Geri

   

 

 

İleri

 

İKİNCİ CİLD, 110. cu MEKTÛB

İslamiyyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan [bid’at sâhibi ile ve fâsık] ile arkadaşlık etmeyiniz! Bid’at sâhibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî “kuddise sirruh” (Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız) buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatcılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uymazsa, (ya’nî islâmiyyete yapışmazsa) ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini,îmânını bozar. Şeytândan dahâ çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek te’sîrli olsa da ve dünyâyı sevmiyor görünse de, nemâz kılsa da, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (İnsanı se’âdet-i ebediyyeye kavuşduracak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmakdır). Yine O buyurdu ki, (Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în “yazdığı tefsîr kitâblarını okumıyan ve Hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünki, islâm âlimi, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olur). Yine O buyurdu ki, (Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur’ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol idi.

Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı).

[Bundan anlaşılıyor ki, Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Ya’nî, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezheb imâmı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkh, akâid ve tesavvuf kitâblarında bildirilmiş olan (Ahkâm-ı islâmiyye bilgileri)dir. Bu yola (Ehl-i Sünnet Yolu) denir. Dört mezhebin kitâblarından ayrılan kimse, ahkâm-ı islâmiyyeden ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmişdir. Tahtâvî, (Dürr-ülmuhtâr)ın zebâyıh kısmı hâşiyesinde, bu sözbirliğini açık olarak yazmakdadır.]

Her asrda bulunan tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimleri, Selef-i sâlihînin, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda idi. Hepsi islâmiyyete bağlı idi. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmamışlardı.

Tekrâr tekrâr yazıyorum ki, Resûlullaha uymakda gevşek olanları, ahkâm-ı islâmiyyeden, ya’nî Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yehûdîler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri ve mezhebsizler, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, se’âdete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki, (Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sâhibine zararı, fâidesinden dahâ çokdur). Bütün se’âdetlerin yolu islâmiyyete uymakdır. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmakdır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymakdır. Onun dînine ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymıyan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız müslimânlara mahsûs değildir. Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi aleyh” 181 [m. 797] de vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Müstehabları yapmakda gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakda gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaşdırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma’rifete, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz). Bunun içindir ki, Hadîs-i şerîfde, (Günâh işlemek, insanı küfre sürükler) buyuruldu. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa’îd Ebülhayr 440 [m. 1049] da vefât etmişdir. Kendisine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? Bunun kıymeti yokdur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi. Filan adam havada uçuyor dediler. Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var dedi. Filan kimse, bir anda şehrden şehre gidiyor dediler. Şeytân da, bir solukda şarkdan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yokdur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fekat, bir an Rabbini unutmaz buyurdu. Evliyânın büyüklerinden Ebû Alî Rodbârî Cüneyd-i Bağdâdînin talebesindendir. 321 [m. 933] de, Mısrda vefât etmişdir. Kendisine sordular: Bir din adamı, çalgı dinliyor. [Yabancı kadınlarla, kızlarla arkadaşlık yapıyor. Karısını, kızlarını çıplak gezdiriyor.] Kalbim temizdir. Sen kalbe bak diyor. Buna ne dersin dediklerinde, onun gideceği yer Cehennemdir buyurdu. Ebû Süleymân-ı Dârânî, Şâmın Darya köyünde yerleşmiş ve 205 [m. 820] de orada vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Düşüncelerimi, niyyetlerimi önce Kitâb ile ve Sünnet ile karşılaşdırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun olanları söyliyor ve yapıyorum). Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Bir Hadîs-i şerîfde, (Bid’at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yapdırır. Onu çok ağlatır) buyuruldu. Yine Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bid’at işliyenin oruclarını, nemâzlarını, haclarını, ömrelerini, cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar) buyuruldu. [Bu Hadîs-i şerîf, dinde reform, değişiklik yapan, meselâ nemâzı, ezânı radyo ile, hoparlörle okuyan, nemâz vaktini minârede ışık yakarak bildiren din adamlarının zuhûr edeceklerini haber vermekdedir.] Şeyh ibni Ebî Bekr Muhammed bin Muhammed Endülüsî, Mısrda yaşamış, 734 [m. 1334] de vefât etmişdir. (Me’âric-ül-hidâye) kitâbında diyor ki, (Doğruyu tanı, doğru ol! Kâmil insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tam uygun olur. Çünki, bütün se’âdetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, islâmiyyete yapışmak demekdir).

Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak nasıl olur? Bunlardan mühim olanlarını bildiriyorum:

Günâh işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günâhın tevbesi açık olur. Tevbeyi gecikdirmemelidir. (Kirâmen kâtibîn) melekleri, günâhı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar. Ca’fer bin Sinân “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Günâha tevbe etmemek, bu günâhı yapmakdan dahâ fenâdır). Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Vera’ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkca yasak edilmiş olan şeyleri, (Vera’) şübheli şeyleri yapmamakdır. Yasak edilenlerden sakınmak, emr olunanları yapmakdan dahâ fâidelidir. Büyüklerimiz buyurdu ki, (İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fekat, yalnız sıddîklar, iyiler, günâhdan sakınır). Ma’rûf-i Kerhî hazretleri [Fîrûz isminde bir hıristiyanın oğlu idi. İmâm-ı Alî Rızânın âzâdlısıdır. Sırrî Sekâtînin, Sırrî de Cüneyd-i Bağdâdînin hocasıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. 200 [m. 815] de Bağdâdda vefât etdi.] Buyurdu ki, (Yabancı kadına bakmakdan pek sakınınız! Hattâ dişi koyuna bile bakmayınız!). Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna kavuşanlar, vera’ ve zühd sâhibleridir) buyuruldu. Yine Hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibinin nemâzı makbûl olur). (Vera’ sâhibi ile birlikde bulunmak ibâdetdir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevâbdır) buyuruldu. Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma! Şübhe etdiğin işlerde kalbine danış! Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi işdir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhdır). Yine Hadîs-i şerîfde, (Halâl olan şeyler bellidir. Harâmlar da bildirilmişdir. Şübheli olanlardan kaçınız. Şübhesiz bildiklerinizi yapınız!) buyuruldu. Bu Hadîs-i şerîf gösteriyor ki, şübhe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şübhe edilmiyeni yapmak câiz olur. Bir Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde halâl etdiği şeyler halâldir. Kur’ân-ı kerîmde bildirmediği şeyleri afv eder) buyuruldu. Şübheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Elini göğsüne koy! Halâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!). Îmânı olan, büyük günâha düşmemek için, küçük günâhdan kaçar.

Bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu bilmelidir. Allahü teâlânın emrlerini tam yapamadığını düşünmelidir. Ebû Muhammed Abdüllah bin Menâzil “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ çeşidli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, nemâzı, orucu ve seher vaktleri istiğfâr etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu görüp, hepsine afv ve magfiret dilemesi lâzım oldu). Abdüllah Menâzilin mürşidi Hamdûn Kassâr, 271 [m. 884] de Nişâpûrda vefât etmişdir. Ca’fer bin Sinân “kuddise sirruh” buyurdu ki, (İbâdet ve iyilik yapanların, kendilerini, günâh işliyenlerden üstün görmeleri, onların günâhlarından dahâ fenâdır). Alî Mürte’iş “kuddise sirruh” hazretleri, Ramezân-ı şerîfin yirmisinden sonra i’tikâfı bırakıp câmi’den dışarı çıkdı. Niçin çıkdın dediklerinde, hâfızların tegannî ile okuduklarını ve bununla öğündüklerini görünce, içerde duramadım buyurdu.

Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını halâldan kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için, ticâret, san’at yapmak lâzımdır. Selef-i sâlihîn “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hep böyle çalışıp kazanırlardı. Halâl kazanmanın sevâblarını bildiren pekçok Hadîs-i şerîf vardır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine: Çalışıp kazanalım mı, yoksa yalnız ibâdet yapıp tevekkül mü edelim dediklerinde, (Tevekkül etmek, Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetidir. Çalışıp da tevekkül ediniz) buyurdu. Ebû Muhammed bin Menâzil, (Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmakdan hayrlıdır) buyurdu.

Yimekde, içmekde adâleti, ya’nî orta hâlde olmağı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yimemeli. İbâdet yapamıyacak kadar da, perhîz etmemelidir. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend “kuddise sirruh” hazretleri buyurdu ki, (İyi yi, iyi çalış!). Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmağa yardımcı olan herşey, iyi ve mubârekdir. Bunları azaltanlar da, yasakdır. Her iyi işde, niyyete dikkat etmelidir. İyi niyyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır.

İslâmiyyete uymıyanlardan, bid’at ve günâh işleyenlerden uzlet etmeli, ya’nî bunlarla görüşmemelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Hikmet, on kısmdır. Dokuzu uzletdedir. Biri de, az konuşmakdadır.) Böyle insanlarla zarûret kadar görüşmelidir. Vaktleri, çalışmakla, zikr, fikr ve ibâdetle geçirmelidir. Eğlenecek zemân, öldükden sonradır. Sâlih, temiz ve ehl-i sünnet olan müslimânlarla “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” görüşmeli, onlara fâideli olmalı ve onlardan fâidelenmelidir. Ehl-i sünnet olmak, dört mezhebden birinde olmak demekdir. Lüzûmsuz, fâidesiz sözlerle, zemânları zâyi’ etmemelidir. [Zararlı kitâbları, gazeteleri okumamalı, böyle radyoları, televizyonları dinlememeli, seyr etmemelidir. İslâm düşmanlarının kitâbları, gazeteleri, radyoları, televizyonları, dîni, islâmiyyeti yok etmek için sinsice çalışıyor. Gençleri, dinsiz, ahlâksız yapmak için, plânlar kuruyorlar. Bunların tuzaklarına düşmemelidir.]

İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. [Fitne çıkarmamalı. Düşman kazanmamalıdır. Hâfız-ı Şîrâzînin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idâre etmelidir sözüne uymalıdır.] Afv dileyenleri afv etmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Şeyh Abdüllah Bayal “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Tesavvuf, nemâz ve oruc ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tesavvuf, insanları incitmemekdir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuşdur). Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırd edilebileceğini, Muhammed bin Sâlim “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden sordular. (Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsânının bol olması ve konuşurken i’tirâz etmemesi ve özr dileyenleri afv etmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır) buyurdu. Ebû Abdüllah Ahmed Makkarî buyurdu ki, (Fütüvvet demek, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsânda bulunmak ve sıkıldığın kimseye güler yüzlü olmakdır).

Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Kahkaha ile gülmek, kalbi karartır. Çalışmalı, fekat karşılığını Allahü teâlâdan beklemelidir. Onun emrlerini yapmakdan zevk duymalıdır. Yalnız Ona güvenince, O, her dileği ihsân eder. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ yalnız Ona güvenenin her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.) Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 258 [m. 872] de Nişâpûrda vefât etdi. Buyurdu ki, (Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korkduğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk etdiğin mikdârda, herkes sana yardımcı olur). Kendi çıkarlarının arkasında koşma! Ebû Muhammed Abdüllah Râşî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 367 [m. 978] de Bağdâdda vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağı düşünmelidir). Âileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüzçevirecek kadar olmamalıdır.

Din işlerinde, câhil ve fâsık olan din adamlarına danışmamalıdır. Mezhebsizlerle ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde bulunmamalıdır. Her işde, sünnete uymalı, bid’atden sakınmalıdır. Neş’eli zemânlarda, islâmiyyetin dışına taşmamalı. Sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümmîdi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neş’ede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkda ve yoklukda aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yoklukdan râhatlık duymalı, varlıkda sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır.

Kimsenin aybına bakmamalı, kendi ayblarını görmelidir. Kendini hiçbir müslimândan üstün bilmemelidir. Ehl-i sünnet olan ya’nî dört mezhebden birinde olan her müslimânı kendinden üstün tutmalıdır. Her müslimânı görünce, kendi se’âdetinin, onun düâsını almakda olabileceğine inanmalıdır. Kendinde hakkı bulunanların kölesi gibi olmalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Üçşeyi yapan müslimânın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakîrler arasında oturmak [dilenciler arasında değil!] ve hizmetçisi ile birlikde yimek). Bu üç şeyin, mü’minlerin alâmeti olduğu Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Selef-i sâlihînin hâllerini öğrenmeli, onlar gibi olmağa çalışmalıdır. Kimseyi gıybet etmemelidir. Gıybet yapana mâni’ olmalıdır. [İşitince incineceği şeyi, arkasından söylediği zemân, sözü doğru ise, gıybet olur. Yalan ise iftirâ olur. Her ikisi de, büyük günâhdır.] Emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker yapmağı âdet edinmelidir. Muhammed bin Alyân’a “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Allahü teâlânın râzı olduğu nasıl anlaşılır dediklerinde, (Tâ’at etmek tatlı ve günâh işlemek acı gelmesinden anlaşılır) buyurdu. Fakîr olmakdan korkarak, cimrilik yapmamalıdır. Şeytân, insanları fakîr olursun diyerek ve fuhşa sürükliyerek aldatır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Âilesi çok, rızkı az olup, nemâzlarını iyi kılan ve müslimânları gıybet etmiyen, Kıyâmet günü benim yanımda olur). Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî Serhendî “kuddise sirruh” hazretlerinin fârisî mektûbundan terceme temâm oldu. [Köyde, yolda nemâz kılacak kimseye, kıble cihetini bulmağı bildirelim: Güneş gören toprağa çubuk dikilir, yâhud bir ip ucuna anahtar, taş bağlanır, sarkıtılır. Takvîm yaprağında (Kıble sâati) yazılı vaktde, çubuğun ve ipin gölgeleri kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneş bulunduğu tarafı kıble ciheti olur.]

Yukarıda yazılı iyiliklere mâlik olan müslimâna ehl-i sünnet denir. Böyle olmıyan, hattâ böyle olanları beğenmiyen, küçülten kimsenin din adamı değil, din düşmanı olduğunu anlamalı, onun sözlerine, yazılarına aldanmamalıdır.

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahime-hullahü teâlâ” ikinci cildin yüzonüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Kalb ile yapılacak vazîfeler beş çeşiddir: Birincisi, Allahü teâlânın ismini zikr etmekdir. İnsanın yüreğinde kalb [gönül] denilen bir latîfe vardır. [Latîfe, maddesi olmıyan, cism olmıyan şey demekdir. Rûh da bir latîfedir.] Sessiz olarak, hayâl ile kalbde Allah, Allah denir. İkinci vazîfe, yine hayâl yolu ile Kelime-i tevhîdi zikr etmekdir. Her iki zikrde de hiç ses çıkarılmaz. Üçüncü vazîfe, (Vukûf-i kalbî)dir. Bu da, hep kalbini düşünüp, Allahdan başka, hiçbir şey hâtırlamamak için dikkatli olmakdır. Kalb denilen latîfe hiç boş kalamaz. Mahlûkların düşüncelerinden temizlenen kalb, kendiliğinden Allahü teâlâya teveccüh eder. [Boşaltılan bir şişeye havanın kendiliğinden dolması gibidir.] (Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmağa lüzûm kalmaz) demişlerdir. Dördüncü vazîfe, (Murâkaba)dır. Buna (Cem’ıyyet) ve (Âgâhî) de denir. Allahü teâlânın, her an, herşeyi gördüğünü, bildiğini hep düşünmekdir. Beşinci vazîfe (Râbıta)dır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tam uyan bir zâtın karşısında olduğunu, onun yüzüne bakdığını düşünmekdir. Böyle düşünmek, ona karşı hep edebli olmağı sağlar. Edeb ve sevgi, kalbleri birleşdirir. O zâtın kalbinden, kendi kalbine feyz, bereket akmasına sebeb olur. Bu beş vazîfeden en kolayı, en fâidelisi râbıtadır. Resûlullaha tâm tâbi’ olmıyan kimse, kendisine râbıta yapdırırsa, ikisine de zarar verir.