Geri

   

 

 

İleri

 

İkinci Bölüm

Fesâhat

Yukarıda belâgatten söz ederken, kelâmın fasîh olmak şartıyla hâlin muktezâsına uyması târîfinde birleşildiğini bildirmiştik. Fasîh söz nasıl olacaktır? Böyle sözün birtakım kusurlardan uzak bulunması gerekir: Bu kusurlar, bir yandan işitilmek ve telaffuz edilmekle, diğer yandan anlaşılmakla ilgilidir. Şu hâlde fesâhat, kelâmın ses ve mânâ ârızalarından kurtarılması yollarını gösteren bir disiplindir. Bunu, Frenkçe éloquence kelimesiyle karşılamışlardır; fakat bu kelimelerden birincisinde tazammun ( = içlem), ikincisinde şümul ( = kaplam ) vardır.

Bu kelimeden teşkil edilen “fasîh” sıfatı da, edebiyât terimlerindendir: Hem şahıs, hem söz,-hattâ sesler arasındaki imtizâc düşünülünce-hem de kelimenin fasîhliğinden bahsetmek câ’izdir.

Şu hâlde işitilmesinde kulağın hoşlanacağı, anlaşılmasında zihnin güçlük çekmeyeceği, erkânının imtizâcı bir vahdet prensibine dayanan sözler, fasîh hâlde bulunurlar.

Birinci Altbölüm

Fesâhati Bozan Hâller

Seslerin Yorucu Vasıfta Olması

Mûsikîde seslerin renginden söz edilir. Aynı renkte bulunan seslerin, âdetâ birbiri üstüne yığılırcasına bir kelimede veyâ bir tertîpte toplanması, dinleyende bezginlik uyandırır. Bu âhenk bozukluğu, Frenkçe dissonanceterimiyle ifâde edilmektedir. Eski kitaplarımızda dissonant olma keyfiyeti; harfler tenâfürüne, isim tamlamalarının zincirlemesine, edat veyâ kalıptaki sözlerin art arda gelmesinden doğan tekrârın çokluğuna bağlanmıştır. Şimdi bunları sıra ile gözden geçirelim:

Harflerde Tenâfür

Aynı veya yakın mahreçten çıkan sesler, bir kelime veyâ bir terkîpte toplanırsa, umûmiyetle, fesâhati bozan bir savtiyat (fonétique) hâdisesi meydana getirirler. Bu iki keyfiyet, eski kitaplarda tenâfür-i hurûf (cacaphonie) terimiylr karşılanmıştır. Meselâ çürütücülerce kelimesi veyâ çerçi, çekirge çeşmesindeki çengele çarptı terkîbinde tenâfür vardır.

Kelimelerde tenâfür:

Bâzı kelimeler vardır ki, kendilerini meydana getiren harflerin imtizâcıyla telaffuz güçlüğü hâsıl olur, bunların dinlenmesiyle de, ses alma zevki tahrîş edilir. Böyle kelimeler, mütenâfirdir. Radyo, televizyon ve gazete yayınlarında, hattâ resmî ağızlardan çıkan nutuklarda bunun birçok örnekleriyle karşılaşıyoruz; bir tanesini zikredelim: Koşullaştırılmışlık. Şu da, eski bir örnektir: Kırktırttırdım.

Terkiplerde tenâfür:

Bazen birkaç kelimeden meydana gelen eksik terkîplerde, bazen bir kaziyye teşkîl eden tüm terkîplerde tenâfür harfleri toplanır; hem telâffuzu güçleştirir, hem kulakta hoş olmayan bir intibâ uyandırır. Ankara’daki bir ticâret yerinin adı olan İştaş Pasajı, tenâfür harflerini taşıyan bir eksik terkîptir. Çocuklar arasındaki tekerleme olarak söylenen bir berbere bir berber bire berber berâber bir berber dükkânı açalım demiş cümlesi de, bu vasıftaki terkîbin örneğidir.

Nâmık Kemâl, tenâfürden şikâyet ederken misâlini birkaç defa Mutavvel’deki ve leyse kurbe kabrin harbü kabrin örneğiyle karşılaştırmıştır. Ayrıca Mikro-Mega tercemesindeki fikr ü mekr ü zikr ü hekr terkibini ondan da çirkin bulur.

Demek ki, bir sözün fasîh sayılması için, evvelâ tenâfür harflerini taşımaması gerekir. Bunda da, harflerin mahrecinden ziyâde zevk mi’yâr olacaktır.

Not.-Bir mânâya yalnız mütenâfir harflerden meydana gelen bir kelime delâlet ederse, onu kullanmakta zarûret vardır. Tatsız, tuzsuz bu husûsta eski örneklerdir.

İsim Tamlamalarında Zincirleme

İkiden ziyâde ismin teşkîl ettiği terkîp, zincirleme isim tamlaması adını alır. Eski dil bilgisi kitaplarında bu husûs, tetâbu’-ı izâfât terimi ile anılmıştır. Edebî metinlerimizde, menşe’ bakımından üç çeşit tetâbu’-ı izâfâtla karşılaşırız: Bunlar; Türkçe, Farsça, Arapça kâideye göre kurulmuş olan terkiplerdir. Fesâhati bozanlar, bilhassa kâideye göre kurulmuş olan terkiplerdir.

Bunlarda zevkin reddettiği husûs, imtizâçtaki yeknesaklıktır.

Türkçe isim tamlamalarında:

Bu tamlamalar, ya belirtili (= izâfet-i lâmiye) ya belirtisiz (= izâfet-i beyâniye) olurlar. Belirtililerde de, muzâfün-ileyhler (génitif hâlindeki isimler) ya art arda gelirler, ya aralarına başka lâfızlar girer. Ahmed’in kitâbının cildinin yaldızının maddesi örneğinde, génitif hâlinde dört isim, birbirini ta’kîbetmiştir. (Denizin) kulaklarda çınlayan (dalgalarının) gönlümdeki (akislerinin) şiirimde dile gelmesini istiyordum cümlesinde ise, muzâfün-ileyhlerin arasına başka sözler girmiştir. Buna rağmen, her iki terkip de, gerekli olan ses tenevvüünden mahrûmdur.

Şu tamlamada da, génitif eki hiç yoktur: Edebiyât Fakültesi dekan sekreteri odası telefonu. Bu da, yeknesaktır.

Şu hâlde, bu kelime gruplarının üçüne de fasih denemez.

Farsça isim tamlamalarında:

Farsça kâideye göre zincirleme isim tamlamaları, hem nazmımızda hem nesrimizde kullanılmıştır.

Birinciye örnek:

 Tedbîr-i mu’zamât-ı umûr-ı cihân içün

 Yakmışdı şem’i fikreti Bercîs-i nükte-dân

 Bâkî

İkinciye örnek:

ve sübût buldu ki nev’i insânda bâr-gâh-ı ma’bûda akreb fırka-i enbiyâ ve zümre-i evliyâdır. Zirâ (Şerâ’it-i ta’zîm-i âdâb-ı ’ibâdet) ve merâsim-i şerî’at ü irşâdât anlara bir emirdir.

Fuzûlî, Hadîkatü’s-süedâ

Türkçe kâideye uygun iki, Farsça kâideye uygun üç kelimeden meydâna gelen tamlamalar, fesâhati bozucu sayılmamıştır.

Büyük Arap belâgatçisi Abdülkâhir, “tetâbu’-ı izâfâtın sıkletinde şek yoktur, lâkin bu tetâbu’ istikrâhdan selîm olursa latîf ve melîh olur. ” demiştir.

Fiilimsiler, Edât Ve Bağlaçlarda Zincirlemeler

Fiilimsilerde zincirleme:

Farklı fiil ve kök gövdelerinden aynı kalıba göre teşkîl edilen fiilimsilerin bir ibârede birikmesi de fesâhati bozar: “Ağaca çıkıp, kirazları koparıp, sepetine doldurup, sepeti aşağı sarkıtıp başka bir kab istedi” cümlesinde toplanan rabıtlar (gerundiumlar) ifâdenin âhengine halel vermektedir.

Koşarak, vâveylâ kopararak, gözyaşı dökerek, arınesinin boynuna atılarak anlatmağa başladı cümlesinde de aynı ârıza vardır.

Edât ve bağlaçlarda zincirlemeler:

Bu terimlerin ikisini “edât” kelimesinde toplamak mümkindi: İki tâbir kullanmamız, öğretimle bir paralelizm sağlamak içindir. Burada belirtilecek husûs, birden ziyâde edât veyâ bağlacın art arda kullanılmasıyla da fesâhatin bozulacağıdır.

Ammâ ki eğer göreydi insân

Birden bulamazdı onda noksân

Niteleyici Kümelerde Zincirleme

Âhenk yönünden fesâhatle uyuşmayan husûslardan biri de, niteleyici kümelerin tevâlîsidir. Bu tarz, bilhassa resmî kitâbette çok revâc bulmuştu. Bunu, üslûba âit bir meziyet olan sıfatların tensîkı ile karıştırmamak lâzımdır.

Örnek:

Başlangıçta Genç Türkler arasına katılmağa (heves etmiş), uzun müddet Paris sokaklarında (sürtmüş), Ermeni komitacılarıyla (düşüp kalkmış), Cenevre’yi, Kahire’yi (dolaşmış), İnkılâb’da İstanbul’a (dönmüş), İttihâd ve Terakkî mensuplarından (yüz bulmamış), bir aralık Selânik’e (gitmiş), Osmanlı sosyalistleri arasında yer almağa (özenmiş), komitacıların silâhlı hizmetlerinde (bulunmuş), zamanla bütün değer ölçülerini (kaybetmiş), siyâsî cinâyetlere parmağı (bulaşmış) bir adamdı.

Yüklemlerini (müsnedlerini) parantez içine aldığımız yan cümlecikler zinciri, “bir adamdı” temel cümlesinin mücerred hâlde öznesi (müsnedün-ileyh), olan bir adam kelime grubunu nitelemek için kullanılmuştır.

Başka bir örnek:

Demir kapıyı (çalan), “Ali Bey burada mı?” diye (soran), burada olmadığını öğrenince içeri (giren), uzun uzun onun aleyhine (konuşan) sonra (öfkelenip küfreden), birden (ayağa kalkan), şiddetle kapıyı çarpıp (giden) sen değil mi idin?

Burada da bir tavsîf zincirlemesiyle karşılaşıyoruz.

Tekrâr Sıklığı (Kesret-i tekrâr)

Tekrâr sıklığı da, fesâhat yönünden bir kusûrdur. Bir söze, lafzî veyâ mânevî meziyet sağlamadığı hâlde, bir ifâdede aynı lafza iki defâdan fazla yer vermektir. Dikkat vayâ itinâ eksikliğinden doğar.

Örnek:

Demin otobüs durağında (Orhan Okay Bey) e, (Orhan Okay Bey) in Hanımı’na, (Orhan Okay Bey) in büyük oğluna, (Orhan Okay Bey) in küçük oğluna, (Orhan Okay Bey) in dostu Bâkî Pirimoğlu Bey’e rastladım.

Yâhut:

(Rektör) Senato’ya geldi, (Rektör) oturumu açtı, (Rektör), “gündem hakkında söz isteyen var mı?” dedi. (Rektör) Tâli Ural Bey’e söz verdi.

Tekrar sıklığını, bir edebî sanat olan tekrîr ile karıştırmamak gerekir.

Lüknet

Bir ibâreye dâhil kelimeler arasında yer alan, ancak işitme cihâzı ile fark edilebilen uyuşmazlık, lüknet adını alır. Reşid Bey, bu hâli mehâretsizlik diye adlandırmakta; izâlesi için de, fesâhat bakımından örnek eserlerin bol bol okunmasını tavsiye etmektedir.

Lüknetin çeşitli sebepleri vardır; bunlardan üçü üzerinde duracağız:

Tek heceli olan veyâ te’sîr itibâriyle aynı vasfı gösteren kelimelerin sıralanması. Verilen örneklerden biri şudur:

Gözüm nem, hem-demim, mahremim gam, hâtırım derhem

Aynı fiil kipleriyle (= sıgalarıyla) biten cümlelerin art arda sıralanması.

Örnek:

Halîm artık evine avdet ediyor, içmiyor, refîkasının isyânlarını hoş görüyor, müstebîd kocalıktan isti’fâ ediyor, karısına karşı mûti’, sâdık, vefâkâr bir hidmetkâr oluyor, evin işini görüyor, şimdi karısı ondan su istiyor, Zâhire’nin elbiselerini sandıktan o çıkarıyor kendisini giydiriyor, sabahleyin giderken mendil almağı unutursa artık karısına darılmıyor, her akşam refîkasının hâtırını istifsâr ederken :

-Sen otur Zâhire, kendini gözet sen üşütme, râhatsız olma, ben senin hidmetkârın, ben senin kölenim!. . diyor.

Müftioğlu Ahmet Hikmet,

(Ninni), Hâristan ve Gülistan

Uzun ibâreler arasına kısa, kısa ibâreler arasına uzun cümleler getirilmesi.

Örnek:

Zîrâ hâl ü tavrı muhtelif iki ’ilm-i ba’idü’l-menâlin ihâtasına kuvvet-i ’akl vâfî değildir. Lâbüd bir ilimde saltanatı kavî diğerinde za’îf olup el-hükmülî’l-gayb kaziyyesi tahakkuk eder. Meselâ hisâb hendese nücûm ve diğer hıref ve sınâ’atde mahâret-i tâmme ile râsih olanlar ahvâl-i kalb ve âfât-ı â’mâl ve ilm-i bi’llâh ve sıfât-ı ef’âl-i Hudâ’dan bahis olan ’ulûm-ı uhreviyede bî-behre vü nasîb ve kezalik ’ulûm-ı uhreviyede mütemekkin olanlar ’ulûm-ı dünyeviyede ecnebî ve garîbdir. Fakat ’ukûl-i selîme eshâbı her ne kadar ’ulûm-ı dünyevîyede müstağrak bulunsa hâsiyet-i insâniyet lâzimesince lâcerem esrâr-ı tabî’at ıstıtlâ’ına ve eserden müessir istidlâline intikâl eder. Ve âsâr-ı kudret-i Ahadiyeti mütâlaaya himmet edüp istibsâr-ı hakâyık-ıâfâk ileberâber istikşâf-ı dekâyık-ıahvâl-i nefse mürâca’at eyler.

Sâmî Paşa, Rümûzü’l-hikem

Mânâya Âit Kusurlar

Garâbet

Garâbet bir ibârede alışılmamış sözlerin kullanılmasından doğan fesâhat ârızasıdır. Böyle lâfızlar, garîb diye vasıflandırılır; me’nûs olmamaları, sırf mânâlarına nüfûzu güçleştirmekle kalmaz, dinleme zevkini de bozar. Bu cins kelimeler hakkında eski kitâblarda vahşî tâbiri de kullanılmıştır. Bu ikince tavsîf, kendilerine tahsîs olunan mânâ ile ünsiyet eksikliğinden doğuyor. Garîb kelimelere âit mânâlar, belki lûgat kitaplarında bulunabilir. Bu yüzden vahşîdirler. Vahşîlik münâsebetiyle, Telhis ve Mutavvel tercemesinde şöyle bir cümle ile karşılaşmaktayız:

“Ta’rif-i garâbetde olan gayr-ı zâhretü’l-ma’nâ ve gayr-ı me’nûsetü’l-isti’mâl kaydi vahşiyeti tefsîrdir. ”

Bir Lâfzın mahdût bâzı kimseler tarafından anlaşılması, hattâ telâffuzunun kulağa hoş gelmesi, o Lâfzın garîb sayılmasını önlemez.

Garâbeti doğuran sebepler:

Bir ifâdede değişik sebeplerle garîb kelimeler kullanılmış olabilir. Bunları iki nutka etrafında toplayacağız:

a) Garâbetin iltizâmı: Bu, bir dereceye kadar, konuşan veyâ yazan herkesin kolay kolay mânâsına nüfuz edemediği kelimeleri bildiğini göstermek arzûsundan doğar.

b) Taklit: Konuşmada veyâ yazıda, garâbeti iltizâm eden hatîp veyâ münşîlere benzemek arzûsundan ileri gelir.

Garâbetin tezahûrü:

Garâbet çeşitli sûretlerle tezahür eder.

a) Vaktiyle kullanıldığı hâlde, zamânla terk edilmiş olan Türkçe, Arapça, Farsça lâfızlara ifâdede yer verilmesi sûretiyle ki, böyle sözler eski terimlerle “mehcûr” diye adlandırılırdı. Kimsene, kaçan, kangı, ayıtmış, kamu, heme, gelüpdür, geliser, kendözi, kanı, tek(gibi mânâsında), bencileyin, rolunmak, eyü-durur, gözgü, sındı.

Not:-Bu çeşit arkaizmi, ileride bir üslûb meziyeti olarak zikredeceğimiz tervîc ile karıştırmamak lâzımdır.

b) Bâzı mânâlarıyla hâlâ yaşamakta olan bir lafzı, terk edilmiş mânâsıyla kullanmak sûretiyle. Bugünkü “ateş” kelimesinin aslı Farsçadır; Türkçe karşılığı “od” idi. Nargileme od koy yâhûd odunuzu verir misiniz? Sigaramı yakayım desem, muhâtabım bir şey anlamaz. “Od” kelimesi Cevdet Paşa’nın da yazdığı gibi mehcûrdur, bu mânâsıyla, kömür odu, cehennem odu, mangala od koy, halıya od düşürmüş terkibleri hep böyledir.

Fakat odu ocağa batası, yüreğime od düştü sözlerinde fasîhtir.

Bu hâl müşterek lâfızlarda ziyâdesiyle göze çarpar: “Tek” lafzı, kullanılışlarının ilki ile mehcûrdur:

Dostum Orhan (tek) müselmândır bu zât

Lâkin şu örneklerde fasîhtir:

(Tek) dersine çalış da, canımı iste.

Bu hesâbın sonunda (tek) sayı bulacaksın.

Bu çocuk, hiç (tek) durmuyor.

c) Birkaç edîb veyâ münşîden başka kimsenin rağbet etmediği kelimeleri kullanmak sûretiyle. Meselâ Recâî-zâde Mahmûd Ekrem’in “üç aylı çocuk” yerine kûteh-i se’mâhe, “vücûdumu yatağa attım” yerine ten-dâde-i câme-hâb oldum, “akrabâ, âile” yerine hiyşân, “mâsûmâne” yerine kûdekâne sözlerini kullanması gibi.

ç) İlim terimlerine fazla yer verilmesi sûretiyle. Örnek: “Bu adam, oturuşuyla bir (dik-kenârlı üçgen) i andırıyordu. Duvara dayanan sırtı (dik-kenâr) lardan birini, yerden ayaklarının ucuna kadar olan kısım diğerini, başıyla ayakları arasındaki hayâli çizgi (kâim-veter) i teşkil etmekte idi. Başının duvara temâs yerinde bir (dar açı), ayak parmaklarının ucu ile hayâli çizginin içinde kalan kısımda başka bir (dar açı) vardı. Oturduğu yerdeki köşe ile (180°) tamamlanmış olacaktı. ”

d) Alışılmamış vechi şebeh ve Müşebbehün-bihlere yer verilmesiyle.

Örnekler:

 Manzûm:

 Eşk-i çeşmim durmayup çağlar iki (maslak) gibi

 Recâî-zâde Mahmûd Ekrem

 Mensûr:

 Âgûş-ı benânı henûz mu’âneka-i fincân-ı kahve etmiş idi.

Nergîsî

e) Meterâdif (= eş anlamlı) kelimelerden yerine uygun olmayanı kullanmak sûretiyle. Türkçede baş ve kafa müterâdif iki kelimedir; umûmiyetle birincisi medih, ikincisi zemm için uygun sayılmıştır: “Başım üstüne” yerine kafam üstüne “başın sağ olsun” yerine kafan sağ olsun, “ne anlamaz kafalı imişsin” yerine ne anlamsız başlı imişsin demekte garâbet vardır.  

f ) Bâzı mürekep sözleri Türkçe’den Arapça veyâ Farsça’ya yahut onlardan Türkçe’ye terceme ederek kullanmak sûretiyle. Bu husûs için Ta’lîm-i edebiyât’ta aşağıdaki örnekler yer almaktadır: “yüzbaşı” yerine ser-i sâd, “balyemez” yerine asel ne-mî-hored, “Zeytinburnu” yerine enfü’z-zeytûn, “şibh-i cezîre” yerine ada benzerî, “resm-i geçit” (galat-ı meşhûr) yerine resm-i mürûr gibi.

g) Benimsenmeyen néologisme’e yer verilmesi sûretiyle. “Tedbir” yerine önlem, “ferd” yerine birey… lâfızlarının kullanılması gibi.

ğ) Teknik ıstılâhlar dışında yabancı kelime ve terkîblere yer verilmesi sûretiyle. Mon cher, comme il faut, éxprès, opération, brifing, d’accord, … gibi.

Garâbetin sınıflandırılması:

Eskiler, garâbeti garîb-i hüsn ve garîb-i kubh diye ikiye ayırmışlardır. Garîb-i hüsn, söylenildikleri zaman fasîh sayıldıkları hâlde, bugün terk edilmiş olan lâfızların vasfıdır. Nitekim “gibi” mânâsına gelen tek kelimesi Fuzûlî’nin şiirinde fasîhtir; hâlbuki bugünün şâiri tarafından kullanılırsa garîb olur.

Garîb-i kubh hâli ise, hiçbir devrin benimsemediği lafza âit vasıftır.

Ayrıca garâbet, muvâfık ve muhâlif olmak üzere de sınıflandırılmıştır: Bir zarûret karşısında kullanılan “garib kelimeler” muvâfık, zarûret olmaksızın kullanılanları da muhâlif sayılmıştır.

Not.-Bazen de bir Lâfzın, ifâdedeki tertip bozukluğundan dolayı garâbet arz ettiğini ifâde edelim. Aynı söz, münâsip yerde kullanılmak sûretiyle bu ârızadan kurtarılmış sayılır.

Ayrıca Abdurrahman Süreyyâ’nın Sefîne-i belâgat adlı kitâbında da şöyle bir sınıflandırma var: Zâtî garâbet, ârızî garâbet, mehcûra âit garâbet, menfur garâbet.

Zâtî garâbet:

Hem kulağa yabancı gelen, hem de mânâsı açık olmayan kelime; bu hâl ile arızalı sayılıyor. Sözü geçen kitapta bu husûs için-ikisi Nef’î'den, ikisi Nedîm'den-dört örnek verilmiştir. Bunlardan birin i almakla yetinelim:

İrân zemîne tuhfemiz olsun bu nev gazel

(İrgürsün) İsfahân'a Stanbul diyârını

Nedîm

Ârızî garâbet:

Alışılmış kelimenin yersiz kullanılmasından doğan fesâhat bozukluğu da, ârızî garâbet sayılıyor. Bu sûretle söz, anlaşılma imkânını kaybetmektedir. Eskilerce böyle ifâdelere ta'attur ve mu'âzala adı veriliyordu. “(Mu'âzala) kelimeler biribirlerine çatışup çengellenerek kelâmın mebâdî ve mekati'i güç bulunabilmekten, (ta'attur) dahî birtakım nâ-hâyîde ta'bîratla sözün içine dalarak içinden güç çıkabilmekten ibarettir. ” Abdurrahman Süreyyâ bunları îzâh ederken Hamse-i Nergîsî'den, İksîr-i sa'âdet'den, Zeyl-i Nâbi'den örnekler almıştır.

İhtişâm ifâde eden kelimelerin mübtezel mânâlarda kullanılması da, ârızî garâbet dâ'iresine giriyor.

Mehcûra âit garâbet:

Terk edilmiş sözlerin kullanılmasından doğan ârıza, garâbet-i mehcûre adıyla anılmıştır.

Örnek:

Erzurûm'u (nice) feth etdi ise devlet ile

Eyleye memleket-i Rûm'a Horâsân'ı da zam

Nef'î

Bu beyitteki “nice” kelimesi, istiğrâb ifâde ediyor. Zamanımızda aynı maksatla “nasıl” kelimesi kullanılmaktadır. Şimdi bir kalem sâhibi, bu mânâya delâlet etmek üzere “nice” kelimesini kullanırsa, bu bir garâbet olur.

Menfur garâbet:

Nefret doğuran galîz kelimelerle istikrâhı gerektiren müstehcen lâfızların kullanılmasından doğan ârıza ise, menfûr garâbet sayılmıştır. Bu yüzden iğrenç şeyleri ifâde etmek için her milletin örfünde fusûsî mecazlar, kinâyeli söz klişeleri teşekkül etmiştir. Meselâ Türkçe'deki “kusmak”, “kusuntu” kelimelerinin bir yazıda yer alması menfûr garâbet . örneği sayılır.

Bu çeşit garâbet için Sihâm-ı kazâ'da pek çok örnek vardır.

Kıyâsa Muhâlefet

Kelimenin dil kâidelerine ve kalem sâhiplerinin kullanış tarzına aykırılığından doğan fesâhat hatâsına kıyâsa muhâlefet denir. Ancak bu aykırılık tasrifte ( = çekimde) görülür; terkîbe intikâl edince za'f-ı te'lif adını alır.

Kıyâsa muhâlefet, çeşitli sebeplerden doğar.

a) Harf yumuşamasına riâyet etmemek.

Türkçe’de sert konsonantı bir vokal tâkîb edince, bu konsonantın yumuşaması kâidedir. “Çakmağı ver” yerine çakmakı ver, “Murâd'ı gördüm” yerine Murat'ı gördüm, “Mehmed'e sorunuz” yerine Mehmet'e sorunuz, “Ahmed’e suâl açtım” yerine Ahmet'e suâl açtım örneklerinde görüldüğü gibi. Aynı şekilde, “Hurşid'e re'y verdi” yerine Hurşit'e oy verdi, “eriği yedi” yerine eriki yedi demek de hatâlı olur.

b) Bir kelime bünyesindeki sert konsonantları yumuşak, yumuşak konsonantları sert telaffuz etmek veya yazmak.

“Hac yolunda” yerine Haç yolunda, cam yerine çam, “çam” yerine cam kelimelerini kullanmak kabîlinden.

c) İnce sadâlı vokal yerine kalın sadâlı, kalın sadâlı vokal yerine ince sadâlı vokal kullanmak: Ustalik, insanlik, gelmak, kalmek, açdi gibi.

ç) Düz vokal yerine yuvarlak, yuvarlak vokal yerine düz vokal kullanmak: Aldu, oturdi, uyudi, dinledu gibi.

d) Esâsen cemi (= çoğul) olan kelimeleri, yeniden cemilemek. “Marûzât” cemi bir kelime olduğu hâlde mârûzatlar, “efkâr” cemi olduğu halde efkârlar, “evrak” cemi olduğu hâlde evrâklar demek kabîlinden.

Not.-Türkçe “bizler”, Arapça “efâhim” gibi cem'ül-cemi olan kelimeler, fesâhati bozucu sayılmaz.

e) Fiil veya fiilimsilerin binâlarına ( = çatılarına) veyâ bunlara bağlı ve isim gruplarının insirâfına ( = déclinaision = çekim) âit hatâlar. “Evi gördü” yerine evi baktı, “çarşıdan geldi” yerine çarşıda geldi, “odaya girdi” yerine odayı girdi denilmesi kabilinden. Belâgat-i Osmâniye'de ahâli-i sâkine terkîbi yerine ahâl-i meskûne terkîbinin kullanılması da hatâlı bulunuyor.

f) Yardımcı fiilleri veyâ onlar vâsıtasıyla fiil hâline getirilen kelimeleri yanlış kullanmak. Bu husûsla ilgili olarak eski kitaplarda çeşitli örnekler yer almıştır. “Nazîre söylemek” yerine nazîre et-mek, “vusûl bulmak” yerine vusûl etmek, “hülûl etmek” yerine hülûl bulmak, “davânın isbât edilmesi” yerine dâvânın sâbit yâhut müsbet kılınması, “hakkın izhâr olunması” yerine hakkın zâhir veyâ mazhar olunması, “hakarete uğramak” yerine, mahkûriyete uğramak, “şek yoktur” yerine meşkûkiyet yoktur. . . denilmesi gibi.

g) Türkçe kelimelerle yabancı selîkalara uygun birleşik kelimeler teşkîl etmek. “Çay içmek” yerine çay almak, “hatâ etmek” yerine hata yapmak, “yıkanmak” yerine banyo almak, “arabaya binmek” yerine araba almak, “tarîf etmek” yerine tanım veya tarîf yapmak, “dersini vermek” yerine dersini yapmak, “kurulu toplamak” yerine kurul yapmak, “müzâkere etmek” yerine müzâkere yapmak, “duâ etmek” yerine duâ yapmak, “muhâkeme etmek” yerine muhâkeme yapmak, “sâati ayâr etmek” yerine sâati ayâr yapmak, “gezintiye çıkmak” yerine gezinti yapmak kabîlinden.

ğ) Arapça kelimelerin dışında kalan isim ve sıfatlara masdariyet “t”si ilâve etmek. “Kulluk” yerine bendegiyet, “kırallık” yerine kırâliyet, “perîşanlık” yerine perîşâniyet, “serbestlik” yerine serbestiyet, “talihsizlik” yerine bedbahtiyet, “pişmânlık” yerine peşîmâniyet, “nâşâdlık” yerine nâ-şâdiyet, “berbâdlık” yerine berbâdiyet denilmesi gibi.

Not:-Germiyet ve vâriyet gibi kelimeler müstesnâ sayılmıştır.

h) Esâsen masdar olan bir kelimeye bir masdâriyet “t”si ilâve etmek. Hacı İbrâhim Efendi, Abdülhak Hâmid'in şu beytindeki şebâbet kelimesini bu hatâ için örnek verir:

Hem-dem-i sebâvet, yâr-ı şebâbet

İllet-i idrâk-i sebeb mahabbet

şebâb “gençlik” mânâsına geldiği için, sonuna “et” ilave etmek yersizdir.

ı) Lâfzın mânâya uygun düşmemesi. Bu husûsu îzah için Hacı ibrâhim Efendi'nin şu cümlelerim nakledelim: “Ta'lim-i edebiyyât'da misâl olarak îrâd olunan müntehâb kelâmların birinde hâtıra gelmez nice mesâlih-i bâtıla terkîbindeki mesâlih-i bâtıla dahî galata mahmûldür. Zîrâ mesâlih, maslahatın cem'i olup maslahat dahî bir emrin hayr ü selâhına bâ'is olan şey demekdir. Bâtıl ise hakkın zıddıdır. Hakkın zıddı olan şeyde hayr ü salâh olur mu ki mesâlih Lâfzının anınla tavsîfi münâsib olsun?”

Şerh-i Belâgat müellifinin, bu mevzûda bir misâli daha var: O da, hârika-i edeb terkîbi. “Geçende birisi de Şinâsî Efendi'yi medh etmek sadedinde Şinâsî “harika-i edebdir” demiş idi. Bu ta'bir galatât sırasında tadâda şâyân olan şeylerdendir. Çünki hârika hârikın mü'ennesi olup hârik dahi hark'danism-i fâ'ildir. Onun mânâsı dahî yırtmak ve delmekdir. Bu hâle göre “hârika-i edeb” demek edebi yırtıcı bir karı demek olur. ”

i) Yer ifâde eden kelime ve terkîplere aynı mânâya delâlet eden ek ilâve etmek. Melâz-gâh, rezm-gâh, mültecâ-gâh gibi.

j) Bir sıfat fiil ( == participe) yerine münâsib olmayan bir kelime ikâme etmek. Hacı İbrâhim Efendi'nin şu i'tirâzını nakledelim: “Evrâk-ı Perîşân'da şu gördüğümüz mebnâ-yı azîm-i saltanat ki altı yüz seneden beri inkılâbât-ı âlemin en büyük sadmelerine uğramış iken hâlâ makâmında kâ'imdir” kelâmındaki “mebnâ” mebnî makâmında kullanılmış olduğundan bu dahî galata mahmûl olur. Çünki nûnun kesriyle mebnî ism-i mef'ul olup mebnâ ism-i mekândır. İsm-i mekân ise ism-i mef’ul makâmında müstamel olmaz ve eğer kendi mânâsı murâd olacak olsa makama elvermez. Bu makamda evlâ olan binâ-yı azîm-i saltanat demek idi. Zîrâ o halde binâ hem mebnînin yerini tutar ve hem de mebnâdaki selâset-i lafziye binâda dahî bulunur idi. ”

Eski kitaplarda tekrârlanan, “tahrîrât-i vâride” yerine tahrîrât-ı mevrûde, “matbû'at-ı mevkûte” yerine matbû'ât-ı muvakkate terkiplerinin kullanılması da buraya girecek misâllerdendir.

k) Farsça emr-i hâzırları Türkçe kelimeler sonuna getirerek vasf-ı terkîbler teşkîl etmek. “Bayrakdâr, evnişîn, işgüzâr, ekmekhâr” kelimeleri müstesnâdır.

l) Şart sîgası (= kipi) yerine cevâb-ı talebî sîgası ( = iltizâmî sîga) kullanmak. “Görsem” yerine görem, “alsam” yerine alam, “içsem” yerine içem demek gibi.

Za’f-ı Te'lîf

Za'f-ı te'lîf, kelâm veyâ onu meydâna getiren terkiplerin müşevveşlik hâlidir. Umûmiyetle bir nükteye bağlı olmaksızın takdim-te'hirden, daralma ve pekiştirmeden-tek sözle-nahiv (= syntaxe) kâidesine riâyetsizlikten doğar. Eğer bu yüzden mânâya nüfuz güçleşirse, terkipte lafzî ta'kîd var demektir.

a) Rastlamıştım ona bir yağmurlu akşamda.-Bilirdim Başbakan'a bağlılığını.-Geleydi Ahmed, ona verecektim bu kitâbı.-Anlar yalnız Ekrem Bey, Osmanlı mîmârîsinden.-Gitmiyorum Emirgân'a yıllardır.

Yukarıdaki cümlelerde fiillerle mütealliklerinin yerleri değiştirilmiştir fakat bu bir nükteden ileri gelmiyor. Binâenaleyh za'f-ı te'life düşülmüştür.

Vezin veya kafiye yüzünden bu çeşit takdim-tehîrlerin nazımda yeralması, fesâhat ârızası sayılmaz:

(İltifât et) sühen erbâbına kim (anlardır)

Medh-i şâhân-i cihân-bâna (veren) ünvânı

Nef'î

Bu beyitte yüklemler, yerlerinde kullanılmamıştır fakat za'f-ı te'lîf doğurmuyorlar.

b) Za'f-ı te'lîfin diğer bir sebebi de cümledeki kelime veyâ edat eksikliği yâhut bunların usûlüne uygun kullanılmamasıdır.

Eksikliğe örnek:

İçeriden bir ses geldi; sandım sen şarkı söylüyorsun (doğrusu “İçeriden bir ses geldi; sandım ki, sen şarkı söylüyorsun”)

Yersiz kullanışa örnek:

Bi'l-iktizâ ederse de ebnâ-yı dehrden

Râgib ümîd-i himmet (eğer) himmet istemez

c) Çokluk bildiren sayı sıfatlarından sonra belirtileni cemilemek de, bir za'f-ı te'lifdir.

Örnek:

Üç çocuklar gördüm (Doğrusu, “üç çocuk gördüm”. )

Üç ahbap çavuşlar, kırk haramîler, Beşevler gibi ma'ârife halleri müstesnâdır.

ç) “Her” müphem (= belgisiz) sıfatından sonra cemi' (= çoğul) isimler kullanmak.

Örnekler:

Her ebruvan, her şuâra, her mektûbat, her hasretliler gibi.

d) Müzekker (= masculin) isimleri, müennes (= féminin) sıfatla vasıflandırmak da fesahâte aykırıdır. “Âmire, seniyye, behiyye” sıfatları bu husus için istisnâ teşkil ederler: Matba'a-i âmire, huzûr-ı seniyye, taraf-ı aliyye, cânib-i seniyye terkiplerinde görüldüğü gibi.

e) Sıfatla mevsûf arasında cinsiyet bakımından mutâbakat sağlanmaması da za'f-ı te'lîftir. Bu husus için, Nef'î'nin:

Revnak-ı silsile-i Osmânî

mısrâı örnek olarak göslerilir. Maamâfih, bu hususta da bâzı müstesnâlar vardır.

f) Türkçe, kelimelerle Farsça kâideye göre terkipler teşkîl etmek, aynı mâhiyette bir dil hâdisesidir. Reşid Paşa lâyihasi'nda göze çarpan uğur-ı Devlet-i Aliyye, Âsım Efendi'den alınan sanâdîd-i ocak terkipleri gibi-

Bu husûsta kapudân-ı deryâ, otağ-ı hümâyûn, âlâ-yı vâlâ, ağayı merkum. . . gibi müstesnâlar vardır.

g) İki Türkçe kelime arasında mevsûl “v”si kullanmak.

Örnek:

Olduk o zamân (el ü ayak) dan.

ğ) Farsça kelimelerin evveline Arapça (elif lâm) getirerek terkîp kurmak.

Örnekler:

Matbû'ü'l-endam, li-ecli'1-fürûht, bi'1-girift, mütenâsibü'1-en-dâm. . . gibi.

h) Bir ifâdenin fıkraları arasında irtibât bulunmaması.

Bunlar dışında za'f-ı te'lîfin daha çeşitli âmilleri vardır. Umûmiyetle, fesâhati öğretenlerin dahi zaman zaman bu hatâya düşmekten kendilerini kurtaramadıkları görülür. Recâî-zâde Ekrem Bey'den bir iki örnek vererek bahsi kapalım. Ta'lîm-i edebiyât'da şöyle bir târifle karşılaşıyoruz: Tevârüd diye ıstılâh-ı şi'rde iki veyâ daha ziyâde zevâtın, yekdîğerlerinden haberi olmaksızın söyledikleri sözler birbirinin aynı zuhûr etmeğe denir ki bu da târîhi mutazammın olarak söylenilen bir mısra'a veya en çok bir beyte munhasır gibidir. Bugünki selîkaya göre “iki veyâ daha ziyâde ze-vâtın” terkîbi hatâlıdır; kemmiyet ifâde eden lâfızlardan sonra zât demek gerekir. “Yekdîğerlerinden haberi olmaksızın” zarf gurubunun daha fasîhi, yekdîğerlerinden habersiz olarak terkîbidir, “Bir-birlerinin aynı zuhûr etmeğe” terkîbi de yanlıştır. Ancak söz, birbirlerinin aynı zuhûr etmesine şeklini alırsa fasîh olur.

Üstad Ekrem şu cümlede de muzâfa iyelik zamîri ilave etmemiştir: (Evvelâ) kelâmının terkibi muhtel ve müşevveş olmaktan ileri gelir. Zîrâ, kelâmın sözü muzâfün-ileyhtir; bu, olması muzâfını ister.

Bu nev'i kusurlar, bâzân dikkatsizlik, bâzân de selâsete gösterilen fazla îtinâdan doğar. .

Ta‘k î d

İfâdenin, kasdolunan mânâya nüfûz edebilme imkânından uzak olmasına ta'kîd denir. Bu da iki kısımdır: Lafzî ta'kîd, Ma'nevî ta'kîd.

Lafzî ta'kîd:

Terkiplerdeki hatâdan doğan ta'kîd, bu çerçeveye girer. Lafzî ta'kîd ile za'f-ı te'lîf arasında husûs-umûm münâsebeti vardır

a) Lâfızların, yerlerinde kullanılmamasından doğar:

“(Pek fazla) bu kitabı okudukça hoşlanıyorum” cümlesinde bu hâl vardır. Pek fazla'nın hoşlanıyorum'dan önceki ilk kelime grubu olması gerekirdi.

b) Mu'tarize cümlesi ve fi'il tenâzu'undan doğar:

Bu husûsta Belâgat-i Osmâniye'de şöyle bir örnekle karşılaşıyoruz:

Telh eder âdemin elbette mezâk-ı 'ayşın

Bâde nûş eyle bugün eyleme fikr-i ferdâ

Buradaki ta'kîd, “telh eder” fiili ile onun fâili ( = öznesi) olan fikr-i ferdâ” arasına bâde nûş eyle cümlesinin getirilmesi ve fiil tenâzu‘undan doğmuştur. Bu keyfiyeti Hacı İbrâhim Efendi şöyle târif ediyor: “Tenâzu'-ı fiil iki fiil bir isme teveccüh edüp ol isim fiilin birine fail ve diğerine mef'ûl vâki' olmasından ibârettir. ” Burada fikr-i ferdâ, “telh eder” fiilinin fâili, hadd-i zâtında kendisine bağlı olan “eyleme” yardımcı fiilinin mef'ûlüdür.

c) Bâzan da birden ziyâde sebepten doğar:

Aşağıdaki beyitte bu hâl göze çarpıyor:

Güneş levhi değil gökde şu'â üstünde zerrîn-hat

Felek almış eline bir varak hüsnün kitâbından

Bu bahiste Hacı İbrâhim Efendiyi tâkîb edelim: “Bu beytin ma'nâsı, levh-i şems gök yüzünde şu‘â değildir. Belki felek eline senin hüsnünün kitâbından üzeri zerrîn-hat bir varak almıştır demek olup halbuki beyt-i mezkûrdan bu mânâyı istihrâc etmek içün zihin hayli yorgunluk çeker. Bu yorgunluğa sebeb esbâb-ı ta'kîdin birkaç mahalde bulunmasıdır. Birisi kelime-i nefy olan değil Lâfzının menfî olan şu‘â’ lafzı üzerine tekaddüm etmesi ve birisi kelime-i nefy ile menfî beynini gökde Lâfzının fasl etmesi ve birisi zerrîn hat cümlesi bir varak Lâfzının sıfatı iken felek almış eline cümlesi bunların arasına girmesidir. ”

ç) Kelime ve ta'bîrleri geleneğe aykırı kullanmakdan doğar:

Râgıp Paşa'nın aşağıdaki beytinde bu hâl vardır:

Ben fakîri etme terk memnûn-ı ebnâ-yı zamân

Hâsıl etmezsen değil gam matlabım yâ Rab bana

Ta'kîde sebep, ilk mısra'daki memnûn kelimesinin “minnetdar” yerine kullanılmasıdır. Aynı örneğe Ta'lîm-i edebiyât'da da rastlıyoruz.

Garâbetle, za'f-ı te'lîfle karışık ta'kîdler de az değildir.

Ma'nevî ta'kîd:

Ta'kîdin bu çeşidi, lâfızların lûgat mânâsından söz sâhibince kasdedilen mecâzî veyâ kinâyî mânâya intikâldeki güçlüktür. Bu, delâlete âit bir gizliliktir, muhtelif yollarla kendini gösterir. Birkaçına göz atalım:

a) Kelimelerin zâhiri mânâsından vazgeçmek sûretiyle:

Aşağıdaki mısrâ'da esîr kelimesi “mağlûb” mânâsında kullanılmıştır:

Oldu âlem şâd senden ben esîr-i gam henûz

b) Mevhum veyâ herkesçe bilinmeyen bir hâlden söz etmek sûretiyle:

Fehîm'in şu beytinde “keten”in “ay”dan müteessir olunmasına telmîh vardır; fakat bu hâdise mevhumdur:

Fehîm pîrehenün itdi vakf-ı şu'le-i dağ

Hudâ bizim dahi mehtâba vir ketânımızı

Merhum hocamız Ali Nihad Tarlan aşağıdaki mısra'da Nişâbur zelzelesine telmih olduğunu söylerdi; bu, herkes tarafından bilinmemektedir:

Rahne-i seng-i siyah penbe-i mînâdandır

c) Mecazla kinâyeyi aynı ifâdede birleştirmek sûretiyle:

Aşağıdaki beyitte bu hâli görüyoruz:

Sabâha kalma şem'iz Yûsuf-âsâ olma dâmen-keş

Bizim engüştümüzden destimiz ey mâh kûtehdir

Şâir burada biz âciziz, bizden el etek çekme demek istiyor. Zîrâ sabâh mumun üstü erimiş, dibi kısalmış hâlde bulunur. Beyitte mumun bu hâli “el”e, fitili de “parmak”a benzetilmiştir. Elin kısalığı ise, kinâye yoluyla “acz”e delâlet eder.

ç) Bâzân da ta'kîd, bir ifâdeyi mânâ çıkarılamaz hâle getirir:

Nef'î'nin şu mısrâ'ı, dikkati çekecek bir örnektir:

Âlemin cânı değilsin cân-ı âlemsin sen

Bu mısrâ, Edebiyât-ı cedîde-den sonra söylenmiş olsaydı, cân-ı âlem'e “kâinatın rûhu” mânâsını vermek, “âlemin cânı” terkîbini de kıskançlığa bağlamak sûretiyle îzâh ederdik.

İmlâsızlık

Eskiler, fesâhat hatâları arasında imlâsızlığa da yer verirlerdi. Bugün Türkiye'de imlâ istikrârı bulunmadığı için o bahse girmiyoruz.

Klâsik kitaplarda fesâhat; kelime, kelâm ve mütekellime göre sınıflandırıldı. Biz, mevzûu, ses ve mânâ mihverleri etrafında topladık. İfâdenin ses bakımından fasîh oluşu selâseti, mânâ bakımından fasîh oluşu da vuzûhu doğurur ki, bunları daha sonra Üslûbun meziyetleri bahsinde ele alacağız.