” (Mâide sûresi: 5/67) âyet-i kerimesinden alınmıştır.

El-Hanîf (doğru olana yönelmiş) ismi “Ve en akim vecheke li’ddîni hanîfen — Ve dosdoğru yönelmiş olarak yüzünü dine çevir,” (Yûnus sûresi: 10/105) âyet-i kerimesinden alınmıştır.

Nebiyyü’t-Tevbe denilmesi, âlemin halkı sapıklık vâdisine düşmüş iken onun hidayetiyle doğru yola dönmüş olmalarındandır.

Resulü’r-Rahmet, Nebiyyü’r-Rahmet, Nebiyyü’l-Merhamet isimleri, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil-âlemîne — Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik,” (Enbiya sûresi: 21/107) âyet-i kerimesinden alınmıştır.

Nebiyyül-Melhame, Nebiyyü’l-Melâhim (Savaş / Savaşlar Peygamberi) isminin verilmesinin aslı şudur: Melhame’nin mânası kıtâldir. Yâni gazâ ve cihad peygamberi demektir. Gerçi diğer peygamberlerden de cihad vâki olmuştur. Fakat Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ve ümmetine verilen kılıç kimseye verilmemiştir. Nitekim bu husus açıklamaya muhtaç değildir.

Sâhibül-Kadîb denilmesi şunun içindir ki, Kadîb lügatte ağaç dalma derler. Ama burada Kadîb’den murad yine kılıçtır. Nitekim İncil’de öyle tefsir edilmiş olarak geçip: “Maahu kadîbun min hadîdün yükatilü bihi ve ümmetihi kezalik — Onun yanında demirden bir kadîb vardır ki, onunla savaşır. Ümmeti de böyledir,” diye buyrulmuştur.

Sâhibû’l-Hirâve: Hirâve diye lügatte asâya, sopaya derler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin çok zaman elinde asâsı vardı. Asayı önünde tutarak götürürlerdi. Bir yerde namaz kılacak olsa önüne koyar, ona doğru namaz kılarlardı, demişlerdir.

Sâhibü’t-Tâc: Yâni imâme (sarık) sahibi demektir. O zamanda Arap tâifesinden başkasında sarık yoktu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de o tâifeden geldiği için kendilerine Sâhibü’t-Tâc denildi, demişlerdir.

Sâhibü’l-Miğfer: Miğfer diye başa giyilen tolgaya derler ki, zırh gibi örme olur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri gazâlarda mübarek başına miğfer giyerdi.

Kademe Sıdkin (Doğruluk Derecesi): Katâde, Hasan-ı Basrî ve Zeyd bin Eslem’in kavlince (Allah onlara rahmet etsin), “Ve beşşirillezîne âmenû lehüm kademe sıdkin — Ve iman edenlere doğruluk derecesini müjdele,” (Yûnus sûresi: 10/2) âyet-i kerimesinde kadem-i sıdk’dan murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir.

Nimetullah (Allah’ın Nimeti): “Ya’rifûne ni’metallahi sümme yunkirunehâ

— Allah’ın nimetini tanırlar, sonra da inkâr ederler,” (Nahl sûresi: 16/83) âyet-i kerimesinden alınmıştır. Mânası: “Kâfirler Muhammed aleyhisselâm’m nübüvvetini bilirler, ondan sonra Muhammed’i tekzib ederler,” demektir, dediler. Mücâhid’den ve Süddî’den böyle rivâyet edilmiştir. Züccâc dahi böyle demiştir.

Urvetü’l-Vüska (Çok Sağlam Kulp): “Fekadi’stemseke bil-urvetil-vüska — İşte o sağlam bir kulpa yapışmış olur,” (Bakara: 2/256) âyet-i kerimesinde murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir, diye Ebû Abdurrahman Sülemî rivâyet eylemiştir.

Rüknü’l-Mütevazıîn (Alçak gönüllülerin temeli, en büyüğü): Şunun için böyle isimlendirilmiştir ki, tevazu ehlinin başta geleni idi. Hatta tevazuu o derecede idi ki, mübarek gömleğini yamar, ayakkabısı yırtılsa diker ve ev süpürürdü.

Kasm ve Kassum isimlerinin mânası, Kâdî Iyâd’m kavlince, bütün hayırları kendinde toplayıcı demektir.

El-Barkılit ve El-Garkılit isimlerinin mânası Hakk’m ruhu demektir. İncil’de böyle zikrolunmuştur. Sa’leb’in kavlince hakla bâtılın arasını ayırıcı demektir.

Himyatâ isminin mânası, hürmetleri (haramlıkları) himaye edici demektir. Ibn-i Esir (Allah rahmet etsin) der ki: “Kâ’b (radıyallahü anh)m hadîsinde şöyle vâki olmuştur: ‘Eski kitaplarda Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli isimleri Muhammed, Ahmed ve Himyatâ’dır,’ demiştir. Ebû Ömer (Allah rahmet etsin) der ki: “İslâm’a gelen Yahudi âlimlerinin bazısından sordum. Dediler ki: Mânası, haramdan perhiz ettirir ve helâlin tasarrufuna izin verir, demektir.”

Uhiyd yahut Ahyed: Bu isim Şifa nüshalarının bazısında Uhiyd şeklinde bulunmuştur. Ama meşhur olanı Ahmed vezni üzre Ahyed şeklinde olmasıdır. Bazı nüshalarda da Ahiyd şeklinde görülmüştür. İmâm-ı Nevevî (Allah ona rahmet etsin) Tezhîbü’l'Esmâ adlı kitabında İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden Resûlüllah Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir-. “Benim adım Kur’ân’da Muhammed’dir. İncil’de Ahmed ve Tevrat’ta Ahyed’dir. Ben Ahyed ismiyle şunun için isimlendirildim ki, cehennem ateşini ümmetimden başka semte çeviririm.” Hâsılı Resûlüllah Efendimiz hazretleri dünyada hidayetiyle ve âhirette şefaatiyle ümmetini cehennem ateşinden korur.

El-Menhamnâ: Bu ismin Süryanî dilinde mânası Muhammed demektir.

El-Meşfah: Bu da Süryanîcedir. Mânası El-Hamd demektir.

Mukimu’s-Sünne: Şi/â’da zikredilmiştir ki, Hazret-i Dâvud aleyhisselâm dua edip: “Allahümme eb’aslenâ Muhammeden mukime’s-sünneti ba’de’l-fetreti — Allahım, o fetret zamanında sünneti ayakta tutucu olan Muhammed aleyhisselâm’ı bize gönder,” dedi. Böylece bu şerefli isim Hazret-i Dâvud’un lisanından alınmıştır.

El-Mekîn: Mânası, Allah katında kadri ve derecesi yüksek demektir.

El-Ummî: Mânası okuyup yazma bilmeyen demektir. Bazıları, Mekke’nin bir adı olan Ummü’l-Kurâ’ya (şehirlerin anasına) nisbet olunup Ümmî denilmiştir, dediler.

Mekkî denilmesi de Mekke şehrinde doğduğu içindir.

Medenî denilmesi ise hicret yeri Medine-i münevvere olduğu içindir.

Abdül-Kerîm: “Şevku’l-Arûs ve Enisun-Nüfûs” adlı kitabında Mevlâna Hüseyin bin Muhammedü’d-Damğânî (Allah ona rahmet etsin) nakletmiştir ki, Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallahü anh) şöyle dedi: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin cennet ehli katında şerefli ismi Abdü’l-Kerîm’dir. Cehennem ehli katında Abdü’l-Cebbâr’dır. Arş ehli katında Abdü’l-Hamîd’dir. Diğer melekler katında Abdü’l-Mecîd’dir. Nebiler katında Abdü’l-Vehhâb’dır. Şeytanlar katında Abdü’l-Kahhâr’dır. Cinler katında Abdü’rRahîm’dir. Dağlarda Abdü’l-Hâlik’dir, Karada ve yabanda Abdü’l-Kadir’dir. Denizlerde Abdü’l-Müheymin’dir. Balıklar katında Abdü’l-Kuddüs’dür. Hevamm, yâni zehirli canavarlar katında Abdü’l-Gıyâs’dır. Yabanî hayvanlar katında Abdü’r-Rezzâk’dır. Yırtıcı canavarlar katında Abdü’s-Selâm’dır. Behâim (dört ayaklı hayvanlar) katında Abdü’l-Mü’mindir. Kuşlar katında Abdü’l-Gaffâr’dır. Tevrat’ta Mazmaz’dır. İncil’de Tâbtâb’dır. Suhufda Âkib, Zebûr’da Fâruk’dur.”

Yâni o kitaplarda meşhur olan şerefli isimleri bunlardır demektir. Yoksa bundan başka isimleri onlarda yoktur demek değildir. Belki her birinde nice isimle zikredilmiştir. Kâ’bu’l-Ahbâr (radıyallahü anh) devamla diyor ki: “Hak teâlâ hazretleri katında Tâhâ ve Yasin’dir. Mü’minler katında Muhammed’dir. Ve künyesi Ebü’l-Kasım’dır. Zira cenneti cennet ehli arasında taksim eyler.” (Kasım: Taksim edici demektir. Ebü’l-Kasim: Taksim edicinin babası, yâni en büyük taksim edici, demektir.)

Abdullah ismi Kur’ân-ı azîm’den alınmıştır. Hak teâlâ hazretleri O’nu Abd (kul) kelimesiyle zikretmiştir. Nitekim: “Ve in küntüm fî reybiri mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe’tû bisûretin min mislihi — Eğer kulumuza indirdiğimiz kitapta en küçük bir şüpheniz varsa, haydi onun bir sûresinin benzerini meydana getirin!” (Bakara sûresi: 2/23) buyurmuştur. Yine: “Sübhânellezi esrâ bi-abdihi leylen — O Sübhân’dır ki, geceleyin kulunu yürüttü,” (Isrâ sûresi: 17/1) buyurmuştur. Başka bir yerde: “Elhamdü lillâhi-llezi enzele alâ abdihi’l-kitâbe — Övgü o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi.” (Kehf sûresi: 18/1) buyurmuştur. Yine başka bir yerde de: “Ve ennehu lemmâ karne abdullahi — Allah’ın kulu ibâdete kalktığı vakit,” (Cin sûresi: 72/19) buyurmuştur. Bir yerde de: “Fe-evhâ ilâ abdihi mâ evhâ

— O kuluna vahyettiği şeyi vahyetti,” (Necın sûresi: 53/10) buyurmuştur. Hepsinden murad Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. Zikredilen yerlerin her birinde resûlünü büyütüp yücelterek kendi kerîm zâtına izafe buyurmuştur .

Rivâyet olunur ki, âlemlerin fazilet ve tevazu sahibi hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri, yemek yemeğe oturduğu zaman kullar (köleler) gibi otururdu. Diğer hallerinde de, gerek giyiminde, gerek meskeninde, gerekse başka işlerinde aslâ kibir ve böbürlenme eseri göstermezdi. Bütün davranışlarında kulluk sıfatını göstermekten uzak kalmazdı. Sahih hadîsde gelmiştir ki:

“Beni övmekte çok mübalâğa etmeyin. Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı övmekte ettikleri gibi... (Zira onlar öyle bir dereceye götürmüşlerdir ki, Hazret-i İsâ’ya Allah’ın oğlu demişlerdir.) Sadece siz bana Allah’ın kulu ve resûlü deyin,” diye buyurmuşlardır.

Bundan anlaşılır ki, kendilerine Abdullah (Allah’ın Kulu) demek övmenin en üstün kısmmdandır. Şehâdet ederiz ki, Efendimiz Muhammed Allah’ın kulu ve resûlüdür.

2 . Fasıl

Peygamber Efendimizin Çocukları

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin çocuklarının üzerinde ittifak olan sayısı altı kişidir. İkisi erkek, dördü kızdır. Bunlarda kimsenin şüphesi yoktur. Erkeklerin birisi Kasım, öbürü İbrahim’dir. Kızların biri Zeyneb, biri Rukiyye, biri Ümmü Gülsüm, biri Fatıma’dır. Kızların hepsi İslâm’a yetişmişler ve Resûlüllah Efendimiz ile birlikte hicret etmişlerdir.

Zübeyr bin Bekkâr’m kavline göre Resûlüllah Efendimiz’in Abdullah adlı bir oğlu daha vardı. Ona Tayyib ve Tâhir derlerdi. Küçük iken Mekke’de vefat etti, demişlerdir. Nesep ilmiyle uğraşanların çoğunluğu buna kail olmuşlardır.

Bazıları da, Tayyib ve Mutayyeb Abdullah’dan başkadır. İkisi ikizdir. Tâhir ve Mutahhar adlı iki oğlu daha vardır. Bunlar da ikizdir, dediler. Bazıları da, nübüvvet gelmeden önce Abdi Menaf adlı bir oğlu daha vardı. Bundan başkası hep nübüvvetten sonra dünyaya gelmişlerdir, dediler.

İbn-i İshak (Allah rahmet etsin): “İbrahim’den başka erkekler İslâm’dan önce daha memeden kesilmeden vefat ettiler,” demiştir. Ama daha önce zikri geçen Abdullah nübüvvetten sonra vücuda gelmiştir. Ancak İbn-i İshak'ın sözü üzerinde değişik görüşler vardır. En doğrusu şudur ki, üç oğlu ve dört kızı vardı. Erkeklerin biri de Abdullah idi. Bu takdirde mübarek çocuklarının sayısı yedi olur: Kasım, Abdullah, İbrahim, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma aleyhimü’s-selâm.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ilk dünyaya gelen çocuğu Kasım’dır. Nübüvvetten önce doğmuştur. Yürümeğe muktedir oluncaya kadar sağ kalmıştır. Bazıları,iki yaşma erdi, demişlerdir. Bazıları da ata binecek dereceye kadar vardı ve nübüvvetten önce vefat etti, demişlerdir. Bazıları ise İslâm’a yetişmiştir, dediler. Hâsılı ne kadar ömür sürdüğü ihtilâflıdır. Ama doğrusu şudur ki, on yedi aylık iken vefat etti, demişlerdir.

Kızlarının en büyüğü Zeyneb’dir. Vücuda geldiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri otuz yaşında idi ve Hicret’in sekizinci yılında vefat etmiştir.

Rukiyye vücuda geldiği zaman Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri otuz üç yaşında idi. Bedir gazâsında iken Rukiyye Medine’de vefat etmiştir. Ebû Leheb’in oğlu Utbe’ye nikâh olunmuştu. Ümmü Gülsüm de Ebû Leheb’in öbür oğlu Uteybe’ye nikâh olunmuştu. “Tebbet yedâ Ebi Lehebin — Ebû Leheb’in iki eli kurusun” sûresi nazil olduğu zaman Allah’ın lanetine uğrayan Ebû Leheb iki oğluna and verip:

Muhammed’in kızlarından ayrılın! dedi.

İkisi de henüz onlarla bir araya gelmemişlerdi. Talâk verip birbirlerinden ayrıldılar. Sonradan Osman bin Affan (radıyallahü anh), Rukiyye’yi nikâh eyledi. Rukiyye, Hazret-i Osman ile beraber iki defa Habeşistan’a hicret eyledi. Ümmü Gülsüm, zikrolunduğu üzere Ebû Leheb’in oğlu Uteybe’ye verilmişti. Rivâyet olunur ki, Uteybe, Ümmü Gülsüm’ü boşadığı zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi ve:

— Senin dinini inkâr ettim ve kızını da boşadım. Sen beni sevmezsin, ben de seni sevmem! dedi ve üzerine hücum edip mübarek gömleğini yırttı.

Uteybe sonra Şam diyarına ticaret için gitmeğe kalktı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ona beddua edip:

— Allahümme sallate aleyhi kelben min kilâbike (Allahım, Uteybe’nin üzerine yırtıcı canavarlarından birini musallat eyle), dedi.

Bundan sonra Uteybe mel’unu Kureyş tüccarı ile çıkıp Şam’a giderken Zerka denilen yerde konakladıkları zaman gece bir arslan meydana çıkıp orada kendisini parça parça etti.

Rivâyet olunur ki, Rukiyye vefat ettiği zaman Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Hazret-i Ömer bin Hattab (radıyallahü anh)m kızı Hafsa’yı almak istedi. Sonradan yine vazgeçti. Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—-Ya Ömer! Ben sana Osman’dan yeğrek bir kimseyi tavsiye edeyim, dedi.

Hazret-i Ömer:

— Buyur, ya Resûlâllah! dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— O halde sen kızını bana ver, ben de kızımı Osman’a vereyim, buyurdu.

Bundan sonra kendileri Hafsa’yı nikâh ettiler, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a verdiler. Rivâyet ederler ki, o zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin ederek Osman’a şöyle dedi:

— Eğer yüz kızım olsa ve birbiri ardından vefat etseler yine sana birini daha verirdim. İşte Cebrâil aleyhisselâm bana haber verdi ki, Hak teâlâ hazretleri, Ümmü Gülsüm’ü sana vermemi emretmiştir.

Ümmü Gülsüm (radıyallahü anh) hicret tarihinin dokuzuncu yılında vefat etmiştir.

Fâtımatü’z-Zehrâ El-Betûl (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri kırk yaşma erdiğinde dünyaya gelmiştir. Ebû Amr böyle rivâyet eylemiştir. Ama İbn-i Ishak'ın kavline göre Resûlüllah Efendimiz’in İbrahim’den başka çocukları nübüvvetten önce doğmuşlardır. “Fatm” demek, Arap dilinde kat’ (kesmek) demektir. O’na “Fatıma” diye isim verilmesi kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri kendini ve zürriyetini cehennem ateşinden keseceği içindir. Onlar cehennem ateşini asla görmeyeceklerdir. Onun için Fâtıma denilmiştir. Zehrâ diye ak ve nuranî şekli olana derler. Şunun için de Betûl denilmiştir ki, kendi zamanının kadınlarından fazilet, din ve haseb cihetlerinden ayrılıp hepsinden üstün ve seçkin olmuştu. Yâni misli yoktu. Bazılarının kavline göre dünyadan kesilip Hak teâlâ hazretlerine sıdk ile yöneldiği için kendisine Betûl denildi.

Hazret-i Fâtıma, hicret tarihinin ikinci senesinde, bazı kavilde Uhud gazâsından sonra Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) e verilmiştir.

Ebû Amr (Allah ona rahmet etsin): “Fâtıma ve Ümmü Gülsüm,' Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kızlarının en üstünü idi. Ama Peygamberimiz, Fâtıma’yı hepsinden çok severdi. Mübarek ağzını öperdi. Sefere gidecek olsa hepsinden sonra onunla vedalaşırdı, seferden gelse herkesten evvel onunla görüşürdü,” demiştir.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde Hazret-i Fâtıma hakkında: “Seyyidetü nisâü’lmü’minîn — Mü’min kadınların efendisi” diye buyurulmuştur. İmâm-ı Ahmed’in rivâyetinde: “Efdalu nisâun ehli’l-cenneti Cennet ehli kadınların en üstünü” buyurulmuştur. Vefat ettiği zaman on dokuz yaşında idi. Resûlüllah Efendimiz Hazretlerinden altı ay sonra vefat etmiştir. Allah ondan ve evlâdından razı olsun.

Abdullah, küçük iken Mekke’de vefat etmiştir. Rivâyet olunur ki, Abdullah vefat ettiği zaman kâfirlerden As(î) bin Vâil:

Muhammed’in soyu kesildi, ebter oldu, dedi.

Hak teâlâ hazretleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hitap edip:

“inne şânieke hüve’l-ebter — Asıl sana dil uzatan kimsenin soyu ve hasenatı kesiktir,” (Kevser sûresi: 108/3) diye buyurdu.İbrahim, hicret tarihinin sekizinci yılında dünyaya gelmiştir. Mariyye-i Kıbtiyye’den olmuştur. Aliyye dedikleri yerde doğdu. Ebû Râfi’ (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerine müjde getirdiği zaman Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Ebû Râfi’ hazretlerine bir köle bağışlamıştır. Yedinci gün başını tıraş edip saçinin ağırlığınca gümüş sadaka eylemiştir. Böyle etmek sünnettir. Ve iki koç boğazlayıp ziyafet vermiştir.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Bu gece bir oğlum doğdu. Ona babam İbrahim’in ismini koydum,” diye buyurmuştur.

Ondan sonra İbrahim’i Medine’de Ümmü Seyf adlı bir hatuna verdiler. Sütannesi o oldu. Vefat edinceye kadar onun yanında kaldı, demişlerdir. Bazılarının rivayetinde sütannesi Ummü Berde idi, denilmiştir.

Ebû Hâtem’in naklinde Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Ben çoluk çocuğa karşı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden daha merhametli hiç kimse görmedim. İbrahim’i Medine’den dışarıda Avâli dedikleri köylerde emzirirlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri çıkar, giderdi. Biz de onun yanında beraber giderdik. Varır, alıp öper, sonra döner gelirdi.”

Câbir (radıyallahü anh)in rivâyetinde gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abdurrahman bin Avf’ın eline yapışmış ve ona dayanarak geldi. Meğer İbrahim o zaman vefat etmek üzere idi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, İbrahim’i kucağına alıp gözlerinden yaş akarak buyurdu ki:

“Ya İbrahim! Muhakkak ki, biz senin için mahzunuz. Gözümüz ağlar ve gönlümüz mahzun olur. Ancak Hak teâlâ’nın rızasına aykırı bir söz söylemeyiz.”

Ebû Amr bin Simâk böyle nakletmiştir. Ama Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh)den şöyle rivâyet olunmuştur ki: “Hazret-i İbrahim ruhunu teslim etmek üzere iken Resûlüllah Efendimiz hazretleri üstüne vardı. Mübarek gözlerinden yaş akmağa başladı. Abdurrahman dedi ki:

— Ya Resûlâllah! Sen de mi ağlıyorsun?

Yâni evlât için Resûlüllah Efendimiz’in ağlamasına şaştı. Resûlüllah Efendimiz dedi ki:

— “Ya İbni Avf! İnnehâ rahmetün — Ey Avf’m oğlu! Hiç şüphesiz bu, acımadır.”

Yâni: “Böyle etmem merhamet ve şefkatimin gereğidir. Bu üzülme derecesi elde olan bir şey değildir,” demek olur. Abdurrahman bin Avf tekrar söyleyince Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Muhakkak ki, gözümüz ağlar ve kalbimiz mahzun olur. Halbuki Rabbimizin razı olduğu sözden başka bir şey söylemeyiz,” diye buyurdu.

Velhasıl bir kişinin evlâdı, adamları, sevgili dostlan için ağlamasında bir şey yoktur. Fakat sözünde şerefli şeriata aykırı bir şey olmaması gerektir. Ağlamak şefkattendir, şefkatse imandandır.

İbrahim’in kaç yaşında vefat ettiği ihtilaflıdır. Bazıları bir yaş, on aylık idi, dediler. Bazıları bir yaş dört aylık ve sekiz günlük idi, dediler. Bazıları yetmiş günlük idi dediler. Hakikatini Allah bilir.

Namazını Resûlüllah Efendimiz hazretleri kılıp Medine-i münevvere’nin kabirliği olan Baki’e defnettiler. Ve şerefli kabri üstüne su saçtılar. Hazret-i Zübeyr’den rivayet edilmiştir ki: “ilk su saçılan kabir onun şerefli kabri idi.”

Rivâyet olunur ki, İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutuldu. Halk:

— Güneş İbrahim’in ölümü için tutuldu, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurdu ki:

“Hiç şüphesiz ki, güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Onlar kimsenin ölümü için tutulmazlar.”

Hadîs İmâmlarından bazısı Abdullah bin Ebi Evfâ’dan rivâyet etmişlerdir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra nebi gelmesi caiz olsaydı oğlu vefat etmezdi, diye buyurmuştur. En iyisini Allah bilir. .

3 . Fasıl

Peygamber Efendimizin Hatunları ve Cariyeleri

Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında buyurmuştur ki:

“Ennebiyyü evlâ bil-mü’minîne min enfüsihim ve ezvâcuhu ümmehâtühüm

— Peygamber mü’minlere kendi nefislerinden evlâdır ve hatunları mü’minlerin analarıdır.” (Ahzâb sûresi: 33/6)

Peygamber Efendimiz’in hanımlarının mü’minlerin anası olması şu cihettendir ki, onların nikâhları mü’minlere haramdır ve hürmetleri vaciptir. Yoksa onlara nazar etmek ve halvetlerine varınak cihetinden değildir. Ama kızları mü’minlerin kızkardeşleridir demek câiz değildir. Zira onların nikâhları mü’minlere haram değildi. Hanımlarının babaları ve anaları mü’minlerin dedeleri ve nineleri demek, kızkardeşleri ve erkek kardeşleri teyzeleri ve dayılarıdır demek caiz değildir, demişlerdir.

Hazret-i Aişe’den rivâyet edilmiştir ki: “Peygamber Efendimizin hatunları ümmehât-ı mü’minîn (erkek mü’minlerin anaları) dır. Kadınların anaları değildir,” diye buyurmuştur.

Ama Peygamber Efendimiz hazretleri, erkeklerin ve kadınların babaları idi. Peygamber Efendimiz hazretlerine hürmette Ebû’l-Mü’minîn (Mü’minlerin Babası) demek caizdir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri’nin hatunları bütün kadınlardan üstündür, sevapları ve ikapları onlardan kat kat fazladır. Yâni onlar iyi bir iş işleseler o işi başkaları işlediğinde verilen sevabın iki katı, belki daha fazlası kadar onlara sevap verilir.

Bir günah işleseler bize olan ukubetin (cezanın) iki katı kadar ukubete müstahak olurlardı. Onlara bir şey sormak helâl değildi. Meğer ki, perde arkasından olsun.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bütün ömrü boyunca kaç hatun almıştır? Bunlann hangisi öncedir, hangisi sonradır? Kendinden önce kaçı vefat etmiştir, kendinden sonra kalanlar kimlerdir? Hangisiyle bir araya gelmiştir, hangisiyle gelmemiştir? Kimi almak isteyip de nikâh etmemiştir? Kimler Resûlüllah Efendimiz hazretlerine “Beni alsın” demiştir? Alimler arasında bunlar ihtilaflıdır.

Ancak on bir hatunda ittifak vardır.

Bunların altısı Kureyş kabilesindendir:

1. Huveylid kızı Hadîce

2. Ebû Bekir kızı Âişe

3. Ömer kızı Hafsa

4. Ebû Süfyân kızı Ummü Habîbe

5. Ebû Ümeyye kızı Ummü Seleme

6. Zem’a kızı Sevde.

Dördü de diğer kabilelerdendir:

7. Cahş kızı Zeyneb

8. Hâris kızı Meymûne

9. Huzeyme kızı Zeyneb. Buna Ümmü’l-Mesâkin (Fakirler Anası) derlerdi.

10. Hâris kızı Cüveyriye

11. Bir hatunu da Benî İsrail'den Safiyye’dir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Hazret-i Hadice:

Mü’minlerin anası Hazret-i Hadîce’nin (radıyallahü anh) cahiliyyet zamanında iken adı Tâhire idi. Ebû Hâlet bin Zürâre adlı bir kişinin nikâhında idi. Ondan iki erkek çocuk vücuda getirmişti. Ondan sonra Atik adlı bir kişi onu almıştı. Ondan da bir kız vücuda getirmişti. Onlardan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri aldı. O zaman Resûlüllah Efendimiz yirmi beş yaşında idi ve Hadîce kırk yaşma basmıştı.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Hadîce, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine “Beni alsın” diye kendini teklif etmiştir. Peygamber Efendimiz hazretleri de amcalarına durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) gitti, babasından Hadîce’yi isteyip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine alıverdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hadîce’yi aldığı zaman yirmi bekr mehir verdi. Bekr diye henüz bir kere doğurmuş olan genç deveye derler. Bazı kavilde on iki ukiyye altın verdi denilmiştir. Ukiyye, kırk dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür.

İbn-i İshak buyurmuştur ki: “Her ne zaman kâfirler Resûlüllah Efendimizi red veya tekzib etseler, şerefli hatırları mahzun olsa, Hadîce’ye geldiği gibi gönlü açılırdı. Zira Hadîce, daima o Hazret’e teselli verirdi:

— Sen kâfirlerin ettiğine bakma. Onlar cahillerdir. Cahillerin böyle yapmaları şaşılacak bir şey değildir. Bütün peygamberler bu cefayı çekegelmişlerdir, derdi.

Bu türlü okşayıcı sözlerle Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin mübarek hatırını hoş ederdi. Ta vefat edinceye kadar bu hal üzere devam etti. Kadınların kocalarına muhabbet, hürmet ve izzet etmeleri Hadîce (radıyallahü anh)nin sünnetidir.”

Abdurrahman bin Zeyd’den nakledilmiştir ki, Hazret-i Âdem şöyle buyurmuştur:

— Muhakkak ki, ben, kıyamet gününde bütün insanların efendisi olacağım. Ancak peygamberlerden bir peygamberin değil. O peygamberin adı Ahmed’dir. O, benim üzerime iki nesne ile üstün kılınmıştır. Birisi hatunudur ki, onun yararına çalıştı, ona arka ve yardımcı oldu. Benim hatunum ise benim zararıma çalıştı. Birisi de şudur ki, ona Hak teâlâ hazretleri yardım etti, onun şeytanı İslâm’a geldi. Benim şeytanım ise kâfir oldu.

O hatundan murad Hazret-i Hadîcedir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yolunda malı ve nefsi ile çalışıp ona türlü yardımlarda bulunmuştur. Hazret-i Âdem aleyhisselâm ise Hazret-i Havva’nın sözüne uyup cennetten çıkmıştır. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ben şeytanımı Müslüman ettim, diye buyurmuştur.

Âdem âleyhisselâm’m şeytanı Allah’ın lânetine uğramış İblis idi ki, kâfir oldu, Hazret-i Âdem’e zararı dokundu.

İmâm-ı Ahmed’in naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri şöyle buyurdu:

— Cennet ehli kadınların en üstünü, Huveylid kızı Hadîce, Muhammed kızı Fâtıma, İmran kızı Meryem ve Fir’avnın karısı Âsiye’dir.

Şeyh Veliyyüddin İbn-i Irakî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Doğru ve seçkin olan şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hatunlarının en üstünü Hazret-i Hadîce’dir.”

Bazıları Hazret-i Âişe daha üstündür, dediler. Şeyhülislâm Zekeriyya el-Ensarî (Allah rahmet etsin) Behçetü’l-Hâvî şerhinde der ki: “Mü’minlerin analarının en üstünü Hazret-i Hadîce ile Hazret-i Âişe’dir. Hangisinin diğerinden daha üstün olduğu hususunda ihtilâf vardır.”

Ama İbn-i Ammâd (Allah rahmet etsin) dedi ki: “Doğrusu şudur ki, Hazret-i Hadîce, Âişe’den daha üstündür. Zira rivâyet ile sabittir ki, bir gün Hazret-i Âişe, Resülüllah Efendimiz hazretlerine:

— Hak teâlâ hazretleri sana Hadîce’den yeğreğini nasip etti, dedi.

Yâni: “Hadîce vefat ettiyse yerine ben geldim. Ben ondan daha üstünüm” demek istedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri:

— “Yok, vallahi. Hak teâlâ hazretleri bana ondan yeğreğini nasip etmedi. Halk beni yalanladıkları zaman o bana iman getirmiştir. Halk beni mahrum ettikleri zaman o bana malını vermiştir,” buyurdu.

İşte bu hadîs-i şerif açıkça gösterir ki, Hazret-i Hadîce (Allah ondan razı olsun) daha üstündür.”

İbn-i Dâvud (Allah ona rahmet etsin), bu hususta kendisine sual sorulduğu zaman şöyle dedi:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Âişe’ye Cebrâil aleyhisselâm’dan selâm eylemiştir. Hazret-i Hadîce’ye Cebrâil aleyhisselâm Hak teâlâ hazretlerinden Muhammed’in lisaniyle selâm etmiştir. O halde Hadîce daha üstündür.

Yine sual edip:

— Ya Hadîce ile Fâtıma’dan hangisi daha üstündür? dediler.

Cevap olarak:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Fâtıma hakkında “O benden bir parçadır,” diye buyurmuştur. Açık olan şudur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin parçası daha üstündür, dedi.

Şeyh Takiyyüddin Sübkî (Allah ona rahmet etsin) dahi bu hususta kendisine sual sorulduğu zaman:

— Ihtiyârımız ve dinimiz şunun üstünedir ki, Fâtıma binti Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri hepsinden üstündür. Ondan sonra Hazret-i Hadîce üstündür. Ondan sonra Âişe üstündür, dedi. Allah onlardan razı olsun.

Mü’minlerin anası Sevde binti Zem’a (radıyallahü anha), Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazretlerinin nübüvvetinin başlarında İslâm’a gelmiştir. Kendinin amcası oğlu olan Sekrân bin Ömer’in hatunu idi. O da Sevde ile beraber çoktan İslâm’a gelmişti, ikinci hicrette ikisi de Habeş ülkesine hicret etmişlerdi. Sonra Mekke’ye döndükleri zaman kocası vefat edip Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu nikâhlayarak aldı.

İmâm-ı Buhârî (Allah rahmet etsin) tarihinde: “Sevde (radıyallahü anha), Hazreti Ömer’in hilâfetinde vefat etmiştir,” diye buyurmuştur. Zehebî de: “Hazret-i Ömer’in hilâfetinin sonlarında vefat etti,” demiştir. Bazıları ise: “Elli dört senesinin Şevval ayında Medine’de vefat etti,” demişlerdir.

Hazret-i Âişe:

Mü’minlerin anası Hazret-i Âişe binti Ebû Bekir Sıddîk (Allah onlardan razı olsun)’m anasının adı Ummü Rummân bintî Âmir’dir. Kendisini Cübeyr bin Mut’im’e vereceklerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri isteyip aldı. İbn-i Ishak'ın rivâyetine göre Resûlüllah Efendimiz kendisine dört yüz dirhem mehir vermiştir. Hicret tarihinden üç yıl önce Mekke’de kendisini almıştır. Hicretten on sekiz ay sonra Şevvâl ayinin başlarında bir araya gelmişlerdir. O zaman Hazret-i Âişe dokuz yaşında idi.

İmâm-ı Buhârî ve Müslim (Allah onlara rahmet etsin), Hazret-i Âişe’den şöyle rivâyet etmişlerdir.

— Başlangıçta Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri beni aldığı zaman ben altı yaşında idim. Sonra Medine’ye geldik. Benî Hâris bin Hazrec arasında konakladık. Beni sıtına tuttu. Bu yüzden saçım döküldü. Bir gün kızlarla salıncak oynuyordum. Annem gelip beni çağırdı. Niçin çağırdığını bilmiyordum. Yanına vardığım gibi elime yapıştı. Beni evin kapısında, durdurdu. Oradan bir parça su aldı, yüzümü ve başımı sildi, beni evin içine bıraktı. Ensar kavminden bazı kadınların gelmiş olduğunu gördüm. Hemen kadınlar:

— Alâ’l-hayre ve’l-berekete (Hayırlı ve mübarek olsun), dediler.

Annem beni onlara teslim etti. Ondan sonra kadınlar beni süsleyip hazırladılar. Kuşluk zamanı Resûlüllah Efendimiz hazretleri geldi. Kadınlar beni ona teslim ettiler. Ben o zaman dokuz yaşında idim, diye buyurmuştur.

Ebû Ömer’den rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin Mekke şehrinde Hazret-i Âişe’ye nikâhı Şevvâl ayında vâki olmuştu. Sonra Medine-i münevvere’de bir araya gelmeleri de Şevvâl’de vâki oldu,” demiştir.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Âişe, kendi ehlinden ve dostlarından olan kadınların Şevval ayında kocaya varınalarından hoşlanırdı. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), Âlemlerin Hocası Resûlüllah Efendimizin bütün hatunlarının en sevgilisi idi. Hazret-i Âişe neye meylederse Fahr-i Âlem Efendimiz ona uyardı.

Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Âişe’ye şöyle dedi:

— Seni üç gece rüyada gördüm. Bir melek ipek kumaşa sarmış, “Bu senin hatunundur,” derdi. Ben de yüzünü açtım ve “Eğer Allah tarafından ise Hak teâlâ hazretleri imza eylesin,” dedim.

Yâni: “Eğer rüya Rahmani ise Hak müyesser eylesin,” demektir.

İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyetinde şöyledir: Cebrâil aleyhisselâm, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine yeşil bir ipek içinde Hazret-i Âişe’nin sûretini getirdi ve:

— Bu senin dünyada ve âhirette hatunundur, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hazret-i Âişe ile dokuz yıl birlikte olmuştur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri vefat ettiğinde Hazret-i Âîşe on sekiz yaşında idi. Peygamber Efendimiz, Âişe’den başkasını bâkir olarak almamıştır. Hazret-i Âişe, fakîhe, âlime ve fasihe (kavrayışlı, bilgili ve güzel konuşan) idi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden çok hadîs rivâyet eylemiştir. Ashâb ve tabiînden birçok kalabalıklar Hazret-i Âişe’den rivâyet etmişlerdir. Arap tâifesi içinde olan cenkleri, hâdiseleri ve şiirleri çok güzel bilirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri diğer kadınlarında birer gece yatar, Hazret-i Âişe’nin yanında iki gece kalırdı. Sebebi şu idi ki, mü’minlerin anası Zem’a kızı Sevde çok yaşlandı ve kendi nöbetini Hazret-i Âişe’ye bağışladı. Peygamber Efendimiz hazretlerinin Hazret-i Âişe’yi sevdiğini bilirdi. Kendisi sadece Resûlüllah Efendimizin nikâhı altında vefat etmeye razı oldu.

Hazret-i Âişe’den rivâyet edilmiştir ki, kendisi asla çocuk doğurmamıştır. Peygamber Efendimiz hazretlerinin İbrahim’den başka bütün çocukları Hazret-i Hadîce’den olmuştur. İbrahim, Mâriye’den olmuştur. Hazret-i Âişeden evlâdı gelmemiştir. Hicret tarihinin elli sekizinci senesi Ramazanının on yedisinde salı günü vefat edip namazını Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) kıldırmıştır. Kendisini geceleyin defn etmelerini vasiyet etmişti. Vasiyeti üzerine geceleyin Baki’ mezarlığına defn ettiler. Allah ondan razı olsun.

Hazret-i Hafsa:

Mü’minlerin anası Hafsa binti Ömer bin Hattab (Allah onlardan razı olsun) İslâm’a gelip hicret edenlerdendir. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden önce Huneys bin Huzâfe’nin hatunu idi. Bedir gazâsından sonra kocası vefat etti. Dul kalınca Hazret-i Ömer onu Hazret-i Ebû Bekir’e vermek istedi. Sonra Hazret-i Osman’a vermek istedi. Hiç birisi almadı. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri isteyip aldı.

Resûlüllah Efendimiz, Hafsa’yı hicret tarihinden üç yıl sonra nikâh etmiştir. Sonra bir talâk vermişti. Hak teâlâ hazretlerinden vahiy geldi:

— Ya Muhammedi Hafsa’ya geri dön. Zira o çok oruç tutucu ve çok namaz kılıcıdır. Cennette senin hatunundur, diye buyuruldu.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri tekrar ona döndü. Sahabe ve tabiînden bir topluluk Hazret-i Hafsa’dan hadîs-i şerifler rivâyet etmişlerdir. Hicret tarihinin kırk beşinci yılında Muâviye zamanında vefat etmiştir. Vefat ettiğinde altmış yaşında idi. Bazı kavilde Hazret-i Osman zamanında vefat etmiştir. Allah ondan razı olsun.

Hazret-i Ümmü Seleme:

Mü’minlerin anası Ümmü Selenle (radıyallahü anh)nin adı Hind idi. Daha önce Ebû Seleme bin Abdü’l-Esed’in hatunu idi. Habeş ülkesine ilk hicret eyleyen kocası ile birlikte Ümmü Seleme idi. Ümmü Seleme ilk kocasından dört çocuk vücuda getirmişti. Bazı rivâyette Ümmü Seleme, Medine’ye hicret eden kadınların ilki idi. Kendisinden önce hiç bir kadın hicret etmedi, demişlerdir.

Rivâyet olunmuştur ki, Ümmü Seleme, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şöyle söylediğini işittiğini bildirmiştir:

— Bir kimseye bir musibet yetişse, meselâ oğlu, kocası veya yakınlarından bir kimse vefat eylese ve o kimse: “Allahümme ecirnî fî musibeti ve ahleflî hayren minhâ — Allahım, benim musibetimi mükâfatlandır ve bana ondan daha hayırlısını ihsan eyle,” dese, Hak teâlâ hazretleri ona o giden kimseden yeğrek bir kimse verip onun yerine getirir.

Ümmü Seleme diyor ki:

— Kocam Ebû Seleme vefat ettiğinde ben: “Hangi Müslüman Ebû Seleme’den yeğrek olabilir?” dedim. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin buyurduğu duayı okudum. Hak teâlâ hazretleri bana Ebû Seleme’nin yerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerini verdi.

Bir rivâyette gelmiştir ki, Ebû Seleme vefat ettiğinde Ümmü Seleme’yi Hazret-i Ebû Bekir istedi, varınadı. Sonra Ömer istedi, ona da varınadı. Sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri adam gönderip kendisine istediği zaman Ümmü Seleme, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu isteğini edep ve hürmetle karşıladıktan sonra bazı bahaneler ileri sürüp:

— Ancak benim üç halim var. Birincisi, ben çok kıskanç bir kadınım. İkincisi, ben çocuklu bir dulum. Üçüncüsü, burada beni evlendirecek sahiplerimden kimse yoktur, dedi.

Yâni: “Ben kocamı çok kıskanırım. Belki öbür hatunlarla imtizaç edemeyip kendilerini rahatsız ederim,” demek istedi. Sonra yine: “Benim çocuklarım vardır. Belki fakirlik sebebiyle onları beslemek kendilerine zahmet olur,” demek istedi. Üçüncü olarak da: “Benim velilerimden burada kimse yoktur ki, beni versin,” dedi. Yâni: “Belki varırım da sonradan velilerim razı olmaz,” demek istedi.

Ümmü Seleme bu bahaneleri ileri sürünce Hazret-i Ömer, Resûlüllah Efendimize karşı böyle davrandığı için gayet huzursuz olup gazaba geldi. Kendisine gelmediğine ve Resûlüllah Efendimize de gelmediğine kızdı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kendileri gelip:

— Ya Ümmü Seleme! O kıskanınak dediğin şeyi senden gidermesini ben Hak teâlâ hazretlerinden dua ederim. Çocuklarının durumuna gelince, Hak teâlâ Hazretleri ona yeterlik verir. Velilerinden burada kimse bulunınasa da onlardan beni istemeyen kimse yoktur, dedi.

Bunun üzerine Ümmü Seleme, oğluna:

— Beni Resûlüllah hazretlerine tezvic eyle, dedi.

Oğlu da nikâh edip verdi.

Rivâyet olunur ki, Ümmü Seleme, zamanın gayet güzellerinden idi. Peygamber Efendimiz, hicret tarihinin dördüncü yılı Şevvâlinde onu almıştı. Elli dokuz tarihinde Medine’de vefat edip Baki’ kabirliğinde defn olunmuştur. Ömrü seksen dört yaşına ermişti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra kırk sekiz yıl yaşamıştır. Vefat ettiğinde namazını Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) kıldırmıştır. Bazıları, Saîd bin Zeyd kıldırdı, demişlerdir. Allah onlardan razı olsun.

Ümmü Habibe:

Mü’minlerin anası Ümmü Habîbe (radıyallahü anh)nin adı Remle idi. Daha önce Ubeydullah bin Cahş denilen kimsenin hatunu idi. Onunla beraber Habeş ülkesine hicret etmişti. Kocası orada mürted olup Hıristiyan oldu ve orada vefat etti. Ümmü Habîbe İslâm dini üzere sebat etti, kocasına uymadı. Meşhur rivâyetler şunun üzerinedir ki, Ümmü Habîbe daha Habeş ülkesinde iken Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Habeş padişahı olan Necaşî’ye Amr bin Ümeyye ile mektup gönderip: “Ümmü Habîbe’yi bana nikâh edesin” diye buyurdu. Necaşî de şerefli emirleri gereğince Ümmü Habîbe’yi Resûlüllah hazretlerine nikâhlayıverip kendi malından Şurahbil bin Habeşe ile dört yüz altın ağırlık gönderdi.

Rivâyet olunur ki, Necaşî, kendi cariyesi olan Ebrehe’yi Ummü Habîbe’ye gönderdi: Resûlüllah hazretlerinin kendine mektup gönderip “Ümmü Habîbe’yi bana nikâh ediver” diye buyurduğunu bildirdi. Ümmü Habîbe bu haberi işittiği zaman çok sevinip Ebrehe’ye gümüşten iki bilezik ve birkaç yüzük bağışladı. Akşam zamanı olduğu gibi Necaşî, Cafer bin Ebi Talib’e ve o diyarda bulunan müslümanlara haber verdi. Hepsi gelip hazır oldular. Orada kendisi Ümmü Habîbe’yi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine nikâh ediverdi. Böyle vâki olduğu zaman Ümmü Habîbe’nin babası Ebû Süfyân daha İslâm’a gelmemişti, müşrikti. Mekke’de bulunuyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile muharebede bulunuyordu. Hicret tarihinin kırk dördüncü senesinde Medine’de vefat etmiştir. Allah ondan razı oldun.

Zeynep binti Cahş:

Mü’minlerin anası Zeyneb binti Cahş (radıyallahü anh): Bunun annesinin adı Emîme’dir ki, Abdülmuttalib bin Hâşim’in kızı idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Zeyneb’i önce Zeyd bin Hârise’ye alıvermişti. Mezkûr Zeyd, Peygamber Efendimizin azadlı kölesi idi. Zeyneb bir zaman Zeyd ile dirlik ettikten sonra Zeyd onu boşadı. Iddeti tamam olduktan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Zeyd’i gönderdi:

— Git, Zeyneb’e benden söz et. Bakalım bana gelir mi? diye buyurdu.

Zeyd de Zeyneb’in kapısına geldi, arkasını döndü ve:

— Ya Zeyneb! Beni Resûlüllah gönderdi. Seni istiyor, dedi.

Zeyneb:

— Ben hiç bir şey söylemem. Ta Rabbim bana emreyleyinceye kadar, dedi.

Böyle söyledikten sonra kalkıp kendinin bir mescidi (ev içinde namaz kılacak hususî bir köşesi) vardı, oraya girdi.

Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri:

“Felemmâ kazâ zeydun minhâ ve taren zevvecnâkehâ — Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık,” (Ahzâb sûresi: 33/37) âyet-i kerîmesini inzal etti.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri gelip izinsiz olarak Zeyneb’in odasına girdi.

İmâm-ı Müslim şöyle rivâyet etmiştir ki, Zeyneb (radıyallahü anh) bazen Peygamber Efendimiz hazretlerinin hatunlarına bununla övünüp:

— Sizi babalarınız tezvic eyledi (evlendirdi). Beni ise yedi kat göklerin üstünden Hak teâlâ hazretleri tezvic etti, derdi.

Önceleri adı Berre idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri adını Zeyneb koydu. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) bunun hakkında:

— İslâm dininde Zeyneb’den daha üstün hatun yoktu. Allah korkusunu bilmekte, gerçek söylemekte, sıla-i rahm etmekte (yâni kendi akrabası ile görüşüp konuşma üzre olmakta), çok sadaka vermekte ve kendi nefsini hayır işlere bezi etmekte Zeyneb’den daha üstün hatun olmaz, diye şehadet ederdi.

Hicret tarihinin yirminci yılında Medine-i münevvere’de vefat etmiştir. Vefat ettiğinde elli üç yaşında idi. Namazını Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) kıldırmıştır.

Zeynep binti Huzeyme:

Mü’minlerin anası Zeyneb binti Huzeyme (radıyallahü anh), Beni Hilâl kabilesinden idi. Cahiliyet zamanında Ümmül-Mesâkin (Fakirler Anası) diye tanınmıştı. Çünkü fakirleri ve miskinleri gözetir, hallerini yoklar, onlara yemek verirdi. Önce Abdullah bin Cahş adlı bir kimsenin karısı idi. Kocası Uhud çenginde öldürülmüştü. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu nikâh eyledi. Çok zaman geçmeden Peygamber Efendimizin hayatında vefat etmiştir. Bazı kavilde sekiz ay beraber yaşadılar denilmiştir. Bazıları da daha az demiştir. Hicret tarihinin dördüncü yılı Rebiülâhirinde vefat edip Baki’ kabirliğine defn olunmuştur.

Meymûne binti Hâris:

Mü’minlerin anası Meymûne binti Hâris (radıyallahü anh) de Beni Hilâl kabilesinden idi. Hicretin yedinci yılında Hayber gazasından sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke’ye umre etmeğe gittiği zaman onu almıştı. Bunun büyük kızkardeşi Ummü’l-Fazl, Hazret-i Abbâsın karısı idi. Ana bir kızkardeşi Esmâ binti Umeys ise Ca’fer bin Ebi Tâlib’in karısı idi. Diğer bir kızkardeşi olan Selmâ binti Umeys de Hazret-i Hamza’nın hatunu idi. Meymûne, kendi durumunu Hazret-i Abbâs’a emanet etmişti. Abbâs da kendisini Peygamber Efendimiz hazretlerine tezvic etti. Mekke yakininda Şerif denilen yerde bir araya gelmişlerdi. Hicret tarihinin elli birinci yılında yine aynı yerde vefat etti. Namazını İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretleri kıldırıp kabrine de o koymuştur.

Cüveyriye binti Hâris:

Mü’minlerin anası Cüveyriye binti Hâris (radıyallahü anh), Benî Mustalık tâifesinden idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu tâifeye karşı gazâ ettiği zaman esir alınıp Sâbit bin Kays bin Şemmas El-Ensarî’nin hissesine düşmüştü. O da kendisine bir baha biçip onun karşılığında serbest bırakmayı vaad etmişti. Bir gün Cüveyriye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip:

— Ya Resûlâllah! Ben Cüveyriye binti Hâris’im. Hâlim sana gizli değildir. Sâbit bin Kays’ın eline düştüm. Bana baha biçti. Bedelim karşılığı beni serbest bırakacak, dedi ve bahası için Resûlüllah Efendimiz’den yardım istedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Daha hayırlı bir nesneye rağbetin var mıdır? diye sordu.

Cüveyriye:

— Nedir o nesne, ya Resûlâllah? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Senin bahanı ben vereyim ve seni hatunluğa alayım, dedi.

Cüveyriye:

— Kâşki öyle olsa, ya Resûlâllah, dedi.

Ondan sonra halk, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Cüveyriye’yi hatunluğa aldığını işitince ellerinde olan esirleri serbest bırakıp yerlerine gönderdiler:

— Bunlar şimden sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ıshârı oldu, dediler.

Ishâr, sihri hısımlar demektir ki, kişinin hatunu tarafından olan akrabalarına derler.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Âişe (radıyallahü anh):

— Ben bir hatun görmedim ki, kendi kavmine mübarek olmakta Cüveyriye’den daha ziyade olsun, dedi.

Benî Mustalık taifesinden yüz on kişi Cüveyriye sebebiyle serbest bırakıldı, dediler.  İbn-i Hişâm (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz hazretleri onu Sâbit bin Kays’dan satın alıp âzâd eyledi ve dört yüz dirhem mehir verip hatunluğa aldı. Cüveyriye (radıyallahü anh), altmış beş yıl ömür sürüp hicret tarihinin ellinci yılında âhiret yurduna intikal etmiştir.”

Safiyye binti Hubey:

Mü’minlerin anası Safiyye binti Hubey (radıyallahü anh), Benî İsrâil taifesinden, Hazret-i Mûsâ’nın kardeşi Hârun aleyhisselâm’m neslinden idi. Önceden Kinâne bin Ebi’lHukayk adlı Yahudi’nin hatunu idi. Hayber gazâsında kocası maktul oldu.

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Hak teâlâ hazretleri Hayber’in fethini müyesser etti ve esirler alındı. Dıhye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip bir cariye istedi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de:

— Git, esirlerin içinden bir cariye al, dedi.

O da gitti, Safiyye’yi aldı. Bunun üzerine ashâbdan bir kişi geldi:

— Ya Resûlâllah! O aldığı cariye Benî Kureyzâ ve Beni Nadir tâifelerinin seyyidesidir. Onun Resûlüllah’dan başka kimsede olması uygun değildir, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri haber gönderip ikisini de şerefli huzuruna getirtti. Safiyye’yi görünce Dıhye’ye:

— Git, bunun yerine esirlerden başka bir cariye al, dedi ve kendileri Safiyye’yi âzâd edip nikâhladılar.

Sâbit (radıyallahü anh), Enes’den sual edip:

— Mehir olarak ne verdi? diye sordu.

Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Safiyye’ye mehr-i muaccel olarak ne verdiğini sordu. Enes de:

— Safiyye’nin nefsini (kendi hürriyetini) mehir etti. Esir iken âzâd edip (hürriyetine kavuşturup) sonra onunla evlendi, dedi.

Oradan dönüp Medine’ye gelirken yolda Ummü Süleym (radıyallahü anh), Safiyye’yi cihazlayıp bir gece Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin halvetine teslim etti.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Her kişinin yanında ne varsa getirsin! diye buyurdu.

Kimi hurma, kimi yağ, kimi de başka şeyler getirdi. Hepsini toplayıp yemek pişirdiler. Ashâb bir araya gelip yediler.

Bir rivâyette buyrulmuştur ki, Enes hazretleri şöyle anlattı:

— Medine’ye yaklaştığımız zaman her kişi devesini sürmeğe başladı. Resûlüllah Efendimizin devesi sürçtü. Safiyye, Resûlüllah Efendimizin devesinin ardına binmişti. Devenin sürçmesiyle Safiyye düştü. Biz Medine’ye girdik. Resûlüllah’m hatunlarının cariyeleri çıkıp Safiyye’ye bakıştılar. Onun deveden düşmesine sevinip bundan hoşlandılar.

Buhârî ve Müslim böyle rivâyet etmişlerdir. Yine nakl olunur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Safiyye’yi aldığı zaman:

— Ya Safiyye! Bana gelmeğe rağbet eder misin? diye sordu.

Safiyye:

— Ya Resûlâllah! Ben daha küfür üzre iken senin şerefli hizmetinde olmayı arzu ederdim. Şimdi etmez miyim? dedi.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Safiyye’nin gözünde bir miktar gök (morartı) gördü ve:

— Bu neden oldu? diye sual buyurdu.

Safiyye:

— Bir gece Ebû’l-Hukayk’m yanında yatıyordum. Düşümde ayın gelip koynuma girdiğini gördüm. Uyanıp rüyayı Ebû’l-Hukayk’a söylediğim gibi:

— Sen Medine padişahını istiyorsun! diye yüzüme bir tokat attı. İşte bu onun nişanıdır, dedi.

Hicretin ellinci senesinin Ramazanında Medine-i münevvere’de vefat edip Baki’de defnolunmuştur. Allah ondan razı olsun.

* * *

Buraya gelinceye kadar zikrolunan Mü’minlerin Anaları, Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile bir araya gelip nice zamanlar nikâhı altında kalan hatunlarıdır. Bunlarda hiç kimsenin şek ve şüphesi yoktur. Bunlardan başka da bazı hatunlar almıştır. Ama mahremiyetine girmeden önce bazısı vefat edip bazısına talâk verilmiştir.

Bunların hepsinin sayısı on ikidir. Bunların tayininde çok ihtilâf etmişlerdir.

Bunlardan başka sekiz hatun daha vardır ki, bir kısmını Peygamber Efendimiz almak istedi, bir kısmı da kendini teklif edip gelmek istedi. Ama her birine bir mâni çıkıp evlenmeleri mümkün olmadı.

* * *

Cariyelerine gelince:

Bunların sayısı dörttür, demişlerdir.

Birisi Mâriye-i Kıbtiyye’dir ki, Mısır ve Iskenderiyye padişahı Mukavkıs göndermişti. Mâriye’nin kızkardeşi olan Sîrîn’i de beraber göndermişti. Bunların yanında bin miskal altın, yirmi parça Mısır kumaşı, Düldül denilen ak katırı ve Afîr dedikleri ak eşeği beraber göndermişti. Benhâ denilen bölgenin balından da bir miktar göndermişti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri baldan hoşlanıp Benhâ’ya bereketle dua eylemiştir. O Şîrîn adlı cariyeyi Hasan’a bağışlamıştır.

Mâriye’den Hazret-i İbrahim vücuda gelmiştir. Kendisi hicretin on altıncı senesinde Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında vefat edip Baki’de defnolunmuştur.

Resûlüllah Efendimizin cariyelerinden biri de Reyhâne’dir. Reyhâne, Benî Kureyza kavminden idi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden önce vefat etmiştir.

Peygamber Efendimizin bir cariyesi daha vardı. Onu Mü’minlerin Anası Zeyneb binti Cahş bağışlamıştı.

Biri daha vardı ki, onu da gazâlarından birinde esir etmişti. En doğrusunu Allah bilir.

4 . Fasıl

Peygamber Efendimizin Amcaları, Halaları, Sütkardeşleri, Büyük Ana ve Ataları

“Zehâira Ukbâ fi Menâkib-i Zü’l-Kurbâ" adlı kitapta yazılıdır ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin on iki amcası vardı. Hepsi Abdülmuttalib oğıılları idi.

Abdülmuttalib’in on üçüncü oğlu Abdullah idi ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin babasıdır.

Amcaları  

Amcalarının isimleri şunlardır:

1. Hâris.

2. Ebû Tâlib. Bunun adı Abd-i Menaf idi.

3. Zübeyr. Bunun künyesi Ebû’l-Hâris idi.

4. Hamza.

5. Ebû Leheb. Bunun ismi Abdü’l-Uzzâ idi.

6. Gaydâk.

7. Mukavvim.

8. Zırâr.

9. Abbâs.

10. Kuşem.

11. Abdü’l-Kâ’be.

12. Hacil. Buna Muğiyre de derlerdi.

Bu sıradan başka daha bazı sözler de söylemişlerdir.

Hazret-i Hamza:

Hamza (radıyallahü anh)mn annesinin adı Hâle binti Vehb bin Abd-i Menaf bin Zühre’dir. Hazret-i Hamza’mn künyesi Ebû Ammâre ve Ebû Ya’lâ idi. Ammâre ve Ya’lâ adlı iki oğlu vardı. Onların ismi ile künyelenmişti.

İmâm-ı Beğavî’nin naklinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri buyurmuştur ki:

“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah indinde yedinci gökte ‘Hamza, Allah’ın ve Resûlününün arslanıdır’ diye yazılıdır.”

Hazret-i Hamza nübüvvetin ikinci senesinde imana gelmiştir. Bazı kavilde Hazret-i Ömer’den üç gün önce İslâm’a geldi denilmiştir. Bedir gazâsında hazır bulunmuştur. Orada Utbe bin Rebia’yı meydanda katletmiştir. Bazıları, onun kardeşi olan Şeybe’yi katletti, demişlerdir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onun hakkında: “Amcalarımın en hayırlısı Hamza’dır,” diye buyurmuştur.

İbn-i Sırrî’nin rivâyetinde Peygamber Efendimiz: “Kıyâmet gününde şehitlerin efendisi Abdülmuttalib’in oğlu Hamza’dır.” diye buyurmuştur.

Büreyde’den rivâyet edilmiştir ki, Hak teâlâ hazretlerinin kadîm kelâmında: “Yâ eyyetuha’n-nefsü’l-mutınainnetü — Ey itminana gelen nefis!” (Fecr sûresi: 89/27) diye buyurmasından kasdedilen Hazret-i Hamza’dır.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden de rivâyet edilmiştir ki: “Feminhum men kazâ nahbehu... •— Mü’minlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. Onlardan kimisi de verdiği sözü yerine getirdi. (Yâni şehid oluncaya kadar savaşmaya söz vermişti, savaştı ve şehid düştü).” (Ahzâb sûresi: 33/23) diye buyrulmaktan murad Hamza’dır, demiştir.

Hazret-i Hamza Uhud gazâsında şehid olmuştur. Onu Vahşî şehid etmiştir. Sonra Vahşi İslâm’a gelmiştir. Said bin Müseyyeb’den rivâyet edilmiştir ki:

— Ben şaşardım, “Hazret-i Hamza’nın katili nasıl kurtuluş bulur?” derdim. Nitekim sonunda Vahşî, şarap içmeye müptelâ olup fâsık oldu ve o halle garîk olup (suda boğulup) gitti, diye buyurdu.

İbn-i Hişâm’dan rivâyet edilmiştir ki:

— Vahşî daima şarap içip kendisine had (içki yasağına aykırı hareket etmenin şer’î cezası) vurulurdu. Sonunda defterden silindi, diye buyurmuştur.

Yâni: Divandan hal’ olundu demek, defterden çıkarıldı demektir.

Hazret-i Ömer yemin edip buyurdu ki:

— Vallahi, Hak teâlâ hazretlerinin, Hamza’nın katlini onun yanına koymayacağını ben bilmiştim.

Hadîs İmâmlarından bazıları rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz Hazretleri, Hazret-i Hamza’yı şehid olmuş görünce ağladı. Hele bazı uzuvlarının kesilmiş olduğunu görünce feryat etti.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hamza’yı o halde gördüğü zaman yüreği acıdığı gibi hiç bir nesneye acımamıştır.

İbn-i Mes’ud (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:

— Ben, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hamza’ya ağladığı kadar başka bir şey için ağladığını görmedim. Namazını kılmak için Hamza’yı kıbleye karşı koydu ve cenazesinin üstüne durdu. Yüksek sesle o kadar ağladı ki, usu gitti (aklı başından gidecek hale geldi). Bir taraftan Hamza’ya ağlar, bir taraftan Hamza’nın iyiliklerini sayardı.

İmâm-ı Beğavî Mu’cem’inde: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri cenaze namazı kıldığı zaman dört kere tekbir alırdı. Ama Hazret-i Hamza’mn üzerine yetmiş kere tekbir aldı,” diye buyurmuştur.

Hazret-i Hamza şehid olduğunda elli dokuz yaşında idi. Kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Cahş ile ikisi bir kabre defn olunmuştur. Allah onlardan razı olsun.

Hazret-i Abbâs:

Bunun künyesi Ebü’l-Fazl idi. Annesinin adı Netle binti Cenâb idi. Rivâyet olunur ki, Arap tâifesi hatunlarından ilk defa Kâbe’ye ipek kumaş kesip örten Abbâsın anası idi. Sebebi şu idi: Bir kere Abbâs küçük çocuk iken yolunu şaşırıp gitti, eve gelmedi. O zaman annesi, Abbâs’ı bulursa Kâbe’ye ipek kumaş kesip giydirmeyi adadı. Sonra Abbâs bulundu ve adağını yerine getirdi.

Hazret-i Abbâs (radıyallahü anh), ak benizli, güzel bir kişi idi. İki yanında saçları vardı. Orta boylu idi. Bazıları uzun boylu idi, demişlerdir. Resûiüllah Efendimiz hazretlerinden iki veya üç yaş büyük idi. Kureyş arasında reisti. Mescid-i Haram’m imar ve idaresi Abbâs’a emanet edilmişti. Yâni Kâbe-i muazzama’nın işlerinin düzenlenmesine ve gerekli olan şeylerinin teminine Abbâs bakardı. Peygamber Efendimiz hazretleri her hususta Abbâs’a itimat etmişti.

Rivâyet olunur ki, Mekke’de İslâm’a gelmişti. Ancak müslüman olduğunu müşriklerden saklardı. Bedir gazâsında müşrikler arasında idi. Resûiüllah Efendimiz Hazretleri ashâbına buyurmuştu ki: ,

— Abbâs’a rast gelen kimse onu öldürmesin. Zira o müşrikler tarafından zor kullanılarak bu savaşa çıkarılmıştır.

Ama Kâ’b bin Amr, Abbâs’ı tuttu, esir eyledi. Abbâs, bahasını verip döndü, yine Mekke’ye gitti. Bazı kavilde Bedir gazâsında İslâm’a geldi. Ondan sonra Medine’ye hicret etmeye yöneldi. Ebvâ denilen yerde Resûiüllah Efendimiz hazretlerine rast geldi. Peygamber Efendimiz hazretleri Mekke’nin fethi için yola çıkmıştı. Abbâs Mekke’nin fethinde Peygamber Efendimiz ile beraberdi. Hicret onunla son buldu. Yâni Mekke’den Medine’ye hicret edenlerin sonuncusu Hazret-i Abbâs oldu, denilmiştir.

Ebû Amr dedi ki:

— Abbâsın müslüman olması Hayber’in fethinden önce idi. Müslüman olduğunu saklardı. İsterdi ki, Hak teâlâ hazretleri müslümanlara fethi müyesser eylesin ve Mekke fetholunduğu gün müslümanlığını açıklasın. Huneyn, Tâif ve Tebük gazâlarmda hazır bulundu.

Bir kavilde geçtiğine göre Abbâs Bedir gazâsından önce İslâm’a gelmişti. Müşriklerin durumunu yazıp Medine’de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bildirirdi. Mekke’de bulunan müslümanlar Abbâs’a itimat etmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına gelmek istiyordu. Peygamber Efendimiz ona mektup yazıp:

— Senin Mekke’de bulunınan daha hayırlıdır, diye buyurdu.

Mekke’de müşriklerin içinde bulunınası şu cihetten daha hayırlıydı ki, Resûlüllah Efendimiz’i kâfirlerin hareket ve davranışlarından haberdar ederdi. Onların ne gibi hazırlık ve tedbirler içinde bulunduğunu yazıp Peygamber Efendimize gönderirdi. Bu cihetten İslâm’a yardımı vardı.

Urve bin Zübeyr (radıyallahü anh): “Hazret-i Abbâs (radıyallahü anh) İslâm’a gelmişti ve Mekke’de sikayet-i Zemzem (Zemzem kuyusundan hacılara su dağıtına vazifesi) onun üzerinde idi. Bu sebeble hicret etmedi, orada kaldı,” diye buyurmuştur.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kölelerinden Ebû Râfi’, Abbâsın İslâm’a geldiğini Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerine müjdelediği zaman Peygamberimiz, Ebû Râfi’i âzâd etmişlerdir. İslâm’a geldikten sonra Peygamber Efendimiz, Abbâs’a çok hürmet ve itibar gösterirdi. Onun hakkında-. “İnsanların en cömerdi ve en merhametlisidir,” diye buyurdu.

Sehmî (Allah rahmet etsin) Fezâil adlı kitabında zikretmiştir ki, bir gün Abbâs (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri onu görünce kalkıp Abbâsın yanına gitti ve alnından öptü. Ondan sonra kendisini sağ yanına oturtup:

— Bu kişi benim amcamdır. İsteyen kişi amcası ile iftihar etsin, diye buyurdu.

Abbâs:

— Ne güzel söz buyurdun, ya Resûlâllah! dedi.

Peygamber Efendimiz:

— Niçin böyle demeyeyim? Sen benim amcamsın. Babamın kardeşisin, atalarımın bakiyesisin, benim vârisimsin ve ehlimden ardımda kalanların en üstünüsün, diye buyurdu.

Bir gün de Abbâs’a:

— Ey Amca! Yarın sen ve çocukların evden yabana gitmeyin. Sizinle bir işim var, dedi.

Ertesi gün olunca geldi, üzerlerine sırtındaki geniş örtüsünü örttü ve:

— Ya Rab! Bu kişi benim amcamdır, babamın kardeşidir. Bu oğulları da benim ehl-i beytimdir. Ben bu örtümle onları setrettiğim gibi sen de cehennem ateşinden bunları setreyle, dedi.

Evin kapısı, eşiği ve duvarları “Amin, âmin!” dediler. İbn-i Gaylân ve Sehmî böylece rivâyet etmişlerdir.

İbn-i Abdülbâki (Allah rahmet etsin), Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den rivâyet etmiştir ki; Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Allahım, Abbâs’ı, çocuğunu ve onları sevenleri sen yarlığa,” diye buyurdu.

Tarihli Dnmşk’da İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mekke fethedildiği gün Abbâs’a dua edip üç kere: “Allahım, Abbâs’a ve onun çocuklarına nusret et,” diye buyurmuştur.

Hazret-i Cabir (radıyallahü anh)in rivâyetinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Bir kimse Abbâs’ı ve ehl-i beytini sevmezse hiç şüphesiz o kimse Allah’dan ve Resûlünden uzaklaşmış olur,” diye buyurmuştur.

Bu hadîsin doğruluğuna delâlet eder ki, Muhammed bin Hüseyn el-Eşnânî ve Ebû Bekir bin Abdülbâki’nin rivâyetlerinde İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir:

Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abbâsın eline yapışıp kaldırdı ve:

— Bir kimse benim bu amcamı Allah için ve bana karabeti için sevmezse o mü’min değildir, diye buyurdu.

Bir hadîs-i şerifte de buyrulmuştur ki:

— Benim amcama eziyet eden hiç şüphesiz bana eziyet etmiş olur.

Hazret-i Abbâsın faziletlerine ilişkin hadîs-i şerifler çok gelmiştir. Hazret-i Abbâs, Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında Medine-i münevvere’de vefat etmiştir. Bazıları Receb ayında, bazıları Ramazan’da vefat etti, demişlerdir. Seksen sekiz yıl ömür sürdü. Otuz iki yılını İslâm’da geçirdi. Baki’ kabirliğine defnolunmuştur. Oğlu Abdullah onu kabrine koymuştur. Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anh) bu ümmetin ulularındandır. İbn-i Abbâs Kur’ânın Tercümanı adıyla tanınmıştı. Abbâsî halifeleri bunun evlâdıdır. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abbâs için:

— “Hazâ ammî Ebû’l-hulefâi — Bu amcam halifelerin babasıdır,” demişti.

Sonradan halifeler bunun oğlunun silsilesinden zuhur eyledi. Allah onlardan, diğer sahâbelerden ve onlara tâbi oalnlardan razı olsun.

Halaları

Peygamber Efendimizin Halaları:

Halaları ki, Abdülmuttalib’in kızlarıdır, hepsi altı kişidir. Bunlar:

1. Âtike,

2. Emîme,

3. Ümmü Hakîmü’l-Beyzâ,

4. Berre,

5. Safiyye,

6. Ervâ’dır.

Bunların içinde Safiyye’den başkası müslüman olmamıştır, dediler. Ervâ ile Âtike’nin müslüman olduklarında ihtilâf vardır. Ebû Ca’ferü’l-Ukaylî: “Müslüman idiler” demiştir. Ama Safiyye ittifak ile müslüman idi. Hendek gazâsında müslüman olarak hazır bulunmuştur. Orada Yahudi tâifesinden bir kâfiri öldürmüştür. Resûlüllah Efendimiz hazretleri o zaman Safiyye’ye ganimetten bir hisse vermiştir.

Safiyye, cahiliyet zamanında Hâris bin Harb bin Ümeyye’nin hâtunu idi. O helâk olduktan sonra Hazret-i Hadîce’nin kardeşi olan Avvâm bin Huveylid onu almıştı. Ondan Zübeyr, Sâib ve Abdü’l-Kâ’be isimli çocukları vücuda geldi. Safiyye, yetmiş üç yıl ömür sürüp Hazret-i Ömer bin Hattâb’m halifeliği zamanında vefat ederek Baki’ kabirliğine defnedilmiştir.

Atike’nin anası Fâtıma binti Amr’dır. Resûlüllah Efendimizin babası Abdullah ile bir anadandır. Bu Âtike odur ki, Bedir kıssasında rü’ya görmüştü.

Ervâ’mn anasının adı Safiyye binti Cündüb’dür. Ervâ, Hâris bin Abdülmuttalib ile bir anadan olmuştur. Önce Umeyr bin Vehb’in karısı idi. Ondan Tuleyb vücuda gelmiştir. Sonradan Kelde bin Abdi Menaf bin Abdü’l-Dâr’a varmıştır. Tuleyb müslüman olup anasının da müslüman olmasına sebep olmuştur. İmâm-ı Vakıdî (Allah rahmet etsin) böyle nakletmiştir.

Ummü Hakîmü’l-Beyzâ da Abdullah ile bir anadandır.

Berre de yukarıda zikri geçen Âtike ile bir anadandır. Önce Ebû Rühm bin Abdü’l-Uzzâ’nın karısı idi. Sonra Abdü’l-Esed bin Hilâl Mahzumî’ye varmıştır. Ondan Ebû Seleme vücuda gelmiştir ki, mü’minlerin anası Ümmü Seleme önceleri bunun nikâhında idi.

Emîme, Cahş bin Reyyâb’m karısı idi. Ondan Abdullah, Ubeydullah, Ebû Ahmed, Zeyneb, Ümmü Habîbe ve Hamne vücuda gelmişlerdir.

Baba Tarafından Nineleri

Peygamber Efendimizin Baba Tarafından Nineleri:

Peygamber Efendimizin cedleri ki, babası tarafından idiler, yâni babasının ve dedelerinin anaları şunlardır:

Babası Abdullah’ın annesi Fâtıma binti Ömer bin Âiz bin Ömer bin Mahzum’dur.

Abdülmuttalib’in annesi Selmâ binti Amr’dır. Benî Neccar cemaatinden idi.

Hâşim’in annesi Âtike binti Mürre bin Hilâl’dir ki, Benî Süleym kabilesinden idi.

Abdi Menâfin annesi Âtike binti Fâlih’dir. Bu da Benî Süleym kabilesinden idi.

Kusay bin Kilâb’m annesi Fâtıma binti Sa’d’dır.

Kilâb’ın annesi Niam binti Serîr’dir.

Mürre’nin annesi Vahşiye binti Şeybân’dır.

Kâ’b’m annesi Selmâ binti Muharri’dir.

Lüey’in annesi Vahşiye binti Müdlic’dir.

Gâlib’in annesi Selmâ binti Sa’d’dır.

Fihr’in annesi Cedile binti Hâris’dir.

Mâlik’in annesi Hind binti Udvân’dır.

Nadr’ın annesi Berre binti Mürre’dir.

Anası Tarafından Nineleri

Peygamber Efendimizin ana tarafından olan ceddeleri (nineleri) ise şunlardır:

Peygamber Efendimizin annesi Emîne hâtunun anası Berre binti Abdü’l-Uzzâ’dır. Emîne’nin babası olan Vehb’in anası Âtike binti Evkas’dır. Ebû Amr der ki: “Bunun babası Ebû Kebşe diye tanınmıştı. Kureyş tâifesi Peygamber Efendimizi onun ismiyle yâd edip İbn-i Ebî Kebşe (Ebû Kebşe’nin oğlu) derlerdi. Ebû Kebşe demeleri şunun içindir ki, Arap âdetlerine aykırı olarak Şi’ra (gökyüzünün görünen en büyük yıldızı, Sirius) denilen yıldıza taptı. Kendisinden önce Arap tâifesinden hiç kimse ona ibadet etmemişti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Arap tâifesinin dinlerine aykırı bir din getirdiği için kendilerine İbn-i Ebî Kebşe derlerdi.”

Berre’nin anası Ümmü Habîbe’dir. Onun anası Berre binti Avf’dır. Onun anası Kullâbe binti Hâris’dir. Onun anası Hind binti Yerbu’dur.

Sütkardeşleri

Peygamber Efendimizin Sütkardeşleri şunlardır:

Hamza ve Ebû Seleme bin Abdü’l-Esed. Bunları Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe, Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber emzirmiştir. Sütkardeşlerinden biri de kendi amcası oğlu olan Ebû Süfyân bin Hâris’dir ki, o Hazretle beraber Halime Hâtun’dan emmişlerdir. Diğer üçü de Abdullah, Enîse ve Huzâfe’dir ki, bunlar Halîme’nin çocuklarıdır. Bu Huzâfe dedikleri kızın ismine Şeymâ da derler.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ashâbından bir tâife Hevâzin kavmine karşı gazâ edip bir miktar esîr alarak döndükleri zaman zikrolunan Şeymâ’yı da onlar arasında esîr almışlardı. Esirleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdikleri zaman Şeymâ:

— Ya Muhammedi Ben senin kızkardeşinim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hemen onu tanıdı. Mübarek ridasını altına döşeyip merhaba ederek kendisini yanına aldı. Mübarek gözlerinden yaş geldi ve:

— Ya Şeymâ! Eğer istersen izzet ve ikramla benim yanımda kal. Eğer dilersen seni kavminin arasına ulaştırayım, diye buyurdu.

Şeymâ kavminin yanına gitmek istedi ve İslâm’a geldi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç köle, bir cariye, birkaç deve ve bir miktar koyun ihsan edip onu memleketine gönderdi.

Sütanneleri

Peygamber Efendimizin Sütanneleri ise şunlardır:

Biri Halime binti Ebî Züeyb’dir ki, Hevâzin kabilesinin Benî Sa’d cemaatinden idi. Süt emme müddeti tamam oluncaya kadar onu emziren sütannesi budur. Huneyn gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip buluştuklarında Fahr-i Âlem Hazretleri mübarek ridasını altına döşeyip Halime üzerine oturmuştur.

Sütannelerinden biri de Süveybe’dir ki, Ebû Leheb’in cariyesi idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hadîce’yi aldıktan sonra Süveybe bâzan Resûlüllah Efendimize gelirdi. Fahr-i Âlem hazretleri ona izzet ve ikram ederdi. Ebû Leheb onu âzâd etti.

Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine-i münevvere’den buna kaftan ve bâzı elbiseler gönderirdi. Hayber’in fethinden sonra vefat etmiştir.

Halime ve Süveybe bâzılarının kavline göre İslâm’a gelmemiştir. Ama bâzı âlimler, “Müslüman oldular” diye buyurmuşlardır.

Çocukluk çağında O Hazret’in sütannesi hizmetini gören hâtûnlardan biri de Ümmü Eymen’dir. Bazılarının kavline göre Ümmü Eymen, Resûlüllah Efendimizin âzadlısıdır. Babasından miras olarak intikal etmişti, dediler. Bâzılarınna göre annesi Emîne Hâtun’dan intikal etmiştir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunun hakkında:

— Ummü Eymen benim anamdan sonra anamdir, diye buyurmuştur.

Bir kere Habeş ülkesine, bir kere Medine’ye hicret etmiştir. Zikrolunan Şeymâ binti Halime de o Hazret’e annesi Halîme’nin yanında hizmetler etmiştir.