Geri

   

 

 

İleri

 

1 - 2

Ondan sonra Şevvâl’in birinde bayram namazını kıldı; yine o gün Benî Süleym kabilesinin üzerine gitti.

Bâzılarının kavlince Bedir gazâsından yedi gün sonra gitti. Bundan başka görüşler de ileri sürülmüştür. Oradan gitti, Küdr dedikleri suyun üzerine kondu. Üç gece orada durdu. Kimseye rast gelmedi. Dönüp geldi. Bu defa sancağı Hazret-i Ali (radıyallahü anh) taşıdı.

Bundan sonra Sâlim bin Umeyr’in seriyyesi gelir. Ebû Ifk denilen mel’un bir Yahudi vardı. Ömrü yüz yirmi yıla varmıştı. Bu denli ihtiyar iken işi gücü din düşmanlarını Resûlüllah Efendimiz hazretlerine karşı kışkırtmaktı. Resûlüllah Efendimiz hakkında türlü türlü hezeyan söylerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, emredip Sâlim’i gönderdi. Sâlim gidip kılıcını ciğerinin üstüne koydu ve basıp öbür yanından çıkardı. Mel’un feryâd eyledi. Kendi adamlarından bâzı kimseler geldiler. Onu götürüp evine koydukları gibi canını cehenneme ısmarladı. Bu husus, hicret tarihinin yirminci ayında Şevval’de oldu.

Benî Kaynuka Gazvesi

Bundan sonra Benî Kaynuka Gazvesi gelir. Benî Kaynuka, Medine Yahudilerinden yiğitlik ve savaşçılıklariyle meşhur olmuş bir tâifedir. Bu gazâ da mezkûr Şevval ayinin ortasında Cumartesi günü vâki olmuştur.

Malûm olsun ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin Hicret’inden sonra kâfirler üç kısım olmuşlardı:

1. Bir kısmı Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile muahede etmişlerdi. Buna göre Peygamberimizle cenk ve cidal etmeyecekler, düşmanlarını da toplayıp üzerlerine salmağa girişmeyeceklerdi. Bunlar üç bölük Yahudi tâifesi idi ki, birisi Benî Kureyzâ, birisi Benî Nadîr ve birisi de Benî Kaynuka idi.

2. Bir kısım kâfirler de cenk ve cidal üzere bulunup düşmanlıkları daima artmakta idi. Bunlar Kureyş tâifesidir.

3. Bir kısmı da hiç tınınazlardı; “Bakalım iş nereye varacak?” derlerdi. Bunların da içlerinde bâzısı isterdi ki, Peygamber Efendimiz hazretleri zuhur bulsun. Bunlar Huzâa tâifesi idi. Bazıları Peygamber Efendimiz’in zuhur bulmasını istemezdi. Bunlar Benî Bekr tâifesi idi. Bâzıları da zâhirde Peygamber Efendimizle, fakat batında onun düşmanlarıyla beraber idiler. Bunlar münafıklardı.

İşte o ahd üzere olan üç bölük Yahudi tâifesinden ilk önce ahdlerini bozan mel’unlar Benî Kaynuka tâifesi oldu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Bedir gazasından sonra Şevval ayı içinde mezkûr mel’unlar ile muharebe eyledi.

Benî Kaynuka Yahudilerinin ahdlerini bozmalarına sebep şu olmuştu. Arap tâifesinden bir kadın, Yahudi bir kuyumcunun dükkânında oturmuştu. Yahudî, kadinin yüzünü açıp görmek istedi. Kadın razı olmadı. Bunun üzerine Yahudi, kadinin elbisesinin ucunu bir yolunu bulup oturduğu yerde arkasına bağladı. Kadın yerinden kalktığı gibi sırrı açıldı. Yahudiler gülüştüler. Kadın hemen feryâd etti. Müslümanlardan bir kişi, kuyumcu Yahudi’nin üzerine sıçradı, vurup onu öldürdü. Yahudiler de Müslümanın başına üşüşüp onu öldürdüler. İşte buradan İslâm ehli ile Yahudiler arasında fitne zuhur etti.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ebû Lübâbe’yi Medine’de kendi yerine bıraktı. Kendileri ashâb-ı kirâmla beraber çıkıp Benî Kaynuka üzerine gitti. Zilka’denin ortasından Zilhicce’nin başına kadar muhasara edip mel’unları ortaya aldı. Sonunda Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli fermanına itâat gösterip:

— Ya Resûlâllah! Ne buyurursan öyle edelim, dediler. Kadınlarımız ve çocuklarımız bizim olsun, mal ve menâlımız senin olsun. Bizi incitme.

Peygamber Efendimiz hazretleri, Münzir bin Kudame’ye emretti, ne kadar Yahudî varsa hepsini bağladılar. Ondan sonra Abdullah bin Übey bin Selûl, Resûlüllah Efendimiz ile bunlar hakkında konuşup çok ısrar etti. Sonunda Resûlüllah Efendimiz hazretleri, onu kırmaktan vazgeçip onların Medine’den çıkıp gitmesini emretti. Öyle ki, o diyarda onlardan hiç kimsenin kalmamasını buyurdu. Onlar da çıktı, Şam diyarında Ezriât denilen yere gittiler. Bütün elbise ve silâhlarını Resûlüllah Efendimiz hazretleri almıştı. Sadece başlarını kurtarıp gittiler.

Daha önceleri Abdullah bin Übey ve Ubâde bin Sâbit, mezkûr Yahudi tâifesi ile hilf (birbirine yardımcı olmaya yeminli dost) idiler. Hilf, o dostluktur ki, birbirine gadr etmemeğe yemin etmiş olurlar. Sonradan Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) dostluklarından çekilip onlardan yüz çevirdi. Ama Abdullah bin Übey münafık idi. Zahirde Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile ama, muamelesi kâfirler ile idi. Sonra: “Ey îman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin,” (K: 5/51) âyet-i kerimesi nâzil oldu.

Sevik Gazvesi

Bundan sonra Sevîk Gazvesi oldu. Sevîk Gazvesi, Hicret’in yirmi ikinci ayında Zilhicce’nin beşinci günü, Uhud gününde vâki olmuştur. Sevîk dedikleri, kavrulmuş buğday unudur ki, Arap tâifesi yağla karıştırıp yerler. Bu gazâda müşriklerin çoklukla yedikleri sevîk idi. Müslümanlar kâfirlerin elinden bir miktar sevîk ganimet olarak almışlardı. Onun için bu gazâ Sevîk Gazvesi diye meşhûr oldu, demişlerdir.

Bu savaşın sebebi şu olmuştur: Bedir gazâsında Ebû Süfyân, kurtarabildiği elbise ve eşyayı alıp Mekke’ye vardığı zaman adakta bulunup:

— Asker çekip Muhammed’in üzerine gitmedikçe ne kadınlarımın yanına varacağım, ne de kendime yağ süreceğim, diye and içti.

Bedenlerine yağ sürmek Arap tâifesinde âdettir. Hâsılı andinin yerine gelmesi için Kureyş tâifesinden binitli iki yüz kişi ile çıkıp Medine nahiyelerinden Ureyz dedikleri yere geldi ki, oradan Medine üç mil (beş kilometre) yerdir. Orada birkaç hurma ağacını yaktı ve ensar kavminden bir Müslüman’ı katletti. Bundan sonra “Andım yerine geldi” diye döndü. Giderken Resûlüllah Efendimiz hazretleri ardınca ensâr ve muhacirlerden iki yüz kişi ile çıktı. Ebû Süfyân kaçmağa başladı. Yüklerini azaltmak için yolda dağarcıkları ile sevîklerini yabana atıyorlardı. Müslümanlar da bunları bulup alıyordu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri beş gün yabanda kaldı. Sonunda Ebû Süfyân kaçıp kurtuldu. Ashâb-ı kiramla Peygamber Efendimiz Medine’ye geldiler.

Resûlüllah Efendimiz, bu Zilhicce’nin onunda bayram namazını kıldı ve kurban kesmeyi emretti. Osman bin Maz’un (radıyallahü anh) bu ayda vefat etti.

Hazret-i Ali ile Fatıma’nın Evlenmesi

Resûlüllah Efendimiz bu yılda Hazret-i Fâtıma’yı Ali bin Ebî Tâlib’e verdi.

Taberî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Nikâh ikinci yılın Sefer ayında vâki olmuştu. Ama yirmi ikinci ay olan Zilhicce’de bir araya geldiler diyenler de olmuştur. O zaman Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ) on beş yaşında ve beş aylık veya biraz daha fazla idi. Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) ise yirmi bir yaşında olup beş aylık bir fazlalığı vardı.”

İmâm-ı Ahmed ve Ebû Hâtem’in (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: “Hazret-i Fâtıma’yı istemeğe önce Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) geldi. Ondan sonra Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) geldi. Peygamber Efendimiz hazretleri cevap vermedi. Gittiler:

— Ya Ali! Sen kendin git, Fâtıma’yı iste, dediler.

Ondan sonra Ali gidip istediği zaman Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Ali! Dünyalıktan hiç bir nesneye mâlik misin? diye sordu.

Ali:

— Ya Resûlâllah! Bir atla bir zırha mâlikim, dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Atın sana lâzımdır. Ama git, zırhını satıver, dedi.

Hazret-i Ali de gidip dört yüz seksen akçeye zırhını sattı; parasını Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdi. O da mübarek eliyle bir miktar akçe alıp:

— Git, biraz tîb (güzel koku) al, diye Bilâl’e verdi.

Ondan sonra Fâtıma’ya cihaz emreyledi. Bir sedir, bir de deri yastık yaptılar. Yastığın içini hurma lifleri ile doldurdular. Peygamber Efendimiz hazretleri, Ali’ye:

— Ben size gelinceye kadar Fâtıma’ya yaklaşma, diye tenbih etti.

Ondan sonra Fâtıma’yı Ummü Eymen ile Hazret-i Ali’ye gönderdiler.

Hazret-i Ali (kerremallahü veçhe) der ki: “Fâtıma geldi, evin bir tarafında oturdu. Ben de bir tarafında oturdum. Ondan sonra Peygamber Efendimiz teşrif eyledi:

— Kardeşim burada mıdır? diye Hazret-i Ali’yi sordu.

Ummü Eymen:

— Kızını kardeşine mi verdin? dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Evet, diye buyurdu.”

Yâni Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin gelip Ali için “Kardeşim burada mıdır?” demesinden Ummü Eymen, sadece böyle demekle nikâhın caiz olmayacağını sandı. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin “Evet” buyurması şuna işaretti ki, nikâha mâni olan bir anadan doğmuş kardeş olmaktır. Yoksa bir kimse güveğisine kardeş veya oğul demekle nikâha zarar gelmez.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hazret-i Fâtıma’ya:

— Su getir, dedi.

O da bir çanakla su getirdi. Peygamber Efendimiz çanağın içine bir miktar ağzinin mübarek barından bıraktı ve Fâtıma’ya:

— Beri gel, kızım, dedi.

Fâtıma karşısına geldi. Sudan bir miktar alıp Fâtima’nın göğsüne ve başına saçtı. Sonra:

— “Allahım, onun ve zürriyetinin taşlanmış şeytandan korunınası için sana sığınırım,” dedi.

Ondan sonra:

— Arkanı dön! buyurdu.

Biraz da yağrına (sırtına) su serpti. Sonra Hazret-i Ali’ye de Fâtıma’ya ettiği gibi edip:

— “Allah’ın ismi ve bereketiyle ehlinin yanına gir,” diye buyurdu.

Böyle dedikten sonra kendisi çıkıp gitti.

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Fâtıma’nın mehri dört yüz miskal gümüş idi.

Ebû Bekir’in kızı Esmâ (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir ki: “O zamanda Hazret-i Ali’nin velîmesinden yeğrek velîme kimse etmemişti.”

Velîme, evlenme düğününde çekilen yemek ziyafetine denir. Hazret-i Ali’nin velîmesi, bir miktar arpa ekmeği, bir miktar hurma., bir miktar da hays idi. Hays dedikleri bir aştır ki, bir miktar yağ, yoğurt ve hurma ile olur.

Bundan kıyas eyle ki, onların dünyaya rağbeti ne kadar imiş? Dünya lezzetinden ne kadar nimetlenmişler?

İmâm-ı Ahmed’in rivâyeti üzere Hazret-i Fâtıma’mn cihazı, bir hamile, bir kırba ve bir yastık idi ki, içine lif doldurmuşlardı. Hamîle dedikleri, kebe (kalın keçe) ye benzer, yere döşenecek bir nesnedir. Bazılarının kavlinde bir sedir de zikrolunmuştur.

Şuna da bakılsın ki, Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri dünya giyeceklerinden ne kadar meta edinmiş? Kendi ciğerparesine verdiği cihaz ne imiş?

Muhammed Bin Mesleme’nin Seriyesi

Bundan sonra vâki olan, Muhammed bin Mesleme’nin Seriyyesi’dir. Hicret tarihinin yirmi beşinci ayında Rebiülevvel’in on dördüncü gününde dört kişi ile Kâ’b bin Eşref denilen Yahudi’nin üzerine gönderilmişti. O mel’un Resûlüllah Efendimiz hazretlerini hicvederdi. Böylece Kureyş tâifesini tahrik edip fitne ve fesat çıkarınağa haris idi. Resûlüllah Efendimiz bundan çok rahatsızdı. Onu öldürmeğe adam istedi. Muhammed bin Mesleme:

— Ya Resûlâllah! Vardığımız zaman ne diyelim? dedi.

Yâni: Ne bahane edelim ki, zarafetle öldürelim; bizden bir hile sezmesin, demek istedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Hemen hatırına ne gelirse söyle. Böyle bir işte ne söylesen caizdir. Bir şey lâzım gelmez, buyurdu.

O da eshâb-ı kirâmdan Ebû Vâile’yi, Abbâd bin Bişr’i, Hâris bin Evs bin Muâz’ı ve Ebû Abs bin Cebr’i yanına aldı. Beş kişi oldular. Gidip Allah’ın yardımıyla mel’unu katlettiler. Dönüp geceleyin Medine’nin kabirliği yanına gelince yüksek sesle tekbir getirdiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri namaza durmuştu. Ashâbmın tekbirlerini işitince mel’unu katledip geldiklerini anladı. Kendisi de tekbir getirdi. Sonra ashâb çıkageldi, mel’unun başını Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önüne bıraktılar. Bundan çok hoşlanıp Hak teâlâ hazretlerine hamd eyledi.

İslâm’da Medine’ye ilk gelen düşman başı Kâ’b bin Eşrefin başı idi, demişlerdir. Giden ashâbdan Hâris bin Evs’e kılıç ucu dokunup yaralanmıştı. Geldiği zaman Resûlüllah Efendimiz hazretleri yarasına tükürdü, hemen yarasının acısı geçip iyileşti.

Eninâr Gazvesi

Bundan sonra Eninâr Gazvesi oldu. Eninâr dedikleri, Necid bölgesinde bir yerdir. Buna Zî-emr Gazvesi ve Gatfân Gazvesi de derler. Zikrolunan Rebiülevvel’in on ikisinde gidilmişti. Buna şu sebep olmuştu: De’sûr bin Hâris denilen yiğit bir kâfir vardı. Benî Sa’lebe ve Benî Muhârib tâifelerinden bir miktar adam toplamıştı. Müslümanların malını çalıp yağmalamak isterdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunu işitince Medine-i münevvere’de Hazret-i Osman bin Affân’ı bıraktı ve kendisi dört yüz elli atlı ile çıktı. Kâfirler, Resûlüllah Efendimiz’in bu gelişini işitince duramadılar, yüksek dağların başına kaçtılar. Sahâbe-i kirâm mezkûr Benî Salebe tâifesinden birini tutup Resûlüllah Efendimiz hazretlerine getirdiler. Peygamber Efendimiz ona İslâm’ı arz eyledi, o da kabûl edip Müslüman oldu. Onu Bilâl’in yanına verdi. Ondan sonra biraz yağmur yağdı. Peygamber Efendimizin elbiseleri ıslandı. Arkasından çıkarıp tenha bir yerde bir ağaç dalına serdi. Kâfirler yukarıdan gözetliyorlardı. Hemen başkanları olan De’sûr’e:

— Ne duruyorsun, yetiş! İşte Muhammed yalnız başına yatmış, yanında hiç kimse yok! dediler.

Hemen kılıcını alıp da Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yattığı yere geldi. Mübarek başı ucunda durdu ve:

— Şimdi seni benden kim kurtarır? dedi.

Peygamber Efendimiz de:

— Allah! diye buyurdu.

O anda Cebrâil aleyhisselâm yetişip De’sûr’un göğsüne kaktığı gibi kılıcı elinden düştü. Hemen Resûlüllah Efendimiz hazretleri kılıcı eline aldı ve:

— Şimdi benim elimden seni kim kurtarır? dedi.

De’sûr:

— Hiç bir kimse yoktur ki, şimdi beni senin elinden kurtarsın! dedi.

De’sûr, orada şehadet kelimesini getirip îmana geldi. Sonra gidip kavmini de îmana dâvet eyledi.

Bundan sonra Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

“Ey îman edenler! Allah’ın sizin üzerinizde olan nimetini hatırlayın ki, bir topluluk size ellerini uzatmak istediler, sizi öldürmek dilediler de O onların ellerini sizden men etti. Size el uzattırmayıp zararlarını sizden def eyledi. O halde mü’minler, Allah’dan korku üzere olsun ve Allah’a güvenip dayansınlar. Zira hayra ulaştırmakta ve şerri savuşturmakta Allah kâfidir.” (Mâide sûresi: 5/11)

Hâsılı Hak teâlâ hazretleri, o zamanda ettiği lütuf ve ihsanı mü’minlere hatırlatıp: “Ben o Hak’yım ki, düşman bu denli fırsat bulup helâk olmanız kesinleşmiş iken zararlarını def ettim. Onlar galip olmuşken mağlûp ettim. Bir kimse korkacaksa benden korksun ki, benim elimden hiç kimse onu almaya muktedir değildir. Ve bana tevekkül etsin ki, hayrı yetiştirmekte ve şerri def etmekte ben kifayet ederim,” demektir.

Bâzılarmın kavline göre bu husus Zâtü’r-Rika Gazvesinde olmuştur. Eninâr Gazvesinde cenk müyesser olmayıp Medine’ye dönmüşlerdir. Hepsi topluca on bir gece yabanda yatmışlardır.

Necrân Gazvesi

Bundan sonra Necrân Gazvesi oldu. Buna Benî Süleym Gazvesi de derler. Sebebi şöyle olmuştu:

— Fer’ bölgesinde Benî Süleym’den pek çok kâfir toplandı, diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber vermişlerdi.

Resûlüllah Efendimiz, sahâbe-i kirâmden üç yüz kişi ile çıkıp gitti. Gördü ki, dağılmışlar, tekrar döndü, Medine’ye geldi. Bu defa çıktığında Medine’yi İbn-i Ummü Mektûm hazretlerine emanet etmişti. Allah ondan razı olsun. Hepsi on iki gece yabanda kaldılar.

Zeyd Bin Hârise’nin Seriyyesi

Bundan sonra Zeyd bin Hârise’nin Seriyyesi gelir. Necid diyarında bulunan Karede dedikleri su üzerine varmışlardı. Bazıları bu suyun ismini Faride diye zabt etmiştir.

İbn-i İshak’ın (Allah ona rahmet etsin) kavlince bu seriyyenin sebebi şu olmuştu: Kureyş tâifesi, Şam’a gittikleri mutat yolu Bedir gazâsından sonra terkedip Irak yolundan gitmeğe başlamışlardı. Bir gün yine Ebû Süfyân bir kervanla Şam yoluna çıkmıştı. Hayli gümüş esvapları vardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunu haber ahp Zeyd bin Hârise’yi bir miktar kimse ile yollarına gönderdi. İbn-i Sa’d’ın rivâyetine göre yüz binitli kişi ile onu göndermişti. Gittiler, kervanı alıp Medine-i münevvere’ye getirdiler. Ganimet malinin beşte birini ayırdılar. Beşte biri yirmi bin dirhem gümüş değerinde idi. Bâzıları buna yirmi beş bin dirhem demişlerdir.

Bu husus Hicret tarihinin yirmi sekizinci Cemaziyelâhir ayında vâki olmuştur. Ama Muhammed bin îshak (Allah ona rahmet etsin) bu hususu, Kâ’b bin Eşrefin katlinden önce zikretmiştir.

Uhud Gazvesi

Bundan sonra Uhud Gazvesi gelir. Uhud, Medine-i münevvere yakininda bir dağdır. Aralan bir fersahtan az yerdir. Diğer dağlardan ayrı ve mütevahhid (tek, yalnız başına) olduğu için ona Uhud denilmiştir*. Buna Zü-Uyeyn (iki gözlü) dahi derler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bu dağ hakkında:

“Uhud bir dağdır ki, o bizi sever, biz de onu severiz,” buyurmuştur.

Hazret-i Mûsa’nın kardeşi Hârun aleyhisselâm Uhud’da yatar .

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin meşhur gazâsı burada vâki olmuştur. Bu gazâ Hicretin üçüncü yılinin Şevvalinin on birinde Cumartesi günü olmuştur. İttifak üçüncü yılda olduğu üzerindedir. Ama bâzıları mezkûr Şevvalin yedinci gününde, bâzılan ortasında oldu demişlerdir. İmâm-ı Mâlik (Allah ona rahmet etsin): “Bedir gazasından bir yıl sonra olmuştur” diye buyurdu.

Hadîs âlimlerinin rivâyetine göre bu gazânm sebebi şudur: Kureyş tâifesi Bedir gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden göreceklerini görüp kurtulanları Ebû Süfyân ile Mekke şehrine geldiklerinde gördüler ki, kiminin babası öldürülmüş, kiminin oğlu, kiminin kardeşi kırılmış. Mekke’nin meşhur eşrafı ve tanınmış büyükleri kılıçtan geçmiş.

 Cahiliyet gayretinin ateşi canlarına te’sir edip meşveret ettiler. Ebû Süfyânın kafilesinde kendinin ve diğer tüccarın mallarını ortaya koyup satarak Peygamber Efendimiz ile cenk etmeye karar verdiler. Tüccar buna razı olup mal ve metâlarından ne varsa hepsini sattılar. Bu arada bin develeri vardı, onları da sattılar. Toplanan meblâğın hepsi elli bin altın oldu.

İşte Hak teâlâ hazretleri, kadîm kelâmında bunlar hakkında şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

“Kâfirler, Allah’ın yolunu kapatmak ve ona gitmek isteyenleri men etmek için mallarını infak ve sarf ederler. Yakında yine sarf edeceklerdir. Sonra bu intak, onlar üzerine hasret ve nedamet olacaktır. Çünkü mağlûp olacaklardır.” (Enfâl sûresi: 8/36)

Böylece bu âyet, onların Mekke fethinde mağlûb olacaklarını önceden haber vermiştir.

Bu şekilde Kureyş kâfirleri, Peygamber Efendimiz hazretleri ile cenk etmek üzerinde ittifak edip toplandılar. Resûlüllah Efendimiz’in amcası Abbâs bin Abdü’l-Muttalib mektup yazıp kâfirlerin hazırlıklarını Resûlüllah Efendimiz’e bildirdi.

Ebû Süfyân kumandan olup kâfirlerin askerini Mekke’den çıkardılar. Uhud tarafından Medine’ye karşı bir vâdinin içine kondular. İslâm ehli içinde nice kimseler vardı ki, Bedir gazâsında hazır bulunamadıkları için hasret çekerlerdi. Hâsılı Müslümanlar da gazaya hırs ve iştiyak üzere idiler.

Resûlüllah Efendimiz Cuma gecesi bir rü’ya görüp sabah olunca ashâbına:

 “Gerçekten ben, vallahi rü’yada hayır gördüm ki, bir sığır boğazlanıyor, kılıcımın yüzünde bir gedik açılıyor ve elimi sağlam bir zırhın içine sokuyorum,” dedi.

Resûlüllah Efendimiz’in yine kendisi bu rü’yalarını tâbir buyurup:

— O boğazlanan sığır, bâzı insanlardır ki, öldürüleceklerdir. Kılıcımın yüzünde gördüğüm gedik, benim ehl-i beytimden bir kişidir ki, öldürülecektir, dedi.

Ve bir rivâyette: “O zırh Medine’dir,” dedi.

Bâzı rivâyette gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, şöyle tedbir etti ki: Şehirden dışarı çıkmasınlar. Kâfirler gelip Medine’nin sokaklarına daldıkları zaman damların üstünden ok ve taş atarak cenk etsinler. Sahâbeden bâzıları:

— Ya Resûlâllah! Biz bu günü isterdik ki, Allah için çarpışalım. Hemen düşmana karşı çıkalım. Bize “Korktular, dışarı çıkamadılar” denilmesin, dediler.

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz halka Cuma namazını kıldırdı. Arkasından bir miktar va’z ve nasihat eyledi. Ciddiyetle ve en son güçlerini sarf ederek çalışmak gerektiğini buyurdu:

— Eğer sabredip yerli yerinizde durursanız nusret sizindir. Düşmana karşı çıkmak için silâhlanın! diye emretti.

Halk, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin böyle buyurmasına sevindiler. Sonra ikindi namazını da kılıverdi. Bu halde Avâli halkı da gelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri namazdan çıkınca saâdethânesine girdi. Yanında Ebû Bekir Sıddık ve Ömer bin Hattâb beraber girdiler. Resûlüllah Efendimiz’in çıkmasını beklerken kapı önünde saf bağlamış duruyorlardı. İçlerinden Sa’d bin Muâz ve Useyd bin Hudayr geri kalanlarına dediler ki:

— İyi etmediniz. Resûlüllah Efendimiz hazretlerini kendi hâline bırakmadınız. Onun tedbîri Medine’den dışarı çıkmak üzerine değildi. Hemen işi sadece ona bırakın. Nasıl dilerse öyle eylesin.

Sonra Resûlüllah Efendimiz zırhını giymiş ve kılıcını kuşanmış olarak dışarı çıktı. Ashâb, kendilerini böyle görünce önce söyledikleri söze pişman olup:

— Ya Resûlâllah! Bizim maksadımız sana muhalefet değildir. Nasıl istersen öyle hareket eyle, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Hiç bir peygambere lâyık değildir ki, zırhını giydikten sonra, Hak teâlâ hazretleri onunla düşmanı arasında hükmünü verinceye kadar zırhını çıkarsın, dedi.

Hâsılı: “Peygamberlere, zırhını giydikten sonra düşmanı ile kendi arasında Allahü teâlâ’nın emri ne ise zuhura gelmeden çıkarınak yaraşmaz,” diye cevap verdi.

İmâm-ı Ahmed, İmâm-ı Taberânî, Nesâî ve Hâkim’in (Allah onların hepsine rahmet etsin) İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet ettikleri hadîs-i şerifte de zikredilmiştir ki: Resûlüllah Efendimiz hazretleri, önce ashâba Medine’den dışarı çıkmamalarını işaret buyurdu. Onlar ise şehadet taleb edip çıkmağı ihtiyar ettiler. Peygamber Efendimiz zırhını giydikten sonra o muhalefet şeklini gösterdiklerine pişman oldular. Peygamber Efendimiz hazretleri de: “Zırh giydikten sonra savaşmadan çıkarınak bir peygambere yakışmaz” dedi.

Velhâsıl iki hadîs-i şerif birbirine şâhiddir ki, Uhud gazâsinin başlangıcı bu tarz üzere olmuştur.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri üç sancak kaldırdı. Bir sancağı Üseyd bin Hudayr’a verdi. Muhacirlerin sancaklarını bir kavilde Ali bin Ebî Tâlib’e, bir kavilde Mus’âb bin Umeyr’e verdi. Hazrec kavminin sancaklarını da Habbab bin Münzir’e verdi. Bâzı kavilde Sa’d bin Ubâde’ye verdi, denilmiştir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Sahâbe-i kirâm içinde zırhlı yüz kişi vardı. Sa’d bin Muâz ile Sa’d bin Ubâde zırhlı olanlar arasında idi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önünce sür’atle giderlerdi.

Peygamber Efendimiz, Medine-i münevvere’yi tbn-i Ümmü Mektûm’a emanet etmişti. Çok genç yaşta olanları alıp götürmedi. İslâm ehlinin askeri bir rivâyette bin kişi, bir rivâyette dokuz yüz kişi idi. Kâfirler ise üç bin kişi idler. Onların yedi yüz kişisi zırhlı idi. iki yüz atları ve üç bin develeri vardı. Aralarında on beş kadın da vardı.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Medine’den çıkıp Uhud dağinin yanına kondu. Abdullah bin Übey dedikleri mel’un, münafıkların reisleri idi. Oradan üç yüz münafıkla geri dönüp gitti. Bâzıları: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri onların küfürlerini bildi ve Şavt dedikleri yerden emredip onları döndürdü,” dediler. Bâzıları da “Uhuddan döndürdü” dediler.

Hâsılı mü’minler ile münafıklar karışık olarak gitmişlerdi. Sonunda münafıklar dönüp gittiler, sırf mü’minler kaldı.

Müslümanlar Uhud dağinin eteğinde, müşrikler de karşılarında saf bağladılar.

İbn-i Ukbe (Allah ona rahmet etsin) der ki: Hâlid bin Velid o zamanda henüz îmana gelmemişti. Kâfirlerin askerinin sağ kolu üzerine kumandan idi. Ebû Cehil’in oğlu Ikrime de îmana gelmemişti. O da kâfir askerinin sol kolu üzerine kumandan idi. İslâm ehli arasında çok güzel ok atan elli kişi vardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri onların üzerine Abdullah bin Cübeyr’i reis edip bu atıcıları İslâm askerinin arkasında bulunan dağ yolunun ağzını muhafazaya koydu. Tâ ki, düşman dolaşıp arkalarından gelmesin. Ve buyurdu ki:

— Eğer bizi kuşların kaptığını dahi görseniz ben size haber göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız!.. Eğer bizim kâfirleri kırıp ayaklar altında çiğnediğimizi görseniz bile yine ben size haber göndermedikçe olmaya ki, yerinizden hareket edesiniz!..

Resûlüllah Efendimiz böylece onlara sıkı sıkı te’kid ederek tenbihlerde bulundu.

Berâ (radıyallahü anh) hazretlerinden İmâm-ı Buhârî böylece rivâyet eylemiştir. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) dahi rivâyet eylemiştir ki: Resûlüllah Efendimiz atıcıların yerlerini tayin ettikten sonra buyurdu ki:

— Siz bizim arkalarımızı himaye eyleyin. Eğer bizi öldürdüklerini görseniz bile bize yardıma gelmeyesiniz. Eğer bir ganimet aldığımızı görseniz bize ortak olmayasınız.

Bu sözlerden murad, sıkıca tenbih edip “Yerli yerinizde bekleyiniz. Olmaya ki, yerinizden ayıtlasınız!” demek idi.

İbn-i İshak der ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri, bir kılıcı eline aldı ve ashabına hitap edip:

— Bu kılıcı hakkiyle kim alır? dedi.

Birkaç kişi geldiler, almak istediler, vermedi. Ondan sonra Ebû Dücâne (radıyallahü anh) yanına gelip:

— Ya Resûlâllah! Bunun hakkı nedir? dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Bunun hakkı odur ki, ta iki kat oluncaya kadar bununla kâfirin suratma çalasın! diye buyurdu.

O da:

— Ya Resûlâllah! Ben bunu hakkı ile alırım, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz kılıcı ona verdi. Gayet yiğit ve yürekli bir kimse idi. Cenk meydanında şecaat ve iftiharla salına salma yürüdü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Ebû Dücâne’nin yürüyüşüne işaret edip:

— Bu öyle bir yürüyüş nevidir ki, Hak teâlâ buna buğzeder. Ancak böyle bir yerde değil, buyurdu.

Hâsılı, tekebbür ve iftiharla yürümek cenkten başka yerde caiz, değildir, demek olur. Burada caiz olması, kâfirlere karşı cür’et gösterip kalblerine korku düşürmek içindir.”

Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh) der ki:

— Bakayım, Ebû Dücâne ne yapacak diye arkasına düştüm. Başına bir kızıl sarık sarındığını gördüm. Ensar topluluğu onu bu halde görünce: “Ebû Dücâne ölüm sarığını sarındı,” dediler. Ondan sonra meydana girdi. Müşriklerden her kime rast geldiyse kılıç çalıp onu öldürdü. Hazret-i Hamza bin Abdülmuttalib (radıyallahü anh), Ertat bin Şurahbil adlı kâfiri öldürdü. Hanzale (radıyallahü anh) Ebû Süfyân ile cenk ederken Şeddâd bin Evs, Hanzale’ye kılıç çalıp onu şehîd etti. Karısı olan Cemile ki, Abdullah bin Übey dedikleri münafığın hemşiresi idi kocası şehîd olunca:

— Kocam savaşa gittiğinde cenabet olarak gitmiişti, dedi.

Peygamber Efendimiz hazretleri:

— Melekler onu yıkadılar, dîye cevap verdi.

Bâzı âlimlerden rivâyet olunur ki, bir kimse cünüp iken şehîd olsa yıkanınası gereksiz, demişlerdir. Onların dayandığı delil, zikrolunan hadîs-i şeriftir.

Ali bin Ebî Tâlib (radıyallahü anh), müşriklerin sancağını götüren Talha bin Ebî Talha dedikleri kâfiri öldürdü. Ondan sonra sancağı onun kardeşi Osman bin Ebî Talha aldı. Onun üzerine de Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) hamle edip eline ve arkasına kılıç çaldı. Ondan sonra Hak teâlâ hazretleri İslâm ehline nusret verdi. Kâfirleri kılıçla sürüp arada kalan Müslümanların üzerinden dağıttılar. Mel’unlar kaçmağa yüz tutup Müslümanlar arkalarına düştüler. Kâfir karıları feryâd ve figana başladılar. Bu durum meydana gelir gelmez Müslümanlar giyecek ve eşya yağmalamağa başladılar.

Görev Yerini Terk ve Bozgun:

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) rivâyet etmiştir ki: Ok atmağa tayin olunan Müslümanlar, kâfirlerin bu denli bozulduklarını görünce birbirine:

— Ne duruyorsunuz? Artık Müslümanlara nusret müyesser olup galip oldular. Biz de ganimete koşalım! dediler.

Reisleri olan Abdullah bin Cübeyr (radıyallahü anh):

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin size ne buyurduğunu unuttunuz mu? dedi.

Arkadaşları:

— Vallahi elbette gideriz, ganimetten biz de bir miktar alırız! dediler.

Hemen durdukları yerden ayrılıp bir miktar ileri gittikleri gibi bozuldular.

İmâm-ı Buhârî’nin naklinde Hazret-i Aişe (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:

— Uhud gününde kâfirler yenildiler. Yenildiklerinde şüphe kalmadı. Bunun üzerine mel’un İblis çağırıp:

— Ey Allah’ın kulları! Ardınızdan sakinin! dedi.

O zaman Müslümanların ileride olanları döndüler ve arkalarında olan yoldaşlarını düşman sanıp birbirini kırdılar.

İbn-i Abbâs’dan rivâyet olunduğu üzere “Müslümanlar döndükleri zaman kâfirlerle karşılaştılar ve iki asker birbirini fark edemediler. Müslümanlar içinde birbirini kırmak vâki oldu,” diye buyurulmuştur.

Ama sahih haberlerde gelmiştir ki: Hâlid bin Velîd dağ yolunda duran atıcılar tarafına bakınca gözüne az kimse göründü. Hemen atla dolaşıp üzerlerine hücum etti. Ikrime de bir toplulukla onun ardına düştü. Geldiler, atıcıların yerlerinde kalanlarını ve reisleri olan Abdullah bin Cübeyr’i öldürdüler.

Sahîh-i Buhârî’de gelmiştir ki: Cenk için saflar bağlandığı zaman Sibâ’ adlı bir müşrik meydana çıkıp adam istedi. Hazret-i Hamza (radıyallahü anh) ona karşı çıkıp düşman yakıcı kılıç şimşekleriyle vücud harınanına ateş salıp mânâsız emellerinin mahsulünü yokluk fezâsında berbat eyledi. Ondan sonra Vahşi*, görünmez belâ gibi bir taş ardında saklanıp Hazret-i Hamza’nın (radıyallahü anh) yanına uğradığı gibi mızrağını attı. Tehlikeli yerine rast gelip o şerefli ve seçkin varlığa zarar erişince orada şehâdet şerbetini içti, istirahat döşeğine yarasının kan damlalarından güller saçılıp ferâğat yastığı üzerinde dinlenme uykusuna vardı.

Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin yanında cenk ediyordu. İbn-i Karniye denilen kâfir gelip Mus’ab’ı şehîd etti. Ama inancı, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine karşı zafer bulmuş olduğu şeklinde idi. Bunun üzerine hemen yüksek sesle:

Muhammed öldürüldü! diye çağırdı.

Bâzıları, “Çağıran Ezbü’l-Ukbe denilen şeytandı” demişlerdir. Allah’ın lâneti onun üzerine olsun. Bâzıları da, “Mel’un İblisti” demişlerdir.

Bundan sonra Müslümanlar arasında bir ses peyda olup:

— Ey Allah’ın kulları, arkanızdan sakinin! diye çağrıldığı duyuldu.

Müslümanlar da bu ses üzerine arkalarından kâfirlerin geldiğini sandılar. Hemen ileride olanlar dönüp geride olanlarla cenk etmeye başladılar. Müslümanlar birbirini kırdılar. Bir miktarı Medine tarafına kaçıp geri kalanı dağıldılar ve aralarına katil düştü.

Rivâyet olunur ki, Müslümanlar arasına tefrika düşüp Peygamber Efendimiz Hazretlerinin yanında on dört kişi kaldı. Yedisi muhacirlerdendi. Bunlardan biri Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretleri idi. Yedisi de ensâr kavminden idi. Allah onların hepsinden razı olsun. Ama Sahîh-i Buhârî’de on iki kişi kaldı denilmiştir.

Hâsılı o gün sahâbe-i kirâmden yetmiş kişi şehâdet rütbesine ayak bastı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâb-ı kiramla Bedir gazâsında müşriklerden yüz kırk kişiye isabet etmişti. Yetmişini öldürdüler ve yetmişini esir ettilerdi.

Bunun üzerine Ebû Süfyân:

— O topluluk arasında Muhammed var mıdır? diye çağırıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin sıhhatini bilmek istedi.

Peygamber Efendimiz, ashabına tenbih eyledi, Ebû Süfyân’a hiç cevap vermediler. Ebû Süfyân üç defa böyle çağırdıktan sonra Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) hazretlerini sordu. Ondan sonra Ömer hazretlerini sordu. Aslâ cevap vermediler. Hemen döndü, Kureyş’e:

Vahşi, bir kimsedir ki, Uhud gazasında henüz îmana gelmemişti. Sonra Hazret-i Hamza'yı şehîd etti. imana geldikten sonra Yemâme diyarında nübüvvet dâvası güden Müseylemetü’l-Kezzâb’ı da katletti.

Muhammed, Ebû Bekir ve Ömer öldürüldüler! dedi.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu işitince sabredemedi:

— Yalan söyledin, bre Allah düşmanı! Bunların hepsi sağdır. Hazır ol, şimden sonra başına ne gelir, göresin! Cenk dedikleri nöbetçe olan bir nesnedir! dedi.

Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbını yoklayıp ne oldular diye onlara teveccüh ettiği gibi kâfirler karşı gelip taşa tuttular, mübarek yüzünü kanatıp bir dişini kırdılar .

Hadîs âlimlerinden rivâyet edilmiştir ki, o cevheri kıran elleri kırılası kâfir, Ukbe bin Ebî Vakkas dedikleri mel’un idi. Sonradan her ne zaman bir zürriyeti vücuda gelse ağzı pis kokulu olup ön dişleri ta diplerinden kırılırdı ve bülûğ çağına yetişmeden öldürücü yaralar dökerek ölüp giderdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin o gün mübarek alt dudağı, mübarek alnı ve mübarek yanağı yaralanmıştır.

Ebû Said-i Hudrî’den (radıyallahü anh ) rivâyet edilen şudur ki: Mübârek dişi ile dudağına zarar eriştiren Ukbe bin Ebî Vakkas idi. Mübarek elini yaralayan Abdullah bin Hişâm idi. Mübarek yanağına zarar veren de İbn-i Karniye idi. Mübarek başında olan tolgayı vurup kırdılar ve iki halkası kopup mübarek yanağına öyle battı ki, Ebû Ubeyde bin Cerrah (radıyallahü anh) dişleriyle yapışıp çekti, çıkardı.

Ebû Amir denilen bir mel’un vardı, Müslümanlar düşsün diye yer yer çukurlar kazmıştı. Kâfirler taş attılar ve Resûlüllah Efendimiz hazretleri o çukurlardan birine yanı üstüne düştü. Hazret-i Ali kerremallahü veçhe yetişip mübarek eline yapıştı ve Talha bin Ubeydullah kucağına alıp ayak üzerine kaldırdılar.

İmâm-ı Taberânî’nin (Allah ona rahmet etsin) naklinde şöyle geçer: “İbn-i Kamye dedikleri mel’un, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzüne ve dişine zarar eriştirdi. Resûlüllah Efendimiz de mübarek eliyle yüzünden kanını silerken:

— Allah seni zelil eylesin, diye buyurdu.

Oradan Hak teâlâ hazretleri o mel’unun üzerine bir dağ keçisi musallat etti. O kadar boynuz çaldı ki, mel’unu parça parça eyledi,” demiştir.

Hadîs İmâmlarından bazısı rivâyet etmiştir ki: Uhud gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin mübarek yüzü yaralandı. Resûlüllah Efendimiz hem kanını siler, hem de derdi ki:

“Nasıl kurtuluş bulur o topluluk ki, onları Rablerine dâvet eden peygamberlerinin yüzünü kana boyadılar?”

Ondan sonra şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Leyse leke mine’l-emri şey’ün ev yetûbe aleyhim ev yüazzibehüm feinnehüm zâlimûne — Bunda sana ait bir husus yoktur. Allah, ya onların tevbelerini kabul ve kabahatlarını afveder, ya da zâlim oldukları cihetle onları azâba duçar eyler.”

(Âl-i İmrân sûresi: 3/128)

Kadî’nin tefsirine göre bu âyette geçen “Ev yetûbe — ya tevbelerini kabûl eder” cümlesi, geçen âyette  olan “ev yekbitehüm — ya onları yüzleri üzerine düşürür” cümlesine mâtuftur. “Leyse leke mine’l-emri — Bunda sana ait bir husus yoktur” sözü mabeyninde itirazdır, denilmiştir. Takdire göre “emr” yahut “şey” e mâtuf olması ihtimali vardır.

Kadî’nin tefsiri üzre âyetin netice olarak mânası: “Ya Muhammedi Muradın üzre kâfirlerin hepsini kırmak yahut onları ıslah etmek hususunda senin elinde bir şey yoktur. Onların haklarından biz geliriz,” demek olur.

Ayetin mânasının daha tafsilâtlı açıklaması, önceki âyetin tefsirleri naklolunup onlara bağlanınağa muhtaçtır. Halbuki burası sözü o kadar uzatmaya mütehammil olmadığından bu miktarla iktifa olundu.

Rivâyet olunmuştur ki, Resûlüllah Efendimiz mübarek yüzünün kanını siler ve buyururdu ki:

— Eğer kanımdan yeryüzüne bir şey düşseydi kâfirler üzerine gökten azâb inerdi.

Bundan sonra dua edip buyurdu ki:

— “Allahım, benim kavmimi sen bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar.”

Şerefli muradları, 1) îmana gelmeleri umuduyla âcil (hemen gelecek) azabı şefaatiyle geri bırakmak, 2) yahut îman nasîb edip günahlarını bağışlatmak ve bu işi bilmezlikle ettiler demek olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir. Aksi halde küfürleri hâlinde kâfirlere mağfiret müyesser değildir.

İbn-i Hişâm’ın (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki: Mâzin kabilesinde bir kadın vardı, adı Nesîbe binti Kâ’b idi. Uhud gazâsı olduğu gün silâhını kuşandı ve sabah vakti evinden çıkıp cenk yerinde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yetişti. Peygamber Efendimizin şerefli nazarları önünde kâfirlerle harb eyledi. Ondan rivâyet edilmiştir ki:

— “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin önünde çarpışıp bâzan okla, bâzan kılıçla üzerinden düşmanı def ediyordum. Müslümanlar Peygamber Efendimizin yanından dağıldıkları zaman az kimse kaldı. Hemen İbn-i Karniye dedikleri mel’un öteden gelip:

— Hani Muhammed nerdedir? Bana gösterin! Eğer o kurtulursa ben kurtulmayayım! dedi.

Ben de mel’una karşı vardım. Bana bir kılıç vurdu, ben de ona birkaç kılıç bastım. Ama o Allah düşmanı iki kat zırh giymişti,” diye buyurdu.

Ümmü’r-Rebî’ (radıyallahü anhâ) der ki: “Ben gördüm. Nesîbe binti Kâ’b (radıyallahü anhâ) nın omzunda bir yarası vardı, iyileşip yeri çukur kalmıştı. Derin bir yara idi.”

Mânevi erkek bu türlü kadındır ki, ikbal çehresinin zülüf ve yanağını kılıç aynasında müşahede edip kılıcı ile şeref rütbesinde makamını parlak Zühre yıldızından daha yüksek ve başörtüsünün köşesini gökyüzünün örtüsüne eş eyler.

Rivâyet olundu ki, Ebû Dücâne (radıyallahü anh) hazretleri, kendini Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin önünde belâ oklarına siper eyleyip durdu. Mübarek arkasına oklar dokundukça aslâ hareket etmeyip Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin karşısından gitmezdi. Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh), Efendimiz hazretlerinin yanında durup kâfirlere ok atardı. Sa’d (radıyallahü anh) diyor ki:

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri bana ok sunardı ve: “At, ya Sa’d! Anam ve babam sana feda olsun!” diye buyururdu.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu sözü Sa’d’dan başka bir kimseye buyurduğu işitilmemiştir, dediler.

Yine Sa’d (radıyallahü anh) der ki:

— Bâzı ok sunardı ki, ucunun demiri dahi yoktu.

Yâni: “Kâfirler üzerine ok atmağa o kadar haris idi ki, eline geçen oku “At!” diye bana sunardı, ben de atardım. Cihad işinde Resûlüllah Efendimiz böyle tam ihtİmâm üzere idi,” demektir.

Rivâyet olunmuştur ki, o gün cenkte Katâde bin Nu’man hazretlerinin bir gözü yerinden çıktı ve yanağinin üzerine düştü. Yoldaşları onu Resûlüllah Efendimizin yanına getirdiler. Mübarek eliyle onun gözünü yerine koydu ve:

— Allah’ım, sen Katâde’nin gözüne cemâl kisvesi ver, diye dua etti.

Sonradan Katâde’nin o gözü öbüründen güzellikte ve görüş kuvvetinde daha üstün oldu. Bu husus Peygamber Efendimiz hazretlerinin mucizeleri cümlesindendir. Mucizelerinden biri de şudur ki, Ebû Rühm dedikleri kâfir ok atıp Gülsüm binti Husayn hazretlerini göğsünden vurdu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri yarasının üzerine tükürdüğü gibi iyileşip sıhhat buldu.

Biri de şudur ki, Abdullah bin Cahş cenk ederken kılıcı parçalanıp ufandı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Abdullah’ın eline bir ağaç parçası verdi. Allah’ın emriyle o ağaç bir kılıç oldu, onunla cenk eyledi. Sonra kendinden mirasçılarına intikal ederek Abbâsi halifelerinden Mu’tasım zamanında Bağdat şehrinde iki yüz altına satıldı. Halifenin emirlerinden Bağâ adlı bir Türk beyi aldı.

Rivâyet olunur ki, müşrikler, ashâbm şehidleri arasına girdiler; burunlarını, kulaklarını ve ud yerlerini kestiler, karınlarını yardılar. Bâtıl itikatları şu idi ki, böyle yapmakla Resûl-i Ekrem’e hüzün getirmiş olacaklar ve yanında yakınları olan sahâbe-i kirâm hep mahzûn olmuş olacaklar!.. Hind binti Ukbe, kendi akranı birkaç kadınla şehidler arasında gezip onların burunlarını ve kulaklarını keserlerdi. Hazret-i Hamza’nın (radıyallahü anh) mübarek kamını yarıp ciğerinden bir parça kesti, ağzına alıp bir hayli çiğnedi, fakat yutamadı, ağzından attı.

Nakledilir ki, o dağınıklık ve karışıklık arasında Resûlüllah Efendimiz hazretlerini ilk önce görüp teşhis eden Kâ’b bin Mâlik oldu. Allah ondan razı olsun. Kâ’b demiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretlerini tolga (miğfer) altında gördüm ve mübarek gözlerinden onu tanıdım. Ondan sonra yüksek sesle: “Ey Müslümanlar topluluğu! İşte Resûlüllah!” diye çağırdım. Bunun üzerine Müslümanlar da görüp tanıdılar, toplanıp yanına geldiler. Resûlüllah Efendimiz, hemen bir miktar kimse ile dağ semtine çekildiler. Ebû Bekir Sıddık, Ömer ve Ali (Allah onlardan razı olsun) onun yanında idiler. Biraz gittikleri gibi Übey bin Halef dedikleri mel’un:

— Hani Muhammed, bana gösterin! diye at salıp arkalarından geldi.

Ashâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm):

— Ya Resûlâllah! Birimiz dönsün, şu mel’unun hakkından gelsin, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bırakın gelsin, diye buyurdu.

Ondan sonra mel’un yaklaştığı gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hâris bin Samme’nin harbesini (kısa mızrağını) alıp ona karşı gitti ve bir harbe çaldı. İşi kötülükten ibaret olan o mel’un, kibirlenme atinin ziynetinden zillet ve zararlılık zeminine tepesi üstüne gelip birkaç kere tekerlendi. Talihsiz yüzü ve murdar suratı yerin tozundan utançla toprağa bulanmış oldu.

İmâm-ı Beyhakî’nin rivâyetinde: “Mel’unun bir iyeğisi kırıldı ve kanı yarasından dışarı akmadı,” diye buyurulmuştur.

Ondan sonra mel’un, binlerce çığlık bağlıkla Kureyş içine düştü:

— Vallahi Muhammed beni helâk eyledi! dedi. O Mekke’de iken bana “Seni öldürürüm!” demez miydi? işte dediğini yaptı!

Arkadaşları olan mel’unlar da:

— Üzülme! Cenktir. Böyle şeyler olur, diye ona teselli verdiler.

Meğer bu mel’un Mekke’de iken Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Bir atım var. Her gece boynuna bir şinik inci gibi arpa asarım. Onun üzerinde seni ben öldüreceğim, diye söylerdi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri de:

— Bre mel’un, inşâallah ben seni öldürürüm, diye buyururdu.

Nitekim sonunda böyle oldu. Mel’un, birkaç gün kanlı yarasının ıstırabı ile muazzeb olup Mekke’ye giderken Şerif dedikleri menzilde canını cehennem yemişi eyledi. Allah’ın lâneti onun, benzerlerinin ve yardımcılarının üzerine olsun.

Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, seçkin sahâbeler (Allah onların hepsinden razı olsun) ile gittikleri yolun nihayetine vardılar. Ali bin Ebî Tâlib (kerremallahü veçhe) kalkanı ile su getirdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri mübarek yüzünün kanını yıkadı ve abdest alıp oturduğu yerde öğle namazını kıldı. Ashâb-ı kirâm da oturdukları yerden iktida ettiler.

Naklederler ki, Ebû Süfyân müşriklerle dönüp gidecek olunca dağın bir yerine çıktı ve yüksek sesle çağırıp:

— Hübel “Evet” diye cevap verdi. Bırak, Hübel’e dil uzatma. Cenkte zafer nöbetledir. İşte bugün de Bedir gününe mukabildir! Hübel, kadrinin yüceliği ziyade olsun! diye feryâd etti.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunun üzerine Hazret-i Ömer’e emretti, O da:

— Allah en yüce ve en büyüktür! diye cevap verdi.

Ebû Süfyân’ın söylediği perişan hezeyanın aslı şu idi: Müşrikler Uhud çengine gidecek olduklarında Ebû Süfyân iki ok alıp birinin üstüne “Evet”, birinin üstüne “Hayır” yazmıştı. Sonra okları götürüp Kâbe’nin içinde duran Hübel dedikleri baş putlarının yanına bıraktığı gibi “Evet” yazılı olan ok yukarı gelip bâtıl zu’munca harb etmeğe Hübel’den bir işaret olmuştu. Sonra muharebede Hakk’m dilemesi böyle gerektirip Müslümanlara yenilgi nevinin şekli göründüğünde cehil ve gurur gereği olarak Ebû Süfyân’dan bu türlü alçakça sözler sudûr etmişti.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu işitip yüksek sesle cevap verdi:

— Siz bizimle bir değilsiniz. Bizim ölülerimiz cennettedir. Sizin ölüleriniz cehennemdedir!

Ebû Süfyân yine çağırıp:

— Bizim Uzzâ’mız vardır, sizin Uzzâ’nız yoktur! dedi.

Peygamber Efendimiz öğretti, yine ashâb çağırıp:

— Allahü teâlâ bizim yardımcımızdır, sizin yardımcınız yoktur! dediler.

Bundan sonra Ebû Süfyân dönüp gittiğinde yoldaşları ile çağrışıp:

— Gelecek yıl Bedir’de sizinle buluşalım! Va’dimiz böyle olsun! dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin emri üzerine bu taraftan da:

— Ne olacak! Sizinle va’dimiz öyle olsun! diye cevap verdiler.

İmâm-ı Taberânî (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Müşrikler dönüp gittiler ve Medine-i münevvere’den kadınlar çıkıp ashâba karşı hizmete geldiler. Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ) da onlarla beraberdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile buluştuklarında kucaklaştılar. Ondan sonra Kâinatın Övüncü Efendimiz hazretleri yaralarını su ile yıkamağa başladı. Yıkadıkça kan daha fazla geliyordu. Bunun üzerine bir miktar hasır yakıp üzerine sardı. O yaraya yapıştı ve kan dindi.

Daha sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri, maktuller üzerine Muhammed bin Mesleme’yi gönderdi . O da gidip birkaç defa:

— Ya Sa’d bin Rebi’! diye çağırdı.

Hiç bir cevap gelmedi. Yine seslenip:

— Beni Resûlüllah hazretleri gönderdi, senin hâlini görmeğe geldim, dediği gibi zayıf bir sesle cevap verdi.

O da yanına gelip gördü ki, ruhundan sadece bir eser kalmış. Gözünü açıp:

— Benden Resûlüllah Efendimiz hazretlerine selâm söyle ve şöyle de ki: “Allahü teâlâ hazretleri sana bizden ötürü öyle ecir ve karşılıklar versin ki, ümmetinden ötürü diğer peygamberlere verilenlerden daha üstün olsun,” dedi.

Ondan sonra:

— Kavmime şöyle de ki: “Hak teâlâ katında hiç bir özrünüz yoktur. Şu hususta ki, aranızda nazar eyler bir göz varken peygamberinize düşmanlar yol bulup böyle etsinler!” dedi.

Hâsılı Peygamber Efendimiz hazretleri yaralandığı için üzüntüsünü açıklayıp ashabı kınadı ki, Fahr-i Kâinat’m sözünü tutup yerli yerinizde durmadınız, hezimete uğradınız. Kâfirler zafer bulup o mübarek vücuda el uzattılar, demek istedi. Ondan sonra çok geçmeden ruhunu teslim etti. Allah ondan razı olsun.

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri bizzat çıkıp Hazret-i Hamza’yı yoklamak için yine Uhud’a gitti. Bir vâdinin ortasında onu mübarek karnı yarılmış olarak buldu. Mübarek burnu ve kulağı da kesilmişti. Bunu görür görmez aşırı derecede rahatsız oldu, gayet acıdı, çok üzüldü:

“Allahü teâlâ’nın rahmeti senin üzerine olsun. Şüphesiz sen, çok hayır işleyici idin. Çok sıla-i rahm (akrabaya yardım) edici idin. Vallahi kâfirlerden senin yerine yetmiş kişinin kulağını ve burnunu keseceğim,” diye buyurdu.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri Nahl sûresinin sonlarında olan âyet-i kerimeleri inzal buyurdu. Resûlüllah Efendimiz de o niyetinden vazgeçip yeminine keffâret eyledi. O âyet-i kerîmeler şunlardır:

“Ve in âkabtüm fe-âkıbû bi-misli mâ-ûkıbtüm bihî ve lein sabertüm lehüve hayrün lissâbirîne — Eğer size zarar veren kimseye zarar vermek isterseniz size verilen zararın misliyle zarar verin. Eğer sabredip ceza vermezseniz elbette sabredenlere sabretmek intikam almaktan daha üstündür.” (Nahl sûresi: 16/126)

Yâni: “Onlar bir kişinin burnunu ve kulağını kestilerse siz de onlardan bir kişinin burnunu ve kulağını kesin, yetmiş kişinin kesmeyin. Ama sabrederseniz bu daha hayırlıdır,” demektir.

“Vasbir ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ tekü fî daykın mimmâ yemkürûne. Innaalahe maallezîne’t-tekav vellezînehüm muhsinûne. — Ya Muhammedi Uhud gününde sana yetişen şeye sabret. Halbuki senin sabrın Hak teâlâ’nın yardımı iledir. Kâfirlerin senden yüz çevirmelerine da mahzûn olma.

(Yahut Müslümanlara olan işlerden huzursuz olma). Kâfirlerin hilesinden de gönül darlığına düşme. Muhakkak ki, Hak teâlâ yardımlariyle müttakîlerin yanında hazırdır. Muvahhidler ve muhlislerle beraberdir.” (Nahl sûresi: 16/127-ı28).

Müfessirler, “Takvâdan murad Hak teâlâ’nın emrini tâzimdir. İhsandan murad da Allah’ın kullarına şefkattir,” demişlerdir.”

Rivâyet olunur ki, Hazret-i Hamza’nın hemşiresi oğlu Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh) dahi Uhud’da şehid olmuştu. Kâfirler ona da Hazret-i Hamza’ya ettiklerini etmişlerdi. İkisini bir kabire defnettiler. Allah onların ikisinden de razı olsun. Alemlerin Hocası Resûlüllah Efendimiz hazretleri şehidler üzerine geldi ve buyurdu ki:

“Bunların Allah yolunda öldürüldüklerine ben Allah indinde şâhidim. Allah yolunda yaralanmış hiçbir kimse yoktur ki, Hak teâlâ kıyâmet gününde onu yarasından kanlar akar halde kaldırmasın. O zaman onun kanının rengi kan rengi ve kokusu misk kokusudur.”

Abdullah bin Sa’lebe’den rivâyet edilmiştir ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretleri Uhud şehidleri için:

— Onları yaraları ile sarın, diye emretti.”

Yâni onları yıkatıp kefenletmedi demektir.

Hadîs İmâmlarından bâzıları rivâyet etmişlerdir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Câbir (radıyallahü anh) hazretlerine şöyle buyurdu:

— Hak teâlâ hazretleri her kime söz söylediyse hicab (perde) arkasından söyledi. Ancak senin babana hicabsız söyleyip:

— Benden ne istersen iste sana vereyim, dedi.

O da:

— Ya Rab! Senden isterim ki, dünyaya tekrar döndürüleyim de senin yolunda bir daha öldürüleyim, dedi.

Hak teâlâ hazretleri de buyurdu ki:

— Benim ezelî hükmüm şöyle geçmişti ki, ölenler bir daha dünyaya döndürülmeyecekler.

Bunun üzerine o da dedi ki:

— O halde ya Rab, benim arkamda kalanlara (yâni dünya ehline) benim halimden haber ver.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

“Allah yolunda öldürülenleri ölü sanınayınız. Belki onlar sağdırlar. Rablerine yakınlık sahibidirler. Onlara rızk verilir. Cennette Hak teâlâ’nın kendi fazlından verdiği şeylerle sevinç içindedirler. Aynı zamanda dünyada koyup gittikleri mü’minlerin hallerinden de sevinç içindedirler. Eğer onlar da vefat etse veya öldürülseler dirilikle sağ olurlar ki, onları ne zarara uğramak korkusu, ne de sevgiliyi yitirmek gamı kederlendirir.” (Al-i İmrân sûresi: 3/169 -ı70)

Kadî Beydâvî (Allah ona rahmet etsin) böyle buyurmuştur. Neticesi ve hulâsası şudur ki: Şehidler ölü değillerdir. Onlar sağdırlar. Allahü teâlâ hazretlerine yakınlıkları vardır. Cennet meyvelerinden ve sularından yer, içerler. Allahü teâlâ hazretlerinin ihsan buyurduğu şehidlik şerefiyle sevinçli ve neş’elelidirler. Dünyada olan îman ehli kardeşlerinin de âhiret yurduna intikal ettiklerinde kendileri gibi rahmet ve hoşnutluğuna, sonsuz ve ölümsüz nimetlere vâsıl olacaklarına sevinir, ferahlık duyarlar, demek olur.

İbn-i Abbâs (radıyallahü anh), Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:

“Şehidlerin ruhları yeşil kuşların içlerindedir ki, onlar cennet ırmaklarına gelirler, cennet meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesine asılmış kandiller içinde yatarlar,” diye buyurmuştur.

Bâzı âlimler buyurmuşlardır ki: “Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin yukarıdaki hadîs-i şerifte: “Arş’ın kandilleri içinde yatarlar” buyurduğunu “Ve’ş-şühedâi inde rabbihim lehüm ecruhüm ve nûrühüm — Ve şehidler için Rableri katında ecirler ve nurlar vardır,” (Hadîd sûresi: 57/19) nass-ı şerifi tasdik eyler.

Onların kandillere girmesi geceleyindir. Gündüzün gereği üzere uçup gezmektedirler. Ahirette cennete girdikten sonra kandillerde yatmazlar. Orada yatmaları o zamana varıncaya kadardır,” demişlerdir.

Bir hadîs-i şerif vardır ki: “Her mü’min, gerek şehîd olsun ve gerekse döşeğinde vefat etsin, ruhu cennet-i âlâya vâsıl olup orada cennet meyvelerinden nimetlenir,” diye buyurulmuştur.

İmâm-ı Ahmed İmâm-ı Şâfiî’den, o da İmâm-ı Mâlik’den, o da Zühri’den, onlar da Abdurrahman bin Kâ’b’dan, onlar da babası Kâ’b bin Mâlik’den (Allah onların hepsinden razı olsun) Kâ’b bin Mâlik de Peygamber Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:

“Mü’minin ruhu bir kuştur ki, ta Hak teâlâ hazretleri onu cesedine döndürünceye kadar, cennet ağaçlarının meyvesinden yer,” diye buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şerif açık işaret ile delildir ki, mü’minlerin ruhları kuş suretinde cennete girerler ve cennet meyvelerinden nimetlenirlermiş.

“Nes’elullahe’l-kerîme'l-mennâni

En yemünne aleynâ bi’l-îmani.”

“Kerîm (çok cömert) ve Mennân (ihsânı bol) olan Allah’dan biz,

İman ile bizi emin kılmasını niyaz ederiz.”

Ancak bu hadîs-i şerifle biraz yukarıda nakledilen hadîs-i şeriften anlaşılır ki, cennette şehidlerin ruhlarının izzeti, diğer mü’minlerin ruhlarından daha ziyade olur. Zira şehidlerin ruhları hakkında “Yeşil kuşların içindedirler” diye buyurulmuştur. Diğer mü’minlerin ruhları hakkında ise “Kendisi kuş olur” diye buyuruldu. O halde şehidlerin ruhları diğerlerine nisbetle râkib (binici) olurlar. Bindikleri kuşlar, kol kanat açıp istedikleri makamları dolaşırlar. Diğerlerinin ruhları ise bizzat kendileri kol kanat açıp uçmağa muhtaç olurlar. Ama eğer Hak teâlâ hazretleri ruhlarımıza hoşnutluk bahçesinin fezasında ve cennet bağlarının havasında kanat açıp uçmayı kendi fazlı ve ihsânı ile müyesser etseydi hepimiz bu denli zahmete razı olurduk.

Rivâyet olunur ki, Uhud gazâsında şehid olan müslümanlar yetmiş kişi idi. Bâzılarının kavlince altmış beş kişi idi. Bunların dördü muhacirlerden idi. Allah onlardan ve diğer sahâbelerin hepsinden râzı olsun.

Nakledilir ki, Müslümanlar kendi ölüleri üstünde ağlaştıkları zaman münafıklar sevinip Yahudi tâifesinin gönüllerinde olan gıllü gışş (kin ve hîle) meydana çıktı. Allah onlara lânet etsin.

Tenbih: Şöyle malûm olsun ki, Kadî Iyâd (Allah ona rahmet etsin) Şifa’sında bâzı âlimlerden nakletmiştir ki: Bir kimse Peygamber Efendimiz hazretleri hakkında “Hezimete uğradı” dese ona tevbe teklif edilir. Eğer tevbe etmezse öldürmek gerekir, diye buyurmuştur. Zira böyle bir şey demek Peygamber Efendimiz hazretlerine hâşa -noksanlık izafe etmektir. Hezimetin mânası düşmanından yüz döndürmektir. Böyle bir şey ise Resûlüllah Efendimiz hazretlerine aslâ vâki olmamıştır. Vâki olması caiz de değildir. Çünkü Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendi işinde, basîret ve ismetinde yakîn üzere idi, demişlerdir. Hâsılı inhizam, Alemlerin Rabbı’nın yardım ve ismetine yakîn olmamasından ileri gelir. Peygamberler hakkında ise böyle bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir.

Uhud Yenilgisinin Bazı Fayda ve Hikmetleri:

Uhud gazâsında İslâm ehline vâki olan hal, birkaç fayda ve hikmetleri içine alır diye buyurmuşlardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Mâsiyetin sonunun kötü olduğunu mü’minlere bildirmektir. Zira Resûlüllah Efendimiz hazretleri o gün atıcılara sıkı sıkı tenbih ve te’kidlerle emanet edip:

— Sakın, olmaya ki yerinizden ayrılasınız! diye buyurmuştu.

Onun şerefli buyruklarına tam itâat edecek yerde beşeri yaratılış gereği gaflet edip yağma hevesiyle bir miktar ileri vardıkları gibi varlık ve geçim sebebleri yokluk arsasında yağma edildi.

2. Biri de şu mânaya işarettir ki, nebiler ve resuller Allah tarafından bâzı belâlara mübtelâ olurlar. Ama en güzel sonuç onların olur. Nitekim Peygamber Efendimiz hazretlerinin bütün düşmanları işin sonunda âleme hâkim olan kılıcinin hükmüne boyun eğmişlerdi. Ama işin başında bâzan nusret ve zafer, bâzan ıstırap ve zarar üzere olmalarının hikmeti olarak şunu yazmışlardır ki, eğer daima mansur ve muzaffer olsalardı bütün halk itâat boyunduruğuna zarurî olarak boyun eğip mü’min ve münâfığın kim olduğu birbirinden ayrılmazdı. Ama bâzan yenilgi şekli zuhura gelince münafıklar kendilerini açığa vurup Müslümanlar sabır ve sebatla sivrilip onlar arasından yükselirler. Nitekim bu gazânın başlangıcında böyle vâki olmuştur.

3. Hak teâlâ hazretleri kerâmet yurdunda mü’minlere bâzı yüksek dereceler takdir etmiştir ki, belâ ve mihnetler çekmeyince sadece amellerle ona kavuşmak müyesser olmaz. Onun için Allahü teâlâ, kullarını bâzı eziyetli haller ve sıkıntılarla imtihan eyler.

4. Bâzan Allahü teâlâ’mn dileği, İslâm dîninin düşmanlarının kökünden sökülüp ezilmesine müteallik olur. Bunun için bunlardan türlü türlü küfür, sapıklık, taşkınlık, eşkiyalık, inat ve isyan zuhura gelmesinin sebeplerini halk eyler. Ondan sonra kahır fırtınalarının sarsıntıları ve şiddetli azab rüzgârlarının soğuk eliyle hayat ağaçlarının kökünü güneşe gösterir. Allah en iyisini bilir.

Hamrâül-Esed Gazvesi

Bundan sonra gerçekleşen gazâ, Hamrâu’l-Esed Gazvesi’dir. Hamrâu’l-Esed dedikleri, Medine-i münevvere’ye sekiz mil uzaklıkta bir yerdir. Bu gazâya Uhud çenginin ertesi sabah vaktinde çıkmışlardı. Resûlüllah Efendimizin şerefli maksatları, kâfirler İslâm ehlini zebûn (güçsüz ve âciz) zannedip tekrar fesada girişmesinler diye cür’et ve celâdet göstermek idi. Gerçekten de isabet buyuruldu. Yoksa kâfirlerin kötü niyetleri, gelip Medine-i münevvere’yi basınaktı. Muâviye bin Muğeyre bin Ebi’l-Âs dedikleri kâfire rast gelinip Resûlüllah Efendimizin şerefli emirleriyle melunun boynunu vurdular.

Hâsılı beş gece dışarda yattılar. Cuma günü olunca Medine-i münevvere’ye döndüler. Bu hususlar Şevval ayı içinde olmuştu. Bâzı âlimlerin kavlince şarabın haram olması da bu Şevvâl’de vâki olmuştur. Ancak bâzıları dördüncü senede haram oldu demişlerdir.

Şarabın Haram Kılinınası:

İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in rivâyetinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: “Şarap üç defa haram kılındı. Peygamber Efendimiz hazretleri Medine’ye geldiklerinde şarap içilirdi, kumar da oynanırdı. Nihayet sahâbe-i kirâmden bâzıları, şarap içmekten ve kumar oynamaktan Resûlüllah Efendimiz hazretlerine sual ettiler. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerîme’yi indirdi:

“Yes’elûneke ani’l-hamri ve’l-meysiri kul fîhimâ ismün kebîrün ve menâfiu linnâsi ve ismihümâ ekberü min nef’ıhimâ — Sana şaraptan ve kumardan sorarlar. De ki: Bu ikisinde büyük günah vardır. Gerçi onlarda insanlar içinn menfaatler de varsa da günahları menfaatlerinden daha büyüktür.” (Bakara sûresi: 2/219)

Bunun üzerine halk:

— Hak teâlâ bize onları haram etmedi. Nihayet onlarda büyük günah vardır, diye buyurdu, dediler.

Yine devamlı içerlerdi. Hattâ günlerden bir gün muhacirlerden biri akşam namazında İmâmet edip kırâetinde karışıklık yaptı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, önceki âyet-i kerîmeden daha ağır bir âyet-i kerîme indirip buyurdu ki:

“Yâ eyyühellezîne âmenû lâ takrebû’s-salâte ve entüm sükâra hattâ ta’lemû mâ tekulüne — Ey îman edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!” (Nisâ sûresi: 4/43)

Yine halk durmadan içerlerdi. Nihayet mezkûr âyetten daha ağırı nâzil olup:

“Yâ eyyühellezîne âmenû inneme’l-hamru ve’l-meysiru ve’l-ensâbu ve’l-ezlâmü ricsün min ameli’ş-şeytâni fectenibûhü lealleküm tüflihûne — Ey îman edenler! Şarap, kumar, putlar ve fal oyunları şeytanın işlerinden pis şeylerdir. Bunlardan kaçinin ki, kurtuluşa eresiniz,” (Mâide sûresi: 5/90) diye buyuruldu.

Birinci âyet-i kerîme hakkında:

— Şarapta menfaatler olduğu açıktır. Fakat kumarda, ne menfaat vardır ki, ona müptelâ olanların her biri saadet ve ikbal sermayesini telef eliyle utulma kapısına koymuşlar, yücelik ve büyüklük hil’atini çıkarıp iflâs çulları içinde kalmışlardır? denilirse aslı budur ki: Cahiliyet zamanında âdet, kumardan elde ettikleri malı fakirler ve miskinler arasında taksim ederlerdi. Menfaat onlara göre olur. Yoksa kumar oynama işine girişmelerinden dolayı değil.

İkinci âyet-i kerîmenin tefsirinde Kadî: “Murad, sarhoş olan kimseyi namaza yaklaşmaktan nehyetmek değildir. Belki şarabı içmekte ifrattan nehy etmektir,” diye buyurmuştur.

Üçüncü âyette geçen şarap ve kumar malûmdur. Dikili taşlardan murat putlardır ki, onları dikerler ve ibâdet ederlerdi. Ezlâm denilen şey de oklardır ki, yelekleri ve temrenleri olmaz.

Aslı şudur: Cahiliyet zamanında müşriklerin üç okları vardı. Birinin üstüne “Rabbim bana emretti” yazılmıştı. Diğerinin üstüne “Rabbim bana nehyetti” diye yazılmıştı. Öbürünün üzerine de hiç bir şey yazılmamıştı. Bu okları bir ok kesesine sarıp Hübel dedikleri putun yanında mücâvir (bekçi) olan kimseye vermişlerdi. O, bu okları muhafaza ederdi. Müşriklerden

birinin büyük bir işi işlemeğe niyeti olsa önce gidip o okları Hübel’in yanında atardı. Eğer “Rabbim bana emretti” yazılı olan ok çıkarsa geri bırakmadan o işi işlerdi. Eğer “Rabbim bana nehyetti” yazılı olan çıkarsa bir yıl te’hir ederdi. Yazısı olmayan ok çıkarsa okları alıp bir daha atardı.

Hüküm sahasının kılıç oyuncusu şeriat kılıcını ileri süreliden beri bu türlü boş ve mânâsız davranışlar yeleksiz oklar gibi yabanlara çavdı.

İmâm-ı Hasan bin Ali (Allah kendisinden ve babasından razı olsun) bu senede vücuda gelmiştir.

Ebû Seleme’nin Seriyyesi

Bundan sonra vâki olan, Ebû Seleme’nin Seriyyesi’dir. Bunların ismi Abdullah bin Abdü’l-Esed’dir. Hicret tarihinden otuz beşinci ayda Muharrem içinde Huveylid oğulları Seleme ile Talha’nın üzerine gönderilmişti. Gidip bulamadı, bir miktar develerini ve koyunlarını sürüp getirdi. Kimse ile cenk olmadı.

Abdullah Bin Enis’in Seriyyesi

Bundan sonra Abdullah bin Enis’in Seriyyesi gelir. Bu da zikredilen tarihte vâki olmuştur. Arafat karşısında Urane dedikleri vadide Süfyân bin Hâlid denilen kâfirin üzerine gönderilmişti. Sebebi şu idi: Resûlüllah Efendimiz hazretlerine karşı harp ve kıtal niyetiyle bâzı kâfirleri topladığı işitilmişti. Bunun üzerine Abdullah (radıyallahü anh) adı geçen mel’unu zarafetle öldürmek için yalnız gönderildi. Abdullah o tarafa vardığında Süfyân:

— Sen kimsin? diye sordu.

Abdullah:

— Beni Huzâa’dan bir kişiyim. İşittim ki, Muhammed ile cenk etmek istiyormuşsun. Ben de seninle beraber olmağa geldim, dedi.

Mel’un da:

— Öyleyse hoş geldin, deyip arkadaş oldular.

Bir miktar etrafı keşf edip geze geze uzaklaştılar. Abdullah bu sırada mel’unu şaşırtıp tenhaya çekti. Onu öldürüp başını götürdü. Gece yol alıp gündüz kendini bir yerde gizlerdi. On sekizinci günde Resûlüllah Efendimiz hazretlerine yetişip o mel’unun başını önüne koydu. Fahr-i Âlem:

— Yüzün ak olsun, diye ona dua etti.

O da dua ve senâ eyledi. Geldiği gün Cumartesi günü idi. Muharrem ayından yedi gece kalmıştı.

Âsim Bin Sâbit’in Seriyyesi

Bundan sonra Asim bin Sâbit’in (radıyallahü anh) Seriyyesi gelir. Hicret tarihinin otuz altıncı ayında Sefer ayı içinde vâki olmuştur. Bu seriyyenin hâlinin niteliği, hadîs İmâmlarının haberlerinden anlaşıldığı üzere şöyledir:

Azl ve Elkare denilen iki kabile vardı. Bir gün bunlardan birkaç kişi Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip:

— Ey Allah’ın Nebisi! Bizim aramızda İslâm vardır. Ashâbından birkaç kişi gönder de gelsin, bize fıkıh öğretsinler, dediler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri de sahâbe-i kirâmden altı kişi tayin, üzerlerine de Asım bin Sâbit’i emir nasb edip gelen tâife ile gönderdi. Mekke ile Usfân ortasında Huzeyl kabilesinin Reci’ dedikleri suları yakinina geldikleri gibi adı geçen tâife habasetlerini açığa vurup sahâbe-i kirâma zulüm ve haksızlık ettiler. Huzeyl kabilesine yüksek sesle çağırıp onlardan da yardım istediler. Bunun üzerine bir alay kâfir, silâhlarıyla üzerlerine geldiler. Bu hâli görünce ashâb-ı kirâm yüksek bir tepenin üstüne çıktılar ve orada durdular. Kâfirler etrafını alıp:

— Sizinle ahd ve amâmmız olsun ki, kendi arzunuzla aşağı iner iseniz sizden hiç kimseyi öldürmeyeceğiz, dediler.

Âsim bin Sâbit (radıyallahü anh):Ben kâfirin ahdine itimad edip inmem, dedi. Ve dua edip:

— Allahım, bizim hâlimizden Resûlüne haber ver, dedi.

Hak teâlâ hazretleri duasını kabûl edip o gün hallerinden Resûlüllah Efendimiz hazretlerini haberdar kıldı. Ondan sonra okla vurup orada Âsım’ı şehîd ettiler. Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desine ve Abdullah bin Târik, onların ahidlerine itimad edip aşağı indiler. Mel’unlar Hubeyb ile Zeyd’i Mekke şehrine götürüp Hâris bin Amir’in oğullarına sattılar. Birkaç gün onların yanında esir ve mahpus kaldılar. Ondan sonra öldürüldüler.

Hubeyb’in Öldürülmesi ve Kerameti:

Nakledilir ki, Mekke’nin hareminden çıkarılıp öldürülmeye götürülürken, Hubeyb:

— Bana biraz izin verin, iki rek’at namaz kılayım, dedi .

Mûsâ bin Ukbe’den rivâyet edilmiştir ki, Hubeyb’in namaz kıldığı yer, Ten’im dedikleri mevkide bulunan mescidin yeridir.

Rivâyet olunur ki, Hubeyb’in ölümü kararlaştırılmış ve kendisine kesin olarak bildirilmiş olduğu zaman Hubeyb, Hâris’in bir kızından tutunınak için ustura aldı. O kadinin da bir küçük oğlancığı vardı. O sırada çocuk Hubeyb’in yanına gitti. Kadın feryâd edip:

— Eyvah! Oğlanı gözetmedik, esirin yanına gitti! Halbuki onun ölümü kesinleşmiştir. Şimdi oğlanı ustura ile çalıp öldürür. Ah, ben ne şaşkınım! diye ağlamağa başladı.

Hubeyb, kadını teselli etmek isteyerek:

— Bizde mâsumlara zulüm ve haksızlık yoktur, korkma! dedi.

Kadın o kadar şiddetli bir sevince kapıldı ki:

— Vallahi ben, bundan hayırlı esir görmedim, dedi.

Sonra yine yemin ederek anlattı:

— Ben gördüm, Hubeyb bir salkım üzüm verdi ki, tanesi adam başı gibiydi.

Bu hal, Hubeyb’in kerametine nişandır. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin nebiliğinin doğruluğuna da bir delildir. Bütün Ehl-i Sünnet katında evliyanın kerameti sabittir. Hak teâlâ hazretlerinin dostlarından keramet sâdır olur, demişlerdir. Ancak bâzı muhakkikler buyurmuşlardır ki: “Evliyadan o türlü kerametler sâdır olur ki, peygamberlere mûcize olarak gerçekleşmiş olmasın. Meselâ ayın yarılması, ölülerin diriltilmesi, yedi beyzâ (içi ışık saçan, beyaz el) gösterilmesi ve bunların benzeri olan büyük âyetler (işaretler) sâdır olmaz. Bundan başka babasız vücuda getirmek ve daha bu türlü her ne varsa bunların hiç biri onlara müyesser değildir. Bunlar ancak peygamberlere müyesserdir.”

İmâm-ı Kuşeyrî (Allah ona rahmet etsin) dahi bu mezhebe zâhib olmuştur. Ama dualariyle hastalar şifa bulmak, kıtlık ve veba def edilmiş olmak, yağmur yağmak, gözden uzak yerlerde vâki olan hâdiselerden keşfen haber vermek ve bunların benzeri işler velilerden pek çok sudûr eyler.

Rivâyet olunur ki, Hubeyb (radıyallahü anh) hazretlerini ölüm yerine getirdiklerinde kâfirler Allah onlara lânet etsin sual edip:

— Şimdi senin yerine Muhammed’i öldürüp seni serbest bıraksaydık bundan hoşlanır miydin? diye yemin verip “Doğru söyle” dediler.

O da dedi ki:

— Vallahi’l-azîm ben razı değilim ki, şimdi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin durduğu yerde mübarek ayağına bir diken batsın da ben buna karşılık varayım, çoluk çocuğumun arasına gideyim! Nerde kaldı ki, sizin dediğiniz olsun!

Ebû Süfyân dedi ki:

— Vallahi Muhammed’in ashâbınm Muhammed’i sevdiği gibi hiç kimsenin bir kimseyi sevdiğini ben görmedim.

Ondan sonra Nestâs adlı bir kâfir vurup kendisini şehîd eyledi. Hubeyb’den Allah razı olsun.

Âsım’m Kerameti:

Daha sonra Kureyş tâifesi adam gönderip daha önce okla vurup şehîd ettikleri Âsım’m mübarek cisminden bir parça getirtip görmek istediler. Zira Asım hazretleri Bedir gazâsından döndükleri zaman Ukbe bin Ebî Muayt dedikleri mel’unun Resûlüllah Efendimiz’in emriyle boynunu vurmuştu. Bundan dolayı Asım’a çok kinleri vardı. Ukbe denilen mel’un, Kureyş’in ulularmdandır. Ama haksızlık, zulüm ve eziyet etmede Ebû Cehil mel’ununa çok yakındı. Ortaya çıkışinin başlarında Kâinatın Efendisine Mekke’de çok eziyetler etmiş bir mel’undur. Binler ve yüz binlerce kere sayısız ve hesapsız lânetler habîs canına olsun.

Muhammed bin İshak (Allah ona rahmet etsin) ve Büreyde bin Süfyânın (Allah onun sırrını takdis etsin) rivâyetlerinde gelmiştir ki: Hüzeyl tâifesi murad edindiler ki, Âsım’ın mübarek başını alalar ve Sülâfe binti Saîd dedikleri kâfir karısına satalar. Zira Uhud gazâsında Âsim hazretleri onun iki oğlunu öldürmüşlerdi. O zaman mel’une, Âsım’m fırsatı eline geçerse mübarek başinin kemiğinden kadeh yapıp içinden şarap içmeğe ahd etmişti. Mal mülk sâhibi zengin bir mel’une idi:

— Her kim Âsım’ın başını getirirse ona yüz deve vereceğim, diye and etmişti.

Bunun için kâfirler o niyetle Âsım’m yanına vardıkları gibi o kadar sayısız ve hesapsız arıların üzerine üşüştüğünü gördüler ki, mübarek cismine yaklaşmaları mümkün olmadı. Ona el süremeden geri döndüler.

Rivâyet olunur ki, Âsim (radıyallahü anh) hazretleri:

— Ne bir müşrik benim cismime değsin, ne de ben bir müşrikin cismine değeyim, diye Hak teâlâ hazretlerinden dua ve niyazda bulunmuştu.

Bu sebeble Hak teâlâ hazretleri onu himaye edip mübarek bedeninden bir şey kesmeye kadir olamadılar.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu hâdiseyi işittiği zaman:

— Allah, mü’min kulunu hayatında sakladığı gibi vefatından sonra da saklar, diye buyurdu.

Eğer:

— Niçin kâfir elinde öldürülmekten saklamadı? demek hâtıra gelirse Hak teâlâ hazretleri şehadet makamı ile onu ağırlamak dilemişti, onun için öyle oldu. Ama mübarek cisminden bir şey kesilmesi onun hürmetine uygun değildir. Onun için bundan himaye etti.

Münzir Bin Amrin Seriyyesi

Bundan sonra Münzir bin Amr’m Seriyyesi gelir. Mekke ile Usfân ortasında Maûne kuyusu denilen yere gönderilmişti. Uhud gazâsından sonra dördüncü ayda olmuştur. Bunun da sebebi bundan önce geçen seriyyenin sebebi gibidir. Tafsilâtı şöyledir:

Ebû Berâ’ bin Âmir bin Mâlik bin Ca’fer denilen meşhur bir kimse vardı. Arap tâifesi içinde Mülâibü’l-Esinne (Yaşlı tecrübeli, akıllı oyuncu) demekle maruf idi. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine geldi. Efendimiz hazretleri ona, İslâm’ı teklif etti. Cahiliyet gayreti sebebiyle İslâm’a gelmedi.

Ama İslâm’dan uzak değildi, demişlerdir. Yâni İslâm ehline düşmanlığı yoktu. İslâm şeâirinden (âdet ve işaretlerinden) olan bir şeyi inkâr eylemezdi. Diğer kâfirler gibi inat ve karşı koyma üzere değildi, demektir.

Ebû Berrâ’ Resûlüllah Efendimiz hazretlerine gelip dedi ki:

— Ya Muhammed! Eğer ashabından bir miktar adam gönderip Necid halkını dînine dâvet etsen ümit ederim ki, kabul ederler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Ben Necid halkından korkarım. Belki ashâbıma zarar getirirler, diye buyurdu.

Ebû Berâ’:

— Onlar benim komşularımdır. Korkma, gönder, dedi.

Sahâbe-i kirâmm fakirlerinden bâzı kimseler vardı ki, gündüz geçimleri için odun toplayıp satarlar, bundan elde ettiklerini kendilerine ve diğer Suffe ashâbına nafaka ederlerdi. Geceleyin de Kur’an-ı azîm okumak ve Rabb-ı Rahimlerine ibadet etmekle meşgul olurlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, Münzir bin Amr’ı, mezkûr topluluktan yetmiş bâzı rivâyette kırk, bâzısında otuz kişi ile gönderdi.

Yola çıktılar. Maûne Kuyusu diye tanınan yere geldikleri gibi Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli mektuplarını Harâm bin Milhân hazretlerinin eline verip Amir bin Tufeyl-i Amirî dedikleri kâfire gönderdiler. Ebedî inatçı zorba, kötü ve acı huylu mel’un, henüz o ünlü mektuba nazar etmeden cehennem dehşetindeki gazab ateşinin hararetinden feleklerin soy sopuna dil uzatıp şerâre gibi yerinden sıçradı. Orada İbn-i Milhân hazretlerinin vücud mektubunu şehidlik kılıcinin parıltısıyla nur edip şerefli ismini şehidler kütüğüne yazdırdı. Ondan sonra geri kalan ashâb-ı kirâmla cenk için Benî Âmir kabilesinden yardım istedi. Onlar da:

— Bu iş Ebû Berâ’ Âmir’in sözüyle olmuştur. Biz onun verdiği sözü bozmayız, diye cevap verip adı geçen mel’una uymadılar.

Bunun üzerine mel’un Âmir, Süleym kabilelerinden Usayye ve Ri’l tâifelerine başvurup onlar bir miktar kimse ile Resûlüllah’m ashâbınm üzerine yürüdü. Onlar da silâha sarılıp çarpışmağa başladılar. O gün hepsi gül rengi şehâdet elbiseleriyle hoşnutluk bahçesinin içinde yürür oldular.

İçlerinden yalnız Amr bin Ümeyye-i Damrî esîr oldu. Kâ’b bin Zeyd’i de öldü sanıp bırakmışlardı. Kâ’b o yaralardan kurtulup tamamen iyileşti. Nice zamanlar ömür sürdükten sonra Ahzâb Gazvesinde şehîd olmuştur. Amr bin Ümeyye’nin Mudar neslinden olduğunu bilip Âmir bin Tufeyl, onu anasının canı için serbest bıraktı.

Bu hâdiseden Resûlüllah Efendimiz hazretleri haberdar olunca:

— Bu işi ben kötü görmüştüm. Böyle olmasından korkuyordum. Bunlar hep Ebû Berâ’ Âmir’in ısrarı yüzünden oldu, diye buyurdu.

Ebû Berâ’ da, Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin bu şerefli sözünü işittiği zaman çok pişman olup son derece büyük utanç ve ıstırabından öldü.

Öldürülen seçkin sahabeler arasında o gün Âmir bin Füheyr’in mübarek cismi bulunamadı. Melekler onu defnetmişlerdi.

Enes bin Mâlik’den rivâyet edilmiştir ki: “Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri mezkûr tâifeye acıdığı gibi hiç bir taifeye acımadı,” diye buyurmuştur.

Enes (radıyallahü anh) yine der ki: “Maûne Kuyusu çenginde ölen ashâb hakkında Kur’an âyeti nâzil oldu. Biz o âyeti okurduk. Birçok âyetlerin tilâveti (okunınası) neshedildiği zaman o âyetin de tilâveti nesh edilmiş  oldu.”

Bunlar hakkında nâzil olan ve tilâveti neshedilmiş bulunan âyet şudur:

“Bizim kavmimize haber verin ki, gerçekten biz Rabbimize kavuştuk. O bizden razı oldu, biz de O’ndan razı olduk,” demektir.

Rivâyet olunur ki, bundan önce zikrolunan Reci’ ashâbmın haberleri ile bu Maûne Kuyusu ashâbmın haberleri, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine aynı günde ulaştı. Bunların hepsini şehîd eden kâfirlere beddua eyledi. Çok zaman geçmeden her biri büyük bir belâya uğrayıp canları cehenneme gitti. Allah’ın lâneti onların hepsinin üstüne olsun.

Benî Nadîr Gazvesi

Bundan sonra vâki olan, Benî Nadîr Gazvesi’dir . Hicret tarihinin dördüncü yılinin Rebiülevvel’inde vâki olmuştur. Bunun sebebi şu idi:

Bundan önceki seriyyenin hikâyesinde zikrolunduğu üzre Âmir bin Tufeyl, Hazret-i Amr bin Ümeyye’yi serbest bıraktı. O da Medine-i münevvere’ye doğru giderken yolda iki kişiye rast geldi:

— Siz kimlersiniz? diye sordu.

Onlar da Benî Âmir’den olduklarını söylediler. Bunlar, Resûlüllah Efendimiz Hazretlerine gelip ahd almışlardı. Hazret-i Amr bunu bilmiyordu. Hâlâ düşmanlıklarında devam ediyorlar sanıyordu. Hiç bir şey belli etmeyip fırsatlarını gözetti. Uykuya vardıkları gibi hançerinin uyandırıcı ilâcını boğazlarına döküp başlarını fenâ (yok olma) atinin terkisine astı. Sonra oradan esen yel gibi hızlı ve çabuk, düşe kalka koşarak Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli meclisine çıkageldi. Resûlüllah Efendimiz:

— Ya Amr! Ne haber var? Hâdise nasıl oldu? diye sorduğunda bir bir kendinin ve seçkin sahâbelerin başlarından geçenleri anlatıp sonunda o iki kişiye ne yaptığını da söyleyince:

— Ya Amr! Onlara diyet lâzım olmuş. Hatâ etmişsin. Onlar buradan ahd alarak gitmişlerdi, diye buyurdu.

Bundan sonra Seyyid-i Kâinat hazretleri, bâzı ashâbı ile Bent Nadîr kabilesine bunların diyetine yardım” etmeleri içingitti. Çünkü Benî Nadîr ile komşuluk haklarına riayet etmek üzere ahd-i civâr (komşuluk akdi) yapmışlardı. Onun için diyet hususunda onlardan yardım istedi.

Benî Nadîr ile Benî Amir arasında da tam dostluk vardı. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, zikredilen hususu Benî Nadîr’e teklif edince:

— Ne olacak, ya Eba’l-Kasım? Elbette sana yardımlar ve hizmetler edelim! diye cehûdâne (Yahudilere yaraşır şekilde) yumuşak sözler söylemeye başladılar.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, ashâbı ile birlikte bunlardan birinin duvarının dibinde bir miktar oturup bekledi. Bu sırada hileci melunlar, işin gereğini görüşür gibi birbirini tenhaya çekip:

— Bundan güzel fırsat ele geçmez! Yavaşça yukarı çıkıp damın kenarından Muhammed’in üzerine büyük bir taş yuvarlayıp bundan sonra onun derdinden, dâvasından kurtulalım! dediler.

İçlerinden Selâm bin Mişkem adlı bir Yahudî:

— Gelin bu fikirden vazgeçin! O’na haber verilir. Ne hazırlıkta olduğunuzu duyar. Böylece ahdinizi bozmuş olursunuz. Sonra başınıza belâ gelir, dedi.

Selâm’m sözünü dinlemeyip aralarından Amr bin Cehhâş dedikleri mel’un:

— Bu işi ben yaparım! diye dama çıkmağa kalktı.

Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri, mel’unların giriştiği hazırlıktan Resûlüllah Efendimiz hazretlerini haberdar ettiği gibi ashâb-ı kirâm arasından kalkıp yürüyüverdi. “Herhalde su dökmeye gitmiştir, yine gelip yerine oturur” diye düşünerek bir müddet beklediler.

Ondan sonra ashâb-ı kirâm da kalktılar. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin arkasından onu kollayarak tâ Medine’ye kadar geldiler. Peygamber Efendimiz, mel’unların düşüncesinin ne olduğunu, Hak teâlâ hazretlerinin bildirdiği üzere ashâbına haber verdi.

İbn-i Ukbe’nin kavlince, daha önce tefsiri geçen:

“Ey îman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, bir kavm sizi öldürmek istediler de Allah onların ellerini sizden men etti.” (Mâide sûresi: 5/11) âyet-i kerîmesi bunlar hakkında nâzil olmuştur.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz hazretleri, bunların üzerine yürümek için hazırlanınalarını ashâbına emretti. Hazırlık bitince Medine-i münevvere’yi İbn-i

Ümmü Mektûm hazretlerine emanet etti, kendisi muhacir ve ensar askeriyle beraber çıkıp Benî Nadir kabilesinin üstüne gitti. Altı gün onları muhasara eyledi. Mel’unların kale gibi sığınakları vardı. Her biri sığmaklarına girdiler, kapılarını örtüp yattılar.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz, mel’unlara cefâ ve ziyan vermek için emretti, hurma ağaçlarını kesip yaktılar. Çıfıtlar haykırıp:

— Ya Muhammed! Sen elleri fesattan yasaklardın. Böyle yapanları ayıplardın. Bu ne haldir ki, şimdi hurma ağaçlarını kendin kesip yakıyorsun! diye çağırdılar.

İmâm-ı Süheylî (Allah ona rahmet etsin) der ki:

“Yahudî tâifesinin bu sözlerinden Müslümanların kalbine bir hâl geldi. Bunun üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Hurma ağacından sizin kestiğiniz veya kökleri üzerinde durur olduğu halde terk ettiğiniz şeyler hep Allahü teâlâ’nın emriyledir. Allah’ın emriyle bunları yaptınız. Kâfirlere intikam ve hakaret olması için izin verildi.” (Haşir: 59/5)

Âyet-i kerîmede zikrolunan “Lîne” den murad, hurma ağacıdır. Ancak o türlü hurma ağacıdır ki, kut (yiyecek, zahire) olur değildir, demişlerdir. O diyarda kut olan hurma “ucre” dedikleri hurma türüdür. Ondan başkası kut olmaz, demişlerdir.

Bu sözlerden murad, kâfirlerin bağ ve bahçesinin Müslümanların tasarrufuna dahil olması ihtimali olunca onları harap etmemenin evlâ olduğuna işarettir. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin şerefli maksatları, kut olmayan cinsinden bir miktar hurma ağacını kesip yakmak suretiyle mel’unları gayret ve gazaba getirip evlerinden çıkarınak, böylece onların haklarından gelmekti.”

Kadî: “Kâfirleri incitip gazaplarını arttırmak için evlerini yıkıp ağaçlarını kesmenin câiz olduğuna bu âyet-i kerimeden delil çıkardılar,” diye buyurmuştur.

İbn-i îshak’ın naklinde gelmiştir ki:

“Benî Avf bin Hazrecc kabilesinden bir kavm vardı. Abdullah bin Übey dedikleri münafık da onlardandı. O uğursuz kavm, Benî Nadîr Yahudîlerine haber gönderip:

— Dayanın, sığınaklarınızdan dışarı çıkmayın. Ne olursa olsun, biz sizi yalnız bırakmayız. Eğer cenk ederseniz sizinle beraber cenk ederiz. Eğer memleketinizden sürülürseniz biz de sizinle beraber çıkar gideriz, dediler.

Fakat Hak teâlâ hazretleri onların kalblerine bir korku bıraktı, yardıma kudret bulamadılar. Sonunda:

— Benî Nadîr’i helâk etme, ya Muhammed! Memleketlerinden çıkar, gitsinler, diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine minnetler ettiler.”

İbn-i Sa’d’m rivâyetinde hâdisenin anlatılması şu şekildedir:

“Vakta ki, Benî Nadîr tâifesi Fahr-i Kâinata zulüm ve haksızlık etmek istediler ve Hak teâlâ hazretleri haber verip mel’unlann maksatlarını bildirdi, bunun üzerine Peygamber Efendimiz hazretleri, mel’unları Medine diyarından sürüp çıkarınak için Muhammed bin Mesleme’yi gönderdi:

— Memleketimden çıkın! Hiç şüphesiz siz bana zulüm ve haksızlık etmeye kalkıştınız. Şimden sonra benimle beraber burada oturamazsınız. On güne kadar size mühlet verdim. Şöyle ki, on günden sonra sizden bu diyarda bir kimse görünürse boynunu vururum! diye haber yolladı.

Bunun üzerine Yahudi tâifesi gitme tedarikine düştüler. Mallarını ve eşyalarını yüklemek için Eşca’ kabilesinden develer tuttular. Çıkıp gitmek üzere iken Abdullah bin Ubey dedikleri münafık:

— Siz memleketinizden gitmeyin! Hisarlarınızda durun. Arap tâifesinden benimle beraber olan iki bin kişi var. Onlar da gelirler, hisarlarınıza girerler. Benî Kureyza da size yardım ederler. Gatafân kabilesinden olan dostlarınız da hep yardımcıdırlar. Bu durumda nereye gidiyorsunuz? diye haber gönderdi.

Benî Nadîr de Abdullah’ın sözüne itimad edip reisleri olan Huyey bin Ahtab dedikleri mel’un:

— Biz memleketimizden çıkmıyoruz! Ne istersen onu yap! diye Peygamber Efendimiz hazretlerine haber gönderdi.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, gazâ niyetiyle tekbir getirdi. Müslümanlar da Fahr-i Kâinatın tekbiri ile beraber hep bir ağızdan tekbir getirdiler. Böylece Benî Nadîr’in üstüne yürüdüler. Onların bulundukları yer, Medine-i münevvere’den iki mil uzaklıkta olan bir yerdir.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbiyle gelip ikindi namazını Benî Nadîr kabilesinin yurtlan önünde kıldı. O gün İslâm’ın sancağı Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’in elindeydi. Allah varlığını mükerrem kılsın.

Bundan sonra mel’unlar okla ve taşla damlarının üstünden cenge başladılar. İbn-i Ubey çekildi, yardıma gelmedi. Gatfân kabilesinden ve diğerlerinden de bir fayda olmadı. Yardımdan ümitleri kesilip yalnız kaldılar. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de ashâbı ile onları kuşattı. Bağ ve bahçelerinin ağaçlarını kırdılar. Resûlüllah Efendimiz buyurdu ki:

— Bütün mal, eşya ve silâhtan neyiniz varsa bırakıp kuru başınızı alarak memleketten çıkın, yıkılıp gidin!

Nihayet Yahudiler bu sulha razı olup Resûlüllah Efendimiz Muhammed bin Mesleme’yi mel’unların sürülüp çıkarılmasına memur kıldılar. Sadece kadınlarını ve çocuklarını aldılar, hepsi altı yüz deveye yüklenip oradan çıktılar, Hayber kalesine gittiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri onları on beş gün muhasara etmişti. O zaman içinde mel’unlar hep kendi elleriyle evlerini yıkıp harap etmişlerdi.

Benî Nadîr’e bu hâlin vâki olmasından münafıklar çok elem ve ıstırap çekip hepsi derinden yaralandılar.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Benî Nadîr’in terkettiği malların hepsine el koydu. Silâh kısmından üç yüz kırk kabza kılıçları çıktı. Elli tolga (miğfer) ve elli zırhları da bulundu. Bunların malını muhacirlere taksim edip ensâr topluluğuna bir şey vermedi. Çünkü onların hepsi zengin idiler ve muhacirlere de onlar bakıyorlardı. Böylece muhacirlerin onlar üzerindeki yükünü hafifletmek istediler. Ensâr’dan sadece iki kişiye hisse verdiler. Birisi Ebû Dücâne, birisi de Sehl bin Huneyf (Allah onların ikisinden de razı olsun) idi. Çünkü bunlar muhtaç idiler.

Iklîl adlı kitapta: “Sa’d bin Muâz (radıyallahü anh) hazretlerine de bir kılıç verdi,” denilmiştir. İbn-i Ebi’l-Hukayk dedikleri Yahudi’nin meşhur bir kılıcı vardı. Sa’d hazretlerine verdiği o kılıç idi, demişlerdir.

Muhacirlere dağıtıp ensâra vermemesinin bir sebebi de şudur ki: “Ganimete hak kazanınak, îcâf-ı hayl ile (yâni at ve deve sürüp vuruşmakla) olur. Burada ise böyle olmadı. Onun için onlara verilmedi. Muhacirlere verilmesi de fakirlikleri cihetinden idi. Bu sebeptendir ki, ensardan da fakir olanların bir ikisine verdi,” demişlerdir.”

Zâtü’r-Rika Gazvesi

Bundan sonra vâki olan, Zâtü’r-Rika’ Gazvesi’dir. Bu gazânm ne vakit olduğu hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır. Muhammed bin İshak (Allah ona rahmet etsin) katında Benî Nadîr gazvesinden sonra hicret tarihinin dördüncü yılı Rebiülâhirinin içinde ve Cemaziyelevvel’in bâzı günlerinde vâki olmuştur. İbn-i Sa’d ve İbn-i Hibbân’ın kavillerine göre beşinci yılın Muharrem’inde vâki olmuştur. Bundan başka sözler de söylemişlerdir. Hâlin hakikati malûm olmadıktan sonra pek çok ihtilâfları zikretmenin faydası olmadığı için bunlar terk olundu.

Neden Zâtü’r-Rika’ diye isimlendirildiği hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bâzıları: “O diyarda bir ağaç vardı, adına Zâtü’r-Rika’ derlerdi. Orada olan gazâ da bu ağacın ismiyle meşhur oldu,” dediler. Bâzıları da: “O yerin toprağı yer yer siyah ve yer yer ak idi. Onun için Zâtü’r-Rika’ denildi,” demişlerdir. Bunlar: “Rika’ kelimesi Ruk’a’nın çokluk şeklidir. Ruk’a ise bez parçasına ve satranç bezine derler. O diyarın toprağı alacalı olduğu için sanki yer yer yama vurulmuş gibi görünürdü. Bunun için oraya Zâtü’r-Rika’ denildi,” demişlerdir.

İmâm-ı Buhârî’nin (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Ebû Mûsâ ElEş’arî’den (radıyallahü anh) nakledilmiştir ki: “Bu gazâda ayaklarımız kabardı. Biz de ayaklarımıza bez parçalarını sardık. Bunun için bu gazâya Zâtü’r-Rika’ denildi,” diye buyurmuştur.

En doğru kavlin aslı budur ve bu gazânın haberi İbn-i İshak’ın (Allah ona rahmet etsin) kavlince şöyle gelmiştir:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri Necid vilâyetine gazâ için vardı. Şerefli muradları, Benî Muhârib ve Benî Sa’lebe tâifeleriyle cenk etmekti. Zira orada bunların hayli adam topladıkları işitilmişti. Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ashâb-ı kirâmdan dört yüz kişi ile çıktılar. Bâzı rivâyette yedi yüz kişi ile çıktılar, denilmiştir. Medine-i münevvere’yi Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) emanet etti. Bâzı rivâyette Ebû Zerr-i Gıfârî’ye (radıyallahü anh) emanet etti, denilmiştir.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, ashâbiyle çıkıp o diyarda Nahle diye tanınan yere vardılar ki, orası Gatfân kabilesinin yerlerindendir. Hâsılı İbn-i Sa’d’ın rivâyetinde belirtildiğine göre orada toplananlar dağılmışlardı. Kadınlarından başka kimseyi bulamadılar. Onları esîr ettiler, denilmiştir. Ama İbn-i İshak’ın kavline göre bir miktar kimse ile buluştular. Birbirine yakın geldiler, fakat aralarında cenk vâki olmadı. Ama halk birbirinden çok korktular. Hattâ Resûlüllah Efendimiz hazretleri orada korku namazı kılıverdi. Ondan sonra halk döndüler, demişlerdir.

İbn-i Sa’d’m kavline göre Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin ilk defa korku namazı kılması orada vâki oldu, denilmiştir. Bu gazâda on beş gece yabanda kaldılar ve geldiler.

Sahîh-i Buhârî’de Câbir (radıyallahü anh) hazretlerinden nakledilmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Zâtü’r-Rika’da idik. Orada gölge salmış bir ağacın yakinina geldik ve onu istirahat buyurması için sırf Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ayırdık. Her birimiz bir yere konduk. Peygamber Efendimiz hazretleri de mübarek kılıcını çözüp bu ağacın dallarından birine asmış, rahat rahat otururken müşriklerden Gavras bin Hâris denilen bir kâfir ansızın gelip durduğu yerden kılıcın kabzasına yapışıp çekti. Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin üzerine gelip:

— Şimdi seni benim elimden kim alır? dedi.

Resûlüllah Efendimiz:

— Allah! diye cevap verdi.

Bunun üzerine kılıç, titremeye başlayan kâfirin elinden düştü. Resûlüllah Efendimiz hazretleri kılıcı eline alınca kâfir:

— Kılıç alanın hayırlısı ol! dedi.

Maksadı, dilerim ki bana zarar vermeyesin, demekti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

— Şehadet kelimesi getirir misin? diye buyurdu.

Getirmedi. Ama söz verdi ki, bundan sonra aslâ Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile cenk etmeyeceği gibi O’na karşı cenk edenlerle de beraber olmayacak. Bunun üzerine kerem kaynağı Resûlüllah Efendimiz hazretleri ona âmân verdi. O da çıkıp kabilesinin arasına gitti ve:

— Ben, sizin için insanların en hayırlısinin yanından geliyorum, diye cevap verdi.

Ebû Avâne (Allah ona rahmet etsin) böylece rivâyet etmiştir. İmâm-ı Buhârî de “Ona ceza vermedi,” diye buyurmuştur. Gerçi o ıssız ağaç altında mâni yok iken ele geçen fırsat kılıcı ile kâfirin boynunu vurup can kuşunu hayat yurdundan uçurup yokluk koruluğuna kondurmak ellerinde idi ama halkın anlayarak ve inanarak İslâm’a gelmelerine karşı son derece şiddetli rağbetleri olduğundan gönülleri çekmek için günahları af ve mağfiret eyleme caddesine sülük etmişlerdi.

Bu hikâye, daha önce Eninâr Gazvesinde zikredilmiş olan hikâyeden başkadır. Orada da bunun benzeri bir hâdise olmuştur. Hak teâlâ hazretlerinin resûlünden bu türlü mûcizeli davranışın bin kere zuhura gelmesi imkânsız değildir. Nerde kaldı ki, iki kere meydana gelmiş olsun.

Küçük Bedir Gazvesi

Bundan sonra Küçük Bedir Gazvesi oldu. Zâtü’r-Rika’ gazvesinden sonra Şâban ayında vâki olmuştur. Bunun sebebi şu idi: Uhud gazvesinde iki asker birbirinden ayrıldığı zaman Ebû Süfyân:

— Gelecek yıl yine Bedir’de buluşalım! diye çağırdığı vakit Resûlüllah Efendimiz hazretleri de:

— Evet, diye cevap verip her iki taraftan andlaşmanın zamanı kesinlik kazanmıştı.

Kararlaştırılan zaman geldiği gibi o yiğitlik meydanının şehsüvârinin üzengisinin parıltısı Bedir bölgelerini aydınlatmıştı. Ebû Süfyân da hizlan sâhibi, küfür, fısk ve isyan erbabı ile çıkıp Merrü’z-Zehrân bölgesinde Mecenne denilen yere gelip kondu. Sonunda insanlığın Efendisinin heybeti, İslâm askerinin dayanına gücü ve yiğitliği, onların kalblerine korku salıp kıtlık ve zahire azlığı bahanesiyle döndüler, Mekke’ye geldiler. Mekke halkı bunların adını, alaylı bir şekilde Ceyşü’s-Sevîk (kavut kavrulmuş askeri) koydular. Yâni: “Siz düşmanla çarpışmak için çıkmadınız, sadece birkaç gün kavut yeyip içmek için çıktınız” diye onları maskaralığa alırlardı.

Peygamber Efendimiz hazretleri sekiz gün Bedir’de bekleyip durdu. Müslümanlar alış-veriş edip bir akçelerinden iki akçe hayır kazandılar. Sonunda göçüp Medine’ye geldiler.

Dûmetü’l-Cendel Gazvesi

Bundan sonra vâki olan, Dûmetü’l-Cendel Gazvesi’dir. Dûmetü’l-Cendel dedikleri, Medine-i münevvere’den on beş on altı konakta varılan bir şehirdir ki, Şam şehri ile arası beş konaklık yerdir. Dûmî bin Ismâil oraya inmişti, onun için böyle isimlendirildi, demişlerdir. Hicret tarihinin kırk dokuzuncu ayına rastlayan Rebiülevvel ayı içinde gidilmişti.

Sebebi: Orada çok kâfirler toplanıp geçenleri incitiyorlar, diye Peygamber Efendimiz hazretlerine haber vermişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri sahâbe-i kiramdan bin kişi ile çıkıp adı geçen diyara yaklaştıkları zaman mezkûr tâifenin pek çok koyunlarını ve diğer davarlarını yağma ettiler. Dûme halkına haber vardığı gibi kaçtılar, hiç bir kimse kalmadı. Peygamber Efendimiz İslâm askeriyle gitti, şehirlerinin ortasına girip oturdu. Memleketin etrafına seriyyeler çıkardı. Öyle kaçmışlardı ki, hiç bir kâfir bulamadılar.

Çıktıkları zaman Medine üzerine sahâbe-i kirâmden Sibâ’ bin Urfuta’yı koyup Rebiülevvel’in beş günü kaldığında çıkmışlardı. Rebiülâhir’in yirmisinde yine Medine-i münevvere’ye dâhil oldular.

Müreysî Gazvesi

Bundan sonra vâki olan Müreysî’ Gazvesi’dir. Müreysî’ dedikleri, Benî Huzâa tâifesinin pusularıdır. Bu gazâya Benî Mustalık Gazvesi de derler. Bu gazâya beşinci yıl Şâbanının ikisinde Pazartesi günü çıkılmıştı. Bâzılarına göre dördüncü yılda, bâzılarına göre de altıncı yılda vâki olmuştur.

Sebebi şu idi: Benî Mustalık tâifesinin reisleri olan Hâris bin Ebî Zırâr, kendi kavminin ve kendine uyan diğer Arap tâifelerinin aralarında gezip bunları Peygamber Efendimiz hazretleri ile muharebeye dâvet eyledi. Onlar da kendisine itâat edip hemen çıkmağa hazırlanmışlardır, diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber geldi. Haberin doğruluk derecesini bilmek için Resûlüllah Efendimiz, Büreyde bin Husayb hazretlerini Hâris bin Ebî Zırâr’a gönderdi. O da gidip bizzat Hâris ile konuşup Resûlüllah Efendimize haber getirdikten sonra Medine-i münevvere’yi Zeyd bin Hâris’e emanet ederek kendileri acele ile çıktılar.

Bu gazâya münafıklardan pek çok kimse de beraber gitmişti.

Velhâsıl zikredilen Müreysî’ adlı pusuya vardıkları gibi Resûlüllah Efendimiz hazretleri sahâbe-i kirâmın alaylarını düzenleyip muhacirlerin sancağını Ebû Bekir’e, ensâr’m sancağını da Sa’d bin Ubâde’ye verdi. İşi zarar olan küffar Allah onlara lânet etsin Peygamber Efendimiz hazretlerinin çıktığını işittikleri gibi Arap tâifesi dağılıp Hâris’in yanında pek az kimse kaldı. Bir saat kadar iki taraftan oklarla cenk oldu. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri ashâbına emretti ki, hepsi bir araya gelip hepsi birden düşmanın üzerine yürüyüşe geçsinler. Şerefli emirleri gereğince yürüdükleri gibi Hak teâlâ hazretleri yardım ve zafer ihsan buyurup kâfirler yenildiler. On kişileri öldürülüp diğerlerini, erkekten, kadından, oğlandan ve uşaktan kim varsa hepsini esîr ettiler. Bütün davarlarını ve koyunlarını aldılar. Müslümanlardan sadece bir kişi şehîd oldu.

Teyemmüm âyeti bu gazâda nâzil olmuştur. Mü’minlerin analarından Hazret-i Âişe ve Ümmü Seleme (Allah onların ikisinden de razı olsun) bu gazâda beraber bulunuyorlardı. Âişe-i Sıddîka hazretlerine iftira bu seferde vâki olmuştur. Sonradan Hazret-i Âişe’nin günahsızlığı hakkında Âyet-i Kerîme nâzil olup iftira edenlerin haklarından gelinmiştir.

Yine bu gazâda idi ki, Abdullah bin Übey dedikleri münafıkların reisi:

— Medine’ye döndüğümüz zaman daha aziz olan daha zelil olanı oradan çıkaracaktır, dedi*.

Kadî’nin (Allah ona rahmet etsin) buyurduğu üzere bunun aslı şöyle olmuştu: Bir Arabi ensâr topluluğu ile su üzerinde çekişti. İş kavgaya kadar gitti ve Arabi, bir ensârînin başına sopa ile vurdu. O da Abdullah’a şikâyet edince Abdullah dedi ki:

— Peygamberin yanında olan ashâbm fakirlerine nafaka vermeyin. Onun yanından dağılıp gitsinler!..

Ve yemin edip:

— Eğer Medine’ye dönersek daha aziz olan daha zelil olanı oradan sürüp çıkarsın, dedi.

Daha aziz olandan muradı kendisi idi. Daha zelil olandan muradı da hâşâ Peygamber Efendimiz hazretleri idi. Bu sözü Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) işitince o münafık şöyle dedi diye Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine haber verdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri de, Abdullah bin Übey ve arkadaşlarına haber gönderip:

— Şöyle bir söz söylemişsiniz, diye bildirdiğinde onlar:

— Biz böyle bir söz söylemedik, diye hepsi yeminler ettiler.

Zeyd bin Erkam (radıyallahü anh) bundan huzursuz oldu. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretleri “İzâ câeke’l-münâfikune... — Münafıklar sana geldikleri zaman...” (Münafikun sûresi: 63/1) âyet-i kerîmesini inzâl eyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

— Ya Zeyd! Hak teâlâ hazretleri seni gerçekten tasdik eyledi, diye buyurdu.

İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) böylece rivâyet eylemiştir.(Münâfikun sûresi, 63/8.)

Bu gazâda Resûlüllah Efendimiz hazretleri on sekiz gün dışarıda kalıp ondan sonra Medine-i münevvere’ye döndüler.

Hendek (Ahzab) Gazası

Bundan sonra Ahzâb Gazvesi gelir. Buna Hendek Gazâsı da derler. Ahzâb Gazvesi diye şunun için denilmiştir ki, ahzâb hizb’in çokluk şeklidir. Hizb tâife (zümre, küçük topluluk) demektir. İşte bu gazâda Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile muharebeye birkaç tâife bir araya gelip toplandıkları için Ahzâb (hizipler) Gazvesi denilmiştir. Şunun için Hendek Gazvesi denilmiştir ki, düşmanları ile kendileri arasına hendek çekmişlerdi. Hendek çekmeği Selmân-ı Farisî (radıyallahü anh) telkin etti. Arap tâifesi bu türlü hendek kazmayı bilmezlerdi. Selmân dedi ki:

— Ya Resûlâllah! Bizim memleketimizde düşman gelip bizi muhasara ettiği zaman hendek kazarak kendimizi koruruz.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri emretti, ashâb büyük bir hendek kazdılar. Resûlüllah Efendimizin kendileri de çalışıp toprak taşıdı. Çalışmakta Müslümanlara daha fazla şevk ve rağbet gelsin diye böyle yaptı.

Bu gazânın tarihi hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Mûsâ bin Ukbe, “Dördüncü yılın Şevvalinde oldu” demiştir. İbn-i İshak “Beşinci yılın Şevvalinde oldu” demiştir. Gazâ menkıbe ve destanları yazan tarihçiler bu sözü kesin kabûl etmişlerdir. İmâm-ı Buhârî (Allah ona rahmet etsin) evvelki söze yatkın olmuştur. Hâlin hakikatini Allah bilir.

Bu gazânın meydana gelmesinin sebebi şu idi: Yahudi tâifesinden bir topluluk Mekke müşriklerine gidip:

— Biz sizinle beraber olalım ve Muhammed’in üzerine gidip cenk edelim. Belki, tamamen kökünü kesip kuruturuz! dediler.

Müşrikler buna razı olup bu fikir üzerinde ittifak ettiler. Bundan sonra mel’unlar gittiler. Gatafân kabilesine varıp onlara da öyle diyerek ittifak ettiler. Sonra Ebû Süfyân Kureyş tâifesine başkan olup onları çıkardı. Hâris bin Avf da yine Gatafân’dan Mürre tâifesine başkan olup onları çıkardı. Velhâsıl meşhur olan rivâyet üzere kâfirler on bin kişi idiler. Müslümanlar ise üç bin kişiydiler. İbn-i Sa’d’ın kavline göre Müslümanların otuz altı baş atları da vardı.

Peygamber Efendimiz hazretleri bu toplanan hiziplerin maksadını ve ayaklandıklarını işitince emretti, sahâbe-i kirâm bir hendek kazdılar. Fahr-i Kâinat Efendimiz bizzat çalışıp ashâbı ile beraber toprak çekerlerdi.

Sahîh-i Buhârî’de Sehl bin Sa’d’dan (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile Hendek’te beraberdik. Ashâb kazarlardı, biz toprak taşırdık. Fahr-i Âlem Efendimiz:

“Allahümme lâ ayşe illâ ayşe’l-âhiret Fağfir lil-ensâri ve’l-muhâciret.”

“Allahım, âhiret hayatından başka hayat yoktur.

Ensâr ve muhacirine sen mağfiret eyle,” diye buyururlardı.

Asıl ayş’m mânası hayattır. Bu şerefli beytten murad şöyle demek olur: “Dünya hayatı fâni olan bir şeydir. Burada olan naîm (sıhhat, eminlik ve lezzet) dahi fâni ve sınırlıdır. Asıl hayat bâki olan âhiret hayatıdır. O halde ya Rab, ashâbıma sen mağfiret eyle ki, âhirette ölümsüz ve sonsuz naîme (sıhhat, eminlik ve lezzete) vâsıl olsunlar.”

Sahâbe-i kirâm da şu beyt ile cevap verip okurlardı:

“Nahnüllezîne bâyeû Muhammeden. Alâ’l-cihâdi mâ bakînâ ebeden.”

“Biz o kimseleriz ki, ömrümüz oldukça cihâd eylemek şartı üzre Muhammed ile bîat eylemişiz.”

Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin okuduğu beyt, Abdullah bin Revâha’nın şiirlerindendir ki, Resûlüllah Efendimiz onu okurlardı. Hâris bin Ebî Üsâme’nin rivâyetinde gelmiştir ki, şu beyti de okudular:

“Vel’an Azlan ve’l-Karet.Hüm kellefûnâ nakle’l-hicâret.”

“Ya Rab! Azl ve Kare kabilelerine sen lânet eyle ki, bize taşlar taşımağı onlar yüklediler.”

Yâni: Bu meşakkete onlar sebep oldular, demektir.

Sahîh-i Buhârî’de Berâ’ bin Âzib (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, şöyle dedi:

“Ahzâb gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerini gördüm, toprak taşıyordu. Mübarek göğsünün kıllarını toprak örtmüştü. Şu beyitleri okuyordu:

“Allahümme levlâ ente mâ’htedeynâ Ve lâ tesaddaknâ ve lâ salleynâ

Fenzilenne sekîneten aleynâ Ve sebbiti’l-ekdâme lâkeynâ

Inne’l-a’dâe kad beğav aleynâ İzâ erâdû fitneten ebeynâ.”

Bu beyitler Abdullah bin Revaha’nındır ve mânası şöyle demektir:

“Yâ Rab! Eğer sen olmasaydın biz hidâyet bulamazdık. Sadaka veremezdik ve namaz kılamazdık. O halde bizim üzerimize sen sebat ve vekar indir. Düşmanla karşılaşırsak ayaklarımıza sen sebat ver, dayanalım, duralım. Gerçekten düşmanlar bizim yolumuzu kestiler, zulme başladılar. Ne Zaman onlar fitne isteseler biz yüz çevirir kaçınırız. Onların istedikleri fitneye meydan vermeyiz,” demektir.

Burada fitneden murad İslâm’dan çıkarıp mürted etmektir, demişlerdir. Ondan yüz çevirmek de İslâmda sebat etmek olur.

Peygamber Efendimiz hazretleri zikrolunan beyitlerin son mısraını okuduğu zaman ebeynâ (biz yüz çevirir kaçınırız) kelimesine gelince yüksek sesle okurdu,” diye buyurmuştur.

Süleyman Temimî’nin (Allah ona rahmet etsin) hadîsinde: “Hendek kazma işinde çalışırken Resûlüllah Efendimiz şunları da okurdu,” diye buyurulmuştur:

“Bismillâhi ve bihi bede’nâ Velev abednâ ğayrehu şakînâ Habbezâ rabbâ ve habbezâ dînâ.”

“Allah’ın şerefli ismiyle başladık. Eğer O’ndan başka mâbuda ibâdet etseydik şaki olurduk. Allah ne güzel Rab’dır ve İslâm ne güzel dindir.”

Bütün hendek işlerinin yapılması sırasında bu türlü beyitler okuyup eğlence edinirlerdi. Hendek hususunda o Hazret’in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bâzı alâmetler de zuhura gelmiştir. Bu cümleden biri, sahih hadîste Câbir’den rivâyet olunmuştur ki, şöyle dedi:

“Hendek kazdığımız sırada hendeğin bir yerinden öyle büyük bir taş çıktı ki, kazmalarımız te’sir etmiyordu. Bu halden Fahr-i Kâinat Efendimize şikâyet ettik. O da mübarek eline kazmayı alıp bir kere vurduğu gibi taş, yumuşak bir kum yığını haline geldi.”

Biri de şudur: O gün birazcık yemeği öyle çok etmiştir ki, bütün ashâba yetmiştir. Tafsilâtı inşâallah aşağıda Mücizeler bölümünde gelecektir.

Mûsa bin Ukbe’nin (Allah ona rahmet etsin) kavline göre yirmi geceye yakın hendek işi için çalıştılar. Bâzıları daha ziyade çalıştılar demişlerdir.

Velhâsıl hendek hususunu bitirdikleri gibi Kureyş tâifesi Arap kabilelerinden on bin kişi ile geldiler. Medine yakininda vâdilerin sellerinin toplanacağı yere kondular. Gatafân tâifesi, Necid halkı ve Uyeyne de Uhüd dağı semtine kondu. Resûlüllah Efendimiz hazretleri ise sahâbe-i kirâmdan üç bin kişi ile arkalarını Sel’ dağına verdiler, orada durdular. O gün muhacirlerin sancağı Zeyd bin Hâris’in elinde, ensârın sancağı da Sa’d bin Ubâde’nin elinde idi. Allah onların hepsinden razı olsun.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, aralıksız Medine’ye adam gönderip şehri gözetiyordu. Orada olan Benî Kureyza dedikleri Yahudi tâifesinden çoluk çocuklarını sakınırlardı.

Benî Kureyza’ın Anlaşmayı Bozması:

Bu sırada kâfirlerin askeri içinden Huyey bin Ahtab dedikleri mel’un çıkıp Benî Kureyza’mn ulusu olan Kâ’b bin Esed’in kapısına gelerek kendisiyle görüşmek istedi. Kâ’b, kapıyı sıkıca kapayıp kendisinden bir haber vermedi. Zira Peygamber Efendimiz hazretleri ile “Benî Kureyza tâifesinden Müslümanlara asla zarar değmeyecektir” diye sulh üzere idi. Bu sebeple Huyey kendisiyle görüşmek için ısrar edince Kâ’b:

— Ya Huyey! Bizi kendi hâlimize bırak! Sen uğursuz bir herifsin. Ben Muhammed ile ahd eylemişim, ahdimi bozmam. Ben ondan doğruluk ve vefadan başka bir şey görmedim. Lütfen bizi incitme, dedi.

Nihayet imkân kalmayıp inat ve ısrar ile kapıyı açtırdı.:

— Ya Kâ’b! Ben sana izzet ve devlet fırsatinin haberleri ile geldim. Bu kadar bin askerle Kureyş ve Gatafân kabilelerini kaldırıp getirdim. Filân yerlere her birini kondurdum. Benimle ahd ve mîsakları şöyledir ki, tâ Muhammed’in kökünü kesinceye kadar buradan gitmeyecekler! deyip türlü eşkıyalık ve şeytanlıkla ona ahdini bozdurdu.

Bu haber Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ulaşınca hâlin hakikatini bilmek için seçkin sahâbeden Sa’d bin Muâz ve Sa’d bin Ubâde’yi gönderdi. Bunların yanında İbn-i Revâha ile Havvât bin Cübeyr’i de gönderdi. Gittiler, gerçekten mel’unları dedikleri gibi bulup geldiler. Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ey Allah’ın Nebisi! Mel’unlar, Azl ve Kare kabileleri gibi olup ahidlerini bozmuşlardır. Ne herze söylediklerini bilmiyorlar, diye cevap getirdiler.

Müslümanlar üzerinde belâ son derece şiddetlendi. Düşmanlar her taraftan hücum eyledi. Münafıklar, kalblerinde olan habasetleri açığa vurdular. Bunlar hakkında Hak teâlâ hazretleri şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

“Ve iz yekulü’l-münâfikune vellezîne fî kulûbihim marazun mâ vaadenallahü ve resûlühü illâ ğurûren — Ya Muhammed! Hatırla şu zamanı ki, münafıklar ve kalblerinde maraz bulunanlar: ‘Allah ve Resûlü bize ancak boş vaadlerde bulunuyor’ diyorlardı.” (Ahzâb sûresi: 33/12)

Bunun aslı şudur ki, Müslümanlara kâfirlerin muhasarasından büyük ıstırap düştü. Aralarında olan münafıklardan ve îmanı zayıf olanlardan bâzıları dediler ki:

Muhammed bize Fars ve Rum memleketlerinin fethini vaad ediyordu. Halbuki şimdi hiç birimiz korkudan dışarı çıkmağa muktedir değiliz. Vaadleri meğer boş imiş!..

Peygamber Efendimiz hazretleriyle beraber olanlardan da birkaç kişi:

“Ya ehle yesribe, lâ mukame leküm ferciû — Ey Medine halkı, sizin için burası durulacak yer değildir, hemen geri dönün,” (Ahzâb sûresi: 33/13) dediler .

Evs bin Fakatî dedikleri kimse de geldi:

— Ya Resûlâllah! Bizim evlerimiz Medine’den dışarıdadır ve yapıları da sağlam değildir. Bize izin ver, biz dönüp gidelim, dediler.

Velhasıl Müslümanlara o kadar çok ıstırap düştü.

İbn-i Âiz der ki: Kâfirler içinde Nevfel bin Abdullah Mahzumî denilen müşrik at koşturup geldi, atiyle hendeği atlamak istediği gibi orta yerine düşüp boynu kırıldı. Bunun böyle olması kâfirlere çok güç geldi. Mel’unlar bunu uğur saymadılar. Peygamber Efendimiz hazretlerine adam gönderip:

— Nevfel için sana diyet verelim. Bize onun ölüsünü ver, gömelim, dediler.

Peygamber Efendimiz hazretleri de:

— Nevfel’in kendisi de diyeti de murdardır. Allah ona da, diyetine de lânet etsin. Biz mâni değiliz, ölüsünü alın, gömün. Bize diyeti gerekmez, diye buyurdu.

İbn-i İshak (Allah ona rahmet etsin) der ki: Ondan sonra İslâm ehlini düşmanlar muhasara edip hendek aşırısından oklaştılar. Oktan başka bir nesne ile kimse cenk etmedi. Sadece kâfirlerden Amr bin Abdivedd dedikleri kâfir bir iki adamiyle hendeğin bir tarafından güçlükle yol bulup içeri düz yere geldiği gibi Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib (Allah varlığını mükerrem kılsın) karşı çıkıp melunu katletti. Nevfel bin Abdullah bin Muğîre adında bir kâfir daha çıktı; onu da Hazret-i Zübeyr (radıyallahü anh) katletti. Bunun üzerine geri kalan atldarı bozulup döndüler.

Kâfirlerin içinden bir ok gelip Sa’d bin Muâz (radıyallahü anh) hazretlerine dokundu ve ekhel damarına rast gelip damarını kesti. Ekhel dedikleri, insanın kolunda bulunan üç damarın ortasındaki damardır. Cerrahlar ona müşterek damar (atardamar) derler.

Halil (Allah ona rahmet etsin) der ki: “Ekhel insanın hayatî damarıdır. O kesildikten sonra insan sağ kalamaz. İnsanın bütün âzasında o damardan bir şube vardır, derler. Kolunda olana ekhel derler, arkasında olana ebher derler, uyluğunda olana nesâ derler. Bu damar kesilse kan dinmez, demişlerdir.”

İmâm-ı Hâkim’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Huzeyfe’den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: “Ahzâb gecesi kendimizi şöyle gördük: Ebû Süfyân müşrik askerleriyle yukarı tarafımızda. Benî Kureyza aşağı tarafımızda. Kadınlarımıza ve çocuklarımıza zarar verirler diye Benî Kureyza’dan korku çekeriz. Münafıklar da durmadan “Evlerimiz için endişe duyuyoruz “diye Resûlüllah Efendimiz hazretlerinden izin isterler. Hâsılı Resûlüllah Efendimizin yanında üç yüz kişiden başka kimse kalmadı. Ben de dizim üstüne çöküp oturdum. Resûlüllah Efendimiz hazretleri yanıma uğradı ve:

— Ya Huzeyfe! Git, Kureyş kavminden bize bir haber getir, diye buyurdu.

Ondan sonra bana dua eyledi. O anda kalbimde olan korku ve ıstırap tamamen zail oldu. O gece öyle karanlık ve yelli bir gece idi ki, üzerimize ondan daha şiddetli bir gece gelmemişti. Hemen geçtim, kâfirlerin arasına vardım. Kâfirlerin içinde çok sert yeller esiyordu. Onların bir karış dışarısındaki yerde yel yoktu. Döndüğüm zaman yol üzerinde bâzı atlı kimseler gördüm:

— Peygamber Aleyhisselâm hazretlerine haber ver. Gerçekten Hak teâlâ hazretleri kâfirlerin haklarından geldi, dediler.”

Bir rivâyette daha fazla açıklanıp buyurulmuştur ki: Huzeyfe (radıyallahü anh) kâfirlerin içine vardığı gibi Ebû Süfyânın durmadan konuştuğunu işitti. Ebû Süfyân:

— Ey Kureyş topluluğu! Vallahi duracak yerde değilsiniz. Develerimiz ve atlarımız kırılıp gitti. Bu rüzgârdan başımıza ne belâlar geldiğini işte görüyorsunuz. Hemen kalkıp göçün, ben göçüyorum! dedi ve devesinin üstüne bindi.

Sahîh-i Buhârî’de Abdullah bin Ebî Evfâ’dan rivâyet edilmiştir ki:

Resûlüllah Efendimiz hazretleri, ahzâba (İslâm’a karşı bir araya gelip savaş açan hiziplere) beddua edip:

“Ey kitap indiren ve hesap görmesi hızlı olan Hak! Bu hizipleri sen hezimete uğrat. Ya Rab, onlara sen bozgunluk ver. Aralarına sen zelzele ve ıstırap düşür. Karar edemeyip üzerimizden kalksın, gitsinler,” diye buyurdu.

İmâm-ı Ahmed’in (Allah ona rahmet etsin) naklinde Ebû Saîd (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, şöyle anlattı:

“Hendek gazâsında Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

—Meşgul olacak bir dua var mıdır, ya Resûlâllah? Iıstıraptan yüreklerimiz boğazımıza takıldı, dedik.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri “Evet” deyip:

“Ya Rab! Avretlerimizi sen setreyle, kalblerimizden korkuyu sen zâil edip eminlik (güvenç) müyesser eyle,” buyurdu.

Yenbûu’l'Hayât adlı kitapda da zikredilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri, Hak teâlâ hazretlerine yalvarıp yakararak:

— Ya Rab! Üzüntü ve kederimizi sen dağıt. Hiç şüphesiz bana ve ashâbıma inen belâyı sen görür ve bilirsin, diye dua ettiği gibi Hak teâlâ hazretleri Cebrâil aleyhisselâm’ı gönderdi.

Cebrâil aleyhisselâm gelip:

— Ya Muhammed! Sana müjdeler olsun ki, Hak teâlâ hazretleri düşmanlarının üzerine yel ve asker gönderecektir, dedi.

Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri, bu haberi sahâbe-i kirâmına bildirip ellerini kaldırdı, Hak teâlâ hazretlerine şükürler etti.

Ondan sonra bir gece sabah yeli o kadar kuvvetli esti ki, düşmanların çadırlarının kazıklarını çıkarıp başlarına yıktı ve yemek pişirdikleri kaplarını baş aşağı çevirdi. Suratlarına topraklar, kumlar ve kayalar saçtı. Etraflarından tekbir avazlarını, asker seslerini ve yankılarını işittiler. Hemen o gece mal ve eşyalarından götürmesi zor olanlarını bıraktı, göçüp gittiler.

Hak teâlâ hazretleri kadîm kelâmında buyurdu ki:

“Fe’erselnâ aleyhim rîhân ve cünûden lem terevhâ

— Hani bir zaman sizin üzerinize ordular gelmişti de biz onların üstüne bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.” (Ahzâb sûresi: 33/9)

Gerçi onları kimse görmezdi, ama kâfirler, gürültü, çokluk ve üstünlüklerini işitirlerdi. Hak teâlâ hazretleri, meleklerden pek çok asker göndermişti. MePunların içine korku ve ıstırap düştü. Dayanamadılar, göçüp gittiler.

Sahîh-i Buhârî’de ve Sahih-i Müslim’de Hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’den rivâyet edilmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretleri kâfirlere beddua edip:

“Bizi meşgul edip Salât-ı Vustâ’dan, ikindi namazından alıkoydular. Allah kabirlerini ve evlerini ateşle doldursun,” diye buyurdu.

Bu hadîs-i şeriften anlaşıldığı üzere Salât-ı Vusta ikindi namazı olmalıdır. Ancak Salât-ı Vusta’nın hangi namaz olduğu hakkında âlimler ihtilâf edip on dokuz kavil yazmışlardır. Netice olarak her namaz olmasına ihtimal vermişlerdir. Hâlin hakikatini ancak Allah bilir. Şu namazdır diye kesin olarak belirtilmemesi, her namaza ehemmiyet vererek devam edilmesi içindir, diye buyurulmuştur.

O gün kâfirlerle muharebeye var güçleriyle uğraştıkları için ikindi namazını geçirip güneş battıktan sonra kazâ etmişlerdi.

Bundan sonra Resûlüllah Efendimiz hazretleri de Çarşamba günü ashâbı ile beraber oradan göçüp Medine’ye geldiler.

Benî Kureyza Gazvesi

Âişe’nin (radıyallahü anhâ) rivâyetince Resûlüllah Efendimiz gelip silâhını çözdü, bir tarafa koydu ve yıkandı. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip:

— Ya Muhammed! Sen silâhını bırakmışsın. Ama vallahi melekler daha silâhlarını bırakmadılar. Durma, hemen Benî Kureyza’nın üstüne gazâ eyle, dedi.

Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz hazretleri emretti:

— Her kim ki, dinleyip itâat etme üzeredir, ikindi namazını kılmasın, ancak Benî Kureyza’da kılsın! diye nida olundu.

Bundan sonra kendileri saadetle azim dizginlerini o tarafa yöneltip geldiler. Adı geçen tâifenin menzilleri yanında bir kuyu yakınına cömertlik ve büyüklük inişi gösterdiler. Seçkin sahâbeler de (Allah onların hepsinden razı olsun) hep gelip yetiştiler. Bâzıları, ikindi namazını orada yatsı zamanında kaza ettiler. Ondan sonra İslâm askeri Benî Kureyza’yı ortaya alıp bâzılarının kavline göre yirmi beş gün muhasara ettiler. Sonunda mel’unlar âciz kalıp Resûlüllah Efendimiz hazretlerine haber gönderdiler.

— Sa’d bin Muâz ne hükmederse ona razı olduk, dediler.

Sa’d (radıyallahü anh) Ahzâb gazvesinde yaralanmıştı. Adam gönderip evinden merkeple Resûlüllah Efendimizin şerefli meclisine getirdiler. Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri olup bitenleri Sa’d hazretlerine anlatıp:

— Ya Sa’d! Bu durumda senin hükmün nedir? diye buyurunca Sa’d:

— Ya Resûlâllah! Benim hükmüm şudur ki: Malları alınsın, çocukları esîr olsun, kendileri hep öldürülsün! dedi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri bunu beğenip:

— Ya Sa’d! Kazaytü bi-hükmillâh (Allah’ın hükmüyle hükmettin) diye buyurdu.

Adı geçen tâifenin hepsi çıfıt (Yahudi) tâifesi idi. Emrolunup mel’unların hepsini zincir ve kelepçeler içinde sürüye sürüye getirip Medine-i münevvere’de hapsettiler. Ondan sonra insanların Efendisi sahâbe-i kirâm ile şehrin pazar yerine çıkıp saygı ve büyüklük kürsüsü üzerinde durup karşılarında hendekler kazıldıktan sonra mahrumluk hücresinde halvete çekilip oturanlar, yardımsızlık ve yalnızlık zincirinde riyazet çekenler, siyaset meydanına gelip hendekleri görünce zamanın fitne yağdıran bulutundan ahidlerini bozmanın talihsizliğiyle amel ekinliklerine kan seli akacağını anladılar. Tez elden kılıç vurarak orada başlarını vücut kaleminden bir bir sildiler. Hepsi yedi yüz kişi idi, demişlerdir. Bazılarının kavlinde daha fazla idi, denilmiştir.

Ondan sonra mal ve mülkleri toplanıp beşte biri çıkarıldıktan sonra kalanı İslâm ehli arasında taksim edildi. Esirlerinden Reyhâne adlı cariyeyi Resûlüllah Efendimiz hazretleri kendi şerefli hizmetlerine tahsis buyurdular. Bâzıları, onu zevceliğe aldı, demişlerdir.

Sa’d bin Muâz hazretlerinin yarasından kan boşanıp dinmedi. Bu sebeble Allah’ın rahmetinin komşuluğuna, gâzilerin ve şehidlerin karar yurduna vâsıl oldu. Sahih hadîste gelmiştir ki:

— Sa’d hazretlerinin ölümü için Rahman’ın arşı titredi ve yetmiş bin melek namazında hâzır bulundu, diye buyurulmuştur.

Sa’d bin Muâz hazretleri, sahâbe-i kirâmm ulularmdandır ve ensâr topluluğunun efendisidir. Allah onların hepsinden razı olsun.

Arş-ı azîmin titremesi hususunda âlimlerden çeşitli kaviller vâki olmuştur. Seçkin olan kavil şudur ki: Sa’d hazretlerinin temiz ruhu feleklerin karar yerini şereflendirmekle Allah’ın arşı sevinç ve safâdan hareket eyledi. Hak teâlâ hazretlerinin onda idrâk ve temyiz halkedip bu hâlin sâdır olması, olmayacak bir şey değildir. Nitekim âyet-i kerîme’de taşlar hakkında:

“Ve inne minhâ lemâ yehbitu min haşyetillâhi — Onlardan (taşlardan) öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağı düşerler,” (Bakara sûresi: 2/74) buyurulmuştur.

Hak teâlâ hazretlerinin san’atı eseri olarak taştan Allah korkusu gelince Arş’dan titremek de gelir. Bâzılarının kavline göre Arş’m titrediği kesindir, olmayacak bir şey değildir. Fakat ondan Sa’d hazretlerine fazilet şu cihetten hâsıl olur ki, Hak teâlâ hazretleri onun hareketini Sa’d’ın ölümü için meleklerine alâmet kılmış olsun, denilmiştir.

Sa’d hazretlerinin ölümüne Arş-ı âzâmm hareketiyle işaret olunca onun şan ve şerefine ne derece büyüklük verilmiş olur. Bâzıları da “Titremek buyurulması sadece onun vefatı hususunu büyütmek içindir. Arap tâifesinde âdettir ki, büyük bir nesneyi daha büyük bir nesneye nisbet ederler. Meselâ filân kimsenin ölümüyle âlem zulmet oldu ve kıyâmet koptu, derler. Bu da o türdendir,” demişlerdir. Bâzılarına göre de Arş’ın titremesinden murad Arş’ı götüren meleklerin titremesidir. En iyisini Allah bilir.

Sahih-i Tirmizî’de gelmiştir ki, Sa’d’m cenazesi götürüldüğü zaman:

— Ne acep hafif cenazesi var, diye münafıklar söyleştiler.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Onu melekler götürüyor, diye cevap buyurdular.

İbn-i Sa’d ve Ebû Nuaym’m (Allah onlara rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki, defn olunduğu gün bir kimse kabrinin toprağından bir avuç toprak alıp gitmişti. Sonradan toprağa bakıp gördü ki, misk olmuş.

Ebû Saîd-i Hudrî (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:

— Ben Sa’d’m kabrini kazanlar arasında idim. Kazdıkça kesintisiz bize misk kokusu geliyordu, diye buyurmuştur.

Ebû Nuaym’ın (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde gelmiştir ki, Resûlüllah Efendimiz hazretlerine ipekten bir elbise arınağan gelmişti. Ashâb-ı kirâm elleriyle tutar ve:

— Ne yumuşak, nâzik nesnedir, diye hayret ederlerdi.

Resûlüllah Efendimiz hazretleri:

— Bunun yumuşaklığına şaşıyorsunuz. Vallahi cennette Sa’d bin Muâz’ın peşkirleri bundan hayırlıdır ve yumuşaktır, diye buyurdu.

Allah ondan ve diğer sahâbelerin hepsinden razı olsun.

Hadîs İmâmlarından bâzılarının kavline göre Beytullah’ı hacc (ziyaret) etmek bu yılda farz olunmuştur.

Muhammed Bin Mesleme’nin Seriyyesi

Bundan sonra Muhammed bin Mesleme’nin Seriyyesi vâki oldu. Altıncı yıl Muharreminin onunda Kırtâ’ dedikleri tâifenin üzerine otuz kişi ile gönderilmişti. Medine-i münevvereden yedi menzil uzaklıkta Dariyye diye tanınan bir yer vardır. Mezkûr tâife oraya inip fesat ederlerdi. İşte onların üzerine gidip bastılar. Bir miktarını kırdılar, bir miktarı kaçtı, kurtuldu. Koyunlarını ve davarlarını sürdüler. Bu Muharrem ayinin bir gecesi kaldığında gelip Medine-i münevvere’ye dahil oldular.

Zikrolunan kavimden Semâme bin Asâl adlı bir kişiyi esir edip getirmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz hazretleri emretti, onu mescidin direklerinden birine bağlayıp bıraktılar. Ondan sonra yine çözdüler, İslâm’a geldi. Gusl ve yemîn-i billâh edip Resûlüllah Efendimiz hazretlerine:

— Ya Muhammed! Yeryüzünde senin yüzünden ziyade buğz ettiğim bir yüz yoktu. Şimdi bütün yüzlerden bana senin yüzün daha sevgili oldu, dedi.

Yine yemin edip:

— Senin dîninden ziyade buğz ettiğim bir din yoktu. Şimdi bana ondan sevgili din yoktur, dedi.

Ve yine yemin edip:

— Senin şehrinden ziyade buğz ettiğim bir şehir yoktu. Şimdi bana ondan sevgili bir şehir yoktur, dedi.

Bundan sonra dedi ki:

— Ya Resûlâllah! Ben umre etmeye niyet etmiştim. Senin ashâbm beni aldılar.

Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri:

— Git, umre eyle, diye emretti.

Oradan kalkıp Mekke şehrine geldiği zaman müşrikler Semâme’ye:

— Sen Sabiî oldun, dediler.

Onlar Müslümanlara “Sabiî” derlerdi. Semâme:

— Hayır, sizin dediğiniz değilim, fakat ben Resûlüllah Efendimiz hazretleri ile İslâm dinine girdim, dedi.