Geri

   

 

 

İleri

 

1 - 3   Benî Lihyân Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Benî Lihyân Gazvesi’dir. Hicret tarihinin altıncı yılı Rebiülevvelinde vâki olmuştur. Ama İbn-i İshakın rivâyeti üzere Cemaziyelevvelde olmuştur.

Bunun sebebi: Daha önce zikrolunduğu gibi Asım bin Sâbit, bir kısım ashâb ve bâzı müşriklerle giderken Recî’ denilen Suyun yanına geldikleri zaman müşrikler zulüm ve haksızlık edip onları şehîd etmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de bunlara son derece acımışlardı. Murat edindiler ki, gidip o mel’unların haklarından gelsinler. Bunun üzerine sahâbe-i kirâmdan iki yüz kişi ile çıktılar. Ve Şam’a gider gibi yapıp Batn-ı Arân denilen yere geldiler ki, ashâbı orada kırmışlardı. Onlara biraz acıma gösterip dua ettiler.

Beni Lihyân Peygamber Efendimiz hazretlerinin oralara geldiğini işittiler ve dağların başına kaçtılar. Kimseyi ele geçiremediler. Bir iki gün durup etrafa adamlar saldılar. Kimse tutulmadı. Sonunda göçtüler. Bir iki gün durup etrafa adamlar saldılar. Kimse tutulmadı. Sonunda göçtüler. Aşafân denilen menzile geldiler. Oradan Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretlerinin yanına on atlı verip Kureyş tâifesi üzerinde korku bırakmak için gönderdiler. Onlar da çıkıp Mekke ile Medine arasında Kürâ’ denilen yere geldiler. Onlar da kimseye rast gelemediler. Peygamber Efendimiz de kalkıp Medine’ye döndüler. On dört gece Medine’den dışarıda kaldılar.

Gâbe (Zi-Kared) Gazvesi

Bundan sonra Gâbe Gazvesi gelir. Bu gazve Zî-Kared Gazvesi diye de tanınmıştır. Bunun tarihinde âlimler ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Buhârî ve Müslim’in rivâyetleri üzere altıncı yılın Rebiülevvelinde vâki olmuştur.

Bunun sebebi şu idi: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yirmi baş lakiha’sı vardı. Lakiha diye yeni doğurmuş ve sütü sağılır olan deveye denir. Mezkûr lakihalar şehirden dışarıda ormanlık bir yerde otlarlardı. Ebû Zerr (radıyallahü anh) de onların başında bulunurdu. Fezâre kabilesinden Uyeyne bin Husayn dedikleri kimse bir Çarşamba gecesi kırk atlı ile gelip Ebû Zerr’i şehid etti ve develeri sürüp götürdü.

Bu haber Medine’de Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelince Abdullah bin Ümmü Mektûm hazretlerini Medine’de bıraktı ve beş yüz atlı ile çıkıp gitti. Mikdâd hazretlerine sancak verip ileri göndermişlerdi. Asker de ona tâbi olup gittiler. Varıp düşmanın geride olanlarına yetiştiler.

Ebû Katâde (radıyallahü anh), Mes’ade adlı bir kâfiri katletti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kâfirin atını ve silâhını Ebû Katâde’ye verdi. Ukkâşe (radıyallahü anh) dahi Ebân bin Amr adlı bir kâfiri katletti. Müslümanlardan da bir kişi şehîd oldu. Seleme bin Ekvâ (radıyallahü anh) kâfirlerin arkasına düştü. Çok güzel ok atan bir kimse idi. Mel’unlardan çok kimseyi öldürüp çoğunu da yaraladı. Pek çok eşya ve giyeceklerini bıraktılar.

Hâsılı on baş lakihayı kâfirlerin elinden geri aldılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Zî-Kared denilen menzilde korku namazı kıldı ve Medine’ye döndü. Tam beş gece Medine’den dışarıda kaldılar. Ashabdan ne kadar kimse gittiyse yüz kişiye bir deve paylaştırdılar.

Ukkâşe Bin Muhsin’in Seriyyesi

Bundan sonra Ukkâşe bin Muhsin’in Seriyyesi gelir. Gamr denilen yere gönderilmişti ki, burası Mekke yolunda Fide dedikleri kaleden iki günlük yerde bulunan bir suyun adıdır. Altıncı yılın Rebiülevvelinde kırk kişi ile çıktılar. Adı geçen yere vardıklarında düşman haber alıp kaçtı. Sonunda kimseye rast gelemeyip iki yüz baş develerini sürdüler. Dönüp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetine geldiler.

Muhammed Bin Mesleme’nin Seriyyesi

Bundan sonra Muhammed bin Mesleme’nin Seriyyesi gelir. Bunlar da altıncı yılın Rebiülevvelinde on kişi ile Zîl’-Kussa dedikleri yere gönderilmişlerdi. Benî Sa’lebe Arabından yüz kişi geldiler, ashâbı ortaya aldılar. Vakit gece idi. Bir saat kadar ok atarak cenk ettiler. Ondan sonra mızraklar ve gönderlerle hep birden hücum ettiler. Muhammed bin Mesleme’den başka hepsi orada şehîd oldular. O da çok yaralı olup kan ve toprağa bulanmış olarak yattığı için kendisini ölü sanıp bırakmışlardı. Sonra Müslümanlardan bâzı kimseler oraya uğrayıp Muhammed bin Mesleme’yi aldı, Medine’ye getirdiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri hâlin böyle olduğunu görünce Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh) hazretleri’nin yanına kırk kişi koştu, o hâdisenin olduğu yere gönderdi. Geldiler, kâfirleri bastılar, dağlara kaçırdılar. Bir kişi tuttular; o da İslâm’a geldi. Bunun üzerine bir miktar davarlarını sürdüler, bıraktıkları eşya ve elbiselerden birazını da alarak Medine’ye geldiler.

Resûlüllah Efendimiz, getirdikleri mal ve eşyanın beşte birini ayırdıktan sonra geri kalanını onlara taksim etti.

Zeyd Bin Hârise’nin Seriyyesi

Bundan sonra Zeyd bin Hârise’nin Seriyyesi gelir. Zeyd bin Harise (radıyallahü anh) kul (köle) idi. Hazret-i Hadîce (radıyallahü anh) onu satın alıp Fahr-i Âlem Efendimize bağışlamıştı. Resûlüllah Efendimiz de onu âzâd etmişti. Hicret tarihinin altıncı yılı Rebiülâhirinde Peygamber Efendimiz onu Medine’den dört konak uzaklıkta bir yer olan Humum dedikleri yere, Benî Süleym tâifesinin üzerine göndermişlerdi. Gittiler, Müzeyne kabilesinden bir kadın aldılar. O delâlet edip Benî Süleym’in menzillerini gösterdi. Varıp bastılar. Bir miktar esir, biraz koyun ve davar sürüp getirdiler. Medine’ye geldikleri zaman gördüler ki, zikrolunan kadinin kocası da diğerleriyle beraber esîr alinmış. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kadını kocası ile beraber âzâd eyledi.

Bundan sonra yine Zeyd bin Harise’nin İkinci Seriyyesi gelir. Bu defa mezkûr senenin Cemaziyelevvelinin içinde yetmiş kişi ile onu lys dedikleri yere göndermişlerdi ki, burası Medine’den dört gecelik yoldur.

Bunun sebebi: Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber getirip:

— Kureyş tâifesinin kervanı Şam diyarından mal yüklü olarak gelip geçiyor, dediler.

Resûlüllah Efendimiz de onları basınağa gönderdi. Gittiler, kafileyi yağmalayıp Safvân bin Ümeyye’nin bol miktarda gümüşünü de ele geçirdiler. Bâzı kimseleri esîr ettiler. Esirlerin içinde Ebü’l-Âs bin Rebî’ de vardı.

Bu zikrolunan Ebü’l-Âs, nübüvvetten evvel Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin büyük kızı Zeyneb’i almıştı. Onu Medine’ye getirdikleri zaman Zeyneb (radıyallahü anh):

— Ben Ebü’l-Âs’ı âzâd ettim, dedi.Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ey kızım! Senin âzâd ettiğini biz de âzâd ettik, diye buyurdu ve nesi alındıysa onları da verdi.

İbn-i Ukbe’nin (Allah ona rahmet etsin) kavline göre Ebü’l-As, Hudeybiye gazasından sonra Ebû Busayr’ın elinde esir olmuştur. Zeyneb (radıyallahü anhâ) Medine’ye hicret edip onu Mekke’de müşriklik hâli üzere terk etmişti. O da iki yıl aradan sonra İslâm’a geldiğinde ilk nikâhla yine Zeyneb’i ona verdiler. Bâzı kavilde altı yıl sonra ve bâzı kavilde de iddet tamam olmadan ilk nikâh ile verildi, denilmiştir. Ancak Amr bin Şa’b’m (radıyallahü anh) hadîsinde yedinci yılda yeni nikâhla verdi, denilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.

Bundan sonra yine Zeyd bin Hârise’nin Üçüncü Seriyyesi gelir. Bu defa altıncı yılın Cemaziyelâhirinde on beş kişi ile Tarf dedikleri suya gönderilmişti. Orada Benî Sa’lebe dedikleri çölde yaşayan bedevi tâifesinin üzerine gönderilmişti. Bunlar gidince Araplar kaçtılar. Onlar da davarlarını ve koyunlarını sürüp Medineye getirdiler.

Bundan sonra yine Zeyd bin Hârise’nin Dördüncü Seriyyesi gelir. Bu defa yine aynı senenin Cemaziyelâhirinde Zâtü’l-Karâ’dan ötede Hasmî denilen yere gönderilmişti.

Bunun sebebi: Dıhye bin Halîfe, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Peygamberi olarak bir mektupla Rum Kayser’i Hirakl’a gönderilmişti. O da Dıhye’ye mal ve hil’at verip yine Resûlüllah Efendimiz hazretlerine göndermişti. Yolda gelirken Hasmî dedikleri yerde bir miktar Arap ile Hüneyd dedikleri kâfir gelip yolunu keserek Kayser’in verdiği şeyleri Dıhye’nin elinden almıştı. Bu hususu Beni Tabîb tâifesinden bâzı kimseler işitip yetiştiler, tekrar o eşyayı Hüneyd’in elinden alıp Dıhye’ye teslim ettilerdi.

Dıhye (radıyallahü anh) Medine’ye geldiğinde başından geçenleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek ayağinin tozuna arz eyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri beş yüz kişi ile Zeyd bin Hârise’yi adı geçen yere gönderdi. Dıhye’yi de onlarla beraber yolladı.

Gece gider, gündüzleri saklanırlardı. Bir sabah vakti yetişip onları bastılar. Birçok kimselerini kırdılar, Hüneyd’i ve oğlunu öldürdüler. Kadınlarından ve çocuklarından yüz kişiyi esir ettiler. Bin koyunlarını aldılar. Adı geçen tâifeden Zeyd bin Rüfâa denilen bir kişi, oradan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yetişti:

— Ya Resûlâllah! Şöyle şöyle oldu, diye olanları anlatıp daha önce Peygamber Efendimizin bir gece onlara uğradığında verdiği kâğıdı getirip gösterdi ve İslâm’a geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Ali bin Ebî Tâlib hazretlerini Zeyd bin Hârise’ye gönderip emretti, tekrar kadınlarını ve mallarını vererek dönüp geldiler.

Bundan sonra yine Zeyd bin Hârise’nin Beşinci Seriyyesi gelir. Bu defa aynı senenin Recebinde Kura vadisi denilen yere gönderilmişti. Gittiler, kâfirlerle cenk ettiler. Müslümanlardan hayli kimse şehîd oldu. Zeyd bin Hârise’yi de yaralı olarak cenk meydanından çıkardılar.

Abdurrahman Bin Avf’ın Seriyyesi

Bundan sonra Abdurrahman bin Avf’ın Seriyyesi gelir. Mezkûr senenin Şâbanında Dûmetü’l-Cendel denilen yere gönderilmiştir.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Abdurrahman bin Avf (radıyallahü anh) hazretlerini şerefli huzurlarına dâvet eyledi ve karşısında yer gösterip mübarek eliyle başına sarık sardıktan sonra buyurdu ki:

“Allah’ın ismiyle Allah yolunda gazâ eyle ve kâfir-i billâh olanla savaş. Ahdini bozma, zulüm ve haksızlık etme, bülûğa ermemiş küçük çocukları öldürme.”

Sonra yine buyurdu ki:

— Eğer sana muhalefet etmezlerse meliklerinin kızını al!

Abdurrahman, oradan hareketle Dûmetü’l-Cendel’e vardı. Uç gün orada durup halkı İslâm’a dâvet eyledi. Reisleri olan Esbağ bin Amr, Hıristiyanlık dininden çıkıp İslâm’a geldi. Onunla beraber kavminden de çok kimseler Müslüman oldular. Abdurrahman, cizyeyi kabûl edenleri de halleri üzere bıraktı. Ondan sonra Esbağ’m kızını nikahlayıp aldı, Medine’ye getirdi. Abdurrahman’ın Ebû Mesleme adlı oğlu ondan hâsıl olmuştur.

Hazret-i Ali’nin Seriyyesi

Bundan sonra vâki olan Ali bin Ebî Tâlib’in Seriyyesi’dir. Resûlüllah Efendimiz hazretleri’ne, Benî Sa’d bin Bekr denilen tâife hakkında:

— Hayber Yahudîlerine yardıma gidiyorlar, diye haber geldi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri yüz kişi ile Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın) hazretlerini gönderdi. Gittiler, Fedek köyü ile Hayber kalesi arasında onlara yetişip bastırdılar. Benî Sa’d kaçtılar. Beş yüz develerini ve iki bin koyunlarını sürüp Medine’ye geldiler.

Zeyd Bin Hârise’nin Altıncı Seriyyesi

Bundan sonra yine Zeyd bin Hârise’nin Seriyyesi gelir ki, bu Zeyd’in altıncı seferidir. Medine-i münevvere’den yedi konak uzaklıkta Kurâ vâdisi denilen yerde Ümmü Karafe adında bir kâfir karısı vardı; Fezâre tâifesinden bir kavmin beği (başkanı) idi. Bu kadinin Müslümanlara çok zararı dokunurdu. Birçok fitne ve fesat onun “başinin altından çıkardı.

Bir kere Zeyd bin Harise, ashâb-ı kirâmın mallariyle Şam’a giderken adı geçen yerde Fezâre kavminden bir tâife yolunu kesip mallarını aldılar. Bunun üzerine Zeyd gelip başından geçenleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber verince Resûlüllah Efendimiz ashâb-ı kirâmdan bir miktar kimseyi yanına vererek Zeyd’i o yöne göndermişti. Sabah vaktinde gelip yetiştiler. Tekbir getirip adı geçen tâifeyi ortaya aldılar. Ummü Karafe denilen mel’uneyi kızı ile beraber tuttular. Müslümanlardan Kays bin Muhasser, Ümmü Karafe’nin iki ayağına ipler takıp iki deveye bağladı ve develerin her birini bir tarafa çekip mel’uneyi iki parça etti. Mal ve ganimet ile dönüp Mekke’ye geldiler. Allah onlardan razı olsun.

Zeyd doğru gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin kapısını çaldı. Fahr-i Âlem Efendimiz acele ile dışarı çıkıp Zeyd’i karşısında görünce çok sevinip onu kucakladı ve öptü. Zeyd de düşmanlara karşı nasıl zafer bulduklarını Resûlüllah Efendimiz’in şerefli ayaklarının toprağına arz eyleyip anlattı.

Abdullah Bin Atîk’in Seriyyesi

Bundan sonra Abdullah bin Atîk’in Seriyyesi gelir. Altıncı yıl Ramazanında Hayber Yahudilerinin reisi olan Ebû Râfi’ dedikleri mel’unu öldürmek için yanına dört kişi daha katıp göndermişlerdi.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki:

Mezkûr Ebû Râfi’ mel’unu, daima Resûlüllah Efendimiz hazretlerine acı ve üzüntü verip düşmanlarına yardım üzere idi. Kendinin bir kalesi vardı, orada oturup yaşardı.

İbn-i Atik (radıyallahü anh) kalenin yakinına yetiştiği zaman yoldaşlarını bir yere sakladı. Kendisi gün battıktan hemen sonra kale kapısından halk girip çıkmak üzere iken hemen içeride bulundu. Bir yerde saklandı. Ebû Râfi’in adamları ve arkadaşları dağılıp yatacak zaman olduğu gibi Allah’ın yardımı ile fırsat bulup mel’unun evine girdi. O da çoluk çocuğu arasında yatmıştı. Nerede yattığını kestiremeyip:

— Ya Ebâ Râfi’! diye çağırdı.

Mel’un uyanıp:

- Kimdir ol Ne istiyorsun? dediği gibi sesin geldiği yeri nişanlayıp ileri atddı. Bir kdıç çalıp geri döndü, odadan dışarı çıktı.

Mel’un feryâd etti. Biraz eğlendikten sonra kendisinin adamlarından biriymiş gibi tekrar içeri girip:

— Ya Ebâ Râfi’! Ne çağırıyorsun? Ne oldun? diye sordu.

Mel’un:

— İmdat! Şuradan bir kimse geldi, bana bir kılıç çaldı, yaraladı! dedi.

İbn-i Atik, hemen yine sesin geldiği yere vardı, bir kılıç daha çaldı. Sonra kılıcın ucunu mel’unun kamına dayadı ve basıp öbür yanından çıkardı. Halk duyup gelinceye kadar evden dışarı çıkmış oldu. Allah’ın fazlı ile yol bulup Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi, olanları haber verdi.

Abdullah Bin Revâha’nın Seriyyesi

Bundan sonra Abdullah bin Revâha’mn Seriyyesi gelir. Bu da Hayber’de Üseyr bin Zerâm denilen Yahudi’ye gönderilmişti.

Sebebi şu idi: Ebû Râfi’ mel’unu öldürüldükten sonra Yahudi tâifesi Üseyr’i kendilerine emir tayin etmişlerdi. Bu mel’un da Arap kabileleri içine çıktı ve kâfirleri tahrik edip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine karşı harp ve kıtal çıkarınak için uğraşmağa başladı. Dinsiz mel’unun bu hareketi Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri tarafından işitilince Abdullah bin Revâha’yı üç kişi ile işin hakikatini anlamak için göndermişti. Gittiler ve gelip haber verdikleri zaman otuz kişi ile Abdullah bin Revâha’yı yine gönderdi.

Abdullah ve arkadaşları gidip:

— Ya Üseyr! Gel, seni Peygamberimiz aleyhisselâm istedi. Sana ihsan edip yine Hayber hükümetini sana vermek istiyor. Gel, gidelim, c'ediler.

Mel’un tamah edip o da otuz kişi Yahudi ile çıktı. Yola düştüler. Gelirken mel’un Karkara denilen menzile vardıklarında pişman olup orada hiyanet etmeyi düşündü. Kılıcinin kabzasına yapıştığını gördüler.

Abdullah bin Üneys (radıyallahü anh):

— Ya mel’un! Ne yapıyorsun? diye sıçradı ve bir kılıç bastığı gibi onu deveden aşağı yüz üstü düşürdü.

Diğer sahâbe-i kirâm da geri kalan çıfıtları orada kılıçtan geçirip sadece bir kişiyi bıraktılar. Sağ ve selâmet Medine-i münevvere’ye gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber verdiklerinde Peygamberimiz:

— Kad yencîkümullahü mine’l-kavmi’z-zâlimîn — Gerçekten Allah sizi o zâlimler kavminden kurtardı, diye buyurdu.

Kürz Bin Câbir’in Seriyyesi

Bundan sonra Kürz bin Câbir’in Seriyyesi gelir. Bu seriyyenin tarihinde hadîs İmâmları ihtilâf etmişlerdir. İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona, rahmet etsin) kavline göre altıncı yılın Zilka’desinde vâki olmuştur. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir ki:

“Âkil ve Ureyne kabilelerinden birkaç kâfir geldiler, Resûlüllah Efendimiz Hazretlerinin şerefli huzurunda îman getirdiler ve dediler ki:

— Ey Allah’ın Peygamberi! Biz şehir adamı değiliz. Medine’nin havasına tahammül edemeyiz. Biz davarcıyız. Yâni koyun ve sığır güdegelmişiz ve kırlarda yaşamaya alışmış kimseleriz, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin de kırlarda birkaç devesi güdülürdü. Resûlüllah Efendimiz emredip:

— Gidin, o develerin sütüyle geçinin, diye buyurdu.

Dışarı çıktılar. Develerin olduğu yere gelince yine kâfir oldular. Çobanı öldürüp, develeri sürüp yürüyüverdiler.

Resûlüllah Efendimiz’e haber gelince Sahâbe-i kirâmdan birkaç kişi ile Kürz bin Câbir’i arkalarından gönderdi. Yetiştiler, tutup getirdiler. Resûlüllah Efendimiz emretti, gözlerine mıh çaktılar, ellerini kesip bıraktılar, o hal üzere öldüler.”

Enes hazretleri buyurmuştur ki:

— Gözlerine mıh çakılması şunun içindi ki, Peygamber Efendimiz hazretlerinin çobanını öldürdükleri zaman gözlerine dikenler saplamışlardı. Peygamber Efendimiz hazretleri de kısas olarak onların gözlerine mıh çaktırdı.

Amr Bin Ümeyye’nin Seriyyesi

Bundan sonra Amr bin Ümeyye’nin Seriyyesi gelir. Resûlüllah Efendimiz Hazretleri, Seleme bin Eşlem ile Amr’ı, Mekke’de Ebû Süfyân’ı ansızın basıp öldürmeğe göndermiştir.

Sebebi: Ebû Süfyân, Mekke’den bir kâfiri Medine’ye göndermişti ki, gelsin, bir fırsatını gözetip Resûlüllah Efendimiz’in şerefli vücuduna zarar eriştirsin!.. Kâfir Medine’ye gelip bu maksatla Fahr-i Kâinat hazretlerinin üzerine doğrulduğu gibi Âlemlerin Hocası, Salât ve Selâm Sahibi Efendimiz hazretleri kâfirin gelişini gördü ve:

— Şu gelen kimse hiyanet etmeğe geliyor! diye buyurdu.

Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh) ona karşı gidip kâfiri tuttuğu gibi eteğinin altında hançer varmış, yere düştü. Üseyd onu çekerek Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. Peygamber Efendimiz:

— Doğru söyle! Ne niyetle geldin, maksadın nedir? diye sordular.

Kâfir:

— Doğrusunu söylersem beni öldürmeyeceğinize söz verir misiniz? dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Evet, diye buyurdu.

Kâfir:

— O halde doğrusu şudur ki: Beni Ebû Süfyân gönderdi. Sana zarar eriştirmek maksadiyle gelmiştim, dedi.

Bunun üzerine kâfiri serbest bırakıp Amr ile Seleme’ye, Mekke’ye gitmelerini, Ebû Süfyânın fırsatını gözetip onu öldürdükten sonra dönüp gelmelerini emretti.

Bunlar da Resûlüllah Efendimizin şerefli emirleri gereğince Mekke’ye vardılar. Amr geceleyin mükerrem Mekke’de Kâ’be tavafını ederken Muâviye’nin gözü ilişip Amr’ı tanıdı. Hemen koşup Kureyş tâifesine haber verdi. MePunlar, Amr’ın eskiden ne denli çevik, atılgan, yürekli ve gözünü budaktan sakinınayan bir yiğit olduğunu iyi bilirlerdi. Kan beyinlerine sıçrayıp:

— Eyvah! Bu dar ve çetin yolda eli çabuk oyuncu, hâdise yumurtasını kimin külâhmda kıracak, kavga rüzgârında kimin baht gözünü tozla doldurup namus çehresini okla kaplanmış ve ikbal tâcını kapılmış kılacak? Bu aylak gezginci burada hayırlı bir işe gelmemiştir, diye eğri zanlı kâfirler gürûhu, sitemkâr güzellerin zülüf halkalarının ve omuzlara dökülen fitne koparıcı beliklerinin rüzgârda açılıp dağılması gibi birbirine girdiler ve asker, hatt-ı belâ-engîz-i mahbûbân-ı sitemkâr (sitemkâr sevgililerin belâ çıkaran yeni terlemiş bıyıkları) gibi birbirinin üstüne basarak mükerrem Kâ’be’nin tavaf yerine geldiler.

Hazret-i Amr ise tavaf kalabalığinin sıkışıklığı içinde Muâviye’nin gözüne çarptığı zaman hâdiseler ve fitneler denizinin dalgalanınası ile fülkten “felekten” de okunur (gemiden) ıstırap girdabına düşeceğini anlayıp erkenden ayağını firar yoluna basmıştı. Oradan Tatar miski rüzgârı ve bahar bulutu kokusu gibi çölde ve kırda Medine yollarına düşüp giderken birden Teym kabilesinden Amr bin Abdullah adlı bir kâfire ve bir başka kâfire daha rast gelip ikisinî de çölün sam yelleri gibi orada nefes aldırmadan öldürdü. Biraz daha gittiği gibi Kureyş tâifesinin iki casusuna rast gelip birini öldürdü, birini de tutup bağladı. Boğazına ip takıp it gibi sürüyerek Medine’ye getirdi.

Hazret-i Amr, başından geçenleri Resûlüllah Efendimiz hazretlerine hikâye eylerdi, Resûlüllah Efendimiz de hazzmdan gülerdi.

Hudeybiye Vakası

Bundan sonra gelen Hudeybiye Vak’ası’dır. Hudeybiye dedikleri bir kuyudur. Sonra o kuyunun bulunduğu çevreye Hudeybiye ismi verilmiştir. Bâzıları da bir ağacın ismidir, demişlerdir. Taberî’nin kavline göre Mekke’ye dokuz mil uzaklıkta bir köyün adıdır.

Hicret tarihinin altıncı senesi Zilka’desinin başlarında Peygamber Efendimiz hazretleri umre niyetiyle beş yüz kişi ile çıkıp ve mü’minlerin anası Ümmü Seleme (radıyallahü anh) hazretlerini de yanına alıp Mekke tarafına gitmişti.

Bâzı rivâyette gelmiştir ki, umre için ihram bağlandığı zaman Kureyş kâfirlerinin arasına hallerini bilmek için casus göndermişti. Kendileri Azîzü’l-Eştât diye tanınan yere geldikleri zaman casuslar gelip:

— Ya Resûlâllah! Kureyş tâifesi pek çok asker toplamışlar. Niyetleri seninle cenk edip Beytullah’ı ziyaretten seni men etmektir, diye haber verdiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de sahâbe-i kirâm ile istişare edip kâfirlerle harp edip mallarını yağmalamak niyetinde olduğunu açıkladı. Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh):

— Ya Resûlâllah! Sen Beytullah niyetiyle çıktın. Kimseyi öldürüp kimseyle cenk etmeyi murad edinerek çıkmadın. Sen Beytullah tarafına yönel. Eğer kimse bizi ondan men ederse cenk ederiz, dedi.

Hazret-i Resûlüllah da:

— O halde yürüyün gidelim, bismillâh, diye buyurdu.

İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi: “Ben hiç bir kimse görmedim ki, kendi ashâbı ile istişare etmekte Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden ziyade olsun.” Yâni: Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbı ile pek çok istişare eder, istişarede makul bir söz her kimden sâdir olursa olsun onu hemen kabul ederlerdi.

İmâm-ı Buhârî’den bir rivâyette gelmiştir ki: Peygamber Efendimiz, ashâbı ile bâzı yollardan çekilip giderken:

— Hâlid bin Velîd Kureyş tâifesinin bir miktar atlıları ile Amîm denilen yerde karakola (devriye seferine) çıkmıştır. Sağ tarafı tutun, gidelim, diye buyurdu.

Oradan gittiler. Hâlid’in hiç bir şeyden haberi yok iken üzerlerine vardılar. Hemen Hâlid ılgar edip Kureyş kavmine Nebilerin Efendisi’nin geldiğini haber verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de sahâbe ile yürüyüverdiler. Kureyş’in üzerine inecek yokuşa geldikleri zaman Fahr-i Kâinat hazretlerinin bindiği deve orada çöktü. Halk başına toplandılar. Onu kaldırmak istediler. Hayli zaman yattı, kalkmadı.

Ashâb (Allah onlardan razı olsun):

— Halâetü’l-Kusvâ , dediler.

Yâni: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin devesi harûn (ileri sürüldüğünde geri geri giden inatçı, huysuz hayvan) oldu, serkeş oldu, gitmek istemiyor,” dediler.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

“Deve serkeş olmadı. Bu iş onun huyundan veya huysuzluğundan değildir. Fili tutan, onu da tuttu,” diye buyurdu.

Yâni: Devenin çökmesi kendi fiili ile değildir. Allahü teâlâ hazretlerinin emri iledir. Fil ashâbinin filini Mekke’ye girmekten men eylediği gibi bunu da men eyledi, demektir.

Bu ikisinin münasebeti şudur ki: Eğer ashâb bu halle Mekke’ye girip de Kureyş onları Kâbe’den men etselerdi aralarında çatışma olup kanlar dökülür, mallar yağmalanırdı. Nitekim Ashâb-ı Fil de Mekke’ye girselerdi öyle olurdu. Fakat Allah’ın ilminde böyle geçmiştir ki, müşriklerden nice kimseler îmana gelecektir. Onlardan nice Müslüman ve mücâhid çocuklar vücuda gelecektir. Onun için bu halle Mekke’ye girmekten men olundu, demektir.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri yemin edip buyurdu ki:

— Allah’ın emir ve yasaklarını yüceltmeye aykırı bir şey olmadıkça Mekke halkı benden ne isterlerse o hususta onlara uygun hareket edeceğim, diye buyurdu.

Yâni: Mâkul bir şekilde sulh isterlerse onu kabûl edeceklerini bildirdiler.

Bundan sonra deveyi sürdüler, yerinden sıçrayıp ayağa kalktı. Oradan saptılar, Hudeybiye denen yerin nihayetinde bir müddet kaldılar. Su kenarına geldiler. Ashâb, zamanın bolluğu içinde adı geçen suyu kullanıp harcadılar ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine susuzluktan şikâyet ettiler. Peygamber Efendimiz, okluğundan bir ok çıkarıp verdi. Emirleri üzerine oku götürüp suyun yatağına koydular, suyu kaynamağa başladı. Velhasıl tamamen su ihtiyaçlarını giderdiler ve yeteri kadar da yanlarına su aldılar, sonra oradan döndüler.

Bu sırada Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin tamamen dostlarından olan Huzâa taifesinden Büdeyl bin Varaka adlı bir kimse geldi:

— Ya Resûlâllah! Kâ’b bin Lüey ve Amir bin Lüey tâifeleri seni Beytullah hakkında ziyaretten men etmek maksadiyle çıktılar. Hudeybiye’nin başlıca suları üzerine kondular. Yanlarına sağılır develer uydurdular, dedi.

Bu sözden maksadı: “Seninle cenk ve cidâli kesinlikle kararlaştırdılar. Hazırlıklarını tamamen gördüler. Gerekli olacak zahire hususunda da ihtiyaçları yoktur. Durup dayanırlar ve develerinin sütü ile geçinirler,” demekti.

Âlemlerin Hocası Resûlüllah Efendimiz:

— Biz bir kimse ile harb etmeye gelmedik, umre niyetine geldik. Eğer izin verirlerse kimseyi incitmeyiz, işimizi görüp gideriz. Eğer bize karşı çıkarlarsa ölünceye kadar cenk ve cidâl ederiz, diye buyurdu.

Büdeyl bin Varaka:

— Gidip Kureyş’e ne dediğini bildireyim, diye gitti.

Onlara geldiği zaman bâzıları budalaca sözler söylediler. Bâzıları da sulha razı olmak semtini tuttular. Birçok defa da adamlar gönderip Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile söyleştiler. İşin sonunda Süheyl bin Amr adlı bir kişiyi gönderip:

— Git, Muhammed ile sulh eyle, dediler.

Hudeybiye Barışı:

İbn-i İshak'ın (Allah ona rahmet etsin) rivâyeti üzere Kureyş, Süheyl'i gönderdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bunu nübüvvet nuru ile bilip:

— Bu gelen şahsı göndermekten Kureyş’in maksadı sulh etmektir, diye buyurdu.

Süheyl gelince bir müddet konuştular. Ondan sonra şu esaslar üzerinde sulh andlaşması yaptılar:

1. On yıla değin aralarında cenk ve cidâl olmayacak.

2. Bu yıl umreden vazgeçecekler. Gelecek yıl gelip umre edecekler.

O yıl umreye razı olmamalarının sebebi, Arap tâifesinin “Muhammed geldi ve sözünü geçirdi, umre eyledi,” dememeleri içindi .

Ondan sonra Süheyl, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden açıkladığı şekilde gerçekleşen sulha ait senet yazılmasını taleb etti. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri de Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’i şerefli huzuruna dâvet edip sulhname yazmasını buyurdu ve:

— Sulhnamenin başına “Bismillâhirrahmânirrahîm” yaz, diye emretti.

Süheyl:

— Rahmân ve Rahîm’in ne olduğunu biz bilmeyiz. Öyle yazma. Evvelden yazdığımız gibi “Bismik’allahümme” yaz, dedi.

Müslümanlar da:

— Muhakkak “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılması gerekir, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— “Bismik’allahümme” yaz, diye emretti.

Ondan sonra sulhnameyi kasdederek:

— “Bu o nesnedir ki, Allah’ın resûlü Muhammed onun üzerinde sulh yaptı” diye yaz, buyurdu.

Bunun üzerine Süheyl:

— “Allah’ın resûlü Muhammed” diye yazma. Vallahi eğer biz senin Allah’ın resûlü olduğunu bilseydik seni Beytullah’dan men eylemezdik ve seninle savaşmazdık. Sadece Muhammed bin Abdullah yaz, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Vallahi gerçekten ben Allah’ın resûlüyüm, her ne kadar siz beni tekzib etseniz de... diye buyurdu.

Buharî ve Müslim’in rivâyetlerinde Fahr-i Âlem Efendimiz emredip:

— Ya Ali! Resûlüllah kelimesini sil, dedi.

Ali (kerremallahü veçhe):

— Ya Resûlâllah! Ben onu silemem, dedi.

Âlimler (Allah onlara rahmet etsin) buyurmuşlardır ki: Ali’nin böyle demesi muhalefetten değildi. Belki Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin silinmesine şerefli rızalarının tam olmadığını anlamıştı. Onun için silme işine hemen girişmedi, demişlerdir. Bunun içindir ki, Ali’nin silmediğine incinmediler.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz Hazret-i Ali’ye:

— O sulhnâmenin neresindedir, bana göster, dediler.

Ali de gösterdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendi mübarek elleriyle sildi ve yerine “İbn-i Abdullah” yazdı, demişlerdir. Bâzı rivâyetlerde “Fahr-i Âlem Efendimiz bu kelimeyi kendi eliyle yazdı” dediler. Bâzı rivâyetlerde de “Yazdı demekten murad kâtibe emredip yazdırdı demektir” demişlerdir. “Zira ümmî idi, kendileri yazı yazamazdı” dediler. Bu söze cevap verip: “Ümmî olan bir kimsenin bir kelimenin şeklini göz önünde bulundurup yazması mümkündür. Hususiyle bu kelime kişinin kendi ismi olursa... Bu kadarcık yazı yazmak ümmîliğe  aykırı değildir,” demişlerdir.

Hâsılı Resûlüllah Efendimiz hazretleri bu türlü hususlarda onlara karşı çıkmayıp istedikleri gibi sulhname yazdırarak adı geçen sulh için ellerine senet de verdi. Sulhnamenin yazılmasında kolaylık ve yumuşaklık göstermesi de sulh işinin tamam olması içindi. Çünkü bu sulh, nice hikmeti ve güzel işleri içine alıyordu.

Gerçekten de bu sulhun iyilikleri sayesinde kalb huzuru içinde tedbirler alıp hazırlıklar görerek mükerrem Mekke’yi fethettiler. Bundan önce Müslümanlarla karışıp görüşmezlerdi. Sulh gerçekleştikten sonra müşrikler Medine’ye, Müslümanlar da Mekke’ye gidip gelmeğe başladılar. Her iki taraftan her kişi dostuyla başbaşa arkadaşlık etmeğe imkân buldu. Bu vasıta ile Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bâzı mûcizelerini işitip İslâm dîninin iyi ve güzel emirlerini, Müslümanların güzel ahlâklarını yakından tanıyarak İslâm’a meyletmeğe başladılar. Hattâ Mekke’nin fethinden önce çok kimse İslâm’a geldi. Sulhun nice faydaları açığa çıktı.

Rivâyet olunur ki, Kureyş’den başka ne kadar Arap kabileleri var ise hepsi İslâm’a meyletmişlerdi. Sadece Kureyş’in İslâm’a gelmesini bekliyorlardı. Kureyş Mekke’nin fethinde İslâm’a geldiklerinde kırlarda ve çöllerde olanlar da Müslüman oldular.

Nitekim Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında:

“İzâ câe nasrullahi ve’l-fethu. Ve reeyte’n-nâse yedhulûne fî dînillâhi efvâcen. Fesebbih bi-hamdi rabbike vestağfirhu, innehu kâne tevvâben — Allah’ın yardımı ve fetih gelince insanların dalga dalga Allah’ın dînine girdiklerini görürsün. O zaman Rabbini överek tesbih et ve O’ndan bağışlanına dile. O, mübalâğa ile bağışlayıcıdır,” (Nasr sûresi: 110/1-3) diye buyurması bu mânaya işarettir.

Yâni: “Allah’ın nusreti gelip Mekke’nin fethi müyesser olduğu zaman ve insanların Hak teâlâ hazretlerinin dînine bölük bölük girdiklerini gördüğün zaman hiç kimsenin hâtırma bile gelmeyen şeyi Allahü teâlâ hazretleri sana müyesser kıldığı zaman bu büyük başarıyı kendi nefsinden bilmeyip Hak teâlâ hazretlerine hamd edici olduğun halde Allah’dan bağışlanına dileyesin. Zira Hak teâlâ hazretleri mükellefleri halk edeliden beri kendi fazlı ile bağışlanına dileyenlerin tevbesini kabûl edicidir,” demektir.

İşte bu şerefli sûrede zikrolunmuştur ki, Hak teâlâ hazretleri, Peygamber Efendimiz hazretlerini düşmanları üzerine galip edecektir. Mekke’nin fethi müyesser olacaktır. Ondan sonra Arap kabileleri bölük bölük îmana geleceklerdir.

Bundan açıkça anlaşılır ki, diğer kabileler îmana gelmede Kureyş tâifesine bakıp beklermiş.

Velhasıl on yıl savaş ve çarpışmayı terk etmek üzere sulh yapıldı. Konuşma ve kararlaşma şunun üzerinde gerçekleşti ki: Bu yıl Mekke’ye girmeyecekler. Gelecek yıl gelip üç gün kalacaklar ve kılıçları da cülübhân içinde duracak. Ta ki, sulh olunup Mekke’ye sulh yoliyle girdikleri anlaşılacak. Cülübhân dedikleri, deriden yapılmış kılıç kesesidir. Yâni cenge hazırlanmış gibi olmayacaklar. Belki kılıçlarını kınlarına koyduktan sonra tekrar kılıç kesesine de koyacaklar. Tam eminlik ve korkusuzluk şekli üzere gelecekler.

Hudeybiye Andı:

Mekkî bin Ebî Tâlib Kırvânî (Allah ona rahmet etsin) tefsirinde yazmıştır ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri mektubu Osman bin Affân (radıyallahü anh) hazretleriyle gönderip Süheyl’i kendi yanında alıkoydu. Osman vardığı gibi müşrikler de Osman’ı alıkoydular. Böyle yaptıkları için Müslümanlar gazaba geldiler. Bâzı rivâyette “Osman’ı öldürdüler” diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber geldi.

Ondan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri, bir ağacın altında ashâbmı bîata dâvet etti. Yâni şunun üzerinde ahd ve mîsâk (and) ettiler ki, kırıhncaya (ölünceye) kadar Resulullahm emrinden ve rızasından dışarı çıkmayacaklar. Her biriyle ahd olundukça el ele tutarlardı. Bu sırada Resûlüllah Efendimiz hazretleri, sağ elini sol eline vurup:

— Bu Osman’ın biatidir, diye buyurdu.

Yâni: Osman burada hazır değildir, bîat için elini uzatsın. Bizim elimiz onun eline vekil olup onun için de bîat olunsun, demek istediler.

Müşrikler bu hâli işitince Osman’ı serbest bıraktı ve gönderdiler.

Hak teâlâ hazretlerinin şu şerefli sözü bu bîatta nâzil olmuştur:

“Innellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûn’allahe, yedullahi fevka eydîhim

— Seninle bîat edenler gerçekte Allah ile bîat etmişlerdir. Allah’ın eli onların elinin üzerindedir.” (Fetih sûresi: 48/10)

Şu âyet-i kerîme de orada nâzil olmuştur:

“Lekad radryallahü anil-mü’minîne iz yübâyiûneke tahte’ş-şecereti — Allah, o mü’minlerden ağacın altında sana bîat ettikleri zaman razı oldu.” (Fetih sûresi: 48/18).

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, ashâbı ile beraber Hudeybiye dediğimiz yerde başlarını tıraş edip kurbanlarını kestiler. Hak teâlâ hazretleri bir yel gönderdi, saçlarını Kâbe’nin haremine alıp götürdü.

On günden fazla orada durdular, sonra dönüp Medine’ye geldiler. Müslümanlardan bâzısımn kalbinde bir çeşit kırgınlık vardı. Zira o yıl, çok istedikleri halde Kâ’be’ye varıp umre etmek müyesser olmamıştı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri onları teselli etmek için Fetih sûresini inzâl edip:

“İnnâ fetehnâ leke fethen mübînen — Biz sana apaçık bir fetih (her şeyi açık seçik belirten bir açılış) verdik,” (Fetih sûresi: 48/1) diye buyurdu.

İbn-i Abbâs, Enes bin Mâlik ve Berâ bin Azib (Allah onlardan razı olsun) buyurmuşlardır ki:

— Bu Fetih’den murad, Hudeybiye fethidir. Yâni orada gerçekleşen sulhdur ki, Müslümanlar sıhhat ve selâmetle dönüp vatanlarına geldiler. Halbuki münafıklar hiç bir kimsenin sağ çıkmayacağına, hepsinin şehîd olacaklarına inanıyorlardı. Nitekim Hak teâlâ hazretlerinin:

“Bel zanentüm en len yenkalibe’r-resûlü ye’l-mü’minûne ilâ ehlîhim ebeden

— Belki siz, resul ve mü’minleri bir daha asla evlerine dönmez sandınız,” (Fetih sûresi: 48/12) diye buyurduğu budur.

Yine aynı sûrede:

“Ve esâbehüm fethen karîben — Ve onlara yakın bir fetih daha verdi,” (Fetih sûresi: 48/18) diye buyurduğu yerde geçen fetihten murad, sahih kavil üzere Hayber fethidir, demişlerdir.

Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Hâkim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Mücemmi’ bin Câriye’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

— Hudeybiye seferinde bulunmuştuk. Döndüğümüz zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerini Kürâ’ El-Gamîm adlı yerde bulduk. Halkı yanına toplamış durmadan “İnnâ fetahnâ leke fethen mübînen — Biz sana apaçık bir fetih verdik” (Fetih sûresi: 48/1) âyetini okuyordu. Orada bulunanlardan biri:

— Ya Resûlâllah! Hudeybiye’de vâki olan fetih midir? dedi. Peygamber Efendimiz hazretleri yemîn edip:

— Gerçekten o fetihtir, diye buyurdu.

Sual eden kimsenin muradı: “Hudeybiye’de sulhtan başka bir şey olmadı. Sulh fetih kısmından mıdır ki, Hak teâlâ hazretleri “Biz sana fetih verdik” diye buyurdu?” demekti. Fahr-i Âlem Efendimiz de:

— Evet, sulh fetihtir, dedi.*

Böyle buyurmalarından murad, Allah bilir ki, “Sulh fethin başlangıcıdır. İnşâallah bu vasıta ile Mekke feth olunur" demek yahut “Bu sulh sebebiyle Müslümanlar müşriklerin zarar vermesinden kurtuldular. Birçok menfaatler kazandıkları için sulh da fetih kısmındandır” demektir.

Bu senede Peygamber Efendimiz hazretleri yağmur duasına çıktı. Hak teâlâ hazretleri bol yağmurlar verdi. Bunun üzerine O

 “İnsanlar Allah’a mü’min ve yıldızlara kâfir oldular,” diye buyurdu.

Bu sözden şerefli muradları şudur ki: Arap tâifesi önceleri yağmur yağması hususunda yıldızlara bakıp:

— Filân yıldız doğduğu yahut battığı zaman yağmur yağar, derlerdi.

Yağmurun yağması hususunda yıldızın müessir olduğuna inanırlardı. Bu defa böyle bir alâmet yok iken Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin duası bereketlerinden olarak Hak teâlâ hazretleri yağmur verince bildiler ki, yağmur vermek Hak teâlâ hazretlerinin işi imiş, bunda yıldızın bir tesiri yokmuş.

Şarabın Haram Olması

Dimyâtî’nin (Allah ona rahmet etsin) kavline göre hamr (şarap) bu yılda haram olmuştur. Hamr’ın lügat mânası setr etmek (örtmek) demektir. Şarap da aklı örttüğü için ona hamr denilmiştir.

İmâm-ı Azam (Allah ona rahmet etsin) katında kaynayıp keskinleşen ve köpüğünü atıp durulan üzüm suyuna hamr derler. Çoğu ve azı haramdır, isterse bir damla olsun, müskir (sarhoş edici) olan her nesne âlimlerin çokluğu katında böyledir. Yâni azı, çoğu haramdır. Ama müselles, İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Ebî Yusuf (Allah ikisine de rahmet etsin) mezheblerinde helâldir.

Müselles şudur: Üzümün şırasını alırlar ve o kadar kaynatırlar ki, üçte biri kalır. Ondan sonra kaplara koyarlar, durur, Durdukça ekşiyip köpüklenir, keskinleşir.

Sahâbe-i kirâm (Allah onlardan razı olsun) bunu içerlerdi. İşte İmâm-ı Ebî Hanife ve İmâm-ı Ebî Yusuf (Allah ikisine de rahmet etsin) buna, helâldir, demişlerdir. Ama İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî (Allah onlara rahmet etsin) mezheblerinde bunun da azı ve çoğu haramdır.

Ebû Hafs-ı Kebîr’e:

— Müselles nasıldır? diye sordular.

— Onu içmek haramdır, diye buyurdu.

— Niçin böyle söylüyorsun? Böyle demekle Ebû Hanife’ye ve Ebû Yusuf’a muhalefet ettin, dediler.

O da:

— Yok, muhalefet etmedim. Çünkü onlar yemeği hazmetmek için helâl görmüşlerdi. Ama halk şimdiki zamanda doğru yoldan eğriliğe sapmak için ve eğlence için içiyorlar, dedi.

O halde bundan anlaşılır ki, müselles hakkında İmâmlardan bâzısinin helâl ve bâzısinin haram demeleri kuvvetlenmenin murad olunınası veya olunınamasına göredir. Yâni Allah’a tâat için kuvvet kazanınak murad olunarak içilirse bâzıları helâl olur demişlerdir. Ama kötülüğe sapma ve eğlenme murad olunarak içilirse ittifakla haram olur.

Haşiş denilen murdara gelince ki bu diyarda ona esrar denir onun hakkında dört İmâmdan ve eski âlimlerden bir söz sâdır olmamıştır. Çünkü onların zamanında yoktu. Hicret tarihinin altı yüz senesinin sonlarında ortaya çıkmıştır. Ama sonradan gelen âlimlerin bâzısı:

— Bu da şarap gibi sekir (sarhoşluk) vericidir. “Her sekir verici haramdır” hükmü gereğince bu da haramdır, demişlerdir.

İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvud’un (Allah onlara rahmet etsin) nakillerinde Ümmü Seleme (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki:

“Nehyi resûlullahu sallâllahü aleyhi ve selleme an külli müskirin ve müftirin

Resûlüllah Efendimiz hazretleri her müskirden ve her müftirden nehy eyledi,” diye buyurmuştur.

Âlimler (Allah onlara rahmet etsin): “Müftir’den murad, insanın bedenini kızdıran, gözkapaklarına zaaf ve kırıklık veren, mafsallarını gevşeten nesnedir,” demişlerdir. O halde esrarın müskir olmaması hâlinde bile hiç olmazsa müftir olduğu kesindir. Bu bakımdan yine haram olur, demişlerdir. Fakat şarapla şu kadar farkı vardır ki, şarabın damlası bile haramdır, ama bunun keyf vermeyecek kadar az olanı haram değildir, demişlerdir. Şunun için böyledir ki, esrar temizdir. Fesat, esrarın nefsinde değildir, keyfiyetindedir. Ama şarabın nefsi murdardır. Zira Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında onun hakkında rics (murdar, pis) diye buyurmuştur.. Rics, o şeydir ki, haram ve ayniyle necis olur, demişlerdir.

Eğer bir kimse:

— Şarap neden murdar olurmuş? Bu da üzüm suyudur, murdar değildir, derse Allah korusun kâfir olur.

Çünkü o kimse açık nassı inkâr etmiş olur.

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: Şarapta olan bütün kötü vasıflar esrarda fazlasiyle vardır. Zira şarabın zarar vermesi sadece dine ilişkindir, bedene ilişkin değildir. Halbuki esrarın zarar vermesi hem dine ve hem bedene ilişkindir.

Hattâ esrarın, bâzısı dinî ve bâzısı bedenî olmak üzere yüz yirmi zararını yazmışlardır. Bu cümleden birkaçı şunlardır:

Evvelâ esrar akla bozukluk verir. Bunun mânası keyf hâlinde akla bozukluk verir demek değildir. Bu halde akla bozukluk vermek şarapta da Vardır. Ama şarap sonunda akıl cevherini saflaştırır, idrâk aynasını üzüntü ve kederlerin tozlarından temizler, parlatır; alışkanlığı ve ürkekliği kaldırmanın güzel çehresini, insanlar için bâzı menfaatleri müşahede pazarına getirir. Fakat esrarı devamlı kullanınak daima ibretli kişilerin basiretli görüşünü cimrilik ve haset sahibi kişilerin gözü ve gönlü gibi karanlık ve daracık, insanın içindeki aynaların yüzlerini gönlü kırık olanların kaygılı duyguları gibi her zaman tozlu ve bulanık eyler.

Yine buyurmuşlardır ki, esrar kullanınak insanda mürüvvet (insaniyet, mertlik, cömertlik) koymaz. Namazı terkedici eyler. Haram olan şeylerden çekinme duygusunu azaltır ve ortadan kaldırır. Nesli keser. Baras ve cüzzam hastalıklarını getirir. İnsanın âzâsını titretir. İbnelik rencine mübtelâ eyler. Ağzı kötü kokulu eder, kirpikleri döker ve dişleri hem çürütür, hem karartır. Benzi sarartır. İşe güce karşı tembel ve durgun eder. Aslanı kedi eyler. Baştan saadeti ve dilden fesâhati giderir. Bozuk fikrine gelen şeytanî havâtırı ilâhî maarif sanıp bulduğu herze ve hezeyanı söylemeğe başlar. Sonunda îtikad bozukluğu zmdıka ve ilhad (dinsizlik ve sapıklık) vâdisine düşürür. Bunun benzeri ve daha ne türlü musibet varsa hepsini insanın başına üşürür.

Afyon da habasetinde esrardan eksik olmağa razı değildir. Saadetli olan kimse odur ki, bu türlü mânâsız, boş şeylere nefîs nefsini mübtelâ kılmaz.

Hayber Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Hayber Gazvesi’dir. Hayber dedikleri, Medine-i münevvere’den Şam yönünde sekiz konak uzaklıkta bir şehirdir. Eski zamanlarda mâmur ve muazzam bir şehirdi.

İbn-i İshak’ın (Allah ona rahmet etsin) rivâyeti üzere hicret tarihinin yedinci yılı Muharreminin sonlarında çıkıp on günden fazla muhasara eylediler. Sonunda fethettiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri dört yüz kişi ile çıkıp Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ) hazretlerini de beraber alarak gitmişlerdi.

Sahîh-i Buhârî’de Seleme bin Ekva’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Hayber gazâsına çıktık. Geceleyin gidiyorduk. Ashâbdan bir kimse, Amir bin Ekva’ (radıyallahü anh) hazretlerine:

— Ya Amir! Bize şiirlerinden bâzı beyitler okumaz mısın? dedi.

Amir, hemen devesinden indi ve kendi şiirlerinden bâzı beyitler okumağa başladı. Arap tâifesinde deve yanınca ırlayarak (şiir okuyarak veya şarkı söyleyerek) gitmek âdettir. Hem şiirlerden insan hoşlanır ve hem deve şevk kazanıp neş’eyle gider.”

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde nakledilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Kimdir bu şiirler okuyarak develeri süren? diye buyurdu.

Sahâbe haber verip:

— Ya Resûlâllah, Amir’dir, dediler.

Peygamber Efendimiz:

— Allah ona rahmet etsin, diye dua etti.

Ashâbdan bir kişi:

— Ya Resûlâllah! Senin duan bereketiyle ve Hak teâlâ hazretlerinin fazlı ile Amir’e cennet vacip oldu. Kâşke o duadan bizi de hissedar etseydin, dedi.

Sahîh-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: Peygamber Efendimiz hazretleri Hayber’e geceleyin gelip yetişti. Yüce âdetleri şu idi ki: Bir kavmin üzerine geceleyin gelse sabah oluncaya kadar durup beklerdi, onları hemen basınazdı. Sabah olunca Yahudi tâifesi kürekler ve zembillerle işlerine gitmek için şehirden çıktıkları zaman:

— İşte Muhammed! Vallahi işte Muhammed ve işte askeri! dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Yahudi tâifesini kürekler ve zembillerle görünce:

— Hayber harap oldu, diye buyurdu.

Bir rivâyette iki elini kaldırıp:

— Allahü ekber! Hayber harap oldu, diye buyurdu.

Bu hadîs-i şeriften bâzı âlimler tefe’ülün (olaylardan mâna çıkarınanın) caiz olduğu sonucunu ve bunun delilini çıkarmışlardır. Çünkü Peygamber Efendimiz hazretleri, Yahudilerin elinde kürek ve zembilleri görünce:

— Şehirleri harap olur, diye buyurdu.

Yâni bu görüntüyü ilerde olacak bir hâdisenin işareti olarak yordu.

Hadîs âlimlerinin bâzılarının rivâyetinde gelmiştir ki, Peygamber Efendimiz Hayber gazâsında râyetler dağıttı. Önceleri râyet yoktu, livâ vardı. Râyet ilk defa bu gazâda peyda oldu, demişlerdir. Liva beylerin alemidir (işaretidir). Râyet bayraktır ki, asker götürür.

Dimyatî’nin (Allah ona rahmet etsin) kavline göre o gün Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bayrağı siyahtı. Âişe-i Sıddîka’nın (radıyallahü anhâ) hırkasından bir parça idi, demişlerdir.

Sahîh-i Buhârî’de gelmiştir ki: Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) hazretlerine göz ağrısı ârız olup Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden geride kalmıştı. Sonradan gelip yetişti.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, fetih gecesi:

— Yarın sancağı öyle bir kimseye vereceğim ki, Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü onu sever, onun elinde fethi müyesser eyler, diye buyurdu.

Ertesi gün olunca ashâb-ı kirâm (Allah onlardan razı olsun) hep Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına geldiler. Hepsi de sancağı kendisine vereceğini umuyordu. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ali nerdedir? diye buyurdu.

— Ya Resûlâllah! Gözleri ağrıyor, diye cevap verdiler.

— Haber gönderin, gelsin, diye buyurdu.

Ondan sonra Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın) geldi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, gözlerine tükürdü ve dua etti. Hak teâlâ hazretleri öyle bir şekilde sıhhat ihsan buyurdu ki, sanki hiç göz ağrısı çekmemişti. Hemen sancağı eline teslim etti. Hazret-i Ali:

— Ya Resûlâllah! Kâfirlerle, tâ onlar bizim gibi oluncaya kadar çarpışayım, dedi.

Yâni: “Onlar da bizim gibi Müslüman oluncaya kadar elimden kurtulamasınlar” demek istedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri buyurdu ki:

Netice olarak mânası şudur ki:

“Ya Ali! Savaşmak hususunda acele etme. Yavaş yavaş git, kâfirlerin menzillerinin ortasına kon. Ondan sonra onları İslâm’a dâvet eyle. İslâm dîninde üzerlerine vâcib olan nesneyi onlara haber verip bildir. Böylece vallahi senin sebebinle Hak teâlâ hazretlerinin bir kimseyi İslâm’a hidayet eylemesi senin kızıl tüylü develerin olmasından sana daha hayırlıdır.”

Arap tâifesi içinde kızıl tüylü deve gayet muteber olduğu için böyle buyurdular. Şerefli muradları: Dünya metaı kıymeti ne kadar yüksek mal olursa olsun sonunda yok olacağı muhakkaktır. Ama bir kimsenin Müslüman olmasına sebep olmak en üstün ibadettir. Onun uhrevî fayda ve menfaatleri devam üzredir, kesilmez, demektir.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: Saflar bağlanıp savaşa girişildiği zaman Amir bin Ekva’ (radıyallahü anh) bir çıfıtın inciğine çalmak için kılıcını saldığı gibi kılıç kısa olduğundan yetişmeyip kendi dizine çaldı. Yaralanıp o yara ile vefat etti.

Döndükleri zaman Seleme bin Ekva’ (radıyallahü anh):

— Ya Resûlâllah! Âmir’e şöyle şöyle oldu. Halk, “Âmir’in ameli bâtıl oldu” diye söylüyorlar, dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

—Öyle diyenler yalan söylemişler, dedi ve iki mübarek parınağını bir yere getirip:

— Âmir’e iki sevap hâsıl oldu. Hiç şüphesiz ki, o Allah yolunda meşakkat çekti, mücâhede eyledi. Onun ecri zâyi olmaz, diye buyurdu.

Bu naklin faydası şudur: Bir kimse gazâ niyetiyle çıksa, bu niyet üzere iken her ne suretle olursa olsun eceli yetişip vefat etse, yine mücâhidler zümresine katılıp diğer gaziler gibi cihadın faziletlerinden hisse sahibi olur. Yeter ki, ölümü, şeriata aykırı bir şekilde olmasın.

Nitekim hadîs âlimlerinden bâzılarının rivâyetinde Ebû Hüreyre’den rivâyet edilmiştir ki, şöyle dedi:

“Hayber gazâsında hazır bulunmuştuk. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Müslüman geçinenlerden birini işaret ederek:

— Şu kişi cehennem ehlindendir, diye buyurdu.

Cenk zamanı olunca o kişi öyle sıkı ve sağlam çalışıp, öyle yararlıklar gösterdi ve öylesine kahramanca yaralandı ki, ashâbdan bir kısmı: “Böyle çalışan bir kimse cehennem ehlinden olur mu?” diye şüpheye düşeyazdılar.

Sonunda o kimse, yaralarının acısına sabretmeyip okluğundan bir ok çıkardı ve kendine saplayıp nefsini helâk eyledi. Müslümanlar bu hâli görünce Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gidip:

— Ya Resûlâllah! Hak teâlâ hazretleri senin sözünün doğruluğunu tasdik etti. O kimse kendini öldürdü, dediler.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, birine emredip:

“Ayağa kalk, ya filân! Çağırıp halka bildir ki: Cennete ancak mü’min olan girer. Hiç şüphesiz ki, Allah, bu dîni fâsık ve fâcir kimse ile kuvvetlendirir,” diye buyurdu.

Şerefli muradları şu idi ki: “Ele karşı mü’min geçinip îman ehlinin amelini işlemek fayda vermez. Bu türlü davranışlar kişiyi cennete lâyık etmez. Cennete girmek için gerçekten mü’min olmak gerektir. İslâm dîni yoluna çalışmak mü’min olmayandan gelmez zannetmeyin. Bu din öyle bir dindir ki, Hak teâlâ hazretleri onu kuvvetlendirmek için fâcirleri bile kullanır,” demektir.

Bir rivâyette şöyle gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

“Hiç şüphesiz ki, bir kişi ellere karşı cennet ehli amelini işler, halbuki kendisi cehennem ehlindendir. Yine hiç şüphesiz ki, bir kişi ellere karşı cehennem ehli amelini işler, halbuki kendisi cennet ehlindendir,” diye buyurdu.

Velhasıl sahih hadîste gelmiş olduğu üzere Hak teâlâ hazretlerinin nazarı kulların suretlerine ve amellerine değildir, belki kalblerine ve niyetlerinedir. İtibar kalbin temizliğine ve niyetin halisliğinedir. Elbette Hak teâlâ hazretleri bir şeye muhtaç olmaktan mutlak surette müstağnidir. Hiç kimsenin ameline ihtiyacı yoktur. Bütün ibâdet ve tâatlerin menfaatleri yine kulların kendisinedir.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hayber ehli ile sıkı ve güçlü bir savaş yaptı. Müslümanlardan on beş kişi şehâdet rütbesine ayak bastı. Yahudi tâifesinden doksan üç mel’un cehennemin derekelerine tepe taklak gittiler.

Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, fetih, yardım ve zaferler ihsân edip bütün kalelerini bir bir aldılar. Bu kaleler şunlardır: Netât Kalesi, Sa’b Kalesi, Nâim Kalesi, Zübeyr Kalesi, Şakk Kalesi, Ubeyy Kalesi, Berâ’ Kalesi, Kamus Kalesi, Vatıyh Kalesi, Sülâlim Kalesi.

Ebû’l-Hukayk ailesinin hâzinesini buldular. Bir eşek derisinin içine doldurup harabe bir yerde saklamışlardı. Hak teâlâ hazretleri, Resûlüne işaret etti, bulup çıkardılar.

Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib (Allah onun varlığını mükerrem kılsın) o gün Hayber kalesinin kapısını kopardı. Bâzı rivâyetlerde gelmiştir ki, bu kapıyı sonradan yetmiş kişi güçlükle kaldırıp yerine koydular.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri, mü’minlerin anası Safiyye (radıyallahü anhâ) hazretlerini bu sırada zevce edindi. Safiyye Hâtûn, Hayber beylerinden Huyey bin Ahtab’ın kızı idi. Kocası olan Kinâne bin Rebî’ o diyarın beyzadelerinden olup cenkte maktul düşmüştü. Safiyye de yeni gelin idi. Peygamber Efendimiz hazretlerine onun güzelliğini anlattılar ve kendi şerefli hizmetlerine tahsis ettiler. Hattâ dönüşte Sahbâ diye tanınan yere geldikleri zaman yemek hazırladılar ve bâzı ashâbı dâvet ettiler. Hazret-i Safiyye ile halvet orada müyesser oldu. Ashâb-ı kirâm (Allah onlardan razı olsun) aralarında konuşup:

—Safiyye, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hâtunu olup mü’minlerin analarından oldu mu, yoksa cariyesi midir? dediler.

Bâzıları dediler ki:

— Bakalım, eğer perde ile (örtülü olarak) alıp giderse mü’minlerin analarından olmuştur. Eğer perde tutınazsa cariyesidir.

Oradan göçtükleri zaman gördüler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Safiyye’yi perde içine almış. Ondan bildiler ki, hâtûnlarından olmuş. Allah ondan razı olsun.

Bir rivâyette buyurulmuştur ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hayber ehlinin cenkçilerini kırdı ve çoluk çocuklarını esir etti. Safiyye de o esirlerdendi; ganimet dağıtıldığında Dıhye’nin hissesine düşmüştü. Böyleyken onu Resûlüllah Efendimiz’in almasının sebebi hakkında buyurmuşlardır ki: Safiyye bey kızı idi. Esirler içinde onun bir benzeri daha yoktu. Ashâb-ı kirâm içinde Dıhye’nin de bir benzeri yoktu. Eğer Safiyye onda kalsaydı sahâbe-i kirâmdan bâzısinin şerefli hâtırmı bir nevi toz bürüyebilirdi. Bu düşünce ile Âlemlerin Hocası Efendimiz hazretleri onu kendi şerefli hizmetine tahsis edip hepsinin rızası hâsıl oldu.

Rivâyet olunur ki: Önceleri Arap tâifesi ehlî eşeğin etini yerlerdi. Yâni eşeği hem binek, hem yük hayvanı olarak kullanır, hem de etini yerlerdi. Bu gazâda ondan nehy olundu, diye buyurulmuştur.

İmâm-ı Mâlik’den başka İmâmların mezheblerinde ehlî eşeğin eti mekruhtur. Ama vahşi eşek ki, yaban eşeğidir, onun eti ittifakla mekruh değildir. At eti, İmâmı Şâfiî ve âlimlerin çokluğunun mezheblerinde mubahtır, yemek câizdir. Ama en doğru mezheb ki, İmâm-ı Ebû Hanife’nin (Allah ona rahmet etsin) mezhebidir, onda at eti de mekruhtur. Bâzıları dediler ki: İmâm-ı Âzam katında olan keraheti tahrimî kerahettir. Bâzıları da, tenzihi kerahettir, dediler. Bir nesne için tahrimî kerahetle mekruhtur deseler o harama yakındır demektir. Tenzihi kerahetle mekruhtur deseler, helâle yakındır demek olur.

Sivri dişleri olan yırtıcı canavarların etini yemek de bu gazâda haram kılınmıştır.

Ayrıca kişinin ganimet malından hissesini taksim edilmeden önce satması ve cariyenin hâmile olduğu yahut olmadığı bilinmeden tasarruf edilmesi burada haram olmuştur.

Yine bu gazâda idi ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir çıfıt (Yahudi) karısı zehirli et yedirdi.

Sahîh-i Buhârî’de Ebû Hüreyre’den rivâyet olunmuştur ki: Hayber fetholunduğu zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bir zehirlenmiş koyun getirdiler. Bunun üzerine emreyledi, Yahudi tâifesini toplayıp şerefli hizmetlerine getirdiler:

— Size bir şey soracağım. Doğrusunu söyler misiniz? diye buyurdu.

Yahudiler:

— Evet, ya Eba’l-Kasım, dediler.

Evvelâ:

— Sizin babalarınız kimdir? diye sordu.

Her biri cevap verip yanlış haber verdiler. Fahr-i Kâinat Efendimiz:

— Yalan söylediniz! Sizin babalarınız filân ve filândır, diye doğrusunu tek tek haber verdi.

Yahudiler:

— Gerçek söyledin. Doğrusu budur. Gerçekten böyledir, dediler.

Ondan sonra buyurdu:

— Size bir şey daha sorsam doğru söyler misiniz? dedi.

— Evet, ya Muhammed! Eğer yalan söylersek babalarımızı bildiğin gibi onu da bilirsin, dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

— Cehennem ehli kimlerdir? diye sordu.

Yahudiler:

— Biz bir zaman için cehennemde oluruz. Sonra bizim arkamızdan siz girersiniz, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Susun! Vallahi cehennemde biz size asla halef olmayız, diye buyurdu.

Bundan anlaşılan şudur ki: Benim ümmetimin asla sizden sonra kalması ihtimali yoktur. Zira onlar cehenneme girdiği takdirde günahları miktarı yanar, sonra çıkarlar. Ama siz cehennemden çıkmazsınız, orada devamlı kalıcısınız. Bu takdirde benim ümmetimin sizden sonra kalması düşünülemez,” demektir. Allah en iyisini bilir.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri yine buyurdu ki:

— Size bir şey daha sorsam doğrusunu söyler misiniz?

Onlar da:

— Evet, dediler.

O zaman Resûlüllah Efendimiz:

— Bu getirdiğiniz koyuna zehir sürdünüz mü? diye sordu.

Yahudiler ikrar edip:

— Evet dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Böyle etmenize ne sebeb oldu? dedi.

Yahudiler:

— Muradımız şu idi: Eğer sen yalancı isen senden kurtulalım. Eğer gerçek peygamber isen bu sana zarar etmez diye düşündük, dediler.

Ebû Davud’un (Allah ona rahmet etsin) naklinde Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

Hayber halkından bir Yahudi karısı, bir koyun pişirip zehir sürdü ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz de aldı, bir miktar yedi. Yanında olan ashâb-ı kirâm da yediler. Ondan sonra ashâba:

— Ellerinizi çekiniz! diye buyurup onları yemekten nehy etti.

Sonra karıya adam gönderip getirtti ve:

— Bu koyunu sen zehirledin mi? diye sordu.

Karı:

— Sana kim haber verdi? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, koyunun bir kolunu koparmış, mübarek elinde tutuyordu:

— İşte bu kol haber verdi, diye buyurdu.

Karı ikrar edip:

— Evet, ben zehirlemiştim. Bakayım, eğer peygamberse zarar eylemez, değilse ondan kurtuluruz dedim, diye cevap verdi:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri karıyı afvetti. Ashabdan kim yediyse öldü. Resûlüllah Efendimiz kendi mübarek sırtından hacamat çektirerek kan aldırdı, diye buyurulmuştur.

Ama bâzı âlimlerin naklinde şöyle tafsilât verilmiştir ki: İbn-i Müşkem denilen bir Yahudi’nin Zeynep adlı bir karısı vardı. Ashâba sorup:

Resûlüllah koyunun neresini sever? dedi.

Onlar da:

Fahr-i Âlem Efendimiz kol etini hepsinden fazla sever, diye haber verdiler.

Mel’unenin bir oğlağı vardı. Onu boğazlayıp pişirdi ve zehirledi. Diğer yerlerinden koluna ve arkasına zehri daha fazla sürdü. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Şerefli hizmetlerinde ashâb-ı kirâmdan bâzı kimseler bulunuyordu. içlerinde Bişr bin Berâ’ da vardı. Allah onlardan râzı olsun.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz kolunu alıp ısırdılar. Bişr de başka bir kemiğini aldı. Diğer sahâbeler de birer miktar yediler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir lokma yuttu. Bişr de ağzında olan lokmayı yuttu. Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz ashâbını uyarıp:

— Ellerinizi çekin! Şu elimdeki kol parçası bana haber veriyor ki, bu zehirlidir, dedi.

Bir rivâyette gelmiştir ki, Bişr hazretleri o zehirden şehîd oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, o karıyı Bişr’in vârislerine verdi, öldürdüler.

Zührî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetine göre o karı İslâm’a geldi. Bunun üzerine onu afvettiler, denilmiştir.

İmâm-ı Beyhakî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “İslâm’a geldiği için karıyı afvetmelerinin daha önce olması, ancak Bişr (radıyallahü anh) vefat ettikten sonra kısas yoliyle öldürtmüş bulunınası muhtemeldir.”

Bu gazâda vâki oldu ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ashâbı ile beraber uyku basıp sabah namazını vaktinde kılamadılar.

İmâm-ı Müslim’in naklinde Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hayber gazâsından döndüğü zaman bir gece epeyce yol aldıktan sonra sabaha karşı bir yere kondular. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya Bilâl! Sen bizi bekle, diye buyurdu.

Kendileri ashâb-ı kirâm ile beraber biraz uykuya vardılar. Hazret-i Bilâl (radıyallahü anh) bir miktar namaz kıldı. Ondan sonra yüzünü gün doğusuna karşı tutup arkasını bir semere dayadı ve namaz vaktini gözetip dururken gaflet bastı, Bilâl de uyudu.

Hepsi yorgun olup o kadar uyudular ki, gün doğup ışığı dokununcaya kadar kimse gözünü açamadı. Yine herkesten önce Resûlüllâh Efendimiz hazretleri uyandı.

Velhasıl kalkıp abdest aldılar. Hazret-i Bilâl kamet getirdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri sabah namazını orada kılıverdi. Namazı bitirdikten sonra dedi ki:

— Bir kimse namazı unutursa andığı (hatırladığı) zaman kılsın. Zira Hak teâlâ hazretleri, “Ekımi’s-salâte li-zikrî — Beni anınak için namaz kıl,” (Tâhâ sûresi: 20/14) diye buyurmuştur.

Ca’fer Tayyar (radıyallahü anh) hazretleri, bâzı ashabla beraber Habeş ülkesine hicret etmişlerdi. Orada oturuyorlardı. Bu yıl içinde hepsi Medine’ye geldiler.

Hayber memleketinin kahırla (zorla) mı, yoksa sulhla mı alındığı hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki. kahren fetholunmuş olmalıdır. İbn-i Abdilberr (Allah ona rahmet etsin) böyle olduğuna kesinlikle hükmetmiştir. Sulhen fetholdu diyenlerin sözlerini kabûl etmemiştir.

Sulhen fetholdu diyenlere şüphe şuradan gelmiştir: Daha önce zikredilen kalelerden iki kaleyi onların halkı kanlarının dökülmemesi için teslim etmişlerdi. Ama teslim etmeleri muhasara olunup çarpışma gerçekleştikten sonra idi. Buna ise sulh demezler. Bu da kahren alınınaktır.

Vadiyü’l-Kurâ’mn Fethi

Bundan sonra vâki olan Vâdiyü’l-Kurâ’nun Fethi’dir. Mezkûr senenin Cemaziye-lâhirinde vâki olmuştur. Dört gün muhasara ettikten sonra aldılar. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin âzadlısı olan Müd’am’a ok dokunup şehîd oldu. Hayber gazâsında taksime dahil olmayan ganimet malından bir şemle (kıldan yapılmış örtü) almıştı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— “Hiç şüphesiz Hayber ganimetinden hiyanet ederek aldığı şemle, Müd’am’m üstünde alevlenerek yanar,” diye buyurdu.

Teymâ denilen yerin kâfirleri haraç vermeyi kabûl edip sulha bağlandılar. Hazret-i Ömer’in Seriyyesi

Bundan sonra Ömer bin Hattâb’m Seriyyesi gelir. Yedinci yıl Şâbanının içinde otuz kişi ile Türbe diye tanınan yere gönderilmişler idi. Benî Hilâl kabilesinden bir kılavuzları vardı. Gece gidip gündüz saklanırlardı. Hevâzin diyarına haber vardığı gibi hepsi kaçtılar. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) tâ oldukları yere kadar gitti; hiç kimse kalmayıp hepsi kaçmışlardı.

Hazret-i Ebû Bekir’in Seriyyesi

Bundan sonra vâki olan Hazret-i Ebû Bekir Sıddık’ın Seriyyesi’dir. Bu da mezkûr Şâban içinde Fezâre kabilesine gönderilmişti. Gidip bir miktarını kırdı ve bir alay kâfiri esir edip geldi.

Beşir Bin Sa’d’m Seriyyesi

Bundan sonra Beşîr bin Sa’dü’l-Ensârî’nin Seriyyesi gelir. Bu da aynı Şâban ayında otuz kişi ile Fedek köyünde Benî Mürre denilen tâifenin üstüne gönderilmiştir. Kendinden başka hepsi şehîd oldular. Kendisi de ağır bir şekilde yaralanıp sonunda sıhhat bularak geldi. 

Galib Bin Abdullah’ın Seriyyesi

Bundan sonra Galib bin Abdullahü’l-Leysî’nin Seriyyesi vâki oldu. Necid vilâyetinde Medine-i Münevvere’den sekiz konak uzaklıkta Mîf’a denilen yere gönderilmiştir. Bu da aynı senenin Ramazan-ı şerifinde gitmişti. İki yüz otuz kişi ile varıp kâfirleri bastılar, karşı gelenleri kırdılar, davarlarını ve koyunlarını sürüp Medine’ye getirdiler.

Sahîh-i Buhârî’de gelmiştir ki, Ebû Zabyân şöyle dedi: “Üsâme bin Zeyd’den işittim, şöyle anlatırdı:

— Sabah vakti vardık. O kavmi hezimete uğrattık. Onlardan birisine ensâr kavminden bir kişi ile ben yetiştim. Bunun üzerine o:

— Lâ ilâhe illallah, dedi.

Ensârdan olan arkadaş geri çekildi. Ben bir gönder (mızrak) çalıp onu öldürdüm. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldiğimiz zaman meğer bu haber kendilerine ulaşmıştı. Bana:

— Ya Üsâme! “Lâ ilâhe illâllah” dedikten sonra onu öldürdün mü? dedi.

Ben:

— Ya Resûlâllah! Ölüm korkusundan şehadet kelimesine sığınıp öyle demişti, dedim.

Yine buyurdu ki:

— Yâ Üsâme! “Lâ ilâhe illâllah” dedikten sonra mı onu öldürdün?

Velhasıl bu sözü o kadar tekrar ettiler ki, ıstırabımdan “N’olaydı, o günden evvel henüz İslâm’a gelmemiş olsaydım,” diye temenni ettim, dedi.”

Beşir Bin Sa'dın ikinci Seriyyesi

Bundan sonra yine Beşîr bin Sa’dü’l-Ensârî’nin Seriyyesi gelir. Hicret tarihinin yedinci yılı Şevvâl’inde Gatafân kabilesinin Cebbâr dedikleri yerlerine gönderilmişti. Bâzıları, Fezâre ve Gadre tâifelerine gönderilmiş, dediler. Medine-i münevvere’yi basınak için çok kâfir toplanmıştı. Bu duyulunca Peygamber Efendimiz hazretleri Beşîr hazretlerine üç yüz kişi verip üzerlerine gönderdi.

Melunlar, ashâb-ı kirâm’ın çıktıklarını işitince dağıldılar. Bunlar oraya varıncaya kadar kimse kalmadı. Sadece iki kişiyi esîr ettiler ve çok davarlarını sürüp Medine’ye getirdiler. Esirler de orada İslâm’a geldiler.

Kaza Umresi

Bundan sonra Umretü’l-Kaziyye gelir. Buna Umretü’l-Kazâ da derler. Böyle isimlendirilmesinin sebebi bazılarının kavlince şudur: Geçen sene Resûlüllah Efendimiz hazretleri umre niyetiyle Mekke’ye gittiğinde müşrikler Peygamber Efendimiz’i Mekke’ye girmeğe bırakmayıp “Gelecek yıl umre edersiniz” demişlerdi. Bunun üzerine o yıl dönüp Medine’ye gelmişlerdi. Bu yıl dahil olunca o umreyi kazâ etmek için gittilerdi; bu sebeble ona Umretü’l-Kazâ denildi, demişlerdir.

Ama bâzıları bu izah tarzını kabûl etmeyip: “O yıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin umresi tamam olmuştu. Yerine getirilmemiş değildi ki, kazâ olunsun. Belki bu senede Resûlüllah Efendimiz hazretleri Kureyş tâifesi ile sulh yapmıştı. Kazâ’nın bir mânası sulh yapmaya gelir. Bunun için ona Umretü’l-Kazâ denilmiştir,” dediler.

Bu sözlerden açıkça anlaşılan şudur ki: Bir kimse umre niyetiyle çıksa ve Mekke’ye girmekten men olunsa âlimler o kimsenin umresinin tamam olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimler topluluğu katında şöyledir ki: O kimseye sadece hedy lâzım olur, yâni ancak kurban vâcib olur. Umresini kazâ etmek vâcib olmaz. Ama İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (Allah ona rahmet etsin) kavlinde umresini kaza etmek vâcib olur, hedy (kurban) vâcib olmaz.

Hadîs İmâmlarından Hâkim (Allah ona rahmet etsin) Iklîl adlı kitabında buyurmuştur ki:

Yedinci yılın Zilka’desi geldiği gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hudeybiye senesinde kaçırılan umrelerini kazâ için:

- O yıl orada bulunan ashâb çıksınlar! diye emretti.

Bunun üzerine Hayber gazâsında şehîd olanlardan ve kendi döşeğinde vefat edenlerden başka o seferde bulunan ne kadar kimse varsa hepsi çıktılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ebû Zerr-i Gıfârî hazretlerini Medine’nin muhafazası için bıraktı ve kendisi iki bin kişi ile çıkıp umre niyetiyle Mekke’ye yöneldi. Harem-i şerifte kurban etmek için altmış bedene sürüp götürdüler. Bedene, Mekke’de kurban edilecek deve yahut sığıra denir. Zırhlarını, tolgalarını, kılıçlarını ve gönderlerini (mızraklarını) beraber alıp götürdüler. Yüz beş at alıp gittiler.

Zü’l-Huleyfe denilen yere geldikleri zaman Resûlüllah Efendimiz, Muhammed bin Mesleme’yi başlarına başkan tayin edip atlıları ileri gönderdi. Kendileri orada ihram bağlandılar.

Muhammed bin Mesleme, yoldaşları ile Merrü’z-Zahrân denilen yere vardığında Kureyş tâifesinden bir miktar esir kimseye rast geldi. Onlar Mesleme hazretlerine:

— Bu gelen kimdir? diye sorunca Muhammed bin Mesleme:

Resûlüllah Efendimiz hazretleridir. İnşâallah yarın sabah buraya konacaktır, dedi.

Onlar da gelip Kureyş’e haber verdiler. İçlerine korku düştü. Daha sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Merrü’z-Zahrân’a gelip kondu ve silâhları daha ileride bulunan Batn-ı Ye’cüc dedikleri menzile gönderdi. Üzerlerine ensâr topluluğundan Evs bin Havlî adlı bir kimseyi iki yüz kişi ile muhafız bıraktı.

Kureyş tâifesi Mekke’den çıkıp dağların başına gittiler. Resûlüllah Efendimiz Hazretleri de oradan kalkıp kurbanlarını önünce sürdürerek Zî-Tavî denilen yere hapsetti. Ondan sonra Kusvâ adlı devesinin üstüne bindi. Müslümanlar etrafına toplandılar:

— Lebbeyk Allahümme Lebbeyk! diyerek Cehûn üstüne hâkim olan yokuştan Mekke-i muazzama’nın üstüne indiler.

Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin devesinin yularını tutup yediyordu.

Hadîs İmâmlarından Tirmizî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde Enes bin Mâlik’ten rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke şehrine geldiği zaman Abdullah bin Revâha, önünce beyitler okuya okuya gidiyordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu gördü ve:

— Ya İbn-i Revâha! Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önünce şiir mi okuyorsun? dedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri de:

— “Bırak okusun, ya Ömer! Men eyleme! O beyitler te’sir bakımından kâfirlere ok atmaktan daha hızlıdır,”* diye buyurdu.

Yani: “Söz, silahtan daha etkilidir," demektir. Özellikle şiir, güzel söz...  

İbn-i Revâha’mn okuduğu beyitler, müşrikleri incitecek (anlayanı uyaracak) beyitlerdi.

Rivâyet olunur ki, müşrikler o gün Kuaykıân denilen dağ tarafında idiler.

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: Kâfirler ashâb-ı kirâm’ı gördükleri zaman birbiriyle konuşup:

—Size bir peygamber geliyor ki, Medine’nin sıtınası onları zayıflatmış, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de ashâbına emredip:

— Kabe’yi tavâf ettiğiniz zaman üç nöbet tavafı tez tez yürüyerek ediniz, diye buyurdu.

İbn-i Abbâs hazretleri buyurdu ki: Bütün tavafları böyle çabuk çabuk yürüyerek etmeyi buyurmaması ashâbı esirgediğindendi.

Bir rivâyette buyurulmuştur ki: Tavâfta sür’atin emredilmesi, müşriklerin Kuaykıân dağından bakıp sahâbe-i kirâm’m kuvvetlerini görmeleri, onları zayıf ve güçsüz sanınamaları içindi.

Bu rivâyetin faydası, önceki rivâyette olan maksadı daha belirli hâle getirmesidir, başka bir şey değildir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Safâ ile Merve arasında devesinin üstünde tavaf etti. Yedinci tavafı tamamladığı zaman kurbanlarını Merve’nin yanına getirdi ve:

— “Burası kurban boğazlayacak yerdir ve Mekke’nin her sokağı kurban bogazlayacak yerdir,”  diye buyurdu.

Bu sözden anlaşılan şudur ki, en üstün olan Merve yanında boğazlamaktır. Çünkü ilkönce oraya işaret buyurdular, kendi kurbanlarını da orada kestiler. Orada tıraş oldular. Diğer Müslümanlar da Resûlüllah Efendimiz hazretleri nasıl ettiyse öyle ettiler. Batn-ı Ye’cüc denilen yerde silâh ve cephaneyi bekleyen ashâbı değiştirdiler. Onlar da gelip Mekke’de lâzım olan tavaf ve ziyâreti eylediler. Böylece bütün ashâbı kirâm (Allah onlardan razı olsun) umrelerini tamamladılar.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç gün Mekke şehrinde oturdu. Sahîh-i Buhârî’de Berâ’ bin Âzib’den rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç gün oturduktan sonra müşrikler, Ali bin Ebî Tâlib hazretlerine geldiler:

— Ya Ali! Artık müddet tamam oldu. Sahibine söyle, çıkıp gitsin! dediler . Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri Mekke’den çıkıp giderken Haz-

ret-i Hamza’mn Mekke’de bir küçük kızı vardı:

— Ya Amca, ya Amca! diye Peygamber Efendimiz hazretlerinin arkasına düştü. Bunun üzerine Ali (kerremallahü veçhe) kızcağızın elinden tutup Hazret-i Fâtı-

ma’ya (radıyallahü anh) verdi:

—Al amcanın kızını, dedi.

Hazret-i Fâtıma da alıp devesine yükletti. Sonradan Hazret-i Ali, Ca’fer ve Zeyd birbiriyle çekişip her biri zikrolunan kızı beslemeğe ben alırım diye dâva ettiler.

Ali:

— Kızı ben alıp getirdim ve benim amcam kızıdır, dedi.

Ca’fer:

— Benim de amcam kızıdır ve teyzesi benim nikâhım altındadır, dedi.

Zeyd de:

— Benim kardeşim kızıdır, ben alırım, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri kızın teyzesine verilmesine hükmetti ve:

— Şimdiki halde teyze ana yerindedir, diye buyurdu.

Arap dilinde hala diye çocuğun anasının kız kardeşine derler. Bizim memleketimizde ona teyze denir. Rum tâifesinin (Anadolu ve Rumeli Türklerinin) teyze dediklerine Arap tâifesi hala, derler. Asıl çocuğu beslemek hakkı ki buna şer’an hakk-ı hızâne derler çocuğun kendi anasmmdır. Ana dururken başkasına vermek yoktur. Meğer ki, anası mürtedde (dinden çıkmış) yahut kötü işte bulunup fâcire (günahkâr kadın) oh sun. Bu takdirde çocuğu anasından almak gerektir. Eğer çocuğun kendi anası yoksa anasının anasına verilmelidir. O da yoksa babasının anasına vermek gerekir. O da yoksa baba ve ana bir kız kardeşine verilir. Ondan sonra ana bir kız kardeşine, ondan sonra baba bir kız kardeşine, ondan sonra teyzesine, ondan sonra amtisine (halasına) vermelidir ki, babanın kız kardeşi demektir. Bizim memleketimizde ona hala derler.

İşte şerefli şeriatta hakk-ı hızâne bu zikrolunan sıra üzeredir. Ancak bu zikrolunan kadınların hür olmaları şarttır. Eğer bir kimsenin esiri (kölesi, cariyesi) olurlarsa hakk-ı hızâne sâbit olmaz. Zira esir, kendi başına buyruk değildir. Ayrıca esir, ancak kendi hizmetiyle meşguldür, çocuğu gözetemez. Onun için esire hızâne hakkı yoktur. En doğrusunu Allah bilir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri mü’minlerin anası Meymûne Hâtun’u bu yılda almıştır. Tafsilâtı aşağıda gelecektir.

İbn-i Ebi’l-Avca’ın Seriyyesi

Bundan sonra İbn-i Ebi’l-Avcâ-ı Selemî’nin Seriyyesi gelir. Yedinci yılın Zilhiccesinde elli kişi ile Benî Süleym tâifesine gönderilmişlerdi. Gittiler, cenk ettiler. Pek çok kâfir gelip ashâbı ortaya aldılar. Çoğu şehadet mertebesini buldu. İbn-i Ebi’lAvcâ da ağır şekilde yaralandı. Sonunda Sefer ayında gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin hizmetine yetişti.

Galib Bin Abdullah’ın Seriyyesi

Bundan sonra Gâlib bin Abdullah Leysî’nin Seriyyesi gelir. Sekizinci yılın Seferinde Küdeyd diye bilinen yerde Benî Melûh dedikleri tâifenin üstüne gönderilmişti. Gittiler, hayli ganimet elde ettiler. Hâlid bin Velid, Osman bin Ebî Talha ve Amr bin As, bu ay içinde Medine’ye gelip Müslüman oldular. Ancak İbn-i Ebî Haysemî’nin kavline göre beşinci yılda, Hâkim’in rivâyetinde ise yedinci yılda Müslüman oldular denilmiştir.

Yine bu ay içinde zikredilen Gâlib (radıyallahü anh) iki yüz kişi ile daha önce zikri geçen Bişr bin Sa’d’ın yoldaşlarının şehîd olduğu yere gönderildi. Gittiler, kâfirleri sabah vaktinde bastılar. Çok kâfir kırdılar ve davarlarını sürüp getirdiler.

Şücü’ Bin Vehb’in Seriyyesi

Bundan sonra Şüca’ bin Vehb El-Esedî’nin Seriyyesi gelir. Sekizinci senenin Rebiülevvelinde Mekke’den Basra yönünde üç konak uzaklıkta Vecre denilen yerde

Hevâzin taifesi Müslümanlara karşı harekete geçmek için toplanmışlardı. Resûlüllah Efendimiz yirmi dört kişi ile onları basınağa göndermişti. Gittiler, mallarını yağma edip pek çok develerini ve koyunlarmı sürdüler. Ganimeti taksim ettikleri zaman her kişinin hissesine on beş deve düştü. Bir deveyi on koyuna karşılık tutarak hisseleri eşit hâle getirdiler.

Kâ’b Bin Umeyr’in Seriyyesi

Bundan sonra Kâ’b bin Umeyri’l-Gıfârî’nin Seriyyesi gelir. Bu da aynı senenin Rebiülevvelinde on beş kişi ile Zât-ı Itlâh denilen yere gönderilmişti. Çok miktarda kâfire rast geldiler. Büyük cenkler ettiler. Sonunda hepsi orada şehidlik mertebesine ulaştılar. Sadece bir kişi ölüler arasında ağır yaralı olarak yatıyordu. Onu da öldü sanıp bıraktılar. Ancak o kurtuldu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine durumu haber verdikleri zaman çok üzüldü, pek çok adam toplayıp düşmanın üzerine göndermeyi düşündü. Sonra düşmanın oradan kaçıp gittikleri işitildi. Bunun üzerine bundan vazgeçildi.

Mûte Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Mûte Gazvesi’dir. Mu’te dedikleri yer, Şam diyarında Belka şehrinin tevâbiinden, Şam şehrine yakın bir yerdir.

Rivâyet ederler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, hicret tarihinin sekizinci yılinin Cemaziyelevvelinde Hâris bin Umeyr’i şerefli mektubu ile Basra melikine göndermişti. Mu’te dediğimiz yere geldiği zaman Şurahbil bin Amru’l-Gassânî denilen kâfir karşı gelip orada Hâris’i şehîd eyledi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin rasülleri içinde bundan başka kimse şehîd olmamıştır.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri, Zeyd bin Hârise’yi üç bin kişinin üzerine kumandan tayin edip adı geçen yere gönderdi. Peygamberimiz onlara buyurdu ki:

— Eğer bu seferde Zeyd bin Hârise şehîd olursa Ca’fer bin Ebî Tâlib onun yerine emir (kumandan) olsun. O da şehîd olursa Abdullah bin Revâha emîr olsun. Eğer o da şehîd olursa Müslümanlar kimi seçerlerse onu emîr tayin etsinler.

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Zeyd bin Hârise’nin eline ak bir sancak verip:

— Hâris’in şehîd olduğu yere gidin. Orada kâfirlerden kim var ise önce onları İslâm dînine dâvet edin. Eğer kabul ederlerse İslâm dinini onlara telkin edip, öğretin. Eğer karşı gelirlerse Allahü teâlâ hazretlerinden yardım taleb edip onlara kılıç vurun, diye buyurdu.

Sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Medine yakininda Seniyyetü’l-Vedâ denilen yokuşun başına gelinceye kadar İslâm askeri ile beraber yürüdü. Orada İslâm askerini Allah’a emanet edip gönderdi. Kendi yanında kalan ashâb (Allah onların hepsinden râzı olsun) gidenler için dua ve senâ ile meşgul oldular.

İslâm askeri Medine’den ayrıldığı zaman kâfirler bunu haber aldılar. Şurahbil bin Amr dedikleri mel’un, kalkıp yüz bin kişiden fazla bir kâfirler ordusu topladı, ileriye gözcüler koydu. İslâm askeri de Şam diyarında Maân denilen yere gelip kondular. Düşmanın çokluğunu ve kalabalıklığını işittiler. Rum (Bizans) kayserinin yüz bin müşrik ile Belka memleketine gelip konduğunu haber aldılar, iki genç tedbir ve tedarik görmek üzere orada durdular. Maksatları mektup yazıp kâfirlerin bu denli kalabalık olduğunu Resûlüllah Efendimiz hazretlerine arzetmek ve yüce buyrukları ne yolda ortaya çıkarsa o yolda hareket etmekti.

Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh), büyük ashâbı yüreklendirip onları bu fikrinden vazgeçirdi. Hak teâlâ hazretlerine tevekkül edip oradan göçtüler. Mute’ye gelip o gün kâfir askeriyle karşılaştılar. Müslümanların kumandanları, atlarından inip yaya olarak cenge giriştiler. Sancağı Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) aldı. Biraz cenk ettikten sonra kâfirler gönderle vurarak kendisini şehîd ettiler. Ondan sonra Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh) sancağı eline alıp atından indi. Yaya olarak biraz cenk edip o da şehidler zümresine katıldı.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyeti üzere, o gün Ca’fer bin Ebî Tâlib’in mübarek cisminde gönder ve okla açılmış doksandan ziyade yarasını saydılar. Attan inip cenk etmesi, iş öyle gerektirip yaya olarak cenk etmek daha faydalı olduğu içindir.

Ebû Dâvud’un (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde geldiğine göre indiği zaman atını kendi eliyle sinirlemiştir*. Tâ ki, atı düşmana kalıp üzerinde Müslümanlara zararları dokunınasın diye. Ondan sonra sancağı Abdullah bin Revâha eline aldı. O da biraz cenk ettikten sonra kendisine şehadet müyesser oldu. Ondan sonra sancağı İbn-i Akram adlı bir kimse eline aldı. Ta Müslümanlar orada Hâlid bin Velîd’i başkumandanlığa geçirinceye kadar sancağı İbn-i Akram elinde tuttu. Ondan sonra Hâlid eline aldı.

Sinirlemek: Eskiden savaşlarda düşmanın bindiği atm arka ayaklarının kirişini kılıç darbesiyle kesmek ve böylece onun bineğini hareketsiz bırakmak.  

Uç bin kişinin yüz bin kâfire cevap vermeleri muhal ve imkânsızlık dairesinde olduğu için orada Müslümanlar biraz bozguna uğrar şekilde görüldüler, denilmiştir.

Hâkim’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde: “Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) çetin cenkler edip çok kâfiri kırdı ve hayli ganimet aldı,” denilmiştir. Muhammed bin Ishak'ın (Allah ona rahmet etsin) kavline göre: “Müslümanlar yenilip bozulmadılar, dayanıp durdular. Çok büyük cenkler ettiler. İşin sonunda iki asker iki yana çekildi.

Birbirinden dönüp ayrdddar. Hiç bir asker öbüründen kaçmadı ve hiç biri bozguna uğramadı,” diye buyrulmuştur.

Ca’fer bin Ebî Tâlib’in sancak elinde iken sancağı tutan kolunu kılıçla vurup düşürdüler. Sancağı öbür eline aldı; onu da vurup düşürdüler. İki kolu kesildikten sonra kendisini de şehîd ettiler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Ca’fer bin Ebî Tâlib’in böyle şehid olmaları üzerine Peygamber Efendimiz:

— Hak teâlâ hazretleri, Ca’fer’e iki kolunun yerine iki kanat vermiştir. O kanatlarla cennette nereye isterse uçup gezer, diye buyurmuştur.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ca’fer’in oğlu Abdullah bin Ca’fer’e:

— “Sana müjdeler olsun ki, baban meleklerle beraber göklerde uçmaktadır,”

diye müjde verip onu kutlamıştır.

Ca’fer (radıyallahü anh) hazretlerinde Hak teâlâ hazretlerinin kanat halk edip gökte meleklerle uçtuğu hususunda değişik ibarelerle çok hadîs-i şerif rivâyet olunmuştur.

Süheylî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Ca’fer’e verilmiş olan kanatlar, kuş kanadı gibi tüylü bir nesne değildir. Zira insan sureti bütün suretlerden dahâ üstün ve daha şereflidir. Belki bu kanatlardan murat, meleklik sıfatı ve ruhânî kuvvettir ki, Hak teâlâ hazretleri onu Ca’fer’e ihsan buyurmuştur. Kur’an-ı azimde de insan uzvundan kanat diye söz edilip Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm’a: “V’azmum yedeke ilâ cenâhıke — Ve elini cenâhma (koltuğunun altına) koy,” (Tâhâ sûresi: 20/22) diye buyrulmuştur.

Mecâz yoliyle iki cânib (yan) murad olunmuştur. Alimler (Allah onlara rahmet etsin) meleklerin cenahları (kanatları) hakkında: “Bunlar meleklik sıfatıdır. Gözle görülmedikçe ne olduğu anlaşılamaz,” demişlerdir.

Ama İmâm İbn-i Hacer (Allah ona rahmet etsin), Süheylî’nin bu sözlerini beğenmeyip o şekilde anlamaya izin vermeme yolunu tuttu. Kanadın gerçekten bayağı kanat olmasını tercih etti. İmâm-ı Beyhakî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde “Ca’fer’in kanatları yakuttandır” diye buyrulmuş ve “Cebrâil aleyhisselâm’m kanatları incidendir” denilmiş olduğuna göre Hak teâlâ hazretlerinin kudretine nazaran yâkuttan ve inciden kanat olması asla olmayacak bir şey değildir. Zira insanın ve diğer hayvanların aslı bir damla su iken Hak teâlâ o bir damla suyun bir kısmını et, bir kısmını sinir ve bir kısmını kemik eyler ki, bunlar birbirine benzemezler. O halde ondan kemik bitirdiği gibi inci ve yâkut bitirmesi de mümkündür. Buna ne mâni vardır? Hak teâlâ hazretlerinin eksiksiz olan kudretine asla son ve sınır yoktur.

Rivâyet ederler ki, Ya’lâ bin Ümeyye (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Mu’te hâdisesinden haber getirdiği zaman Peygamber Efendimiz:

— istersen sen bana haber ver, istersen ben sana haber vereyim ki, nasıl olmuştur? buyurdu.

Ya’lâ:

— Siz buyurun, ya Resûlâllah, dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri anlatmaya başladı. Neler ve nasıl vâki oldu ise hepsini bir bir haber verdi.

Ya’lâ:

— Ya Resûlâllah! Seni gerçek peygamber olarak gönderen Hak hakkı için Mu’te kavminin haberinden bir harf bile eksik koymadın, hepsini söyledin. Nasıl buyurdunsa öyle vâki oldu, dedi.

Bâzı rivâyetlerde gelmiştir ki: “Cenk olduğu gün Hak teâlâ hazretlerinin emri ile Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin durduğu yer  yukarı kalkıp o kadar yükseldi ki, kendi mübarek gözü ile çengin nasıl olduğunu temaşa eyledi,” diye buyrulmuştur.

Amr Bin As’ın Seriyyesi

Bundan sonra Amr bin Asın Seriyyesi gelir. Sekizinci yılın Cemaziyelâhirinde Zâtü’s-Selâsil denilen yere gönderilmişti. Oranın Zatü’s-Selâsil (Zincirliler) diye isimlendirilmesinin sebebi hakkında buyurulmuştur ki: “Orada kâfirler birbirini terk edip kaçmamak için zincirlerle kendilerini birbirine bağlamışlardı.”

Bu seriyyenin sebebi şu idi: “Kuzâa tâifesinden bir topluluk Müslümanları basıp mallarını yağmalamak maksadiyle toplandılar,” diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber geldi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz emretti, muhacirlerin ve ensâr’m seçkinlerinden üç yüz kişi ile Amr’ı o yöne gönderdi. Amr’a bir ak sancak ve bir siyah bayrak verdi. Ashâb-ı kirâm arasında atlı olan otuz kişi vardı. Düşmana yaklaştıkları zaman sayılarının pek çok olduğunu işittiler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber gönderip yardım istediler. Resûlüllah Efendimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrah’a bir sancak verip muhacirlerin ve ensâr’m yararlarından iki yüz kişi çıkarıp Ebû Ubeyde’ye kattı. Bu topluluğun içinde Hazret-i Ebû

Bekir Sıddık ve Ömer bin Hattâb (Allah onlardan razı olsun) da vardı. Böylece kendilerine, gidip Amr’a yetişmeleri, hepsinin bir cemaat olmaları, aralarında ihtilâf olmaması emredildi.

Ebû Ubeyde de oradan arkadaşları ile kalkıp geldiler, Amr’a ulaştılar. Ebû Ubeyde, ashâba başkanlık etmek istedi. Amr bin As:

— Sen bana yardıma gelmişsin. Bu tâifenin emîri asıl benim, dedi.

Halka namazı Amr kıldırdı. Ebû Ubeyde de ona itâat ve iktida üzere oldu.

Velhasıl gittiler, düşmanı bastılar, topluluklarını dağıtıp her birini bir yana kaçırdılar.

Ebû Ubeyde Bin Cerrah’ın Seriyyesi

Bundan sonra Ebû Ubeyde bin Cerrah’m Seriyyesi gelir. Sekizinci yılın Recep ayında Kureyş tâifesi ahitlerini bozduktan sonra vâki olmuştur, denilmiştir.

Buharî ve Müslim’in sahihlerinde gelen rivâyetlere göre üç yüz kişi ile sefere çıkmıştı. Bâzılarının kavline göre çıkanlar üçyüz ondan fazla idi.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde bildirildiğine göre Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretleri de bu seriyyede beraberdi. Ve kasdedilen, Kureyş kavminin kafilesini almaktı. Ancak siyer kitaplarında, “Deniz kenarına yakın Kabiliye diye tanınan yerde Cüheyne tâifesinden bir kabilenin üstüne gönderilmişlerdi,” diye yazılıdır. Ancak bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Zikrolunan iki maksad arasında zıtlık yoktur. Hem Kureyş kafilesi için, hem de zikredilen kabile için gönderilmiş olabilirler. Zira iki işin semtleri birdi.”

Sahâbe-i kirâm bu defa yola çok az zahire ile çıkmışlardı. Her kişi yiyeceğini sırtında götürmüştü. Peygamber Efendimiz de bir miktar hurma vermişti. Bütün zahireleri bitti. Bunun üzerine ağaç yaprakları yediler.

Rivâyet olunduğuna göre Ebû Zübeyr: “Asalarımızla ağaç yapraklarını düşürür ve su ile ıslatıp yerdik,” diye hikâye eylerdi.

Kays bin Sa’d (radıyallahü anh) bir deve satın alıp ashâb için boğazladı, yediler.

Altı hadis İmâminin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki, şöyle dedi: “Üç yüz binitli idik. Resûlüllah. Efendimiz bizi gazâya gönderdi. Emîrimiz Ebû Ubeyde bin Cerrâh idi. Gittik, deniz kenarında durduk. Azığımız tükendi. Hattâ ağaç yapraklarını yedik. Ondan sonra deniz, anber diye tanınan bir.balığı dışarı attı. Yarım ay o balıktan yedik. Nihayet bedenlerimiz iyileşti, kendimizde zindelik bulduk. Ebû Ubeyde (radıyallahü anh) zikrolunan balığın bir iyeğisini alıp kemer gibi koydu ve altından büyük bir deve geçti.”

Buharî ve Müslim’in rivâyetlerinde şu da vardır ki, Câbir: “Medine’ye geldiğimiz zaman Resûlüllah Efendimiz hazretlerine balığın hikâyesini anlattık. Kâinatın övüncü ve sevinci Peygamber Efendimiz:

— O Hak teâlâ hazretlerinin denizden sizin için çıkardığı bir rızıktı. Etinden biraz var mıdır ki, bize veresiniz, diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine de bir miktar verdik, yediler” diye buyurmuştur. Ebû Katâde’nin Seriyyesi

Bundan sonra Ebû Katâde’nin Seriyyesi gelir. Necid vilâyetinde Hadra diye tanınan yere gönderilmişti. Sekizinci yılın Şâbamnda on beş kişi ile Gatafân tâifesinin üstüne gittiler. Onlardan bir miktar kimseyi kırdılar. Hayli esir aldılar, iki yüz deve ve iki bin koyunlarmı sürdüler. On beş gece yabanda kalıp sonra Medine-i münevvere’ye girdiler.

Bundan sonra yine Ebû Katâde’nin Seriyyesi gelir. Bu defa Medine-i münevvere’den üç konak yerde Batn-ı İzam diye tanına yere gönderilmişti.

Bu seriyyenin sebebi şu idi: Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri Mekke ehline gazâ etmeyi murad edindi ve sekiz kişi ile Ebû Katâde’yi adı geçen yere gönderdi. Tâ ki, Resûlüllah Efendimizin o tarafa yöneldiğini sansınlar, her yana böyle haberler gitsin. Mekke ehli kendi üstlerine gelineceğini anlamasınlar.

Rivâyet olunur ki, yolda Amir bin Edbat denilen bir kimseye rast geldiler. Âmir, ashâb-ı kirâm’a Müslümanların selâmını verip:

— Esselâmü aleyküm, dedi.

Bunun üzerine Müslümanlar, ona dokunınak istemediler. Fakat içlerinden Muhallim bin Cessâme, selâmına bakmayıp orada Âmir’i öldürdü . Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:

“Ve lâ tekulû limen elka ileykümü’s-selâme leşte mü’minen — Size selâm verene ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin,”. (Nisâ sûresi: 4/94) âyet-i kerîmesini indirdi.

İbn-i Cerîr’in rivâyetinde şu da zikredilmiştir ki, Medine’ye geldikleri zaman Muhallim, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzuruna çıkıp oturdu. Günahlarının bağışlanınası için murad edindi ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz istiğfarda bulunsun. Halbuki Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Allah seni mağfiret eylemesin! diye buyurdu.

Muhallim, ağlayarak kalkıp gitti. Yedi gün geçmeden vefat etti. Onu gömdüler, yer kabul etmeyip dışarı attı. Bir rivâyette yine gömdüler tekrar dışarı attı. Nihayet bu işin olmayacağını anlayan kavmi onu bir dereye götürüp üzerine büyük taşlar bastılar, altında kaldı.

Yine İbn-i Cerîr’in rivâyetinde anlatıldığına göre işin böyle olduğunu Resûlüllah Efendimiz hazretlerine anlattıklarında Peygamber Efendimiz:

“Gerçekten yer, sizin arkadaşınızdan (yâni Muhallim’den) daha kötü olan kimseyi bile kabûl eder. Fakat onun başına bu işin gelmesinden Allah size öğüt vermek ister,” diye buyurdu.

Kısaca mânası şudur ki: “Yer, müşrikleri ve Yahudileri bile kabûl eder, dışarı atmaz. Muhallim ise bir kişiyi öldürmekle kâfir olmadı. Nihayet günahkâr oldu. Onu yerin kabûl etmemesinin sebebi şudur ki, göresiniz, ibret alasınız. Onun bu durumu size bir nasihat olsun. Bir kişinin küfrü sabit olmadıkça kendi zannınıza göre kâfirdir diye onu öldürmeyesiniz,”  demektir.

Mekke’nin Fethi

Bundan sonra vâki olan Mekke’nin Fethi’dir. Allah onu âhiret gününe kadar şerefli kılsın. Hak teâlâ hazretlerinin, Resûlüne müyesser kıldığı fetihlerin en büyüğü Mekke’nin fethidir. Çünkü Allah, onunla İslâm dînini yüceltip ağırladı. Resûl-i Ekrem’i onunla büyüttü ve düşmanlarına üstün kıldı.

Rivâyet olunur ki, Hudeybiye yılında Kureyş kavmi Resûlüllah Efendimiz ile sulh anlaşması yaptıkları zaman şöyle şart etmişlerdi ki: Arap kabilelerinden her kabile istedikleri tarafı seçmekte hür ve serbest olacaklar, isterlerse Resûlüllah Efendimiz Hazretleri ile dostluk üzere olacaklar. İsterlerse Kureyş ile dostluk üzere olacaklar. Bunun üzerine her kabile bir tarafı seçip Bekr kabilesi Kureyş’e tâbi oldu. Huzâa kavmi de Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin, şerefli taraflarına intisap etti. Cahiliyette Benî Bekr ile Huzâa arasında çok savaşlar ve çatışmalar olmuştu. Aralarında eski husumetleri devam ediyordu. İslâm zuhur ettikten sonra birbirinden bir müddet el çekmişlerdi.

Hudeybiye sulhu gerçekleştikten sonra bir gün yine Benî Bekr taifesinden Nevfel bin Muâviye dedikleri kâfir, kendi akrabasından birkaç kişi uydurup Huzâa kabilesinin Vetîr dedikleri sularının üzerine konmuşlardı . Geceleyin gidip onlardan bir kişiyi aldılar. Huzâa kavmi de bunu duyup uyandılar. Arkalarına düşüp harp ve kıtal ederek tâ Mekke haremine girdiler. Kureyş tâifesi Benî Bekr’e silâh verdiler. Bâzıları da geceleyin gizlice onların yanlarına düşüp beraberce cenk ettiler.

Velhasıl Kureyş’ten bu türlü habaset zuhur edip ahidlerini bozdukları kesinleşince Huzâa kabilesinden Amr bin Sâlim, kırk atlı ile kalkıp Medine’de Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli ayaklarına gelip olup bitenleri yüksek huzurlarına arz eyledi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden yardım istedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de sağlam, kuvvetli ve güzel vaadlerde bulunup Huzâa kabilesini her türlü yardımla destekleyeceğini kesin olarak bildirdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, asıl şerefli muradlarının ne olduğunu kimseye bildirmeden harb için gerekli mühimmatın tedârikine başladı. Öbür taraftan Kureyş tâifesi de işledikleri kabahatin musibetini çekmek ıstırabına düşerek başlarına gelecek felâketi önlemek için Ebû Süfyân’ı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gönderdiler.

Ebû Süfyân geldi, sulh anlaşmasını yenileyip sulh müddetini arttırmayı diledi. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri yüz vermeyip Ebû Süfyân tekrar çıkıp gitti.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Kureyş üzerine yürüyeceğini kimseye söylemiyordu. Ancak “Harb hazırlığını görün” diye sahâbe-i kirâma emretmişti. Müslümanların içinden Hâtıb adlı bir kimse mektup yazıp Kureyş kavmine haber gönderdi: “Resûlüllah ashâbına gazâya çıkmayı emretti. Sizden başka bir yere varacağını sezmiyorum. Gafil olmayasınız,” dedi.

Hak teâlâ hazretleri, bu halden resûlüne haber verip olanları bildirdi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ali, Zübeyr ve Mikdâd (Allah onlardan razı olsun) hazretlerine emredip:

— Gidin, Ravza-i Hâh denilen yerde Mekke’ye giden bir kadın bulacaksınız. Onda bir mektup vardır. O mektubu elinden alıp bana getirin, dedi.

Oradan üçü gittiler, zikrolunan yere vardıkları gibi kadını buldular:

— Getir mektubu! dediler.

Kadın:

— Ne mektubu? dedi.

Onlar da:

— Boş yere konuşma. Ya mektubu ver yahut elbiseni soy, görelim! dediler.

Kadın, kurtulmak imkânı olmadığını görünce mektubu saçinin içinden çıkarıp ellerine verdi. Aldılar, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Açtı, bakıp gördüler ki, Hâtıb, Mekke müşriklerine Peygamber Efendimiz hazretlerinin bazı hallerini yazmış. Sonra Hâtıb’ı getirdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya Hâtıb! Nedir bu mektup? dedi.

Hâtıb:

— Ya Resûlâllah! Acele etme, maksadımı anlatayım, dedi.

Ve şöyle anlattı:

— Ben Kureyş içine yabandan gelip karışmış bir kişi idim. Diğer muhacirler gibi değilim. Onlar gibi olamam. Çünkü Kureyş topluluğu beni kendilerinden saymazlar. Mekke şehrinde kalan çoluk çocuğumu akrabalık hasebiyle himâye edecek kimsem de yoktur. Lâzım geldi ki, ben de bir yolla onlara yaranayım. Tâ ki, aralarında olan yakınlarımı incitmesinler. Onun için böyle ettim. Yoksa hâşâ mürted olduğumdan ve İslâm’dan sonra küfre rıza verdiğimden etmedim, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:

— Gerçek söylüyor, diye onu tasdik buyurdu.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):

— Ya Resûlâllah! Bırak, şu münafığın boynunu vurayım! dedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya Ömer! Bu kişi Bedir gazâsında bulunmuş bir kimsedir. Ne bilirsin, belki Hak teâlâ hazretleri Bedir’de bulunanlara: “Dilediğinizi işleyin, ben sizi bağışladım,” demiştir, diye buyurdu.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:

“Yâ eyyühellezîne âmenû lâ tettehızû adüvvî ve adüvveküm evliyâe. Tulkune ileyhim bil-meveddeti... — Ey mü’minler! Benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyiniz. Siz onlara sevgi göstererek durumunuza dair haber verirseniz, onlar da size Hak tarafından geleni inkâr edip örterler...” (Mümtehine sûresi: 60/1) âyet-i kerimesini indirdi.

Fethü’l'Bârî sahibi buyurmuştur ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hâtıb’ın sözünü tasdik buyurduktan sonra Hazret-i Ömer’in:

— Bırak, ya Resûlâllah! Şu münafığın boynunu vurayım, demesinin sebebi şu idi:

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), İslâmlığı kuvvetli bir kimse idi. Münafıkları hiç sevmezdi. Hâtıb’m, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli emrine aykırı hareket ettiği için ölümü hak etmiş olduğunu sandı. Ancak böyle olduğuna tam inancı da yoktu. Onun için Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinden izin istedi. Ona münafık demesinin sebebi de görünür haline aykırı bir iş yaptığı içindi. Halbuki gerçekte Hâtıb’m da o işi işlemekten muradı kendi anlattığı mâna idi. Bu düşüncelerle olunca zarar gelmez diye te’vil etmişti. Yoksa Hâtıb’m kendisinde bir îtikad bozukluğu yoktu.”

Bâzı gazâ kitapları müelliflerinin yazdıklarına göre Yahya bin Selâm’m tefsirinde yazılı olan Hâtıb’m mektubunun sureti sadece şu idi:

“Ey Kureyş topluluğu! Gerçekten Resûlüllah hazretlerinin sizin üzerinize askerle sel gibi yürüyerek gelmesi kesinleşti. Vallahi eğer yalnız gelse de Allah ona yardım edip vaadini yerine getirir. Buna göre kendi başınızın çaresine bakın.”

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri etrafta olan Arap kabilelerine emirler gönderdi. Eşlem, Gıfâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca’ ve Süleym kabileleri yüce buyruk gereğince Medine-i münevvere’ye gelip nübüvvet avlusunun önünde itâat ve inkıyâd kemerini bağladılar. Ondan sonra İbn-i Ümmü Mektum hazretlerini Medine’nin muhafazasına koyup kendileri yola çıkış ihramına bürünerek Mekke-i muazzama yönüne mübarek yüzlerini çevirdiler. Bir rivâyette İslâm askerinin sayısı tam on bin idi. Bir kavilde ise on iki bin idi. Ama bâzı âlimler bu iki rivâyeti birleştirip “Medine-i münevvere’den çıkıldığı zamanda on bin idi. İki bin de yolda yetişip hepsi on iki bin olmuştur” diye buyurdular.

Rivâyetlerin en doğrusu üzre mübarek Ramazan ayinin ikisinde yola çıkmışlardır. İmâm-ı Buhârî’nin nakline göre Resûlüllah Efendimiz hazretleri Küdeyd diye tanınan suyun bulunduğu menzile geldikleri gibi Ramazan-ı şerifi iftar etmeğe, oruçlarını bozmağa başladılar. Ashâb-ı kirâm da iftar ettiler. Ta ay çıkıncaya kadar iftardan hâlî olmadılar.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Medine’den çıkışından önce Abbâs da çoluk çocuğu ile Mekke’den çıkıp Müslüman olarak Medine-i münevvere’ye yönelmişti. Abbâs, Cuhfe denilen menzilde Fahr-i Âlem Efendimiz’e kavuştu. O zamana gelinceye kadar Mekke-i mükerreme’de sikayet-i Zemzem (hacılara Zemzem suyunun dağıtılması vazifesi) ile meşgul idi. Peygamber Efendimiz hazretleri ondan hoşnut idi. Diğer Kureyşler gibi o Hazret’e karşı düşmanlık tarafında değildi.

Müslüman olup yolda gelenlerin biri de Ebû Süfyân bin Hâris’dir ki, Abdülmuttalib’in oğlunun oğludur. Peygamber Efendimiz hazretlerinin amcası oğlu ve süt kardeşidir. Halime hatunu beraber emmişlerdi. Önceleri Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile çok ülfet ederdi. Fakat kendilerine nübüvvet geldikten sonra düşmanlık edip kendilerini hicveyledi. Velhasıl Ebvâ denlien menzilde oğlu Ca’fer ile gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine kavuştu. Mekke’ye varılmadan İslâm’a geldiler.

Bir rivâyette şöyledir: Zikrolunan Ebû Süfyân ile Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin halası oğlu Abdullah bin Ümeyye Mekke yolunda Sükyâ ve Uruç denilen iki menzilin arasında Resûlüllah Efendimiz hazretlerine karşı geldiler. Resûlüllah Efendimiz onların yüzlerine bakmayıp kendilerinden uzak durdu. Zira cahiliyet zamanlarında onlar Peygamber Efendimize çok eza etmişlerdi, gönlünü çok kırmışlardı. Düşmanları ile bir olarak Kâinatın Efendisini hicv etmişlerdi.

Daha sonra mü’minlerin anası Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ):

— Ya Resûlâllah! Amcanın oğlu ve halanın oğlu sana bütün insanlardan daha fazla şaki olmasınlar, dedi.

Yâni: “Senin şerefli şânın, günahına tevbe eden her mücrimin hatâsını bağışlamak iken kendi hısımların olan kimselere iltifatını esirgemek suretiyle ellerden daha şaki kılmağı reva görme,” demektir.

Diğer taraftan Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın) hazretleri Ebû Süfyân’a akıl verip:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzünün karşısına gel ve Yûsuf aleyhisselâm’m kardeşlerinin Yûsuf Aleyhisselâm’a dedikleri gibi:

“Tallahi lekad âserek’allahü aleynâ ve in künnâ lehâtıîne — Vallahi Allah seni bizim üzerimize üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik,” (Yûsuf sûresi: 91) diye söyle, dedi.

Ebû Süfyân Hazret-i Ali’nin (Allah ondan razı olsun) buyurduğu üzere söylediği gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Yûsuf aleyhisselâm’ın kardeşlerine dediği üzere:

“Lâ tesrîbe aleykümü’l-yevme. Yağfirullahü leküm ve hüve erhamü’r-râhimîne — Bugün sizin için kınama yoktur. Allah sizi bağışlar. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir,” (Yûsuf sûresi: 12/92) diye buyurdu.

Rivâyet edilir ki, mezkûr Ebû Süfyân bin Hâris îmana geldikten sonra utancından Resûlüllah Efendimiz hazretlerine başını kaldırıp bakamadı.

Ondan sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Kudeyd diye tanınan menzile geldiği gibi sancaklar ve bayraklar bağlayıp Arap kabilelerinden İslâm askerlerine verdi. Oradan kalkıp yatsı zamanında Merrü’z-Zahrân denilen menzile yetiştiler. Sahâbe-i kirâm’a orada on bin yerde ateş yakmalarını emretti.

Ebû Süfyân’ın Teslim Olması:

Kureyş kavmi o Hazret’in yola çıktığını henüz işitmişlerdi. Kendilerinin üstüne geleceğinden çok korku çekiyorlardı. Bir gün kendilerinin ulusu olan Ebû Süfyân bin Harb’i, Hakim bin Hizâm’ı ve Büdeyl bin Verka’yı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gönderdiler. Ebû Süfyân’a:

— Eğer Muhammed’e yolda rastlarsan bizim için ondan âmân al, dediler.

Zikredilen bu üç kişi, Mekke şehrinden yola çıkıp Merrü’z-Zahrân’a geldikleri zaman uzaktan ateşleri gördüler. Ebû Süfyân:

— Bu ateşler nedir? Sanki arefe ateşlerine benziyor, dedi.

Büdeyl bin Verka:

— Benî Amr kabilesinin ateşleri olsa gerek, dedi.

Ebû Süfyân:

— Benî Amr kabilesi bundan azdır, dedi.

Bu sırada Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin devriyelerinden bir kişi bunları gördü, kendilerine yetişip esir aldı; Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. Ebû Süfyân bin Harb’in İslâm’a gelmesi orada oldu*.

Sonra Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Merrü’z-Zahrân’dan göçtüğü zaman amcası Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerine askerin geçtiği yolun bir kenarında Ebû Süfyân’ı durdurup İslâm ordusunu seyrettirmesini emretti. Abbâs da Peygamber Efendimizin yüce emirleri gereğince Ebû Süfyân’la bir yerde durup seyrettirdi. Gazâ askerleri ve İslâm mücahidleri durmadan bölük bölük geçip gidiyorlardı. O sırada bir topluluk geçiyordu. Ebû Süfyân:

— Bunlar, hangi taifedir? diye sordu.

O da:

— Bunlar Gıfâr kabilesidir, dedi.

Ebû Süfyân:

— Benimle Gıfâr kabilesi arasında ne iş olabilir? dedi.

Ondan sonra Cüheyne kabilesi geçti. Ebû Süfyân onları da sordu. Hazret-i Abbâs onları da tanıttı ve aralarında aynı konuşmalar geçti. Ondan sonra büyük bir bölük daha geçti. Ebû Süfyân:

— Bunlar kimlerdir? dedi.

Hazret-i Abbâs:

Burada “İslâm’a gelmekten, maksat, “Müslümanlara teslim oldu, savaşmayı bıraktı,” demektir. Yoksa “İslâm dininin ilkelerini candan kabul ederek Müslüman oldu" demek değildir. Ancak Ebû Süfyân’ın bu şartlar içinde bile teslim olması pek kolay olmamıştır. Önce onu Hazret-i Ömer’in kılıcından Hazret-i Abbâsın şefaati kurtarmıştır.

—Bunlar ensar topluluğudur, dedi.

Ensar’m üzerine Sa’d bin Ubâde (radıyallahü anh) hazretleri kumandan tayin olunup eline bayrak verilmişti. Sa’d, Ebû Süfyân’ı görünce:

— Ya Ebâ Süfyân! El-yevme yevmül-melhame ve’l-yevme testehillü’l-Kâ’be!

(Ey Ebû Süfyân! Bugün büyük savaş günüdür ve Kabe’de savaşmanın helâl olduğu gündür!) dedi.

Sa’d’m maksadı, Ebû Süfyân’a: “Senin kavmini bütün kılıçtan geçireceğiz” demekti.

Bunun üzerine Ebû Süfyân, dehşete kapılıp:

— Ya Abbâs! Ne güzel helâk olacak gündür! dedi.

Hitâbî der ki: “Ebû Süfyân’ın bu sözden muradı Kureyş kavmini himaye etmek için kudret temenni etmektir. Yâni: ‘Ne olaydı, kadir olaydım da kavmimin yolunda ölünceye kadar çalışaydım, onların üzerinden bu belâyı kaldıraydım,’ demek istemişti.”

İbn-i İshak bâzı ilim ehlinden şöyle rivâyet etmiştir:

Sa’d bin Ubâde (radıyallahü anh) hazretlerinin zikrolunan sözünü muhacirlerden bir kişi işitti ve Peygamber Efendimize gidip:

— Ya Resûlâllah! Sa’d’m şöyle söylediğini işittim. Korkarım ki, hemen Kureyş kavminin üzerine yürüyüşe geçip onları kılıçtan geçirir, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli muradı, Kureyş kavmini kırmak değildi. Belki şerefli Mekke’yi fethedip, onları İslâm’a getirmekti. Hemen Ali bin Ebî Tâlib (Allah varlığını mükerrem kılsın) hazretlerine emredip:

— Ya Ali! Yetiş, alay bayrağını Sa’d’m elinden al ve bayrakla Mekke’ye sen gir! dedi.

Emevî, El'Mağâzî adlı kitabında rivâyet etmiştir ki:

Ebû Süfyân, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanına gelip:

— Ya Muhammed! Kavminin katledilmesini sen mi emrettin? dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Yok, diye buyurdu.

Ebû Süfyân:

— O halde Sa’d bin Ubâde şu türlü söz söyledi, diye şikâyet etti ve Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Kureyş’i kırmaması için and verdi. Peygamber Efendimiz hazretleri de:

— Ya Ebâ Süfyân! Bugün rahmet günüdür. Bugün Hak teâlâ hazretlerinin Kureyş’i aziz edeceği gündür, dedi.

Kureyş’in aziz olması, Mekke’nin fethi sebebiyle ona İslâm’ın nasib kılinınasıdır.

Ondan sonra Peygamber Efendimizin emri üzerine bayrağı Sa’d’dan alıp oğlu Kays’a verdiler. Sa’d hazretlerinin elinden almalarının sebebi öfkeye kapılıp Kureyş’i kırmaması içindi.

Bir rivâyette de Sa’d hazretleri o sözü söylediği zaman Kureyş kavminden bir kadm Resûlüllah Efendimizin karşısına çıktı, bâzı Arapça beyitler okuyarak Sa’d’m sözünü arzedip afvetmeleri için yalvardı, yakardı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, bayrağın Sa’d’m elinden alınıp oğlu Kays’a verilmesini emretti. Bir rivâyette ise bayrak Sa’d’m elinden alınıp Zübeyr bin Avvâm hazretlerine verildi, denilmiştir.

Velhasıl bayrağın Sa’d’ın elinden alınıp başka bir kimseye verilmesi hususunda üç rivâyet gelmiştir. Zikredilen işaretlerin hepsi toplanarak: “Bayrağı alma işinin önce Hazret-i Ali’ye, ondan sonra Sa’d hazretlerinin hâtırma bulanıklık gelmesi ihtimaliyle Ali men olunup Sa’d’m oğluna emredilmiş olması, daha sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli rızasına aykırı bir vaziyet olması ihtimaliyle Sa’d’m oğlundan da alınınasını isteyip ondan da alınarak Zübeyr hazretlerine verilmesi mümkündür,” demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde geldiğine göre Resûlüllah Efendimiz o gün kendi sancağinin Hacûn’a dikilmesini emretti. Hacûn Mekke’de bir dağın adıdır.

Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, o gün Fahr-i Âlem Efendimiz Üsâme bin Zeyd’i devesinin ardına bindirip Mekke şehrinin yukarı tarafından geldi. Hazret-i Âişe-i Sıddıka (radıyallahü anhâ) da Mekke’nin yukarı tarafında Kedâ’ dedikleri yerden Mekke’ye girdi.

Mûsâ bin Ukbe (Allah ona rahmet etsin) Mekke’ye giriş ahvâlini şöyle anlatmıştır:

O gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Zübeyr bin Avvâm hazretlerini muhacirler alayı üzerine reis tayin edip:

— Mekke’nin yukarı tarafından Kedâ’ dedikleri yerden şehre girip sancağı Hacûn’a dikin. Tâ biz gelinceye kadar yerinizden hareket etmeyin, diye emretmişti.

Hâlid bin Velîd’i de Kuzâa, Süleym ve diğer kabilelerle gönderip:

— Mekke’nin aşağı tarafından gelip sancağı tâ şehrin evlerine yakın yerde dikin, diye emretmişti.

Sa’d bin Ubâde hazretlerini Resûlüllah Efendimiz kendi askerinin öncüsü olan ensar kavmi ile gönderdi. Onlara da:

— Kureyş kavmi size el uzatmadıkça siz de onlara kılıç çekmeyiniz, diye emretti.

Hâlid (radıyallahü anh) kendi alayı ile emrolunan yerden şehre girince karşısında büyük bir topluluk gördü. Benî Bekr, Benî Hâris bin Abdimenaf ve Hüzeyl kabilesinden bir miktar kimse ile Kureyş’e yardım için gelen kimselerden de bir nice halk toplamışlardı. Hemen Hâlid’e karşı gelip cenge başladılar. Hâlid onlara galip geldi. Kâfirler kırılıp sindiler. Benî Bekr taifesinden yirmi kadar kimse düştü. Hüzeyl’den de üç kişi öldürüldü. Hattâ Hâlid de, askerleri kâfirleri kıra kıra Mescid-i Haram yakinina geldi. Nihayet kâfirlerin kimi evlerine, kimi de dağların başlarına kaçıp gittiler.

Ebû Süfyân Mekke halkına hitap edip:

— Her kim kapısını kapayıp cenkten el çekerse ona âmân vardır, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, uzaktan kılıçları görünce:

— Bunun aslı nedir? Halbuki ben Hâlid’e cenk etme diye tenbih etmiştim, buyurdu.

Sahâbe-i kirâm:

— Ya Resûlâllah! Öyle sanırız ki, müşrikler Hâlid’in üstüne gelip cenk ettiler. İlk önce cenge onlar başladılar. Hâlid’in de onlara karşılık vermesi gerekli oldu, dediler.

Sonra Hâlid geldiğinde Peygamber Efendimiz:

— Yâ Hâlid! Niçin cenk ettin. Halbuki ben sana bunu yasaklamıştım! diye buyurdu.

Hâlid:

— Ya Resûlâllah! Ben elimden geldiği kadar cenkten uzak durdum. Fakat mümkün olmadı. Onlar durmadılar, cenge giriştiler. Sonunda bana da cenge girişmek gerekli oldu, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Kazâullahu hayru (Allah’ın tecelli eden hükmünde hayır vardır), diye buyurdu.

Bu sözden şerefli maksatları: “Kıtal ettirmek niyetinde değildik.. Ama Hak teâlâ hazretlerinin takdirinde varmış. Hak teâlâ hazretlerinin kazâ ettiği ise hayırdır,” demektir.

* * *

İbn-i İshak’ın rivâyetinde ise şöyledir:

Peygamber Efendimiz hazretleri Merrü’z-Zahrân’a konduğu zaman Mekke halkı için Abbâsın kalbine rikkat geldi. “Mekke kavminden bir kimse bulsam da Resûlüllah Efendimizin geldiğini haber versem, onlar da gelip âmân dileseler” diye geceleyin Resûlüllah Efendimizin ak katırlarına binip yola çıktı. Yolda Ebû Süfyânın, Hakîm bin Hızâm’m ve Büdeyl bin Verka’nın seslerini işitti. Onlara doğru gidip ses verdi. Karşılaşıp konuştular. Sonra Hazret-i Abbâs Ebû Süfyân’ı katırinin ardına aldı. Öbürleri dönüp Mekke’ye haber götürdüler.

Daha sonra Abbâs Ebû Süfyân’ı Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzuruna getirdi. Orada Ebû Süfyân îmana geldi. Bu hususta zikrolunan iki rivâyetin arasını birleştirmek için bâzıları: “Belki Ebû Süfyân’ı önce devriyeler yakalamış, Hazret-i Abbâs da onlardan alıp katırın ardına bindirerek Resûlüllah Efendimiz’e getirmiştir,” dediler.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Abbâs (radıyallahü anh) Ebû Süfyân’ı getirirken Ömer (radıyallahü anh) gördü ve hemen Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzurlarına girdi:

— Ya Resûlâllah! Ebû Süfyânın boynunu vurmak için bana izin buyur, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

—Gerçekten ben ona âmân verdim, diye buyurdu.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz Abbâs’a emretti:

— Onu al, git, bu gece kendi yatağında yatır ve yarın sabah yine bana getir, dedi.

Abbâs da o gece alıp götürdü. Sabah olunca Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli huzuruna getirdi. Resûlüllah Efendimiz onu görünce:

— Ya Ebâ Süfyân! Daha “Allah’dan başka ilâh olmadığını” anlamanın vakti olmadı mı? diye buyurdu.

Yâni: “Allah’ın birliğine îman getirip Lâ ilâhe illâllah demez misin?” demek istedi.

Ebû Süfyân da:

— Ya Muhammedi Anam babam sana fedâ olsun. Ne güzel halim ve kerîm bir insansın, dedi.

Resûlüllah Efendimiz yine:

— Ya Ebâ Süfyân! Benim Allah’ın Resûlü olduğumu bilmenin daha zamanı gelmedi mi? diye buyurdu.

Ebû Süfyân yine aynı şeyi söyleyip:

— Bu söylediğin sözlerden kalbimde bir şeyler vardır, dedi.

Yâni: “İmana gelmek düşüncesinden uzak değilim,” demek istedi.

Resûlüllah Efendimiz bu türlü sözlerle ona yumuşaklık gösteriyordu. Ancak onun dili henüz'şehadet kelimesini söylemeğe varmıyordu. Hazret-i Abbâs dedi ki:

— Ya Ebâ Süfyân! Bu türlü sözleri bırak. Boynun vurulmadan önce şehadet kelimesini getir, Müslüman ol.

Bunun üzerine Ebû Süfyân orada kılıç korkusundan Müslüman oldu. Cahiliyet zamanında müşrikler Peygamber Efendimiz hazretlerinin üzerine gelip türlü türlü fitne ve fesatlar ettikleri müddetçe Uhud çenginde olsun, Hendek muhasarasında ve diğer yerlerde olsun hepsinde onların öncüsü ve başkanları hep Ebû Süfyân idi. Lât ve Uzza yoluna çok hizmeti geçmiştir! Muâviye’nin babası ve Yezid’in dedesidir. İmana gelmesi de sonunda bu şekilde olmuştur. Ama şerefli şeriat bakımından Müslüman olup sahâbe-i kirâm sayısına dahil olmuştur. Umulur ki, Allah’ın fazlı ve Efendimiz hazretlerinin sohbet bereketiyle kemâl rütbesine yükselmesi müyesser olmuş olsun. Hususiyle: “Cahiliyette sizin hayırlınız, İslâmiyette de sizin hayırlmızdır” hadîs-i şerifi gereğince mü’minlerin hayırlılarından ve büyüklerinden olduğuna iştibah yoktur.

Ondan sonra Abbâs:

— Ya Resûlâllah! Ebû Süfyân, böbürlenmeyi ve övünmeyi seven bir kişidir. Buna bir ihsanda bulun da yine kavmi arasında senin güzel iltifatınla övünsün, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri “Peki” diyerek münadilerine emretti, onlar da ilân ettiler:

— On dört kişiden başka kâfirlerden her kim Mescid-i Haram’a girerse o emindir! Her kim Ebû Süfyânın evine girerse o emindir! Her kim kendi evine girip kapısını kapatırsa o emindir! diye çağırdılar.

Hâsılı Mescid-i şerifle Ebû Süfyânın evine girenlere ve kendi evine girip kapılarını kapatanlara âmân verilip yine Ebû Süfyân’ı bu kadar da olsa ağırladılar.

Kendilerine âmân verilmeyen o on dört kişinin öldürülmesi emrolunmuştu. Onların da bir kısmı îmana gelip kurtuldular. Bir kısmı da öldürüldüler.

Bunlara şu sebeble âmân verilmemişti: Cahiliyet zamanlarında pek çok edepsizlik etmişlerdi. Bunun için onlara âmân verilmeyip “Ya İslâm ya kılıç” buyrulmuştu.

Bunlardan biri Abdullah bin Sa’d bin Ebî Serh’dir ki, Islama gelmiştir.

Yine bunlardan İbn-i Hatal öldürülmüştür.

Bunlardan ikisi de HataFın iki cariyesidir. Bu cariyelerden birinin adı Fırtuna, diğerinin adı Karîbe idi. Biri öldürüldü, diğeri de İslâm’a geldi. İslâm’a gelenin hangisi olduğunda ihtilâf etmişlerdir.

Yine bunlardan biri de Sâre’dir ki, Benî Muttalib’in cariyelerindendi. İslâm’a gelip kurtuldu.

Biri de Erneb adlı bir kadındı.

Birisi de Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. İkrime Müslüman olup kurtuldu.

Bir diğeri Hâris bin Nukayd idi. Hazret-i Ali onu öldürdü.

Bir başkası Makis bin Sabâbe idi. Bunu Nümeyle öldürdü.

Biri de Hebbâr bin Esved idi. İslâm’a gelip kurtuldu.

Birisi de Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşi bin Harb idi. Bu da Müslüman oldu .

İmâm-ı Ahmed, Müslim ve Nesâî’nin (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke’ye yöneldi ve iki koldan birisine Hâlid bin Velîd’i, diğerine Zübeyr’i gönderdi. Silâhsız olan tâifenin üstüne Ebû Ubeyde’yi gönderdi. Ondan sonra bana:

— Ya Ebâ Hüreyre! Ensar kavmini bana çağır! dedi.

Ben de çağırdım. Geldiler, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin etrafına toplandılar. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz;

— Kureyş kavminin o başinin hâlini görüyor musunuz? dedi.

Yâni: “Halkinin şu karışık hâlini görüyor musunuz?” demek istedi. Ondan sonra mübarek ellerinden birini diğerinin üstüne koyarak:

— Ta Safâ yanında bana gelinceye kadar onları ekin biçer gibi biçin! diye buyurdu.”

Safâ, Mekke-i Mükerreme’de bir yerdir. Velhasıl yine gelip Safâ yanında kendileriyle birleşinceye kadar ensar’a Kureyş’i kırmak için izin verdi.

Ebû Hüreyre der ki: “Oradan yürüdük. Her kimi öldürmek istedikse öldürdük. Ondan sonra Ebû Süfyân geldi:

— Kureyş’in kanlan mübah kılındı. Bundan sonra Kureyş yoktur! dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Her kim kapısını kapayıp evinde oturur, cenk etmezse ona âmân verdim, diye buyurdu.

Fethü’l'Bâri sahibi der ki: “Mekke’nin kahren (zorla) fethedildiğini söyleyenler bu kıssaya dayanmışlardır.”

İmâm-ı Azam hazretlerinin ve diğer âlimlerin çoğunun görüşleri şudur: Mekke anveten (cebren) feth olunmuştur. Yâni müşriklerin elinden çarpışarak ve zorla alinmıştır.

İmâm-ı Şâfiî’den ve İmâm-ı Ahmed’den sulh yoluyla fetholunmuştur diye rivâyet edilmiştir. Bunların dayandığı delil şudur: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke halkına âmân verdi. Ve evlerini kendilerine izafe edip “Her kim kapısını kaparsa ona âmân verdim” dedi. Evler taksim olunınadan İslâm askeri onların evlerine mâlik olmadılar. Eğer mâlik olsalardı Mekke halkını evlerinden çıkarınak caiz olurdu, dediler.

Mekke kahren fetholundu diyenler de kabûl ederler ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri kıtâle açıkça emir vermedi. Hâlid’den kıtal vâki olduğunda Peygamber Efendimiz hazretleri açıkça belirtmiştir ki, gündüzden bir saat Mekke’de kıtal kendisine helâl kılındı. Kıtal etmek hususunda kendine uyulmasını yasakladı. Yâni: “Mekke’nin fethi sebebiyle bir günden bir saatte kıtalin helâl olması bana mahsustur. Olmaya ki, bundan sonra ‘Harem’de Resûlüllah Efendimiz kıtal etmiştir’ diyesiniz de kıtal edesiniz,” diye buyurmuştur, dediler.

Yukarıda evlerin taksim olunınamasını sulha delil tutınalarına bunlar cevap verip dediler ki: Bazen olur ki, bir memleket kahırla feth olunur, ondan sonra yine halkını orada bırakırlar, evlerinden çıkarınazlar. Evlerinin ellerinden alınınaması sulha delil olmaz.

Şâfiî âlimleri sulh hususunda bâzı zayıf kaviller daha yazmışlardır. Ama itimad edilmesi kabil olan sözleri yoktur, işin hakikati şudur ki, Mekke kahren alinmıştır. Kahren alınınakla sulhen alinınanın bir sonucu da şeriat bakımından her birinin ayrı ayrı hükümleri olmasıdır, ihtilâfın faydası orada görülür.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, kendi silâhlı askeri ile bir yanında Ebû Bekir Sıddık ve bir yanında Esad bin Hudayr olduğu halde yürüyordu. Bu halde Mekke şehrine girdi.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu şevketini Ebû Süfyân gördü ve Abbâs’a:

— Ya Eba’l-Fazl! Kardeşin oğlunun saltanatı ne büyük bir saltanat oldu! dedi.

Abbâs (radıyallahü anh):

— Ya Ebâ Süfyân! Niçin böyle söylüyorsun? Bu saltanat değildir, nübüvvettir, dedi.

Ebû Süfyân da:

— Ha, evet! dedi.

Nakledilir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerinin kendisine Mekke-i muazzamanın fethini müyesser kıldığına şükren, Hak teâlâ hazretlerinin azametine huzûan ve tevâzuan (alçak gönüllülük göstererek) mübarek başını o kadar aşağı eğmişti ki, ta devenin rahlesine (semerine) değmeli olmuştu. Rahl dedikleri sadece adam binmesi için deveye vurulan küçük semerdir. Hâsılı devenin eğeridir. Hevdec (mahfe) denilen büyüğü değildir.

Sahih-i Buhârî’de Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Mekke’ye girdiği zaman mübarek başına miğfer giyinişti. Miğfer dedikleri bir nevi tolgadır. Ancak Câbir bin Abdullah’ın rivâyeti üzre mübarek başına kara bir bez sarmmıştı, denilmiştir. Bâzı âlimler buyurmuştur ki: “Önce kara bez sarınmış olması, ondan sonra savaş olması ihtimali ile miğfer giymiş olması mümkündür.” Bâzıları da: “Miğferin üstüne bir miktar kara bez sarınmış olması mümkündür,” dediler.

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetinde Üsâme bin Zeyd (radıyallahü anh):

— Ya Resûlâllah! Yarın inşâallah Mekke şehrinde nereye konacaksınız? dedi.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Akîl bize konacak yer bıraktı mı? diye buyurdu.

Akil, Ebû Tâlib’in bir oğludur ki, Ebû Tâlib vefat ettiği zaman küfür üzere idi. Babasının mirasını o ve onun küçük kardeşi almışlardı. Diğer kardeşleri Hazret-i Ali ve Ca’fer Müslüman idiler; Ebû Tâlib’den miras almamışlardı.

Bir rivâyette Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— İnşâallah fetih müyesser olunca menzilimiz şu yerdir ki, orada Kureyş küfür üzere iken andlar içmişti, diye buyurdu.

Şerefli muradları Mahsab denilen yerdi. Bunun aslı şudur: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin zuhurunun başında Kureyş bir yere toplanıp şöyle yeminler etmişlerdi: Benî Hâşim ve Benî Muttalib topluluğu Resûlüllah Efendimiz hazretlerini kendilerine teslim edinceye kadar ne onlardan kız alıp onlara kız verecekler, ne de onlardan bir şey satın alıp onlara bir şey satacaklar!..

İşte Resûlüllah Efendimiz hazretleri, fetih müyesser olunca ta o zaman kâfirlerin toplanıp and içtikleri yerde konaklamayı murad edindiler.

Bir rivâyette gelmiştir ki: Fetih günü Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ümmü Hânî’nin evinde gusletti. Ondan sonra sekiz rek’at kuşluk namaz kıldı. Ümmü Hânî (radıyallahü anh):

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ondan daha yavaş namaz, kıldığını görmedim. O kadar ki, rükû ve secdeleri tam ederdi, diye buyurmuştur.

Fetih gününün ertesi olduğu zaman Resûlüllah Efendimiz kalkıp halka hutbe okudu. Hak teâlâ hazretlerine hamd ve senâdan sonra:

— Ey Âdem oğulları! Hiç şüphesiz ki, Hak teâlâ hazretleri gökleri ve yerleri yarattığı gün Mekke’yi harâm (kutsal) kılmıştır. O halde Mekke, Hak teâlâ’nın hürmeti (kutsallığı) ile ta kıyâmet gününe dek harâmdır, Allah’a ve âhiret gününe îman getiren kimseye Mekke’de kan dökmek ve ağaç kesmek helâl olmaz. Eğer bir kimse “Resûlüllah hazretleri burada savaşmıştır” diye kendine izin çıkarınak isterse siz ona deyin ki: “Hak teâlâ hazretleri, resûlüne izin vermişti, fakat size izin vermedi.” Bana da bir gün içinde sadece bir saat helâl kılınmıştı. Bugün tekrar hürmeti avdet eyledi. Eski hürmeti gibi. Öyleyse burada bulunanlar bulunınayanlara haber versinler ki, hal böyledir, diye buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Fetih günü helâl kılınan saatten murad sabahtan ikindiye kadardı, demişlerdir.

Ondan sonra Resûlüllâh Efendimiz hazretleri, Kureyş’e hitap edip:

— Ey Kureyş topluluğu! Ben sizin hakkınızda ne edeceğim? Nasıl düşünüyorsunuz? dedi.

Onlar da:

— Hayırlı hareket edeceğini umuyoruz. Çünkü sen kerîm (cömert, bağışlayıcı) bir kardeşsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun, dediler.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— O halde yürüyün, gidin. Siz âzâd olunmuşlarsınız. Kimse sizi esîr etmez. Kendi âleminizde olun, diye buyurdu.

Rivâyet olunur ki, Hak teâlâ hazretleri Mekke’nin fethini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ihsan buyurduğu zaman ensar topluluğu: “Artık Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine’yi terk edip kendi şehrinde oturur,” diye düşünceye kapıldılar. Bu mânada aralarında konuşmaya başladılar.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Safâ üzerinde mübarek ellerini kaldırmış dua ediyordu. Duasını tamamladıktan sonra ensâra:

— Ne konuşuyorsunuz? diye sordu.

— Bir şey yok, ya Resûlâllah! dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri söylemeleri için ısrar edince nihayet ne düşündüklerini ve ne konuştuklarını açıklayıp:

— Ya Resûlâllah! Konuştuğumuz bu idi, dediler.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz:

— Allah’a sığınırım, size terk etmekten. Hayatım sizin hayatınızla ve ölümüm sizin ölümünüzledir, diye buyurdu.

Neticesi: “Asla sizi terk etmem” demek olur. Resûlüllah Efendimizin bu mânadan Allah’a sığınırım demesinin sebebi şu idi ki: Zuhurunun başlangıcında onları terk etmemek hususunda ensar topluluğu ile muahede yapmıştı.

Naklederler ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Kâbe-i muazzamayı tavâf ederken Fudâle bin Umeyr bin Melûh adlı bir kişi birden o şerefli varlığa bir ziyan getirmeye kasdetti. İçinden bunları tasarlayarak Resûlüllah Efendimizin yakinina geldi. Bu sırada Resûlüllah Efendimiz ona ismiyle hitap ederek:

— Fudâle, sen misin? dedi.

O da:

— Evet, ya Resûlâllah! dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Gönlünden ne geçiriyorsun? diye sordu.

Fudâle:

— Bir şey yok, ya Resûlâllah! Allahü teâlâ’yı zikrediyorum, dedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri güldü, ondan sonra:

— Ya Fudâle! İstiğfar eyle! dedi ve mübarek elini Fudâle’nin göğsünün üstüne koydu.

Bunun üzerine hemen Fudâle’nin kalbi sükûn buldu. Sonradan bâzı zamanlar Fudâle bu hâdiseyi anlatırken yemin ederek:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri henüz mübarek elini göğsümden kaldırmadan kalbime öyle bir muhabbet düştü ki, Hak teâlâ hazretlerinin yarattığı şeyler içinde bana Resûlüllah’dan daha sevgili bir nesne kalmadı, derdi.

Ondan sonra bir cuma günü ki, mübarek Ramazan-ı şerifin on günü kalmıştıKâinatm Sevinci ve Alemlerin Övüncü Efendimiz hazretleri Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordu. O vakitler Kâbe’nin etrafına üç yüz altmış put dikilmişti. Her putun karşısına geldikçe mübarek elinde olan ağaç dalı ile işaret edip:

— “Câe’l-hakku ve zehaka’l-bâtılü — Hak geldi ve bâtıl gitti,” (îsrâ sûresi: 17/81) dediği gibi o put yüzünün üstüne yıkılıyordu.

Halbuki o putların her biri dikildiği yere kurşun ve bakır akıtılarak iyice berkitilmişti.

Zikrolunan şerefli sözün mânası, onda geçen hak ve bâtıldan neyin murad edildiği hususunda âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Katâde (radıyallahü anh) hazretlerinin kavline göre: “Kur’an geldi, şeytan gitti,” demektir. İbn-i Cüreyh’in (Allah ona rahmet etsin) kavline göre: “Cihad geldi, şirk gitti,” demektir. Mukatil’in (Allah ona rahmet etsin) kavline göre: “Allah’a ibadet geldi, şeytana ibadet gitti,” demektir.

İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin geldiği gün Kâbe’nin içinde putlar vardı. Fahr-i Âlem hazretleri içeri girmekten çekinip:

— İçeride olan putları hep dışarı çıkarın, diye emretti.

Şerefli emirleri gereğince putları dışarı çıkardılar. Bâtıl zanlarına göre Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in (Aleyhimesselâm) şekilleridir diye iki put yontmuşlardı. Ellerine de fal okları vermişlerdi. Daha önce beyan edildiği gibi fal okları şu çıplak oklardır ki, üzerine yazılar yazarlar ve kaidesi üzre yere bırakarak hangisi puttan yana dönerse ona göre amel ederlerdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunu görünce:

— Allah müşrikleri katletsin! Bu yaptıkları hak mıdır? Vallahi şüphesiz onlar bilirler ki, İbrahim ve İsmail asla fal oklarını kullanınamışlardır, buyurdu.

O zamanlar Kabe’nin anahtarı Osman bin Ebî Talha adlı bir kişinin tasarrufu altında idi.

İmâm-ı Müslim’in rivâyetinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Mekke’ye geldiğinde Kusvâ adlı devesine binip kendi bendesinin oğlu olan Üsâme bin Zeyd’i devenin ardına bindirmişti. Gelip tâ Kâbe-i mükerremenin önünde devesini çökertti. Zikrolunan Osman’dan Kâbe’nin anahtarını istedi. O da gitti, anasına vardı. Anası anahtarı vermemek istedi. Osman yemin edip:

— Ya anahtarı ver yahut sana kılıç çekerim! dedi.

Bunun üzerine karı anahtarı verdi. Osman alıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz anahtarı alıp Allah’ın Kâbe’sini açtı.

Muhammed bin Sa’d’m (Allah ona rahmet etsin) Tabakat’mda Osman bin Ebî Talha’dan rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

“Cahiliyet zamanında âdetimiz şu idi: Kabe’yi Pazartesi ve Perşembe günlerinde açardık. Bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri geldi, halk ile beraber Kâbe’ye girmek istedi. Ben kabalık edip mâkul olmayan sözler söyledim. Resûlüllah yumuşaklık gösterip:

— Ya Osman! Öyle sanırım ki, bir gün bu anahtarı sen benim elimde göreceksin. Öyle bir halde ki, oraya kimi istersem bırakırım, dedi.

Ben de:

— Senin dediğin gibi olduğu gün Kureyş tâifesi helâk ve zelîl olmuşlar demektir, dedim.

O da:

— Belki o zaman mâmur ve aziz olurlar, dedi.

Ondan sonra Kâbe’ye girdi. Fakat o söylediği söz benim gönlümde yer etti. Gönlüme öyle geldi ki, az zamanda iş tâ dediği gibi olacak. Daha sonra Mekke fetholunduğu gün benden anahtarı istedi, ben de getirdim. Elimden aldı, yine bana verdi ve:

— Al bu anahtarı. Bundan sonra senin elinde ebediyyen kalsın. Senin elinden bunu kimse almaz, ancak zâlim alır. Ya Osman! Gerçekten Hak teâlâ hazretleri sizi kendi evine emîn eyledi. Bu evden size meşru şekilde hâsıl olan her nesneyi alın, yiyin, diye buyurdu.

Ondan sonra ben dönüp gittim. Arkamdan beni yine çağırdı. Vardığım gibi:

— Elem yekûnillezî külte leke? — Sana söylediğim gibi olmadı mı? diye buyurdu.

Peygamber Efendimiz böyle buyurduğu zaman hemen o hicretten evvel söylediği söz hâtırıma geldi. O gün: “Bu anahtarı bir gün sen benim elimde göreceksin,” demişti.

Ben de:

— Evet, ya Resûlâllah! Öyle oldu. Şehadet ederim ki, sen Allah’ın resûlüsün, dedim.”

Bâzı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz anahtarı Osman’dan istediği zaman Osman anahtarı vermek için elini uzattığı gibi Abbâs:

— Ya Resûlâllah! Kâbe’nin anahtarını şikayet ile beraber eyle, dedi.

Yâni: “Hem Zemzem kuyusunun tasarrufunu ve hem Kâbe kapısinin tasarrufunu bana ver” dedi. Zemzem’in şikayeti kendisine teslim edilmişti. Anahtarı da istedi. Osman bu sözü işitince elini çekti, vermedi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ya Osman! Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman getirdinse anahtarı ver, dedi.

Osman da:

— Öyleyse emanet olarak al, deyip anahtarı sunuverdi.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri:

“înnallahe ye’müruküm en tiieddû’l-emânâti ilâ ehlihâ — Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder,” (Nisâ sûresi: 4/58) âyet-i kerîmesini indirdi.

Orada Resûlüllah Efendimiz hazretleri anahtarı Osman’a teslim edip kıyamete dek onun soyuna ve evlâdına vakfedilmiş kıldı. Osman vefat edince anahtar kardeşi olan Şeybe’ye verildi. Şerefli anahtarın tasarrufunu elinde bulundurmak ebediyyete kadar o nesle mahsustur.

İmâm-ı Müslim’in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: O gün Kâbe’nin içine Resûlüllah Efendimiz hazretleri girdi. Üsâme bin Zeyd, Bilâl ve Osman bin Talha da girdiler ve kapıyı üzerlerine kapadılar.

İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Kapıyı tekrar açtıkları zaman ilk giren ben oldum. İçeri girdim ve Bilâl ile karşılaştım:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaz kıldı mı? diye sordum.

Bilâl:

— Evet, şu iki Yemanî direk arasında kıldı, diye cevap verdi.

Ama kaç rek’at kıldığını sormak hatırımdan gitti.”

İmâm-ı Buhârî’nin rivâyetlerinden birinde şöyle geçer: Namaz kıldığı yerde bir direk sağında, bir direk solunda, üç direk de gerisinde bulunuyordu. Bu rivâyet gereğince o zaman Kâbe-i muazzamanın içinde beş direk olması lâzım gelir. Bundan başka kaviller de gelmiştir.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

— Üsâme bana haber verdi ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri Kâbe-i muazzamaya girdi, her tarafında dua etti, ama namaz kılmadı,” demiştir.

İmâm Nevevî buyurmuştur ki: Hadîs âlimleri Bilâl’ın (radıyallahü anh) rivâyetini üstün tutmak üzerinde ittifak etmişlerdir. Yâni sahîh olan Bilâl’in buyurduğu gibi şudur: “O gün Peygamber Efendimiz Kâbe’nin içinde namaz kılmıştır,” dediler.

Usâme’nin kılmadı demesinin izahı hususunda Ebû Dâvud Tayalisî’den rivâyet olunan şudur: Resûlüllah Efendimiz Kâbe’nin içine girdi ve gördü ki, yer yer resimler yapılmış. Hemen yıkayıp o resimleri silmek için su istedi. Üsâme dışarı çıktı, bir kova su getirdi. Resûlüllah Efendimiz hem resimleri siler, hem de onları yapanlar için:

— “Katelallahü kavmen yusavvirûne mâ lâ yuhlikune — Allah katletsin o kavmi ki, halk etmedikleri nesneyi tasvir ederler,” diye buyurdu.

Bu rivâyet gereğince açık olan şudur ki: Üsâme suya gittiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaz kılmıştır ve kıldığını Bilâl (radıyallahü anh) görüp rivâyet etmiştir, Üsâme’nin kılmadı demesi kendisi görmediği için olmuştur. En iyisini Allah bilir.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Mekke’yi fethettikten sonra on beş gün Mekke’nin içinde durmuştur. Bâzı rivâyetlerde daha fazla içinde durdu, denilmiştir. İkltl sahibi (Allah ona rahmet etsin): “On günden fazla durdu ve bu müddet içinde namazını seferi kılardı,” demiştir.

Fâsî (Allah ona rahmet etsin) Mekke’nin fethinin tarihi hakkında-. “Mekke fetholunduğu günü Ramazan-ı şerifin on günü kalmıştı,” diye buyurmuştur.

Hâlid Bin Velid’in Seriyyesi

Bundan sonra vâki olan Hâlid bin Velîd’in Seriyyesi’dir. Nahle denilen yerde Uzzâ adında bir put vardı. Bütün Kureyş’in ve Benî Kinâne tâifesinin mâbudları idi. Bütün putlarının en büyüğü idi. Resûlüllah Efendimiz, Mekke’nin fethinden beş gün sonra otuz kişi ile Hâlid’i o putu yıkmağa gönderdi. Gittiler, yıktılar ve dönüp geldiler.Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber verdiler. Fahr-i Âlem Efendimiz bunlara:

— Hiç bir şey gördünüz mü? diye sordu.

— Bir şey görmedik, ya Resûlâllah, dediler.

— O halde sen onu gerçek olarak yıkmamışsın. Dön, yine git, iyi yık! diye Hâlid’e emrettiler.

Hâlid yine varıp kılıcını sıyırdığı gibi kara suratlı, saçları dağılmış, çıplak bir karı Hâlid’e karşı geldi. Hâlid (radıyallahü anh) bir kılıç basarak onu iki parça etti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip haber verdiğinde:

— “Evet, işte Uzzâ o karı idi. Gerçekten sizin memleketlerinizde mâbudluktan artık ebediyyen ümidini kesmiştir,” diye buyurdu.

O karı şeklinde görünen mel’un, cin ve şeytanlardan bir nesne idi ki, o putun içine girmişti. Allah ona lânet etsin.

Amr Bin Âsın Seriyyesi

Bundan sonra Amr bin As’ın Seriyyesi gelir. Bu da Ramazan-ı şerifin içinde Mekke-i mükerreme’den üç mil uzaklıkta Huzeyl kabilesinin Suva’ adlı bir putları vardı, onu yıkmağa gönderildi.

Amr buyurmuştur ki: “Vardığım zaman putun bekçisi bana:

— Ne istiyorsun? dedi.

Ben de:

— Suvâ’ı yıkmağa geldim. Resûlüllah Efendimiz hazretleri öyle buyurdu, dedim.

— Kadir olamazsın, dedi.

— Niçin? dedim.

— Suvâ’ seni bırakmaz, dedi.

— Suvâ’ görür ve işitir mi? dedim ve hemen gittim putu parça parça eyledim.

Sonra bekçiye:

— Gördün mü? Nasıl oldu? dedim.

— Eslemtü lillâhi (Allah’a teslim oldum), dedi ve Müslüman oldu.”

Sa’d Bin Zeyd’in Seriyyesi

Bundan sonra Sa’d bin Zeyd’in Seriyyesi vâki oldu. Bu da mezkûr Ramazan içinde yirmi atlı ile Evs ve Hazrec kabilelerinin Menât dedikleri putlarını yıkmağa gönderildi. Bunun bekçisi de Sa’d’a:

— Ne istiyorsun? dedi.

Sa’d (radıyallahü anh):

— Menât’ı yıkmağa geldim, dedi.

Bekçi:

— İşte sen, işte Menât! dedi.

Hemen Sa’d ileri vardığı gibi daha önce zikrolunan sıfat üzre Menât’in içinden bir kadın feryâd ederek ve göğsünü döğerek çıktı; Sa’d’e karşı geldi. Sa’d hemen bir kıliç çalıp onu öldürdü. Ondan sonra putun yanına varıp arkadaşlariyle beraber onu yıktı, parçaladı.

Hâlid’in ikinci Seriyyesi

Bundan sonra yine Hâlid bin Velîd’in Seriyyesi vâki oldu. Uzzâ’yı yıkıp geldikten sonra Şevval ayı içinde Benî Huzeym taifesini İslâm’a dâvet etmek için üç yüz elli kişi ile Mekke’nin aşağı tarafında Yelemlem nahiyesine gönderildi.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyeti üzre Hâlid, zikrolunan tâifeye:

— Siz nesiniz? diye sordu.

— Sabienâ (Biz sabileriz), diye cevap verdiler.

Maksatları “Biz Müslüman olduk" demekti. Ama İslâm kelimesine ağızları yakışmazdı. Aralarında kullanılmadığı için iyice söyleyemezlerdi.

Hâlid emretti, hepsini bağladılar. Ondan sonra bunları arkadaşlarına paylaştırdı. Her kişi kendi esirini yatağına alıp gitti. Ertesi gün olunca münadisine emretti:

— Her kimin esiri varsa onu öldürsün! dedi.

Benî Süleym kabilesi kendi ellerinde olan esirleri öldürdüler. Fakat ensar ve muhacirler kendi esirlerini serbest bıraktılar.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerine bu haber yetiştiği zaman bundan son derece üzülüp rahatsız oldu ve:

— “Allahım! Hiç şüphesiz ki, ben, Hâlid’in ettiği işten sana sığınırım ve ondan beriyim,” dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri daha sonra Hazret-i Ali’yi gönderdi, öldürülenlerin diyetlerini verdirdi.

Hitâbî (Allah ona rahmet etsin) buyurmuştur ki: “Hâlid’in ettiği iş, o tâife İslâm kelimesinden yüz çevirdikleri ve dine boyun eğmedikleri şeklinde anlaşılmak yoliyle olmuş olabilir. Peygamber Efendimiz hazretlerinin o işi inkâr etmesi de “Sabienâ demekten onların maksadinin ne olduğunu anlamakta sabır ve teenni göstermedi, acele edip onları kırdı” demek olabilir.”

Huneyn Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Huneyn Gazvesi’dir. Huneyn dedikleri, Mekke’den üç gecelik menzilde Tâif memleketi yakininda bir vâdidir. Bu gazâya Hevâzin Gazvesi de denir.

Bunun sebebi şu olmuştu: Resûlüllah Efendimiz hazretleri Mekke-i mükerremeyi fethedip halkinin çoğu İslâm’a gelince Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin eşrafı birbirlerine gidip geldiler, ittifak edip Müslümanlarla cenk etmek için asker topladılar. Reisleri Mâlik bin Avf En-Nadrî dedikleri bir kişi idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de kâfirlerin hareketlerini işitince Şevval ayinin altıncı günü Cumartesi gününde on iki bin sahâbe ile onlara karşı gitti. Bunların on bini Medine ehlinden, iki bini de Mekke’de İslâm’a gelen Mekke kavminden idi. Mekke şehrinin muhafazasını Attâb bin Useyd’e ısmarladı.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile birlikte bu gazâya seksen kişi de müşriklerden katılmıştı. Bunlardan birisi Safvân bin Ümeyye idi ki, Resûlüllah Efendimiz ondan âriyet olarak yüz zırh almıştı.

Şevval’in onuncu gecesi Huneyn vadisine yetiştiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin ne miktar askerle geldiğini yoklamak için kâfirler casus göndermişlerdi. Casus haber alıp gidince çok kimse korkularından dağılmıştı. Resûlüllah

Efendimiz hazretleri de Abdullah bin Hadrel adlı kimseyi gönderip kâfirlerin haherlerini aldı.

Rivâyet olunur ki, ashâb-ı kirâm (Allah onlardan razı olsun) bir gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber bir hayli yol yürüdüler. Bir kişi gelip Resûlüllah Efendimize:

— Ben sizden ileri gitmiştim. Filân dağın üstüne çıkıp baktım. Hevâzin tâifesini gördüm: Kadınları, çocukları, develeri ve koyunları ile gayet kalabalık olarak geldiler, Huneyn vadisine kondular, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri tebessüm edip:

— İnşâallah yarın onlar Müslümanlara ganimet olacaktır, diye buyurdu.

Yine rivâyet olunmuştur ki, İslâm ehlinden bir kişi Müslümanların çokluğuna mağrur oldu ve:

— Bugün bize azlıktan dolayı mağlûp olmak yoktur, dedi.

Bu söz Resûlüllah Efendimiz hazretlerine güç geldi, ondan hoşlanınadılar. Sonra kendilerinin Düldül adlı bir katırı vardı ki; Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden sonra Hazret-i Ali’nin olmuştur; o katıra bindi ve birbiri üstüne iki zırh giydi. Mübarek başına da miğfer giydi.

Sabah karanlığında Hevâzin tâifesi o kadar askerle* geldi ki, o güne kadar asla görülmüş değildi. Hemen gelip hamle ettikleri gibi bu taraftan Benî Süleym askeri önlerinden kaçtılar. Onları görünce Mekke ehli de dayanamayıp döndüler. Velhasıl Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yanında sadece Hazret-i Abbâs, Ali, Fazl bin Abbâs, Ebû Süfyân bin Hâris, ebûbekir bin Sıddık, Ömer bin Hattâb, Üsâme bin Zeyd, Ehl-i Beyt ve ashâbdan birkaç kişi kaldı. Allah onların hepsinden razı olsun. Geri kalanı hep dağıldılar.

Bu savaşta düşman ordusunun sayısı yirmi bin kişiye ulaşmıştı  

Abbâs (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretleri ileri düşmanın arasına gitmesin diye katırın başını tutuyordu. İbn-i Hâris de üzengisine yapışmıştı. Çünkü Resûlüllah Efendimiz durmadan katırı depip ileri sürüyordu. Resûlüllah Efendimiz bu sırada Abbâs’a emretti, ashâbına nidâ ettirdi. Abbâs (radıyallahü anh) yüksek sesli bir kişi idi. Hemen:

— Ey seriyye ashâbı! Ey Bakara sûresinin ashâbı! diye nida ettiği gibi o dağılmış olan ashâb Hazret-i Abbâsın sesini işittiler ve koşa koşa gelip Resûlüllah Efendimiz’in yanına toplandılar.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz emretti, hepsi bir yandan şiddetle hamle edip hemen birbirine girdiler, çetin cenk etmeğe başladılar. Resûlüllah Efendimiz bakıp bu durumu görünce:

— Fırın şimdi kızdı, diye buyurdu.

Bundan da murad, “Muharebe iyice kızıştı” demektir. Ondan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, yerden bir avuç ufak taşlar alıp düşmana karşı attı ve:

— Şâheti’l-vücûh — Yüzlerine gelsin! diye buyurdu.

Ne kadar kâfir varsa hepsinin gözlerine girdi. Ya’lâ bin Attâr (Allah ona rahmet etsin) İbn-i Hümâm’dan, o da Abdurrahman Fihrî’den rivâyet etmiştir: Huneyn gazâsında kâfirlerin ordusunda bulunan taifenin oğulları, babalarından şöyle rivâyet ederlerdi ki: “O gün bizden, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin attığı topraktan gözlerine ve ağzına toprak dolmayan kimse kalmadı. Ayrıca gökten bir ses işittik. Sanki bir leğen üstünde demir yürütüyorlar gibi geliyordu,” demişlerdir.

Sahîh-i Buhârî’de Berâ bin Âzib (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: “Hevâzin tâifesi iyi ok atıcı idiler. Biz hücuma geçtiğimiz gibi önümüzden kaçtılar. Onların kaçtığını görünce biz hemen yağmaya başladık. Onlar tekrar bizi oka tuttular. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gördüm: Ak katırlarının üstünde duruyorlardı. Ebû Süfyân bin Hâris katırın dizginini tutmuştu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ben gerçek peygamberim! Bende yalan yoktur. Ben Abdülmuttalib oğluyum! diye buyurdu.

Bundan murad: “Nübüvvet (peygamberlik) sıfatı ile yalan bir kişide birleşmez. Ben hak peygamberim, peygamber olan yalan söylemez. Ben sözümde yalancı değilim ki, yenileyim. Belki ben kesin olarak bilirim ki, Hak teâlâ hazretleri bana yardım ve zafer vaad etmiştir. Benim muzaffer olmam kesindir. O halde benim kaçmam ihtimali yoktur,” demektir.

Bâzı âlimlerden nakledilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin o gün at varken katıra binmesi, peygamberliğinin gerçekliğini ortaya koymak içindi. Zira uygun olan, cenk ve cidal, harb ve kıtal mahallinde ata binilmesi idi. Öyle bir yerde katıra binilmemesi gerekirdi. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin o gün katıra binmesi, Hak teâlâ hazretlerinin vaadine tam güven üzere bulunup muzaffer olacağında hiç şüphesi olmadığından ötürü idi. Şerefli kalbi tam güven ve kuvvetle dayanırdı. Asla başka bir hâle dönmesi ihtimali yoktu. İşte şüphesiz olarak bu mânayı bildirmek için katıra bindi,” demişlerdir.

Melekler o gün atlara binmişlerdi. Zira cenk gününde binilecek olan attır. Diğerlerine itibar yoktur. Şundan dolayı ki, cenkte attan gayri binilen hayvanlar için başka hisse verilmesi şeriatta yoktur. Zira at kovalamak ve kaçmak için yaratılmıştır. Kişi atla düşmanını kovalasa yetişir, kaçsa kurtulur. Diğerleri bu işlere yaramaz. Bunun için şerefli şeriatta onlara başka hisse takdir olunınamıştır.

Dimyatî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde bildirildiğine göre meleklerin nişanları şu idi: Kırmızı sarık sarmmışlardı ve uçlarını sarkıtmışlardı, omuzlarının ortasından sırtlarına uzanıyordu.

O gün Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hevâzin tâifesinden kadir olduklarını kılıçtan geçirmelerini emretmişti. Bunun üzerine Müslümanlar kâfirleri katlederek çocuklarını da öldürmeye başladılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bâliğ olmayanları öldürmeyi yasakladı. Buyurmuştur ki: Bir kimse bir kâfir öldürürse ve öldürdüğü kâfirin bineği olursa, onun bineği, elbisesi, zırhı ve üzerindeki malları ganimet olarak onun olsun. Rivâyet olunur ki, Ebû Talha (radıyallahü anh) o gün yirmi kâfirin ganimetini aldı.

Bedir gazâsı ile bu gazâdadır ki, yardımcı olarak melekler inip İslâm ehline yardım ederek bizzat kıtal etmişlerdir.

Allah’ın yardımı ile İslâm askeri mansur ve muzaffer olup kâfirler hezimete uğradıktan sonra Resûlüllah Efendimiz ashâb-ı kirâm’ı kaçan kâfirlerin ardınca köşe bucak her yana göndermiştir. Kaçan kâfirlerin bâzısı Tâif yönüne, bâzısı Nahle semtine, bâzıları da Evtas tarafına gittiler.

Bu gazâda Müslümanlardan dört kişi şehadet rütbesine ayak basmıştır. Bunlardan biri Eymen bin Ümmü Eymen’dir. Allah ondan ve diğer bütün sahâbelerden razı olsun. Müşriklerden de yetmiş kişiden fazla öldürülmüştür.

Ebû Âmir El-Eş’arî’nin Seriyyesi

Bundan sonra vâki olan, Ebû Âmir El-Eş’arî’nin Seriyyesi’dir. Ebû Mûsâ ElEş’arî’nin amcasıdır. İbn-i İshak'ın kavline göre amcasının oğludur. Ama birinci söz daha meşhurdur. Resûlüllah Efendimiz hazretleri Huneyn çenginden sonra Hevâzin diyarında Evtas denilen vadiye kaçan kâfirlerin ardınca göndermişti. Seleme bin Ekva’ da bu seriyyede onunla beraber idi.

Gidip yetiştikleri zaman kâfirler el vermediler, meydana çıkıp cenk etmek lâzım geldi. Ebû Âmir (radıyallahü anh), birbiri üstüne dokuz kâfiri öldürdü. Bunların hepsi kardeşti. Onuncuları meydana çıktığı vakit yine mutadı üzre önce İslâm’a dâvet eyledi. O da şehadet kelimesini söylemeyince Ebû Âmir:

— Ya Rab! Sen şâhid ol! dedi.

Kâfir de:

— Ya Rab! Sen şahid olma! dedi.

Ebû Âmir’in böyle söylemesinin sebebi ne olabilir diye elini çektiği gibi kâfir kaçtı, kurtuldu. Ondan sonra İslâm’a gelip kendisine güzel hâl ve ahlâk müyesser olmuştur. Hâris oğullarından Evfâ ve Alâ adlı iki kişi ok atıp Ebû Âmir’i şehîd ettiler.

Yerine Ebû Mûsa (radıyallahü anh) geçip kâfirlerle cenk etti. Hak teâlâ hazretleri onun eliyle fethi nasib etti. Kâfirlerin bir miktarını kırdılar, bir miktarını esir ettiler. Esirlerin içinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin süt kızkardeşi olan Şeymâ Hâtûn da vardı. Ebû Âmir’i öldürenleri öldürdüler.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde şöyledir: Ebû Amir ok ile vurulduğu zaman Ebû Mûsâ’ya vasiyet edip:

— Benden Resûlüllah Efendimiz hazretlerine selâm eyle, benim için Hak teâlâ hazretlerinden mağfiret dilesinler, dedi.

Ebû Mûsa (radıyallahü anh) Resûlüllah Efendimiz’e geldiği zaman cenk hususunu ve Ebû Amir’in kıssasını arz edince Resûlüllah Efendimiz su isteyip abdest aldı ve mübarek ellerini kaldırıp:

— Allah’ım, kulun Ebû Amir’e mağfiret eyle, dedi.

Hattâ ellerini öyle kaldırmıştı ki, mübarek koltuğunun beyazı göründü. Ondan sonra:

— Ya Rab, kıyâmet gününde Ebû Amir’i mahlûkatmdan çok kimselerin üzerine üstün kıl, diye buyurdu.

Ebû Mûsâ diyor ki:

— Ya Resûlâllah! Benim için de dua kıl, dedim.

Benim için de dua buyurup cennete girmemi Hak teâlâ hazretlerinden niyaz eyledi.

Tufeyl Bin Amr’ın Seriyyesi

Bundan sonra Tufeyl bin Amr Ed-Devsî’nin Seriyyesi vâki oldu. Resûlüllah Efendimiz Şevval ayında Tâif memleketine gidecek oldu. Amr bin Hamhama’nın Zü’l-Keffeyn adlı ağaçtan yontulmuş bir putu vardı. Resûlüllah Efendimiz Tufeyl’i onu yıkmağa göndermişti. Resûlüllah Efendimiz ona emredip:

— Zü’l-Keffeyn işini bitirdikten sonra Taif memleketinde bana gelip yetişesin, dedi.

Tufeyl de gitti, o putu yıkıp yüzünün üzerine ateş döktü. Put yanınaya başladığında şu mısraları söyledi:

“Ya Zü’l-Keffeyn lestü min ibâdükâ

Milâdinâ akdemu min milâdükâ

Innî haşebtü’n-nâru fî fuadükâ.”

(Ey Zü’l'Keffeyn! Ben sana ibâdet edicilerden değilim. Bizim doğduğumuz zaman senin doğduğun zamandan evveldir. Gerçekten ben senin kalbine ateş doldurdum. )

“Bizim doğduğumuz zaman senin doğduğun zamandan evveldir” demesinin mânası: “Senin yontulduğun ağaç daha bitmeden ve sen o ağaçtan yontulmadan önce insan nev’i vardı. Sen hangi liyakatle Âdem oğluna mâbud olursun?” demektir. Puta hitap etmekten murat ise ona ibadet edenlere işittirmektir. Yoksa put bir ağaç parçasıdır. İşitmek ve anlamak ihtimali yoktur. Netice olarak: “İşte ibadet ettiğiniz cemâdm hâlini görün!” demektir.

Ondan sonra Tufeyl (radıyallahü anh) kendi kabilesinden dört yüz kişi ile oradan inip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine Tâif memleketinde yetişti.

Taif Gazvesi

Bundan sonra Tâif Gazvesi gelir. Tâif, Mekke-i mükerreme’nin Doğu tarafında geniş bir memlekettir. Bağ ve bahçesi çok, meyvelik yerlerdir. Mekke’den iki üç konakta varılır.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri sekizinci yılın Şevvâlinde Huneyn gazâsından çıktıkları zaman aldıkları ganimet malını Ci’râne dedikleri menzilde bıraktılar ve doğru Tâif memleketine gittiler. Hâlid bin Velîd’i ileri geçirmişlerdi. Askerin öncü birliklerinin kumandanı o idi.

Sekîf kavmi Evtas dediğimiz yerde yenildikleri zaman kaçtılar ve Taif memleketine gelip bir yıllık zahire ve diğer mühimmat tedarik edip hisarlarına girdi, oturdular. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri üzerlerine yürüdü. Yolda gelirken eski bir kabrin üzerine yolları düştü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bu kabir Ebû Riğâl’in kabridir. Altından ağaç dalı şeklinde bir nesne burada Ebû Riğâl ile beraber gömülmüştür, diye buyurdu.

Bunun üzerine Müslümanlardan bâzıları adı geçen kabri kazdılar. Buyurdukları gibi gerçekten bir altın dal çıktı. Oradan gelip hisara yakın bir yere kondular. Kâfirler hemen hisardan ok yağdırmağa başladılar. Müslümanlardan çok kimse yaralanıp on iki kişi şehîd oldu. Bunlardan biri Abdullah bin Ümeyye’dir. Abdullah bin Ebî Bekr Sıddık (radıyallahü anh) da yaralanıp nice zaman sonra Ebû Bekir Sıddık hazretlerinin hilâfeti zamanında o yaradan vefat etti.

Bu gazâda Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin hâtûnlarından mü’minlerin anası Zeyneb ve Ümmü Seleme (Allah onlardan razı olsun) beraber idiler. Bunların her biri için bir çadır kurdurdular. Resûlüllah Efendimiz zikrolunan çadırların arasında namaz kılarlardı. Şimdi orada bir mescid vardır. Ona Tâif Mescidi derler. On sekiz gün Sekîf taifesini muhasara edip mancınıklar kurdu. İslâm’da ilkönce mancınık kurulması orada gerçekleşmiştir.

Tufeyl Ed-Devsî dahi Zü’l-Keffeyn işinden dönüp oraya gelmişti. Onunla olan topluluktan birkaç kişiyi kâfirler ok ile vurup şehîd edince Fahr-i Âlem Efendimiz emretti, Sekîf tâifesinin bağlarını ve bahçelerini kırdılar ve yakıp harap ettiler. Sonunda Hak teâlâ hazretlerine and verip:

— Kerem eyle, ya Muhammed! Bahçelerimizi harap etme! dediler.

Resûlüllah Efendimiz de Müslümanları bundan vazgeçirip ondan sonra emri üzerine münadi:

— Herhangi bir kul hisardan inip bize gelirse serbest olacaktır! diye çağırdı.

Dimyatî’nin rivâyetinde “On kişiden fazla kimse indi,” denilmiştir.

Bâzıları, on üç kişi indi diye inenlerin sayısını belirtmişlerdir. İçlerinde Ebû Bekre onlarla beraber inmişti. Ondan sonra inenlerin her birini serbest bırakıp sahâbe-i kirâmdan birer kişinin yanına verdi ki, onların geçimlerini sağlayıp kendilerini gözetsinler. Sekîf tâifesi bu halden rahatsız oldular. Bu hal onlara çok ağır geldi.

Ondan sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine Taif memleketinin fethi için Hak tarafından izin verilmedi. Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) hazretlerine emreyledi, oradan göçüp gitmelerini nida ettirdi. Müslümanlar bağrışıp çağrışmaya başladılar:

— Memleket alinınadı. Nereye gidiyoruz? dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri halkın böyle dediğini görünce:

— Yarın sabah savaşa başlayacaksınız, diye emretti.

Ertesi sabah savaşa girdiler. Nice kimse yaralandı. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz, yine:

—Dönüp gidelim, diye buyurdu.

Bu defa ashâb sevinip bundan hoşlandılar. Hemen eşyalarını hayvanlara yüklemeğe başladılar. Resulullah Efendimiz onların böyle yaptıklarına bakıp gülüyordu. Zira o durumda Resûlüllah Efendimiz hazretleri fethin müyesser olmadığını bilip göçmeyi emreylemişti. Müslümanların boş yere sıkıntı ve eziyet çekmelerini istemiyorlardı. Fakat bu sırrı anlamayıp savaşmak istediklerini görünce Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri izin verdi, cenk ettiler. Ettikleri cenkte gördüler ki, boş yere yaralanınaktan başka bir fayda yok. Bu durumda göçmek emrolununca buna sevinip can ve gönülden emre boyun eğdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de onlardaki bu değişmeyi görünce güldüler.

Ebû Süfyân bin Hâris’in bu muharebede bir gözü çıktı. İbn-i Sa’d (Allah ona rahmet etsin) rivâyet eylemiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Ya Ebâ Süfyân! Hangisini istersin? Eğer dilersen dua edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Cenâb-ı Hak sana cennette bir göz versin, dedi.

O da:

— Ya Resûlâllah! Allah’ın bana cennette bir göz vermesini dilerim, dedi ve elinde duran çıkmış gözünü yabana attı.

Ebû Süfyân, sonra Yermük çenginde hazır bulunup orada şehîd olmuştur. Takrîb şerhinde zikredilmiştir ki, bir gözü de orada çıkmıştır.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ashâbına şöyle demelerini emretti:

“Allah’dan başka ilâh yoktur. O, Bir’dir, vaadinde sâdıktır, kuluna yardım edici ve zafer vericidir, hizipleri (tevhidden ayrılan bölüntüleri) kırıcıdır, Bir’dir.”

Ondan sonra şöyle demelerini buyurdu:

“Âibûne tâibûne li-rabbinâ hâmidûne — Rabbimize döneriz, O’na tevbe ederiz, övgü ve sevgilerimizi arz ederiz.”

Bu cümlenin topluca mânası şudur ki: “Fetih ve zafer, mal, hazineler ve asker ile değildir. Hak teâlâ’hazretlerinin yardım ve desteği iledir. Ondan izin ve ruhsat olmayınca kul bir şey yapmağa kadir değildir,” deyip beşeriyet icabı hatırlarına gelen bütün gurur ve sürurdan tevbe ve rücu’ edip herhalde Hak teâlâ hazretlerine şükretmek gerekir.

Sahâbe-i kirâm:

— Ya Resûlâllah! Sekîf kavmine beddua eyle, dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bu talebe karşılık:

— Ya Rab! Sekîf kavmine sen hidayet eyle. Sen onları İslâm’a getir, diye dua eyledi.

Huneyn gazâsında aldıkları ganimeti Ci’râne’de bırakmışlardı. Rivâyet olunur ki, bu ganimetin hepsi altı bin baş esir, yirmi dört bin deve, kırk binden fazla koyun ve kırk bin kıyye* gümüş idi.

Kıyye okka demektir ki, dört yüz dirhem tutarında bir ağırlık ölçüsü olup 1282 grama tekabül eder.  

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Havâzin diyarına geldi. Müslümanların bir araya gelmeleri için on günden fazla orada oturdu. Ondan sonra ganimeti paylaştırmağa başladı.

Sahîh-i Buhârî’de gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri nice kimselere yüzer deve verdi. Bunun üzerine ensâr topluluğundan bâzı kimseler:

— Allahü teâlâ hazretleri Resûlünü bağışlasın. Ganimeti Kureyş’e veriyor da bizi bir tarafta öylece bırakıyor. Halbuki bizim kılıçlarımızdan hâlâ onların kanları damlıyor, dediler.

Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) rivâyetinde ensârın sözlerini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine arzettiler. O da adam gönderip ensarı topladı ve:

— Onların malları alarak gitmelerinden ve sizin de peygamberle evlerinize dönmenizden razı değil misiniz? Vallahi sizin alıp gittiğiniz, onların alıp gittiklerinden hayırlıdır, diye buyurdu.

Ensar da:

— Ya Resûlâllah, razı olduk, dediler.

Kureyş kavminin çoğu yakın zamanda İslâm’a gelmiş olup onlar mal ve dünya nimetlerini seven bir topluluk olduklarından hikmetin gereğini gözetip İslâm’a muhabbet ettirmek için Resûlüllah hazretleri ganimet mallarını onlara paylaştırdı. Resûlüllah Efendimizin sohbetlerinin bereketiyle ensar kavminin Müslümanlığı kökleşmiş ve sabitleşmişti. Onları zengin etmenin kendilerine daha yararlı olduğunu bilirdi. Onun için dünya malı ile kirlenmeyi onlara lâyık görmedi. Yoksa ensar kavmini en son derecede sevdiği kesindir. Nice sahih hadîslerle sabit olmuştur ki, ensar kavmine karşı aşırı derecede muhabbet üzere idi.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Ci’râne’ye Zilka’de ayinin beşinci gecesinde geldi. On üç gece orada ikamet etti. Ondan sonra bir Çarşamba gecesi umre niyetiyle ihram bağlandı ve çıkıp Mekke’ye gitti. Oraya varıp umre eyledikten sonra Medine-i münevvere’ye döndü. Rivâyet olunur ki, bu seferlerinde tam iki ay on altı gün Medine’den dışarıda kaldı.

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz, Kays bin Ubâde hazretlerini dört yüz kişi ile Yemen bölgesine gönderdi. Onlara yol üzerinde bulunan Suddâ’ kabilesini vurmalarını emretti. Ashâb-ı kirâm içinde bu kabileden Ziyâd bin Hâris adlı biri vardı. Ziyâd ileri gelip:

— Ya Resûlâllah! Suddâ’ kavmine beni peygamber gönder. Ben onları senin hizmetine getireyim. Üzerlerine asker gitmesin, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri onun sözünü kabul buyurup Kunât dedikleri yerden askeri geri çevirdi. On beş gün sonra Suddâ’ kavmi de gelip Müslüman oldular. Hallerinin tafsilâtı inşâallah aşağıda gelcektir.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz dokuzuncu senenin Muharrem’i girince Uyeyne bin Hısn El-Fezârî’yi elli Arapla Sükyâ dedikleri yerde Benî Temim kabilesine gönderdi.Zikredilen elli kişi arasında muhacirlerden ve ensârdan bir kimse yoktu. Hep diğer Araplardan idiler. Gündüz yatar, gece giderlerdi. Nihayet gittiler, bir sahrada yetişip üzerlerine hücum ettiler. Benî Temîm kaçtılar. On bir erkekleri, on kadınları ve otuz çocukları esir alındı.

Bundan sonra adı geçen kavimden on kişi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldiler. Bunlar arasında Utârid, Zeberkan, Kays bin Âsim ve Akra’ bin Habis vardı. Bunlar kapıya gelince:

— Ya Muhammedi Dışarı çık! Yanımıza gel! diye çağrıştılar.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de dışarı çıktı. Bilâl (radıyallahü anh) hazretleri öğle namazı için kamet getiriyordu. Biraz durup konuştular. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaz kıldı ve mescidin sahnında oturdu. Utârid bin Hâcib'i oraya getirdiler. Yine biraz konuştu. Sonra Sâbit bin Kays bin Şemmâs’a sordu, o da cevaplarını verdi.

Adı geçen tâife geldiklerinde dışarıdan çağrışıp küstahlık ettiklerinden Resûlüllah Efendimiz hazretlerini teselli etmek ve halka âdâb öğretmek için Hak teâlâ hazretleri şu âyetleri indirdi:

“Innellezîne yünâdûneke min verâi’l-hucürâtı ekserühüm lâ ya’kılûne. Ve lev ennehüm saberû hattâ tahruce ileyhim lekâne hayren lehüm. Vallahü ğafûrun rahîmun — Odaların arkasından seni çağıranların çoğu, aklı ermez kişilerdir. Sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar onlar bekleselerdi elbette kendileri için daha çok iyi olurdu. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Hucürât sûresi: 49/4-5).

Yâni: “Ya Muhammedi Sana hücrelerin dışından çağrışan o kimselerin çoğu bilmezler. Eğer akılları olsaydı edebi terk etmezler, terbiyeli bir şekilde hareket ederek senin şanına saygı gösterirlerdi. Eğer onların sen dışarı çıkıncaya kadar sabır ve beklemeleri sâbit olsaydı o sabır onlara ettikleri acelecilikten daha hayırlı olurdu. Zira sabırda hem edebi koruma vardır ve hem resûle saygı gösterme vardır ki, bu iki haslet övülmeyi ve sevap kazanınayı gerektiricidirler. Bunlar muradın hâsıl olmasını da gerektiricidirler,” demektir.

Kadî (Allah ona rahmet etsin) şöyle tefsir etmiştir ki: “Hak teâlâ hazretleri Gafûr’dur ve Rahîm’dir, günahları mağfiret eyler ve kullarını esirger. Zira bu edepsizliğe karşılık nasihat ve ayıplamadan başka bir şey eylemedi, demektir.”

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri tekrar emretti, alınan esirleri geri verdiler. Bâzı rivâyetlerde yarısını âzâd eyledi, yarısını da bahası karşılığı serbest bıraktı, demişlerdir.

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri Velîd bin Ukbe’yi Huzâa kavminden Benî Mustalık topluluğuna mallarının zekâtını toplamaya göndermişti. Cahiliyet zamanında Velîd ile o tâife arasında düşmanlık vardı. Ama sonradan İslâm’a gelip mescidler yapmışlardı. Onlarda fitne ve fesat kalmamıştı. Velîd’in kendilerine geldiğini işitince sevindiler. Develer ve koyunlarla Allah ve Resûlüllah hürmetine saygı göstermeyi kasdedip karşıladılar. Velîd sandı ki, eski düşmanlıkları üzere kendisiyle savaşmaya geliyorlar! Hemen döndü, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip:

— Ya Resûlâllah! Bana silâhla karşı geldiler. Mallarının sadakasını vermekten yüz çevirdiler, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de onların üzerlerine asker gönderip savaşmaya niyetlendi. Benî Mustalık bu hâlden haberder olunca Velîd’e karşı giden kimseler Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip işin hakikatini bildirdiler. Ondan sonra şu âyet-i kerîme indi:

“Ya eyyühellezîne âmenû in câeküm fâsikun binebâin fetebeyyenû en tüsîbû kavmen bi-cehâletin fetusbihû alâ mâ fealtüm nâdimine — Ey îman edenler! Size fâsık bir adam bir haber getirirse onun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucürât sûresi: 49/6)

Ondan sonra, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri biraz Kur’an okuyup nasihat buyurdu. Sadakalarını toplamak ve onlara Kur’an öğretmek üzere Beşîr bin Abbâd’ı onlarla beraber gönderdi.

Nisâbûrî (Allah ona rahmet etsin), Şerefü’l-Mustafâ adlı kitabında bâzı hadîs âlimlerinden nakletmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz Abdullah bin Avsece adlı kişiyi Hâris bin Amr tâifesini İslâm’a dâvet etmeğe göndermişti. İtâat etmediler ve şerefli maktuplarmı alaya aldılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, o uğursuz kavme beddua eyledi. Akılları gitti, sözleri düzensiz ve karınakarışık oldu.

Kutbe Bin Âmirin Seriyyesi

Bundan sonra Kutbe bin Âmir’in Seriyyesi vâki oldu. Yirmi kişi ile Has’am kabilesine gönderilmişti. Adı geçen tâifeyi her yönden vurup yağma etmeleri emrolundu. Gittiler, çetin savaşlar ettiler. İki taraftan da hayli adam yaralandı. Kâfirlerin birazını kılıçtan geçirdiler. Bir miktar deve ve koyun aldılar. Birkaç kadınlarını esir edip Medine’ye geldiler. Aldıkları ganimetin beşte birini ayırdıktan sonra her kişiye dört deve hisse düştü. Her deve on koyuna denk tutulmuştu.

Dahhak Bin Süfyân’ın Seriyyesi

Bundan sonra Dahhâk bin Süfyânın Seriyyesi gelir. Benî Kilâb taifesine gönderilmişti. Dokuzuncu senenin Rebiülevvelinde Kırtâ’ dedikleri yere varıp adı geçen taifeyi İslâm’a dâvet eyledi. İtâat etmediler. Bunun üzerine cenk edip onları yendi. Ganimetlerini alıp döndü, geldi.

Bundan sonra Alkame bin Muhzir dokuzuncu yılın Rebiülâhirinde Habeş memleketine gönderildi.

İbn-i Sa’d ’m kavlince bunun sebebi şu olmuştu: Cidde kavminden bir miktar kimse Habeş tâifesinden bâzı kavimlerin üzerine gitti diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber geldi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz Habeş üzerinden düşmanı savmaları için üç yüz kişi ile Alkame’yi o yöne gönderdi. Bunlar da gemiye binip bir adaya yetiştiler. Oradan ulaşmak istedikleri yere doğru hareket ettikleri gibi düşmanlar bunu duyup kaçtılar.

Bunun üzerine Alkame de arkadaşlariyle beraber dönüp gelirken halk evlerine yetişmek için acele etmeye başladılar. Alkame de Abdullah bin Huzâfe’yi üzerlerine kumandan tayin edip acele edenleri gönderdi. Mezkûr Abdullah şaka ve oyunu seven bir kişiydi. Yolda gelirken bâzı yerlerde konakladılar ve ısınınak için bir ateş yaktılar. Abdullah, onların sıçrayıp kendilerini ateşe atmalarını emretti. Bâzıları emre itâat edip kendilerini ateşin içine atmak istedikleri gibi:

— Vazgeçin, maksadım size şaka etmekti, dedi.

Sonradan bu kıssa Resûlüllah Efendimiz hazretlerine anlatıldığında:

“Emir sahibinden bir kimse size mâsiyet olan bir şeyi emrettiği zaman ona itâat etmeyin,” diye buyurdu.

Onlara itâat, ancak buyurdukları şey şerefli şeriata aykırı olmadığı zaman vâcib olur.

Hazret-i Ali’nin Seriyyesi

Bundan sonra Ali bin Ebî Tâlib’in Seriyyesi vâki oldu. Dokuzuncu senenin Rebiülâhirinde Tay kabilesinin Fîes adlı putlarını yıkmağa gönderildi. Ashâbdan yüz elli kişi île gitmişti. Bunların yüzü develi ve ellisi atlı idi. Gittiler, yıktılar, esirlerini, develerini ve koyunlarını sürüp Medine’ye geldiler. Aldıkları esirlerin içinde beğ kızı olan Sinâne binti Hâtem de vardı. Sonradan Resûlüllah Efendimiz hazretleri Sinâne’yi serbest bırakıp yerine gönderdi. Rivâyet ederler ki, kardeşi olan Adiy bin Hâtem, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu mürüvvetini gördü ve İslâm’a geldi.

Ukkaşe Bin Mihsanın Seriyyesi

Bundan sonra Ukkâşe bin Mihsanın Seriyyesi gelir. Mekke yakininda Hubâb dedikleri yere gönderilmiştir ki, burası Üzre ve Bellî denilen iki kabilenin yerleridir. Bâzılarının kavline göre Fezâre ve Kelb kabilelerinin yerleridir, Üzre kabilesinin de iştiraki vardır.

Kâ’b Bin Züheyr’in Kıssası

Bundan sonra Kâ’b bin Züheyr’in kıssası vâki oldu. Tâif gazâsı ile Tebük gazâsı arasında vâki olmuştur. İbn-i İshak’ın ve diğer âlimlerin rivâyetleri üzre şöyle olmuştur:

Kâ’b’m kardeşi Büceyr, Kâ’b’e:

— Sen burada dur. Ben gidip şu nübüvvet iddiasında bulunan kişinin hallerini araştırayım, sözünü dinleyeyim, nasıl bir kişidir, göreyim, dedi.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin huzurlarına gelip mübarek sözlerini işitince Hak teâlâ hazretleri hidayet nasib edip îmana geldi.

Rivâyet olunur ki, babaları Züheyr, kitab ehli kimselerle düşüp kalkardı. Yakın zamanda son zaman peygamberinin nübüvvetle geleceğini onlardan işitmişti. Bir gece rü’yasmda şöyle görmüştü: Gökten aşağı bir ip sarkıtmışlar. İpe yapışmak için elini uzattı, fakat yetişemedi. Uyandığı zaman rü’yasını şöyle tabir etti: O gördüğü son zaman peygamberi Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleridir ve kendinin ömrü yetmeyip ona yetişemeyecektir.

Ondan sonra oğullarına kıssayı anlatıp vasiyet eyledi ki:

— Eğer siz onun zamanına yetişirseniz iman getiriniz, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Tâif gazâsından döndüğü zaman Büceyr, kardeşi Kâ’b’a haber gönderip:

Peygamber Efendimiz hazretleri kendini hicveden kâfirlerden nice kimseleri öldürdü. Kureyş kâfirlerinin Şairlerinden İbnü’z-Zeb’arî ve Hübeyre bin Ebî Vehb kaçtılar. Sana gereken hemen Resûlüllah Efendimiz hazretlerine çabucak gelmektir. O, kendisine gelip tevbe edenleri öldürmez. Eğer gelmezsen başinin çaresine bak, diye bildirdi.

Geçmiş zamanda Kâ’b’dan bâzı yakışıksız sözler sâdır olup Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ulaştırmışlardı. Ashâb-ı kirâm’a şöyle ferman olunmuştu:

— Her kim Kâ’b bin Züheyr’i görürse öldürsün!

Kâ’b bu haberleri işitince âlem başına dar gelip ne edeceğini bilemedi. Düşmanları üzerine hücum ettiler. Her biri Kâ’b’m öldürülmüş olduğunu söylüyordu. Sonunda hazırlanıp Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin övülmesi hakkında bir kaside düzenledi. Bunda düşmanlarının kendisi için neler söylediklerini ve kendinin durumunun ne olduğunu da beyan ediyordu. Böylece evinden çıktı, Medine-i münevvere’ye geldi, Cüheyne kabilesinden eski bir dostu vardı; onun evine kondu. Ertesi sabah o kişi Kâ’b’ı Resûlüllah Efendimiz hazretlerine götürdü. Kâ’b karşılarına diz çöküp oturdu. Elini o Hazret’in mübarek eline koydu. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Kâ’b’ı görmemişti, onu tanımazdı. Ondan sonra Kâ’b:

— Ya Resûlâllah! Kâ’b bin Züheyr günahına tevbe edip İslâm’a gelmiştir. Sana geldi, emân talep eyler. Ne buyurursunuz? Eğer hizmetine (huzuruna) getirirsem tevbesini kabûl eder misin? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Evet, buyurdu.

Bunun üzerine o da:

— O halde o Kâ’b dedikleri günahkâr benim, dedi.

Hemen ensar kavminden bir kişi yerinden sıçradı:

— Ya Resûlâllah! Bırak şu münafığın boynunu vurayım! dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu men edip:

— Günahına tevbe edeni incitme! diye buyurdu.

Ondan sonra Kâ’b kasidesini okumağa başladı. Bu kasidesinde geçen beyitler cümlesinden biri şudur:

“Gerçekten Resûlüllah, Allah’ın kılıçlarından çekilmiş bir Hind kılıcıdır ki, nuru insanlığı aydınlatır.”

Bundan murad: “O öyle temiz bir zâttır ki, şeriatinin nuru ile küfür ve dalâlet karanlıkları kovulup âlem İslâm’ın ışığı ile aydınlandı ve öyle şerefli bir varlıktır ki, kesin delil ile hak ve bâtılın arasını Hind kılıcı gibi ayırdı,” demek olur.

Rivâyet olunur ki, Kâ’b kasideyi okurken zikrolunan beyte geldiği gibi iki cihanın iftiharı Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, mübarek sırtmda olan bürdeyi (hırkayı) Kâ’b’m üzerine attı.

Sonraları Muâviye, bu mübarek bürde için Kâ’b’a on bin akçe gönderdi. Fakat Kâ’b:

— Bu mübarek bürdenin benden başka bir kimsede olmasına râzı değilim, diyerek bürdeyi vermedi.

Sonra Kâ’b vefat ettiğinde Muâviye, yirmi bin akçe gönderip vârislerinden bürdeyi almıştır. Bu mübarek bürde hâlâ memleketimizde mukaddes emanetler arasında mahfuzdur.

Kâ’b, babası Züheyr, oğlu Ukbe ve oğlunun oğlu Avvâm hep Arap şairlerinin önde gelenlerindendir.

Tebük Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Tebük Gazvesi’dir. Tebük, Medine-i münevvere ile Şam şehrinin ortasında taninmış bir yerdir. Bu gazâya Gazvetü’l-Usra (çetin gazve) dahi derler. Çünkü burada çok sıkıntı ve zahmetler çekilmiştir. Yine buna Gazvetü’l-Fâzıha (alçaklık gazvesi) dahi derler. Çünkü münafıklar burada rezil olmuşlardır.

Dokuzuncu sene Receb’inin içinde bir perşembe günü bu gazâ için çıkılmıştır. Bunda ihtilâf yoktur. Ama Abdürrezzak’ın tefsirinde Akîl’den şöyle rivâyet edildiği yazılıdır: Bu gazâya öyle bir zamanda çıkılmıştır ki, gerek davar ve gerekse yiyecek ve su bakımından büyük bir kıtlık vardı. Kuraklık çok şiddetli idi ve sıcaklık her yanı kavuruyordu. Hattâ susuzluk öyle bir dereceye vardı ki, deveyi boğazlayıp bağırsağında buldukları suyu içerlerdi.

Bu gazâya çıkılmasinin sebebi şu idi: Şam diyarından Medine-i münevvere’ye zeytinyağı getiren Inbât kavmi, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Rum tâifesi padişahları ile Şam’da toplandılar, diye haber getirdiler.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz gazâya çıkılmasını emretti. Eskiden yüksek âdetleri gittikleri yeri belli etmemek şeklinde idi. Bu gazada onu belirtip açıkladılar. Çünkü ashâbm gaflet etmeyip gereği gibi yol hazırlığında bulunınasını istediler.

İmâm-ı Taberanî, İmrân bin Husayn (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet etmiştir ki, Arap Hıristiyanları Rum Kayserine mektup yazıp:

— O nübüvvet dâvasını eden kimse vefat etti. Kavmine kuraklık ve kıtlık yetişti. Malları helâk oldu, diye bildirdiler.

O da kendi devletinin ileri gelenlerinden birine kırk bin asker verip gönderdi. Bu haber Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ulaştı. Binek ve yol takımı bakımından Müslümanlarda kuvvet ve kudret yoktu. Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Şam’a göndermek için iki yüz deve hazırlamıştı:

— Ya Resûlâllah! îşte bu iki yüz deve, yükleri ve yol takımları ile ayrıca iki yüz okka gümüş de gazâ yolunda feda olsun, dedi.

Hazret-i Osman’dan rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin “Bundan sonra Osman’a işlediği zarar etmez,” diye buyurduğunu işittim, dedi.

Bu, kabûlün en yüksek derecede olmasından ibaret bir sözdür. Katâde’den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Osman bu gazâya bin deve ve yetmiş at çıkarmıştır. Abdurrahman bin Semure’den nakledilmiştir ki:

— Bu gazâya hazırlandığımız zaman Osman (radıyallahü anh) bin tane altını yenine koyup getirdi. Resûlüllah Efendimiz’in karşısına döktü. Peygamber Efendimiz mübarek eliyle karıştırdı ve:

— Bundan sonra yaptıkları Osman’a zarar vermez, buyurdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri sefere çıkmağa hazırlandığı zaman münafıklardan bir topluluk:

— Sıcakta sefere çıkmayın, diye Müslümanlara te’sir edip onları seferden men etmeye çalıştılar.

Hak teâlâ hazretleri, münafıkların böyle söylemeleri üzerine şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Ve kalû lâ tenfirû fi’l-harri. Kul: Nâru cehenneme eşeddü harren lev kânû yefkahûne — “Sıcakta sefere çıkmayın” diyorlar. De ki; “Cehennemin ateşi daha sıcaktır”. Keşke anlasalardı.” (Tevbe sûresi: 9/81)

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbı ile beraber bu gazâya gittiği zaman ensâr topluluğunun fakirlerinden yedi kişi onlarla beraber sefere gitmek istediler. Resûlüllah Efendimizden binecek hayvan rica ettiler. Darlık zamanı olduğu için onlara verecek davar bulunamayınca ağlaya ağlaya dönüp geri gittiler. Hak teâlâ hazretlerinin kadîm kelâmında:

“Kendilerine binek sağlayıp bindirmen için sana geldikleri zaman sen: ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum’ deyince harcayacak bir şeyleri olmadığı için üzüntüden gözlerinden yaşlar akıtarak dönen kimseleri de kınamaya yol yoktur.”

(Tevbe sûresi: 9/92) diye buyurması onlar hakkındadır.

Esed ve Gatafân kabilelerinin Arapları gelip seferden kalmağa izin almak için bâzı özürler beyan ettiler.

— Biz çoluk çocuk sâhibiyiz. Bizim sefere gitmemiz çok zordur, dediler.

Bunlar seksen iki kişi idiler. Resûlüllah Efendimiz izin verdi, seferden kaldılar. Hak teâlâ hazretlerinin kerîm kitabında: “Ve kaade’l-lezîne kezzebûllâhe ve resûlehû — Allah’a ve resûlüne yalan söyleyenler oturup kaldılar,” (Tevbe sûresi: 9/90) diye buyurduğu onlardır.

Bu gazâda Medine’nin muhafazasına ashâb-ı kiramdan kimin kaldığı hususu âlimler arasında ihtilâflıdır. Ama üstün tutulan görüş şudur ki, Hazret-i Ali (Allah varlığını mükerrem kılsın) kalmıştır.

Buyurmuşlardır ki: “Hazret-i Ali, Tebük gazâsından başka Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gittiği gazâların hiç birinden geri kalmamıştı. Bu gazâda ise şerefli emirleri, Medine’nin muhafazası ve Ehl-i Beyt’in hizmetleri için gitmeyip Medine’de kalmaları şeklinde cereyan etti. O gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, Hazret-i Ali’ye:

— “Ya Ali! Hârun Mûsâ’nın yanında ne mertebede idiyse sen de benim yanımda o mertebedesin. Hârun Mûsâ’dan olduğu gibi sen de bendensin. Ancak benden sonra hiç peygamber yoktur,” buyurmuştur.

Müslümanlardan birkaç kişi daha gitmeyip kaldılar. Ama gitmemeleri îtikadlarmda bir bozukluk olduğundan değildi. Sadece beşeriyet gereği olarak yanlışlıkla sâdır olmuştu. Bunlardan biri Kâ’b bin Mâlik, biri Mürâre bin Rebi’ ve Hilâl bin Ümeyye idi. Bunların şânında da şu âyet-i kerîme nâzil olup buyurulmuştur ki:

“Ve alâ’s-selâseti’llezîne hullifû hattâ izâ dâkat aleyhimü’l-ardu bimâ rahubet ve dâkat aleyhim enfüsühüm ve zannû en lâ melcee minallahi illâ ilevhi sümme tâbe aleyhim liyetûbû innallahe hüve’ttevvâbu’r-rahîm — Ve savaştan geri kalan o üç kişi hakkında da onların tevbelerini kabûl buyurdu. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onların başına dar gelmiş, canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’dan, yine Allah’a sığinınaktan başka kurtuluş yolu olmadığını anlamışlardı. Bundan sonra tevbe etsinler diye onların da tevbelerini kabûl buyurdu. Çünkü Allah, mübalâğa ile tevbeleri kabûl eder ve çok acıyıcıdır.” (Tevbe sûresi: 9/118)

Bu âyetin başındaki “Ve alâ’s-selâseti — Ve o üç kişi hakkında” sözü evvelki âyette geçen “Lekad tâbe’llâhu — AH°h tevbelerini kabûl etti ” (Tevbe sûresi: 9/117) sözü ile bağlantılıdır.

Netice olarak mânası şöyle olur: “Hak teâlâ hazretleri Tebük gazvesinden geri kalan üç kişinin tevbelerini kabûl eyledi. Günahları sebebiyle halk kendilerinden öyle yüz çevirmişti ki, sanki yeryüzü o genişliğine rağmen onlara daralmıştı. Kalbleri üzüntü, korku ve yalnızlıktan daralıp sıkılmıştı. Hak teâlâ hazretlerinin gazabından sığınacak yer olmadığını anladılar. Ancak O’ndan mağfiret istemeye yol bulunduğunu bildiler. Yâni tevbe ve istiğfardan başka çare olmadığını anladılar. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri, tevbe ve istiğfar etsinler diye onlara uygunluk nasib eyledi. Hiç şüphesiz Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabûl eder ve nimetler ihsân eyler,” demektir.

Rivâyet olunur ki, Ebû Zerr-i Gıfârî (radıyallahü anh) de savaştan geri kalmıştı. Sonradan gelip yolda yetiştiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri onu görünce:

“O yalnız (Vahdet, Tevhid üzere) yürür, yalnız yaşar ve yalnız ölür,” diye buyurdu.

Nasıl buyruldu ise öyle olmuştur. Ondan sonra ensar kavminden ve Arap kabilelerinden her tâifeye sancak ve bayrak kaldırmaları emrolundu. Bu gazâda Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile beraber giden otuz bin kişi vardı. Bundan başka rivâyetler de gelmiştir. İslâm askerinde on bin baş at vardı.

Fahr-i Âlem Efendimiz, Semûd kavminin Hıcr dedikleri memleketlerine uğradığı zaman ashâb-ı kirama suyundan içmemelerini, gerek herhangi bir iş için ve gerekse abdet bozmak için, yalnız başlarına hiç bir tarafa gitmemelerini, yoldaşla gitmelerini tenbih buyurdu. Halk da şerefli emirleri gereğince hareket ettiler. Ama Benî Sâide kabilesinden iki kişi gaflet edip birisi yalnız olarak abdest bozmaya, birisi de devesini araştırmaya gitti. Allahü teâlâ’nın hikmetiyle o abdest bozmaya giden kişi hunnâk hastalığına müptelâ oldu. Hunnak boğaz ağrısına (bademcik iltihaplarına veya boğmaca hastalığına) derler. Öbürünü de kuvvetli bir fırtına çıkıp kâfir memleketine sürdü. Resûlüllah Efendimize söyledikleri zaman:

— Ben size yalnız başınıza bir yere gitmeyin diye tenbih etmedim mi? buyurdu.

Sonra o Hunnak olan kişiye dua etti, Hak teâlâ hazretleri ona şifa nasib etti. Öbürünü de Resûlüllah Efendimiz Medine’ye geldiğinde kâfirler gönderdiler; geldi, kurtuldu.

Sahih4 Müslim’de Ebû Hamîd’den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edilmiştir: “Resûlüllah Efendimiz ile gittik. Tebük’e geldiğimiz gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Bu gece kuvvetli bir yel çıksa gerektir. Sakın sizden bir kimse o rüzgârda ayak üstüne kalkmasın. Develeri olan kimseler de develerinin ayağını bağlasın, diye buyurdu.

Ondan sonra gerçekten şiddetli bir yel esti. Bir kişi ayağı üstüne kalktı, yel onu götürüp Tay dağına attı.”

Buharî ve Müslim’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri Hıcr’a uğradıkları zaman mübarek yüzünü elbisesiyle örttü ve devesini hızlı hızlı sürmeğe başladı. Ashâbına:

— O nefislerine zulmeden Semûd kavminin evlerine girmeyiniz, ancak ağlayarak giriniz. Onlara erişen azâbm size de erişmesi korkusundan ağlayınız, diye buyurdu.

Yâni: “Korkunuzdan böyle eyleyesiniz” diye tenbih eyledi. O diyara uğrayıp geçenler bilirler ki, Hak teâlâ hazretlerinin azab gönderip helâk ettiği Semûd kavminin evleri hâlâ harâp olup eserleri kalmıştır.”

Bu rivâyetlerin faydası şudur ki: Bir kimse Hak teâlâ hazretlerinin gazabına mazhar olan yerlere uğradığı zaman gaflet üzere olmayıp oradan korku ve ürkeklik ile geçmek gerekmiş.

Hadîs İmâmlarından İmâm-ı Beyhakî ve Ebû Nuaym’m (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri yolda giderken bir yerde devesi kayboldu. Zeyd bin Lusayb denilen bir münafık vardı, dedi ki:

Muhammed size peygamberim diyor. Göklerden haber veriyor. Şimdi ise devesinin nerede olduğunu bilmiyor!

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri: “Bir kişi şöyle şöyle diyor” diye onun söylediklerini nakletti. Sonra:

— Vallahi ben ancak Allahü teâlâ’nın bana bildirdiği şeyi bilirim. Şimdi Allahü teâlâ devenin nerede olduğunu gösterip bildirdi. Deve, vâdinin içinde filân yerdedir. Yuları bir ağaca ilişip kalmıştır. Gidin, deveyi getirin, dedi.

Bâzı ashab gittiler, varıp aynen buyurdukları yerde buldular. Gerçekten yuları bir ağaç dalma takılmış duruyordu. Aldılar, devletli huzurlarına getirdiler.

Hak teâlâ hazretleri resûlüne haber verip bu türlü mucize zuhur ettirdi. Dil uzatan münâfığm yüzü kara oldu.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Tebük’e geldiği zaman Eyle dedikleri yerin hâkimi gelip itaat eyledi ve haraç verdi. Cerbâ dedikleri yerin halkı da gelip haraç getirdiler. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bir ahidnâme yazıp ellerine verdi.

Rum Kayseri Herakl o zaman Humus vilâyetinde idi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri dört yüz yirmi atlı ile Hâlid bin Velîd’i Ükeydir denilen kâfir beyinin üzerine gönderip:

— Ya Hâlid! Sen gidip Ükeydir’i geceleyin av kovalarken bulacaksın, buyurdu.

Hâlid (radıyallahü anh) gitti, sözü edilen yere vardı. Ay aydınlığı idi. Ükeydir, kardeşi ve bir miktar kimse ile av kovalarken onlara yetiştiler. Kardeşini öldürüp kendisini tuttular. Geri kalan tâife kaçıp hisara girdiler.

Hâlid (radıyallahü anh), Ükeydir’e kendisini Resûlüllah Efendimiz hazretlerine götürünceye ve Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri için Dûmetü’l-Cendel’i fethediverinceye kadar öldürmekten emân verdi. Ancak ondan sonra kendisini serbest bırakacağına söz verdi. O da razı oldu. Neticede iki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh ve dört yüz gönder (mızrak) verip sulh anlaşması yaptılar.

Bu gazâda Resûlüllah Efendimiz hazretleri Herakl’e mektup yazıp onu İslâm’a dâvet etti. Herakl çok mülâyemet gösterdi, kabûle yakın oldu. Ama hidayet müyesser olmadı, diye rivâyet edilmiştir.

İmâm-ı Ahmed (Allah rahmet etsin) Müsned’inde nakletmiştir ki: Mektup vardığında Herakl:

— Ben Müslümanım, diye cevap verdi.

Gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber verdiklerinde:

— Yalan söylemiş, yine Hıristiyanlık üzeredir, diye buyurdu.

Velhasıl bâzı rivâyette yirmi gece Tebük’te durup seferi namaz kıldıktan sonra cenk vâki olmayıp döndüler. Yolda birkaç yerde mescidler bina ettiler.

Rivâyet olunur ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine yakininda Zî-Evân denilen yere geldiği zaman münafıkların bina ettiği mescid hakkında Hak teâlâ hazretleri âyet-i kerîme inzâl eyledi. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri Mâlik bin Vahşem ve Maan bin Adiy (radıyallahü anh) hazretlerine emretti, gidip yıktılar ve yerini süprüntülük ettiler.

Müfessirlerin yazdıkları üzere bunun aslı şudur: Münâfıklar birbiriyle müşavere edip:

— Bir mescid binâ edelim. Biz namazı burada kılarız diye içine girip rahat edelim. Muhammed’in ardında durup namaz kılmaktan kurtulalım, dediler.

Bu bozuk maksatla, Efendimiz hazretleri Tebük gazâsına çıkacağı zaman O’na gelip:

— Ya Resûlâllah! Biz bir mescid yaptık. Bâzı yağmurlu gecelerde ve bazı hastalığı olan kimseler uzak mescide gitmeyip orada namazlarını kılsalar. Ancak sizden dileğimiz şudur ki, gelip orada namaz kılasınız, bize hayır dua edesiniz, mübarek olsun. Ondan sonra onu mescid ittihaz edelim, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Şimdi sefere çıkmak işleriyle meşgulüz. İnşaallah geldiğimiz zaman gideriz, diye buyurdu.

Sonra Tebük gazvesinden dönüp sözü geçen yere geldiği gibi münafıklar yine gelip Resûlüllah Efendimiz hazretlerini dâvet edince Hak teâlâ hazretleri âyet-i kerime gönderip fitne ve fesatlarını bildirdi. Resûlüllah Efendimiz de zikrolunan Mâlik ile Maan hazretlerini gönderip mescidlerini yıktırdı. Orada Medine-i münevvereye yönelip yakın geldikleri gibi şehirden îman ehli erkekler, kadınlar ve çocuklar Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerini Arapça beyitler ve kasidelerle överek karşıladılar.