İKİNCİ CİLD, 110. cu MEKTÛB Muhammed Ma’sûmun “rahmetullahi aleyh”, Abdülhakîm ismindeki bir talebesine yazdığı, ikinci cildin yüzonuncu mektûbunun, fârisîden tercemesi şöyledir: İ’tikâdı ve ameli bozuk olan kimse ile görüşmemeli, bid’at sâhibi ile sohbet, arkadaşlık yapmamalıdır. Yahyâ bin Mu’âz Râzî, 258 [m. 872] de vefât etmişdir. Buyuruyor ki, (Üç sınıf kimse ile sohbet etme: Gâfil olan âlimler ile ve hep dünyâ kazancını düşünen hâfızlar ile ve din câhili olan şeyhler ile). Şeyh olarak tanınan bir kimsenin sözleri, işleri, hareketleri, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmaz ise, sakın, sakın, ona yaklaşma! Hattâ, onun bulunduğu şehrden, köyden kaç! O, gizli, sinsi bir hırsızdır. İnsanın dînini, îmânını çalar. İnsanı şeytânın tuzağına düşürür. Hârikalar, kerâmetler gösterse, dünyâya bağlı olmadığı görünse de, arslandan kaçar gibi, ondan uzaklaş! Tesavvuf yolunun mütehassıslarından Cüneyd-i Bağdâdî, 298 [m. 910] da vefât etmişdir. Buyuruyor ki, (Tesavvuf ehli olduğunu söyleyenler çokdur. Bunlar içerisinde, yalnız Resûlullaha tâbi’ olanlar doğrudur). Yine buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere tâbi’ olmıyan kimseyi, Allah adamı sanmayınız!). Yine buyuruyor ki, (İnsanı, Allahın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol, kitâba ve sünnete bağlı olanların gitdikleri yoldur.) Sözleri, işleri ve ahlâkı, Resûlullahın yoluna uygun olmıyan, [âilesini, kızlarını, bu yola bağlamıyan] kimseyi Velî, Allah adamı zan etmeyiniz! Yehûdîler, papazlar ve Berehmen denilen Hind din adamları da, çok tatlı konuşur, kötülüklerden uzak görünürler. Bunların sözlerine, görünüşlerine aldanmamalıdır. Dünyâya düşkün olmadığına ve hârikalar göstermesine ve tevhîd-i vücûdî üzerindeki sözlerine aldanmayınız! Ebû Ömer Sülemî diyor ki, (Ahkâm-ı islâmiyyeye uymıyan her söz, her hâl, zararlıdır. Tesavvuf, ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa çalışmakdır. Doğru ile yalancıyı ayıran tek nişan, Resûlullaha uymakdır. Ona uygun olmıyan zühd, tevekkül, tatlı sözlerin hiç kıymeti yokdur. İslâmiyyete uygun olmıyan zikrlerin, fikrlerin, zevklerin ve kerâmetlerin hiç fâidesi olmaz.). [Abdüllah-i Dehlevî “kuddise sirruh” 1240 h. [m. 1824] de Delhîde vefât etdi. Onikinci mektûbda buyuruyor ki, (Tarîkata giren kimse, vazîfelerine devâm etmezse tarîkatdan çıkmış olur).] Kerâmet, açlık çekenlerde, nefse uymıyanlarda da hâsıl olur. Bunların Velî olduklarını göstermez. Abdüllah ibni Mubârek 181 [m. 797] senesinde vefât etdi. Buyuruyor ki, (İslâmiyyetin edeblerine uymıyan kimse, Resûlullahın sünnetine uymakdan mahrûm kalır. Sünnete uymakda gevşek davranan, farzlara uymakdan mahrûm kalır. Farzlarda, harâmlarda gevşek olan, Velî olamaz). Bunun için, hadîs-i şerîfde, (Harâmlara devâm, küfre sebeb olur) buyuruldu. Ebû Saîd-i Ebül-hayr 440 h.da vefât etdi. Buna, (Falanca, su üstünde yürüyor dediler. Bu, kıymetli birşey değildir. Çöp de, saman da, su üstünde gidiyor dedi. Falanca, havada uçuyor dediklerinde, karga, sinek de uçuyor dedi. Falanca, bir anda, şehrleri dolaşıyor dediklerinde, şeytân da gidiyor. Bunlar, kıymetli olmağı göstermez. Merd olan, herkes gibi alış-veriş yapar. Evlenir. Çocukları olur. Fekat, bir ân Allahını unutmaz) buyurdu. Büyük Velî, Ebû Alî Ahmed Rodbârî 321 senesinde Mısrda vefât etdi. Bir kimse, çalgı dinliyor. Ben tesavvufda yüksek dereceye yetişdim [çalgıları, kızların seslerini dinlemek], bana harâm olmaz diyor denildikde, (Evet, Cehenneme yetişmişdir) dedi. Ebû Süleymân Abdürrahmân Dârânî, 205 h.de Şâmda vefât etdi. Buyurdu ki, (Kalbime birçok, iyi zan etdiğim şeyler geliyor. Bunları, islâmiyyet terâzîsi ile ölçmedikce, hiç ehemmiyyet vermiyorum.) [İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, ikinci cildin 82. ci mektûbunda buyuruyor ki, (Dünyânın yaldızlı lezzetlerine sarılma, geçici, çabuk biten güzelliklerine aldanma! Bütün sözlerinin ve işlerinin islâmiyyete uygun olmasına çalış! Evvelâ, i’tikâdını, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarına göre düzelt! Bundan sonra, bütün hareketlerin ve ibâdetlerin, bu âlimlerin (Fıkh) kitâblarına uygun olmasına dikkat et! Halâla, harâma uymak, çok mühimdir. Nâfile ibâdetlerin, farz ibâdetler yanında hiç kıymeti yokdur. Bir lira zekât vermenin sevâbı, yüzbinlerce lira nâfile sadaka vermek sevâbından katkat fazladır. Dünyânın zararlarından kurtulmak ve âhiretdeki sonsuz ni’metlere kavuşmak için [müslimân olmak lâzımdır. Ya’nî] evvelâ îmân etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdan başka çâre yokdur.) İslâmiyyet, kalb ile îmân etmek ve beden ile ahkâm-ı islâmiyyeye uymakdır. Allahü teâlânın emr etdiği şeylere (Farz) denir. Yasak etdiği şeylere (Harâm) denir. Her ikisine birden (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Kalb ile îmân edilecek, inanılacak altı şeyi ve her tarafa yayılmış olup, günlük işler hâline gelmiş olan din bilgilerini meselâ nemâz kılmasını ve nemâzda okunacak fâtiha sûresini, hemen öğrenmek ve bunlara uygun yaşamak, kadın, erkek, her müslimâna farzdır. Çocuklarına öğretmek de analara, babalara farzdır. Evlenecek yaşa gelen müslimân evlâdı ve yeni müslimân olan, bunları öğrenmeğe ve uymağa ehemmiyyet vermez ise, birinci vazîfe olduğunu kabûl etmezse, kâfir olur. Buna (Mürted) denir. Mürted, müslimân olmamış kâfirden dahâ fenâdır. İslâm ilmlerinin menbaı, kaynağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdir. Muhammed aleyhisselâmın her sözüne (Hadîs-i şerîf) denir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler arabîdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hepsini Eshâbına bildirmişdir. İslâm âlimleri, bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenerek kitâblara yazmışlardır. Bu kitâblara (Tefsîr) kitâbları denir. Bu kıymetli âlimlere de (Ehl-i sünnet) âlimleri denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin en üstün olanları, Tefsîr kitâblarındaki ahkâm-ı islâmiyye bilgilerini toplayıp, ayrıca yazmışlardır. Böylece, (Fıkh) kitâbları meydâna gelmişdir. Sonradan meydâna çıkan din câhilleri ve din düşmanları, kendi akllarına ve zemânlarındaki fen bilgilerine göre tefsîr ve fıkh kitâbları yazarak, gençleri aldatmışlardır. Aldananın îmânı gitmedi ise, buna (Bid’at sâhibi) denir. Îmânı giderse, (Mürted) olur. Bu bozuk kitâbları okuyan, islâmiyyeti değil, bunları yazanların görüşlerini, düşüncelerini öğrenir. Bu kitâblar, islâmiyyeti içerden parçalamakda, (Ehl-i sünnet) denilen hakîkî müslimânları yok etmekdedir. Bu islâm düşmanlığının başında yehûdîler ve ingilizler gelmekdedir. Yehûdî kitâblarına aldananlara (Şî’î) denildi. İngiliz câsûslarına aldananlara (Vehhâbî) denildi. İngilizlerin vehhâbîliği nasıl kurduğu, (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda, ingilizlerin vehhâbî Sü’ûdî hükûmetini nasıl kurduğu da (Müncid) lugat kitâbında (Lavrence) kelimesinde yazılıdır. Şî’îler ve vehhâbîler, kitâblarındaki bozuk yazılara gençleri inandırmak için, aralarına âyetler, hadîsler ve Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin sözlerini karışdırıyorlar. Bu ilâvelere, kendilerine göre yanlış ma’nâlar vererek, kitâblarının doğru olduğunu isbâta kalkışıyorlar. Gençleri şaşırtıyorlar. Kitâblarını, Ehl-i sünnetin kitâblarından ayırmak, güç oluyor. Ancak, onların bozuk i’tikâdlarını öğrenip, kitâbda gören, bu kitâbın bozuk olduğunu anlıyarak, tuzaklarına düşmekden kurtulur. Allahü teâlâ, herşeyi nizâmlı, düzenli olarak yaratdı. Kur’ân-ı kerîmde, herşeyin nizâmlı, hesâblı olduğunu bildirdi. Bu nizâma, şimdi, fizik, kimyâ, biyoloji, astronomi kanûnları diyoruz. Bu nizâmın devâmı için, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Maddeleri, birbirlerinin yaratılmasına sebeb yapdığı gibi, insanın irâdesini ve kuvvetini de sebeb kılmışdır. Ba’zan, (hârik-ul-âde) olarak, ya’nî bu âdetinin hilâfına, sebebsiz de yaratmakdadır. Peygamberlerin düâsı ile sebebsiz yaratmasına, (Mu’cize) denir. İslâmiyyete uyarak, kalblerini ve nefslerini temizliyen Evliyânın düâsı ile sebebsiz yaratmasına, (Kerâmet) denir. Şeytân bunları aldatamaz. Açlık çekerek, sıkıntılar içinde yaşıyarak, nefslerini ezip, onu kalbi aldatamaz bir hâle getiren fâsıkların ve kâfirlerin istediklerini, sebebsiz yaratmasına (İstidrâc) ve (Sihr) denir. Sebebsiz iş yapan, gayb olan şeylerin yerlerini ve gelecekde olacak şeyleri haber veren ve cinlerle konuşan bir kimse, islâmiyyete uyuyor ise, bunun Velî olduğu anlaşılır. Uymuyorsa, kâfir olduğu, nefsini tasfiye etmiş, cilâlamış olduğu anlaşılır. Bunun kalbi mahlûkların sevgisinden temizlenmemiş, nefsi de Allahü teâlâya düşmanlıkdan vazgeçmemişdir. Şeytân da, yanlarından ayrılmaz. Birşeye kavuşmak istiyen bir müslimân, Allahü teâlânın âdetine uyar. Bu şeyin yaratılmasına sebeb olan şeyi yapar. Meselâ, para kazanmak isteyen, san’at, ticâret yapar. Aç olan, yemek yir. Hasta olan, tabîbe koşar, ilâc alır. Dînini öğrenmek istiyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okur. Hasta, câhil kimseden ilâc alırsa, şifâ bulmaz, ölür. Ehl-i sünnet olmıyan, bid’at sâhibi, mezhebsiz kimsenin bozuk, sapık din kitâbını okuyanın da, dîni, îmânı bozulur. Allahü teâlâ, din ve dünyâ ihtiyâclarına kavuşmak için, düâ etmeği de sebeb yapdı. Fekat, düânın kabûl olması için, müslimân olmak, Ehl-i sünnet olmak, sâlih olmak, ya’nî Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, çalışmak. Bunun için de, harâm yoldan, kul hakkından sakınmak ve yalnız Allahü teâlâya yalvarmak lâzımdır. Böyle olmıyan kimse, böyle olan kimseden, ya’nî, Evliyâdan, kendisine düâ etmesini ister. Evliyâ öldükden sonra da, işitir. Kabrine gelip, dileyenlere düâ eder. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İşlerinizde şaşırdığınız zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) buyurdu. Şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemâl, (Hadîs-i erba’în tercemesi)nde bu hadîs-i şerîfi îzâh etmekdedir. (Hakîkat Kitâbevi)nin neşr etdiği, arabî (Et-tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) ve fârisî (Redd-i Vehhâbî) ve türkçe (Kıyâmet ve âhiret) kitâblarında da uzun yazılıdır. Abdüllah-i Dehlevînin sekizinci ve yirmisekizinci ve otuzbeşinci mektûbları, bu husûsda kıymetli vesîkadır. Otuzüçüncü mektûbunda, şu beyti yazmakdadır: Evliyâya Allah, öyle kudret verdi ki; geri çevirirler, ateşlenen mermîyi. İngiliz câsûslarına aldanmış olan Vehhâbîler, buna inanmıyor. (Hakîkat Kitâbevi)nin kitâbları, Vehhâbîlere cevâb vermekdedir.] Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri, Cehennemdekilerin köpekleri olacakdır) buyuruldu. [Ya’nî, köpek şeklinde, Cehenneme atılacaklardır.] Bir hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhiblerini, şeytân ibâdet yapmağa sürükler. İbâdet yaparken [Allah korkusundan] ağlarlar) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bid’at sâhiblerinin, nemâzlarını, oruclarını, sadakalarını, haclarını ve umrelerini ve cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çekilir gibi, islâmdan çıkarlar) buyuruldu. Günâh işleyince, hemen [kalb ile] tevbe ve [dil ile] istigfâr etmelidir. Gizli yapılan günâhın tevbesi gizli, âşikâr yapılanın tevbesi âşikâr olmalıdır. Tevbeyi gecikdirmemelidir. Günâh işleyince, melekler üç sâat yazmaz. Bu zemânda tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse, bir günâh yazılır. Tevbeyi gecikdirmek, dahâbüyük günâhdır. Ölünciye kadar, tevbe kabûl olur. Takvâyı [harâmlardan sakınmağı] ve vera’ı [şübhelilerden de sakınmağı] huy edinmelidir. Menhî [yasak] olandan sakınmak, emri yapmakdan dahâ mühimdir. Çünki, bu yolda ilerlemekde [ya’nî kalbi temizlemekde ve nefsi ezmekde], yasaklardan sakınmak, emrleri yapmakdan dahâ fazla ilerletir, dahâ fâidelidir. İyi işleri, iyi insanlar da, fâcirler de yapar. Fekat, ancak sıddıklar, îmânı kuvvetli olanlar, harâmlardan sakınır. Ma’rûf-i Kerhî, Sırrî Sekatînin mürşidi idi. 200 h. senesinde, Bağdâdda vefât etdi. (Kadınlara, kızlara, hattâ dişi koyuna bakmayınız!) buyururdu. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, Allahü teâlânın ihsânına kavuşacakların başında, vera’ ve zühd sâhibleri bulunacakdır) buyuruldu. [Zühd, halâl malın fazlasından da sakınmakdır.] Hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibi imâmın arkasında kılınan nemâz kabûl olur. Vera’ sâhibine verilen hediyye kabûl olur. Vera’ sâhibi ile oturmak ibâdet olur. Onunla konuşmak, sadaka olur) buyuruldu. [Kabûl olur, çok sevâb verilir demekdir.] Hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibi imâm ile kılınan iki rek’at nemâz, fâsık ile kılınan bin rek’atdan dahâ efdaldir) buyuruldu. [Efdal, sevâbı dahâ çok demekdir.] Bir işi yaparken, kalbin râhat etmezse, [sıkılırsa, çarparsa], o işi terk et! Şübhe etdiğin işleri yapmakda, kalbini müftî yap! Hadîs-i şerîfde, (Kalbin sâkin olduğu [râhat etdiği, beğendiği] ve nefsin sıkıldığı [beğenmediği] işler, hayrlıdır. Yalnız nefsin sâkin olduğu iş şerdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Halâl ve harâm olan şeyler açık bildirilmişdir. Şübheli şeylerden sakın! Açık bildirilmiş olanlara tâbi’ ol!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Halâl ve harâm olan şeyleri, Allahü teâlâ, açık bildirdi. Bildirmediklerini afv eder) buyuruldu. Şübheli bir şey ile karşılaşınca, elini göğsünün [kalbinin] üstüne koy! Çarpıntı olmazsa, o işi yap! Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Elini kalbinin üzerine koy! Halâl olan şey yapılırken, kalb sâkin olur [râhat eder].) Bütün tâatlarını, ibâdetlerini kusûrlu bil! Hakkı ile yapamadığını düşün! Ebû Muhammed bin Menâzil buyurdu ki, (Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin onyedinci âyetinde, sabr edenleri, sâdıkları, nemâz kılanları, zekât verenleri ve seher vaktlerinde istigfâr edenleri medh buyurdu. Hepsinden sonra, istigfâr edenleri bildirmesi, insânın, her ibâdetini kusûrlu görüp, dâimâ istigfâr etmesi içindir). Ca’fer bin Sinân “kuddise sirruh” (İbâdet yapanların kendilerini beğenmeleri, fâsıkların günâhlarından dahâ kötü ve dahâ zararlıdır) buyurdu. İmâm-ı Mürteiş, Ramezân-ı şerîfin yirmisinden sonra, câmi’i kebîrde i’tikâf yapardı. Dışarda görenler, câmi’den çıkmasının sebebini sorduklarında, (Hâfızların, kendilerini beğendiklerini görüp, onlardan kaçdım) buyurdu. Kendinin ve âilesinin nafakasını temîn için çalışmak câizdir. Böyle çalışanlar, hadîs-i şerîflerde medh olundu. Selef-i sâlihîn, kendilerine bir kazanc yolu bulmuşlardır. Çalışmayıp, tevekkül etmek de iyidir. Fekat, kimseden birşey beklememesi şartdır. Mu-hammed bin Sâlim, Hamâda şâfi’î kâdı idi. 697 h.de vefât etdi. Kendisine (Çalışıp kazanalım mı? Yoksa, tevekkül ederek oturalım mı?) denildikde, (Tevekkül, Resûlullahın hâlidir. Kesb de, Onun sünnetidir. Tevekkül edemiyen kimsenin çalışıp kazanması sünnetdir. Tevekkül edebilenin, ancak islâmiyyete ve müslimânlara hizmet için çalışması mubâh olur. Kesb [çalışmak] ile tevekkülün birlikde olması, her zemân iyidir) buyurdu. Çok yimemeli, az da yimemeli. Yimek, i’tidâl, tevassut mikdârı olmalıdır. Çok yimek, gevşeklik, tenbellik yapar. Az yimek, işe ve ibâdete mâni’ olur. Hâce Muhammed Behâüddîn Nakşibend “kuddise sirruh” 791 [m. 1389] da Buhârâda vefât etdi. (Doyuncaya kadar yi, ibâdetini güzel yap!) buyururdu. [Acıkmadan önce ve doydukdan sonra yimemelidir.] Mühim olan şey, ibâdetleri iyi, neşeli yapmakdır. Buna yardımcı olan herşey mubârekdir. Bunu bozan şeyler memnû’dur. Her işde iyi niyyet yapmalıdır. Kalb ile hâlis [Allahü teâlâ emr etdiği için] niyyet etmedikce, hiçbir ibâdete başlamamalıdır.Fâidesiz [hele zararlı olan] şeylerle vakt geçirmemeli. [Îmânı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olan ve islâmiyyeti öğrenip, bunlara göre amel eden sâlih kimseleri bulamayan] uzlet etmeli [ya’nî işi ile, halâl kazanmakla, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla, vaktlerini kıymetlendirmelidir. Dînini bu kitâblardan öğrenmeyip de, kendi kafasına, düşüncesine göre inanan kimse ile ve böyle mezhebsizlerin kitâblarına aldanan câhiller ile arkadaşlık etmemelidir. Evine, dinsizlerin, kâfirlerin, hıristiyanlık, yehûdîlik, ahlâksızlık zehrlerini saçan zararlı radyoları, televizyonları sokmamalıdır]. Hadîs-i şerîfde, (Hikmet [fâideli şeyler], on kısmdır. Bunların dokuzu, uzlet etmek, biri de az konuşmakdır) buyuruldu. Arkadaşlarla, lüzûmlu şeyleri öğretecek ve öğrenecek kadar görüşmeli, diğer vaktlerini ibâdet ile, kalbi temizleyecek şeylerle geçirmelidir. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılamalı, hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Herkesin özrünü kabûl etmeli, kabâhatlerini afv etmeli, zararlarına karşılık yapmamalıdır. Abdüllah Belyânî diyor ki, (Dervîşlik, yalnız nemâz, oruc ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, herkesin yapacağı kulluk vazîfeleridir. Dervîşlik, kalb kırmamakdır. Bunu yapabilen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur. [Velî olur]). Muhammed Sâlim hazretlerine, (Bir kimsenin Velî olduğu nasıl anlaşılır?) dediklerinde, (Tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü ve cömerdliği ve münâkaşa etmemesi ve özrleri kabûl etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır) buyurdu. [Velî, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmuş sâlih insan demekdir.] Abdüllah Ahmed Makkarî mâlikî, 1041 h.de vefât etdi. Buyuruyor ki, (Fütüvvet [mertlik], düşmanlık edene iyilik yapmak, seni sevmiyene ihsânda bulunmak ve sevmediğin ile de tatlı konuşmakdır). Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Çok kahkaha, kalbi öldürür. [Allahü teâlâyı unutdurur.] Her işi, Allahü teâlâya havâle etmeli [ya’nî, sebeblere yapışmalı. Fekat, sebeblerin te’sîr etmesini, Allahdan beklemelidir]. Hiçbir farzı kaçırmamalı ve gecikdirmemelidir. Cüneyd-i Bağdâdî buyuruyor ki, (İhtiyâclardan kurtulmanın ilâcı, muhtâc olduğun şeyi terk etmekdir. Her ihtiyâcını [hâsıl edecek sebebi] Allahdan beklemelidir). Hadîs-i şerîfde, (İnsan, ihtiyâclarını, Allaha havâle ederse, ihtiyâclarını [husûle getirecek sebebleri] ihsân eder) buyuruldu. Meselâ, herkesin sana merhamet ve hizmet etmesini temîn eder. Yahyâ bin Mu’âz Râzî, 258 h.de Nîşâpûrda vefât etdi. Buyuruyor ki, (Herkes seni, Allahını sevdiğin kadar sever. Allahdan korkduğun kadar, senden korkarlar. Allaha itâat etdiğin kadar, sana itâat ederler). Yine buyurdu ki, (Allahü teâlâya hizmet etdiğin kadar, sana hizmet ederler. Hulâsa, her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin fâidesi olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!). Ebû Muhammed Râşî[1] diyor ki, (Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [mâni’], hep kendi menfe’atini düşünmek ve kendin gibi, bir âcize güvenmekdir. Sôfîlik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde râhat etmek ve herkesden hurmet görmek değildir. Her hâlinde, Allahü teâlâya güvenmekdir). Evlâd ve âile ile dâimâ tatlı sözlü ve güler yüzlü olmalıdır. Onlarla da zarûret kadar, haklarını ödeyecek kadar görüşmelidir. Onların arasında bulunmak da, Allahü teâlâyı unutacak kadar uzun olmamalıdır. Kavuşduğun hâlleri herkese söyleme! Makam ve servet sâhibleri ile çok görüşme! Her hâlinde, sünnete uymağa ve bid’atden sakınmağa çalış! Sıkıntılı zemânlarında, Allahdan ümmîdini kesme, hiç üzülme! İnşirâh sûresinin beşinci âyetinde, meâlen, (Her sıkıntıdan sonra, ferahlık, kolaylık vardır) buyuruldu. Sıkıntılı ve ferahlık zemânında, hâlinde bir değişiklik olmasın! Varlık ve yokluk zemânları, hâlini değişdirmesin. Hattâ, yokluk zemânında neş’en, varlıkda da sıkıntın artsın! Ebû Saîd-i Arâbîye, fakîr [dervîş] nasıl olur denildikde, (Fakîrlik zemânında sâkin olurlar. Servet zemânında, muzdarib, sıkıntılı olurlar ve râhatlık zemânında sıkıntı ararlar. Hâdiselerin değişmesi, ahlâklarını değişdirmez. Başkalarının ayblarına bakmazlar. Dâimâ, kendi ayblarını, kusûrlarını görürler. Kendilerini hiçbir müslimândan üstün bilmezler. Hepsini kendinden üstün görürler) buyurdu. Sırrî Sekatî, Cüneyd-i Bağdâdînin mürşidi idi. 251 h.de Bağdâdda vefât etdi. (Ben, kimseden üstün değilim) buyururdu. (Açık günâh işliyen fâsıkdan da mı?) dediklerinde, (Evet) buyurdu. Her müslimânı gördükde, (Benim se’âdete kavuşmaklığım, bunun kalbini kazanmakla ve düâsını almakla olabilir) demelidir. Kendini, üzerinde hakkı olanların esîri bilmelidir. Hadîs-i şerîfde, (Üç şeyi ya-pan, tam mü’mindir: Ehline, zevcesine hizmet eden, fakîrler ile oturup kalkan ve hizmetcisi ile birlikde yiyen, tâm mü’mindir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, mü’minin alâmetlerini böyle bildirdi) buyurdu. Selef-i sâlihînin hâllerini her vakt okumalı ve garîbleri, fakîrleri ziyâret etmelidir. Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekişdirmemeli, gıybet yapana mâni’ olmalıdır. Emr-i ma’rûfu ve nehy-i münkeri, ya’nî nasîhati elden kaçırmamalıdır. Fakîrlere, mücâhidlere, mal ile yardım etmelidir. Hayr, hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekden sakınmalıdır. Muhammed bin Alyâna, (Allahü teâlânın, bir kulundan râzı olduğunun alâmeti nedir?) denildikde, (İbâdet yapmakdan lezzet alması ve günâhlardan sakınmasıdır) buyurdu. Hadîs-i şerîfde, (Günâhdan nefret eden ve ibâdetden lezzet alan, hakîkî mü’mindir) buyuruldu. Fakîrlikden korkarak, hasîslik yapmamalıdır. Bekara sûresinin 268. ci âyetinde meâlen, (Şeytân, sizi fakîrlikle korkutur ve fuhş işlemeğe sürükler) buyuruldu. Fakîr olunca üzülmemelidir ki, Allahü teâlâ, servet de ihsân eder. Hakîkî servet, âhiretde râhat etmekdir. Dünyâ sıkıntıları, âhiret râhatlığına sebeb olur. Hadîs-i şerîfde, (Çoluk çocuğu çok ve rızkı az olup, nemâzlarını, şartlarına uygun olarak kılan ve müslimânları gıybet etmiyen, Kıyâmetde benimle birlikde haşr olunacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Hac yolunda ölenlere ve Allah yolunda gazâ edenlere müjdeler olsun! Çoluk çocuğu çok ve kazancı az olup, hâlinden şikâyet etmiyerek, evine neşe ile girip, gülerek çıkan kimse de, hâcılardandır ve gâzîlerdendir) buyuruldu. ---------------------------- [1] Râşî, Sûriyedeki Râsya kazâsından demekdir. Rüşvet verici demek değildir. Beyt: Hak teâlâ diler ise, her işi âsân eder, halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder. Fakîrlere ve bütün din kardeşlerine hizmet etmelidir. Ca’fer Huldî, Cüneyd-i Bağdâdînin eshâbından olup, 348 h.de vefât etmişdir. Buyuruyor ki, (Büyüklerimiz, kendi nefsleri için değil, din kardeşlerine yardım için, çalışıp kazanmışlardır). Muhammed Ebû Abdüllah bin Hafîf, 371 h.de vefât etmişdir. Diyor ki, bir din kardeşim müsâfir geldi. Mi’desi bozuldu. Sabâha kadar, elimde leğen, ibrik ona hizmet etdim. Bir aralık, uyumuşum. Bana, (Uyudun mu? Allah, sana la’net etsin) dedi. Bunu işitenler, (O la’net ederken, kalbin nasıl oldu?) dediklerinde, (Allah sana rahmet etsin)demiş gibi, sevindim dedi. Ebû Ömer Züccâcî diyor ki, (Bir kimse, kavuşamadığı yüksek dereceden laf ederse, sözleri fitneye sebeb olur. Bu dereceye yetişmesine mâni’ olur). Mürşidin sohbetinde [yanında] edebli olmağa çalış! Ondan, ancak edebli olan, istifâde eder. (Tarîkatin esâsı, edebdir). Edebi olmıyan, Allahın rızâsına kavuşamamışdır. Mubârek babam, imâm-ı Rabbânî, bu yolun edeblerini uzun yazdı. Hulâsa, varlığı bırakıp, toprak gibi olup, büyüklerin hizmetine, sohbetine koşmalıdır. Yoksa, Evliyânın sohbetine özenmemelidir. Fâide yerine zararlı olur. Ebû Bekr Ahmed bin Sa’dân diyor ki, (Sôfiyye-yi aliyye ile sohbet etmek istiyen, kendini, kalbini, malını, mülkünü düşünmemelidir. Bunları düşünen, maksadına kavuşamaz. Allahü teâlânın ma’rifetini [rızâsını], aramakda vakt kaçırma! Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, (Allahü teâlânın ma’rifeti [Onu tanımak], hiçbir sûretle tanınamıyacağını anlamak demekdir). İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin, (Seni iyi tanıdım) sözü, (Anlaşılamıyacağını iyi anladım) demekdir. Ebû Bekr-i Tamstânî diyor ki, (Tesavvuf, ızdırâb çekmekdir. Sükûn ve râhatlıkda, tesavvuf olmaz). Ya’nî, âşıkın ma’şûku aramağa çalışması, çabalaması, ma’şûkdan başkası ile râhat etmemesi lâzımdır. Beyt: Nereye bakarım, neyi düşünebilirim ki, kalbim seni düşünüyor, gözüm seni arıyor. Mürîdin, Tevbe sûresi 118. ci âyetinde bildirilen, (Geniş olan yer yüzü, onlara dar olur. Kalbleri de, hiçbir şey ile râhat edemez oldu. Allahü teâlânın azâbından, ancak yine Ona sığınılacağını anladılar) sıfatda olması lâzımdır. Allahü teâlâya olan aşk, bu dereceye varıp, yer yüzü daralır ve kararırsa, rahmet deryâsının dalgalanarak, bu garîbe damlaması ile vahdet halvethânesine kabûl olunması umulur. Beyt: Özlenen hazînenin yolunu gösterdik sana, belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da. Şi’r: Biz nerde, Onun saçının kıvrımları nerde? Deli gibi, Ona kavuşmak istiyorum yine. |