EDEBİYAT ve BELÂGATG İ R İ Ş Edebiyat Kelimesinin Türkçe’de Aldığı Manalara Umümi Bir Bakış I-Ahlak ve Dille İlgili Bir Edebiyat AnlayışıEdebiyat Kelimesinin Menşei ve Türkçe’ye Girmeden Önce Geçirdiği Safhalar Edebiyat kelimesi Arap sözlüğünden alınmıştır, “edb”den gelmektedir. O da, daha uzak bir geçmişte “davet” bağlanıyor¹. C. Nalkino’ya göre² El-Misbahü’l-münir yazarı (H. VIII. yy. ) “edb”i “nefis riyazatı ve iyi ahlak” karşılığı olarak almış ve Ebü Zeydü’l-Ensari (ölümü:H. 214-216) ’den naklen “güzel bir nefis riyazatı ve herhangi bir fazilet manalarına geldiğini bildirmiştir. Yine aynı bilgiden öğreniyoruz ki, Kitabü’t-ta’rifat yazarı Cürcani’ye (H. IX. yy. ) göre edeb, “herhangi bir yanlışı düzeltmeye yarıyan bilgi. . . ” demaktir. C. Nallino’nun kaynakları arasında bu kelime ile ilgili en geniş bilgi Murteda ez-Zabidi’nin (H. XIII. yy. ) Kamus şerhinde yer alıyor: Edeb; 1) halk arasında hüküm süren en güzel ahlak, 2) insanı fenalıklardan sakındırıp iyiliğe sevk eden melek, 3) güzel huy ve hayırlıu amelmanalarına geliyor. 4) İslamlıktan sonrada Araplara hasilimleri içine alan bir terim olarak kullanılmıştır³. Yukarıda adı geçen İtalyan müsteşrikı, edeb sözünün kazandığı manalar için kronolojik sınır çizmeye de gayret etmiştir: Buna Muhammed Haşim Atiyye, El-Edebü’l-arabi ve tarihuhu, Mısır 1936 C. Nallino, Tarihü’l-adab’l-arabiyye, 1954, s. 16. İbni Haldün’a göre Araplara ait ilimlerin unsurları (erkanı) şunlardır: Lügat, Nahiv, Beyan ve Edeb. Göre kelime, Cahillik Çağı’ndan H. II. Yy. a kadar güzel ahlak ve adeti ifade ediyordu. H. III. yy. ’da din ilimleriyle alet ilimleri ayırtıldı: Sarf ( morphologie), nahiv (syntaxe), lügat ve beyan gibi unsurlardan meydana gelen “edeb” de alete aid ilimler arasında yer aldı. Littereture karşılığında kullanılması çok sonradır; zira, VI. Yy. a kadar bu kelime Arap asıllı ilimlere tahsis edilmiştir. Müşteşrıkin, bütün bu mana değişikliklerini gösteren bir de şeması vardır ki, biraz sonra Türkçesini vereceğiz. Başka kaynakları takibe dersek şu bilgilerle karşılaşacağız4: Çok eski çağlarda “davet” manasına gelen “edb”; İslamlıkta bir yüzyıl önce, zariflik ve ahlakla ilgili edeb kelimesini doğurmuştu5. bu mana, Emeviler’in son, Abbasiler’in ilk yıllarına kadar sürdü. Emevi devletinin yıkılmasına yakın yıllarda, halifeler çocuklarının yetiştirilmesi için “müeddib” seçmişlerdir, bunun bir gelenek halinde ilk Abbasi halifeleriyle onların vezirlerine de geçtiğini biliyoruz. Müeddibler şiir, tarih, din bilgisi öğretiyorlardı. Demek ki kelime halifeliğin Şam’dan Bağdad’a geçişi yıllarında “müeddib”lerin öğretim sahasına giren bu bilgileri içine alıyordu. Daha sonra kelamcılarla, filozoflar arasındaki düşüncelerin hepsi bu söz içinde toplandı. Nihayet, Kitabü’l-egani gibi mevzüları hiçbir ilime bağlamayan eserler yazıldı. Bunlar da edebiyatla ilgilidir. Nahiv, tasrif, aruz, belâgat usulü gibi dile hizmet edecek eserlerin te’lifine girişildikten sonra, bunlar da “edeb” sözü ile ifade edildiler. Kelime, bu kavram şümulünü geçen yüzyıla kadar muhafaza etti. Ancak Araplar arasında edebiyat tarihi kendisini gösterdikten sonradır ki, edebiyat; bünyesinden nahvi, tasrifi, lugati atabilmiştir. H. III. yüzyılda İbni Kuteybe tarafından yazılmış Edebü’l-küttab adlı bir eser vardır. Burada verilen bilgiye göre, Arapçadan başka geometrik, aritmetik, hukuk, tarih gibi mevzular bile “edeb”in içine giriyordu6. Demek ki, edebiyat kelimsi yüzyıllar boyunca Araplar arasın- 4 slamlıktan önce “edib” kelimesi de kullanılmıştır: Muhazzimü’l-Ukayli “insan”ı, İbni Vebisa el-Esedi “deve”yi bu kelime ile vasıflandırmıştır. Her iki şairde de Kelime ahlak “tehzib”i ve rşiyazatla ilgili bir mana taşımaktadır. 5El-iktidab fi şerhi edebi’l-küttab, (Şarih:El-Batalyevsi, 1901) . 6bu mevzuda, Hazret-i Peygamber’in bir hadisinden bahsediliyor: Eddebeni Rabbi fe-ahsene te’dibi(= Rabbim beni te’dibetti; fakat güzel te’dibetti) . da iyi ahlak, dil ilimleri, din mevzuları dışında kalan ve bu kavim arasında doğmuş bulunan ilimler, nihayet bu yazıda inceleyeceğimiz disipline tahsis edilmiştir7. Kelimenin Türkçedeki Macerası Kelime; dilimizde bu manaların hemen hepsi ile karşımıza çıkabilir. “bu da malum olsun ki ulüm-i arabiyye on iki fenn olup bunlara ulüm-i edebiye dahi denülür. Bunların sekizi usül, dördü füru’dur. “usül-i semaniye: Lugat, sarf, iştikak, nahiv, meani, beyan, arüz ve kafiye fenleridir. Füru-ı erbaa: İnşa, füruz, şiir, muhadarat ve hat yani: imla fenleridir”8. Taşköprü-zade; me’ani, beyan, belâgat. . . gibi türlüilimleri ayrı ayrı ele aldığı halde, bütün bunları bir tek “edeb” kelimesi altında toplamış değildir. Kitap Çelebi de “ilmü’l-edeb” başlığı altında yaptığı tarifle, önce “Arap dilinde söz ve yazı bakımından yanlışa düşmekten sakınıp korunmaya yarayan ilimdir”; sonra da, “edeb ilimi, o ilimdir ki, söz ve yazıda hataya uğramaktan kurtulmak onunla mümkün olur” diyor9. müteakiben bu fennin ehemmiyetini belirtip “edeb” adı altına girecek ilimlerin sayısı mevzuundaki ihtilafa geçiyor. Bu izahatta dikkati çekecek nokta, kelimenin ahlakla ilgisine temas edilmemiş olmasıdır. Bunu bir kasde bağlamaya imkan yoktur. Zira ileriki devrede bile uzun müddet sözü edilen ilgi öne sürülmüştür. Mütercim Asım E fendi “edeb”i vasıflandırırken “ba’is-i te’dib” sözünü kullanıyor. Türklerin batı kültürü ile temaslarından sonra, yalnız Arap kaynaklarına dayanarak kitap yazanlar değil, Avrupayı görmüş şahsiyetler de, kelimenin bu manasını bırakmamışlardır. Şinasi Efendi’ye göre bu “fen”, insana iyi huy öğreteceği için “edeb” adını almıştır; onunla uğraşanlara “edib” denilmei de ay- 7Mevzuatü’l-ulüm, İkdam Matbaası 1313. 8A. Cevdet (Paşa) Belâgat-i Osmaniyye, Beşinci tab’ı, 1323, s. 8-9 9keşfü’z-zünün, I. Maarif Matbaası1941, s. 44-45 nı sebeptendir: “Fenn-i edeb bir marfetdir ki ansana haslet-azum-ı edeb olduğu için edeb ve ehli edib tesmiye kalınmıştır. ”10. Makalelerinde, “muaheze” yazılarında, mukaddimelerinde, takrizlerinde, mektuplarında . . . türlü vesilelerle edebiyata dair düşüncelerini ortaya koyan Namık Kemal, bu mevzuda kendisinden sonra muhtelif kimselerde izine rastlayacağımız kanaatlerin sahibidir. Yazara göre, her şey millete faydası nispetinde değer kazanır. Edebiyatsız millet de, dilsiz insana benzediğine göre, sözü geçen disiplinin, Kemal Bey için büyük bir ehemmiyeti vardır. Zira o, “bir milletin kuvve-i natıkasıdır”11. “Rabıta-i milliye”de büyük “hizmetleri” görüldüğü gibi “milletin hüsn-i terbiyesi”nde de büyk tesiri vardır12. Fakat “müellefat-ı mensuremizde efkarve güftarı tabii hiçbir kitap yoktur ki tabiata tesir ile tehzib-i ahlaka hizmet etsin”13. edebiyat, yüzyıllar boyunca “terbiye-i efkara hizmet etmiş” edibler sayesinde zenginleşir14. böyle bir edebiyat da “muhatabı ıslah”eden faydalı bir eylence olur. En iyi terbiye bu sayede kazanılır. Yazara göre: “Ahlak-ı alaiden terbiye görmek hapisde ıslah-ı nefsatmeğe, Telemak gibi hikayatdan bir şey istifade etmek ise muntazam bahçede ders okumaya benzer. “Mahbeslerde, zindanlarda kaç kişi ıslah-ı nefs edebiliyor?. ”15. Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta kendisinin eserlerini istediği dereceye yükseltmediğini bildirerek, sen yükseltebilirsen bir milletin mürebbiyan-i irfanından ma’düd olursun” diyor. Yeni edebiyatı öğen şöyle bir beyti vardır: Dest-i üdebada kilk-i irfan Oldu hele terceman-ı vicdan16 Burada “vicdan” sözü, içe ait bir ölçü manasında kullanılmıştır. Aynı düşünce, bu edebiyatı İrfan Paşa’ya karşı savunurken de kalemine geliyor: “Edebiyat kaideten irfan ve vicdanın terceman-ı müdrikat ü hissiyatı olmak kazım gelir”17. Müntehabat-ı Tasvir-i efkar, Mebahis-i edebiyye Mes’ele-i mebhüsetünanhe, Konstantiniyye 1303, Matbaa-i Ebüzziya, s. 38. Celaladdin-i Harzemşah, Kanün-ı esasi Matbaası, Mısır, 1315, Makaddime-i Celal, s. Be kaf. Tasvir-i efkar, nr. 416, yıl 1238. a. y. a. y. Son Pişmanlık, Mukaddime Tahrib-i Harabat, birinci tabı, Konstantiniyye, 1303, s. 1. Kemal Bey’in İrfan Paşa’ya Mektubu( Muahezat-ı edebiyyeyi şamildir) . Demek ki Namık Kemal, her şeyden önce edebiyata ahlaki bir gaye çiziyor. Bu gayeyi gerçekleştirecek eserler hangi vasıfta olmalıdır? Bu mes’elenin karşılığını da, “Lisan’ı Osmani’nin edebiyatı bazen mübhem, bazen açık ve etraflı surette muhtelif eserlerinde hakkında bazı mülahazatı şamildir” bailıklı makaleden itibaren18, takib edebiliyoruz. Edebiyat, önce gerçeği aksettirecektir. Gerçek, Kemal Bey’in dilinde, realiste’lerdeki manası ilekullanılmıyor. Yazar; bu söz yardımıyla, mevzuunu ve diğer malzemesini imkansızlıklar aleminden almayan bir edebiyattanbahsetmek istiyor. Bu vasıftaki eser de, “mana ve mantığa mugayir” sözleri tşımaz. Tahrib-i Harabat’a bakarsak: Makbül ola mı şuursuz şi’r Mısrasını göreceğiz. Yazarın “şuur”u tamamen “akıl” karşılığı olarak kullandığı meydandadır19. Esasen ”edebiyatın ruh-ı aslisi”nin de “hikmet” olduğunu bildiriyor20. kemal Bey, klişeleşmiş, İran’a has benzetmeler, “güzeran etmesi” mümkün olmayan hikayeler ve mübalağalarla dolu bir edebiyat yerine; akla uygun, milletin irfanını yükseltmeye hizmet eden bir edebiyatı tercih ediyor ve ona “edebiyat-ı sahiha” adını veriyor: “İşte nazar-ı istihfaf-ı alilerine mahzar olacak kadar olsun namları söylenilen edebiyat-ı sahiha” taraftarları lisanımıza mübalağanın makbul ve makul olan hadlerden tecavüz edipte medhül olan gulüvv mertebesine vararak, müdrikat-ı beşeriyyeyi harab edercesine edbiyyat arzü-yı halisanesindedir”21. Görülüyor ki, Namık Kemal, akla dayanan “ilmi” bir edebiyata taraftardır. Esasen yazara göre, “güzel yazmak güzel düşünmekden” başka bir şey değildir. Nitekim Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’in “mübalağa-yı şairanelerini”, “oldukça hakikate mütekarib görünecek kadar fezail-i ilmiye ve akliyeyi cami” oldukları için beğenmiştir22. Mamafih Kemal Bey, “acemane” dediği hayallerinden dolayı edebiyata hücum etmesine, halkla aydınlar arasındaki büyük Tasvir-i Efkar, 16 Rebiülahir 1283 ve 19 R ebiülahir 1283, Nr. 416, 417. Kemal Bey’in İrfan Paşa’ya mektubu, s. 17. Bu sözle Namık Kemal’in rasyoneliste’liğinden bahsetmek istediğimiz zarınedilmesin. Kemal Bey’in İrfan Paşa’ya mektubu, s. 15. Tahrib-i Hrabat. dil ayrılığından şikayette bulunmasına rağmen, aşağı tabakadan halkın diline de taraftar değildir. Celal mukaddimesindeşöyle bir ile karşılaşıyoruz: “Bir millete edeb hasıl etmek için anın ecza-yı terkibi olan ifadatını; ensüfli bulunan muhaveratından intihab etmek çocukların terbiyesini ayvazlara havale etmek kabilinden olur”22. yazar, aşağı tabakaya mensup halkın dilindeki “mehasin-i edebiyeden” yani san’attan mahrum yönleri “kaba Türkçe” sayıyor. Bu davranışı ile başka yerlerde de karşılaşmaktayız. Vefik Pşa’nın Mikro-Mega tercemesi için yazdığı muaheze-namede, mütercim “tasalanmak” kelimesini kullandı diye “bundan sonra kimin haddine mahalle karılarının cehlşnden bahsetsin” diyor. Esasen, bütün ithamlarına rağmen yürekten bağlı olduğu eski edebiyatı, sözleriyle de tamamen inkar etmiş değildir: 1Asar-ı atikamızdan ne kadar müşteki olursak olalım; kütüphanelerimizi yakmayacağımız ve milletimizin bir tarihi edebini inkar ile yazı yazmaya bizce bu asırda hasıl olmuş bir ma’rifet hükmünde tutmayacağımız meydandadır”24 dedikten sonra Sinan Paşa, Fuzüli, Veysi, Na’ima, Akif Paşa, Baki, Ruhi, Nef’i, Sabri, Fehim, Naili, Nabi, Nedim, Sami, Rgıb. . . gibi bir takım yazar ve şairlerin adlarını sayarak bunların söz oyunlarından, vehimlerle örülü hayallerden, aklın alamyacağı mübalağalardan uzak bir çok eserleri olduğunu, bu eserlerin “ellerde tedavül” etmekte bulunduğunu bildiriyor. Ayrıca bahis mevzu olayların “hikmeti havi” bir nitelik taşıdığını da ilave ediyor. Bundan başka, Türk “üdeba ve bülega”sını taklitçiliğiyle itham ettiği İran Edebiyatını da övdüğü yönler vardır. Hatta doğu edebiyatlarının Avrupalılar tarfından taklid edildiği, bu sayede, onları örnek sayarak yazı sahasında batlıların bugünkü seviyelerine yükseldiği iddiasındadır. Esasen Namık Kemal “asar-ı edebiyyenin belâgati müedda, fesahati eda ihtiyacından vareste” kalamayacağı kanaatindedir25. bu bakımdan da Arap edbiyatını en mükemmel örnek diye gösteriyor. Benzetmenin ehemmiyetini belirtirken “Edebiyat-ı İslamiyye’de pişvamız olan şuara-yı arab dahi teşbihe itibar edermiş”26 diyor. Mamafih, “tezyinat-ı bediiye ve hayalat-ı şairane” ile bir eserin Mukaddime-i Celal, s. Elif ya. Bahar-ı daniş, Konstantiniyye, Matbaa-i Ebüzziya, 1313, (temsil-i salis) s. 13. Tasvir-i efkar, nr. 416 İrfan Paşa’ya mektub, s. 9. “akşamı edebden” sayılabilmesine “imkan yoktur”: “Hakikt”e de uygun olması gerekir27. vatan şairine göre, Arap edebiyatı üslubundaki mükemmellik ve muhtevasındaki gerçekle bize örnek olacak değerdedir: Şi’r-i arabiye laf yoktur. Kemal Bey, eskiye yıkmak için sarf ettiği bütün gayretlere rağmen, Arap belâgatını gerçeğin “minaz”ı saymak suretiyle doğulu kalmıştır. Demek ki, Namık Kemal; gayesi “tehzib-i ahlak” olan, akıl ve mantıka uygun, muhteva kadar şekil bakımından da mükemmel bir edebiyat taraftarıdır. Hemen her hususta Şinasi ve Kemal’i takip eden Ebüzziya Tevfik’in de, edebiyata ahlaki bir vazife yükleyişini göstermek için uzun araştırmalara lüzum yoktur. Birkaç sayfa önce iktibas ettiğimiz Şinasi’ye ait tarif münasebetiyle, yazdığı haşiyede, Hacı İbrahim Efendi için “edebin bu derecelerde efradını cami surette bir tarifini vücuda getirmeye muktedir midir?” der. Süleyman Paşa ise “edeb” denilen ilmin, söz ve yazıda görülecek eksik ve kusurlardan sakınabilmek için gerekli yolları gösteren çeşitli bahisleri içine aldığını ifade ediyor. Kendi cümlesiyle; “İlm-i edeb ki lâfız ve minvalini ira’e ve tayin eden enva-ı mebahis şamildir”28. Mebaniü’l-inşa’dan iki yıl sonra basılan bir hikayeler kitabında da, “edebiyat”, ahlak ve terbiye ile ortak bir vazifeye sahiptir. Bu eser, “Meşair-i üdeba-yı Yünaniyye’den (Ezop) dedikleri zatın müellefatından ve kütüb-i sa’irden ahlak ve edebiyata ve nesayih ve leta’ife da’ir bir takım hikayat intihab ederek hazırlanmıştır”29. Ahmed Midhat Efendi, Hüseyin Fellah’ta milli ahlakı aksettirecek bir roman a tarafdar görünmektedir. Nihayet Şemseddin Sami Bey’de, tamamen olmasa bile bir ko- a. E., s. 4. Mebaniü’l-inşa, Mekteb-i fünun-i Harbiye-i şahane Matbaası, 1289, s. 2. Hfız Refii, Edebiyat ve Hikayet-i garibe (Basıldığı yer ve matbaa işaretli değil), 1291, s. 13. luyla edebiyatın güzel san’atlara bağlılığı teslim edilir. Yazara göre şiir, “edebiyata mensüb olduğu” kadar sanayi-i nazüke sırasında dahi zikr olunabilecek durumdadır30. “Edebiyat ise, bir lisanın doğru ve yanlışsız söylenmesiyle okunup yazılmasından ibarettir31. bu görüş”Lisan ve edebiyatımız” başlıklı makalede daha açık bir ifade kazanmış bulunuyor. “Edebiyat evvela lisanın kava’idini zabtve şivasini, letafet-i tabiiyyesini lisana dühülünü men’etme ve tarik-i fesana meydan vermemek-saniyen: avamın bittabi ihtiyaç görmediği hissiyat-ı aliye ve me’ani-i dakika ile mevadd-ı ilmiye ve fenniye ve keşfiyyat-ı aliyecedide için tabirat ıstılahat bulamktadır. ” Devrinin kıymetli bilgini olan bu zat, edebiyat adı altında topladığı ilimleri öğretimini bile düşünmüştür: Bu sözün kavramı içine giren dilbilgisi kaideleriyle fesahat usulünün ilk mekteplerimizde ve belki hiçbir mektebimizde iyi öğretilmediğinden dert yanıyor22. Şu anda, kronolojik sıra, 1299’da basılan Ta’lim-i edebiyat’tan bahsetmemizi gerektirir. Fakat Ekrem Bey’in düşüncelerindeki hususiyet, onu, biraz ileride, ayrı bir başlık altında ele almamıza sebebiyet vermektedir. Muallim Naci’de, Namık Kemal’den beri edebiyata verilen çeşitli manaların hepsi ile karşılaşıyoruz. 1292’den itibaren yazdığı yazılardan ahlaka bağlı manası yer almıştır: Terceman-ı hakikat’ten ayrılışı münasebetiyle kendisini yazılarıyla incitmek isteyen “üdeba”dan bahsederken, onlara karşı “müdafaa” da bulunmak “edeb-i hakiki erbabına göre büyük bir tenezzül sayılır” diyor. Sonra da, Sadi’den bir örnek getirerek “edeb”in edebsizlerden öğrenileceğini ifade eiyor 33. “Bend-i mahsüs” başlığını taşıyan bir yazısanda, bu görüş bariz bir surette ifade ediliyor: “Gerçekten edib olan bir sahibkalem yalnız muharreratındatasvir-i fezail etmekle iktefa etmez. . . ” 34. “Edib o adamdır ki ömür ahir olup da idare-i kalemden Hafta mecmuası, C. 1, Aded:9, 29 Ramazan 1298, s. 26. a. e., s. 18. a. e., s. 19. Mektublarım, Birinci cüz, Konstantiniyye, 1303, s. 49. a. e., s. 218 Artık aciz olduğunu görerek o zamana kadar yazmış olduğu satırları hayalinden geçirdiği zaman bunların içinde kalbide bir nokta-i siyah-ı nedamet bırakacak hiçbir şey’e tesadüf etmez. Müddet-i hayatında neşrettiği efkarı nazar-ı mütalaaya alınca ara yerde bozup mahvetmeye müstahak hiçbir fikir göremez. Bunların cümlesini umuma nafi bir saadet-i beşerriyenin ikmaline muavin bulur” 35. “Bir cevab” başlıklı yazısında da, şu satırlarla karşılaşıyoruz: “Hakikatte “edib” gibi “muharrir dahi” camiü’l-feza’il insan-ı kamil demek olacak ise de, . . . edib yahüd muharrir denilen adamlara umum tarafından naşir-i fesad-ı ahlak nazarıyla bakılmakta olduğu iddia edilecek olsa aksini ispat etmek için bu vasıflara gerçekten haiz iki adam bulup göstermek müşkil olur zarınederim. ” 36. İntikad’da aynı kanaat birkaç defa ortaya konur. Naci Efendi, şu cümle ile ahlaka bağlı edebiyatın adeta bir tarifini vücuda getirmiş gibidir : “Hakikatten edebiyat, edeb kafzının cami olduğu meani-i aliye ve lafziyyeyi, insanın vicdanına nakşedecek derecede haiz-i te’sir olan belig sözlerdir” 37. yazarın edibe yüklediği vazife bakımından da Kemal Bey’e ne kadar yaklaştığını anlamak için de başka bir cümlesine bakalım: “Bir edib vazife-i esasiyesi milletinin efkarını terbiye ve ila etmeye çalışmak olduğunu bileceği ihetle hezeliyatla iştigali nefsini zül görür” 38. Naci Efendi de, Namık Kemal gibi edebiyat mensuplarının “hakikat-perveran” olamsına taraftardı. O da “tabi’at ve hikmete mugayirşeyler”in edebi eserde yer alamyacağı kanaatindedir 39. Türk ve Fars edebiyatını, bu niteliklerden mahrumlukla itham edip Arap edebiyatını öven bir yazara cevap verir: Kanaatince eski Arap edebiyatı da “tabi’at ve hikmete mugayir” unsurları taşımaktadır; fakat “üdeba-yı arabın asar-ı cedide-i hakimanesi alem-i edebin en parlak mansulatından olamk meziyetini daima muhafaza edr” 40. Muallim Naci, edebi eserin hem mana, hem şekil bakımından mükemmelliğini isterken yine Namık Kemal’i hatırlamaktadır 41. a. e. s. 219. a. e., s. 224. Muallim Naci-Beşir Fuasd, İntikad Dersaadet, Mahmud Bey Matbaası, 1304, s. 52. Mekuplarım, s. 139. a. e., s. 140. a. e., s. 140. Osmanlı şairleri, 1307, s. 5. Yazar edebiyatı terim olarak izah etmiştir. Bu taktirde kelimenin iki karşılığı vardır: Beliğ sözler, Beliğ sözler ve te’lifi için tutulan usül 42. Daha önce bahsi geçen bir yazıda da sözlerin bir hususiyeti ile karşılaşıyoruz: “Edebiyat denilen güzel sözlere ruh-ı insani müncezib olur. Bu incizabı hasıl etmeyen hiçbir söz edebiyat dairesine giremez” 43. Muallin Naci’den önceki nesil içinde yetişen, devrin bir çok dil tartışmalarına adı karışan Hacı İbrahim Efendi’nin Hicri 1305 yılında mülkiye öğrencilerine okuttuğu derslerden meydana gelmiş bir Edebiyat-ı Osmaniye’si vardır. Burada edebiyat “fenn”i ile “edeb” lafzı ayrı ayrı izah edilmektedir. Yazara göre; “fenn-i edebiyat” da “nasıl” çeşit çeşit üsluplar, ince ince nükteler “var ise edebiyat Lâfzının cüz’ü olan edeb Lâfzında dahi vaz’en ve örfen türlü türlü manalarvardır” 44. “Bu lafz fi’l-asl zarafet ve usluluk, ki kavlen ne fi’len nasa hüsn-i muamele ve kutf-ı mücamele eylemek manasındadır. Bazıları dahi lafz-ı mezkuru her nevi hatadan mabe’l-ihtizar olan şeyleri bilmekten ibarettir deyü ta’rif etmişler. Bazı diğer dahi edeb bir kuvvet-i rasiha-yı nefsiyedir ki muttasıl olan kimseyi mücib-i şeyn ü ar olan şeylerden hıfzeder, deyü tefsir eylemiştir. Ve eva’il-i Devlet-i İslamiyye’de sebeb-i te’dib olduğu için ulum-ı arabiye ile eş’arı araba dahi edeb ıtlak edilmiştir” 45. Mutlakiyet devri’nin edebiyat kitaplarında da kelime, terbiyeye müteallik mana ile ele alınmaktadır: Hele Diyarbekirli Said Paşa, “ef’al-i edebiya” diye söze başlamak suretiyle, terimi bile ahlaktan almış bulunmaktadır. Yazar, “edeb”le ilgili fi’illeri genel (amm) ve özel (hass) olmak üzere ikiye ayırarak bunlardan birinci kümeye girenleri iyiliğe sevgi (fezaile muhabbet), kötülüğe düşmanlık (rezaile buğz u adavet) diye izah etmekte, bunun da Allah tarafından insanlara bağış yoluyla verilen tabi bir kaynağa, “zevkin selameti” ne dayandığını bildirmektedir. İstilahat-ı edebiye, 1307, s. 129. İntikad, s. 94. El-Hac İbrahim, Edebiyat-ı Osmaniye, Mahmud Bey Matbaası 1309, s. 2. a. e., s. 2-3. 11 İkinci kümeye giren ve edebe bağlı bulunan fiiller ise, insânın Allah'a, nefsine ve diğer insanlara karşı takınacağıtavırlarla ilgili «âdâb»ın topudur ki, Saîd Paşa, kaynaklarını mukaddes kitaplarla, «müellefât-ı beşeriyye»ye bağladığı bu fiiller münâsebetiyle, muaşeret âdabı konularını bile «ef'âl-i edebiyye» arasına sokuyor. Bu yazılarda incelenecek edebiyat bilgilerine de bu küme içinde yer veriyor: Nihayet «ulûm-i edebiyye»nin bölümleri konusunda, bilginler arasındaki görüş ayrılığından bahsettikten sonra; lügat, sarf, iştikak, nahiv, meânî beyân, aruz, kâfiye, inşâ, nesjr, karz-ı şir, hat, târîh-tartışmalı olmakla beraber-bediî'yi edebiyata bağlı ilimler sırasında sayıyor; bunların îzâhına giriyor46. Görülüyor ki, Diyarbekirli Saîd Paşa da, edebiyatı bir yandan ahlâka, öbür yandan dille ilgili ilimlere bağlamıştır. Manastırlı Rifat, bundan farklı bir izaha yönelmiş değildir. Şöyle ki, «edeb» sözünde, bütün hatâlardan sakınmak mânâsının mevcûd bulunduğunu; kendisiyle, muttasıf kimseleri, ayıp ve kötü sayılacak hâllerden koruyacağını; edebin «nefsî» ve «dersî» olmak üzere ikiye ayrıldığını; birinci türe gireninin ya «vehbî», ya «kis-bî» olacağını; vehbî edebin, güzellik ve iyiliğe sevketmek üzere «fıtrat-ı asliyyede»ki ilâhî bir bağıştan meydâna geldiğini; kisbî edebin terbiye yoluyla kazanılacağını47, dersî edebin ise, insanların güzel sözlerle düşüncelerini anlatmalarına hizmet eden ve her dilin kendi şartları içinde tensik ve tedvin edilmiş bulunan «âlet»lerden teşekkül ettiğini bildirdikten sonra, ulûm-ı edehiyye umûmî adı altında toplanan dille ilgili ilimleri sayıyor. II-Edebiyatı Ahlâka Bağlamayan Görüş1. Geçiş Safhası Eski Arap belâgatine bağlı olanlar kelimenin sözlük mânâsından, batıyı görmüş bulunanlar da bununla inceleme mevzûumuz " Mîzânü'l-edeb, istanbul, (A. Mariyan) Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1305, s. 5, 6, 7. 47 «Edeb-i kisbî: Terbiye ve tehzîb vâsıtasiyle mehâsin-i ahvâl ve fezâil-i ef'âale nefsin sülûküdür ki, tahattur-ı übûdiyyet, hakka riâyet, fezâile mahabbet, re-zâil-i ef'âle husûmet gibi levâzım-ı mutebere-i beşeriyye üzerine müesses olan «âdâb-ı dîniyye, âdâb-ı medeniyye, âdâb-ı beytiyye, âdâb-ı şahsiyye. . yânî «şerâyi ve kavânin» ve kâffe-i nevâmis-i ameliyye bundan ibâretdir. » Mecami-ü'l-ebed, Birinci kitab. Kasbar Matbaası, 1308, s. 4. 12 olan disipline çizdikleri gayelerden yürüyerek edebiyatı, ahlâkın bir anlatma sahası göstermek isterken öbür yandan yeni bir görüşün ilk izleri kendini göstermeğe başlamıştı. Recâîzâde, edebiyatın terbiye-i efkâr. . . tasfiye-i vicdan. . . tehzîb-i ahlâk. . . tenvîr-i ezhâna hizmet ettiğini inkâr etmemekle beraber bir şâir şiirini ahlâk dersi vermek için söylemez diyordu48. Üstad Ekrem, edebiyat ve mantık konusunda da Kemâl Bey'den ayrılmıştı. Ona göre edebiyâtda mantıkin iltizâm olunmaması lâzımdı: Çünkü maksad-ı edebiyat fikir ve his ve hayâlce olan mehâsin ve bedâyii zuhura çıkarmıştı. O da, üstadının hakikat ve tabîate uygun edebî eserler görüşünden vazgeçmiş değildi. Ancak edebî eserlerde aranacak bir niteliğin mübâlağât ve teşbîhât gibi sanâyi-i hayâliyeye manî' olmadığı manâatinde idi. Mübalağa konusunda Nâmık Kemâl'den daha açık bir dil kullanıyor: Vakıa mübâlağât, hakikat ifâde etmez, fakat yolunda oldukça hakîkatden daha müfîd olur. Şâir efkâr ve infiâlâtım kendisinin hissettiği kuvvet ve şiddetiyle, şâirlerine de ilkâ edebilmek içindir ki mübalağaya gayr-ı ihtiyarî bir sûretde müracaat eder. Sâik-ı mücbir yine tabîatdır49 diyordu. Fakat Ekrem Bey'in asıl yeniliği Ta'lim-i edebiyatla kendini göstermişti. Arap belâgatine bağlı tasnif; bu kitapla türkçedeki vazifesini bitirmiş oluyordu. Hicrî 1298, Rûmî 1297'dc tamamlanan kitap, edebiyatı ilk defa psikolojik muta (veri) olarak ele alıyordu. Yine bu eserlerdir ki, nesrimi/ münşaât kitapları dışına çıkarılmış, şiirimiz yanında yer almıştı. İşlediği konular hâriç, Tanzimat şiiri eski estetiğe bağlı olduğu hâlde,-şiir bahsinde genişliğiyle îzâh edeceğiz-Recâîzâde, estetiği de değiştirmişti. Yeni edebiyatın bir çeşit poetikası sayacağımız bu ders bitabında, şâirler hakkındaki görüşlerde de bâzı yenilik izleri vardı. Daha önce, Kemâl Bey, güzel san'atlar arasındaki yakınlığa işaret etmişti50. Ekrem Bey de, şiiri resimle karşılaştırıyor, resimde renkleri birbirleriyle uyuşturmak ne kadar güç, ne kadar hüner isteyen bir iş ise, «edebiyâtda sanâyî-i mâneviyeyi hüsn-i icrâ etmek de o kadar nıüşkil ve bâ-husûs mevzuun tabîatiyle mütenâsib düşürmek de o derece şâyân-ı dikkatdir» diyordu". 48Takdîr-i Elhân, Dersâadet MahmûdBoyMatbaası, 1301, s. 18. 49a. e., s. 15. 50Cezmt, Matbaa-iAmire, 1335, s. 70 51a. e., s. 17. 13 |