Geri

   

 

 

 

İleri

 

34- Dilenmekten Nehi Bâbı

2436- Bize Ebû Bekir b. Ebİ Şeybe rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Zeydü'bnü Hubâb rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Muâviyetü'bnü Salih haber verdi.

(Dedi ki): Bana Rabiatü'bnü Yezîd Ed - Dimaşki, Abdullah b. Amir-i Yahsubî'den naklen rivâyet etti.

(Dedi ki): Muâviye'yi şöyle derken işittim: Çok hadîs rivâyet etmekten sakının! Yalnız Ömer zamanında rivâyet edilen hadîs müstesna. Çünkü Ömer, halkı Allah azze ve celle'den korkutuyordu. Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i:

«Allah her kime büyük bir hayır vermek dilerse onu dînde fakîh kılar.» buyururken işittim.

Yine ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken işittim:

«Ben, ancak hazinedarım. Her kime gönül hoşluğu ile bir şey verirsem, verdiğimin bereketini görür. Her kime de dilendiği ve aç gözlülük ettiği için verirsem, o kimse yiyip de doymadan gibi ofur.»

2437- Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Süfyân, Amr'dan, o da Vehb b. Münebbih'den, o da kardeşi Hemmâm'dan, o da Muâviye'den naklen rivâyet etti. Muâviye şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)

«İstemekte ısrar etmeyin! Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de razı olmadığım hâlde benden bir şey kopartırsa, verdiğim malın asla bereketini görmez.» buyurdular.

2438- Bize İbn Ebi Ömer El-Mekki rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Süfyân, Amr b. Dinar'dan rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Vehb b. Münebbih, kardeşinden naklen rivâyet etti. —Onun yanına San'â'daki evinde iken vardım da, bana evinde ceviz ikram etti.— Kardeşi Şöyle dedi: Ben, Muâviyetü'bnü Ebİ Süfyân'ı şunları söylerken dinledi mı «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken işittim- ..»

Râvi müteakiben yukarki hadîsin mislini rivâyet etmiştir.

2439- Bana Harmeletü'bnü Yahya rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize İbn Vehb haber verdi.

(Dedi ki): Bana Yûnus, İbn Şihâb'dan naklen haber verdi;

(Dedi ki): Bana Humeyd b. Abdirrahmân b. Avf rivâyet etti.

(Dedi ki): Muâviyetü'bnü Ebî Süfyân'ı hutbe okurken dinledim; şöyle diyordu: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)

«Her kim Allah çok hayır vermek murâd ederse onu dînde fakîh kılar. Ben, ancak taksimciyim, veren ise Allahdır.» buyururken işittim.

Fıkıh hadîsini Buhârî «İlim» bahsinde tahric -etmiştir. Onu Nesâî dahi rivâyet eder.

Buhârî'nin rivâyetinde şu cümle de vardır: «Bu ümmet Allah'ın emri gelinceye kadar muhalifleri tarafından bir zarar görmeden Allah'ın emri üzere tâata devam edecektir.»

Birinci ve üçüncü hadîslerdeki «hayır»'dan murâd: Ya bütün hayırlar yahut çok hayırdır. Bu kelimenin nekîre olarak zikredilmesi, umûm ifâde etsin diyedir. Çünkü şart siyakında vârid olan nekîreler, siyâk-ı nefîde vârid olanlar gibi umûm ifâde ederler. Kelimenin ne-kire olarak zikrinden ta'zîm kastedilmiş de olabilir.

Fıkıh: Bir şey'i bilmek veya hakkıyla bilmek, demektir. Şeriat İstılahında ise şeriatın fer'î hükümlerini tafsili delillerden istidlal yoluyla çıkararak bilmektir. Burada münâsıb olan birinsi mânâdır. Zîrâ dîn ilimlerinin hepsine şâmildir.

Fıkıh ilmi ile meşgul olan âlime «Fakîh» derler.

Hasan-ı Basrî: «Fakîh: dünyâdan el çeken ve âhi-rete rağbet gösteren, dîn işlerinde basiretle hareket eden Allah'ına ibâdet eden kimsedir.» demiştir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir rivâyette: «Ben, ancak hazinedarım...»; diğer rivâyette: «Ben, ancak taksimciyim; veren İse Allah'dır.» buyurmakla kendisinin getirdiği vahyi hiç bir kimseye hassaten tebliğ etmediğini bil'akis umûmi olarak herkese tebliğde bulunduğunu, hakikatte her şey'i veren de alan da Allahü teâlâ olduğunu, irâdesine göre akıl ve idrâki insanlara o bahşettiğini anlatmak istemiştir. Ashâb-ı kiram'ın hadîs ve âyetlerden mânâ anlayışları bir seviyede değildi. Bazıları bir hadis veya âyetin yalnızca açık olan zahirî mânâsını anlar; diğer Bazıları ise onların inceliklerine nüfuz ederlerdi.

Ashâb- kirâm'ın hâlleri böyle olunca, ümmetin diğer efradının da anlayış dereceleri bir olmayacağı evleviyetle sabit olur. Çünkü ashâb nûr-u nübüvvetten kana kana içen bahtiyarlardır. Sair ümmet efradı bu şerefe nail olamamışlardır. Ancak onların arasında da şer'i mes'eleleri delillerinden çıkaracak kudreti hâiz müc-tehidler yetişmiş şer'i mes'elerleri hallederek bütün ümmetin enzâr-ı itlaına arzetmişlerdir. Şüphesiz ki bu, Allah'ın büyük bir fadl-u ihsanıdır. Teâlâ Hazretleri onu dilediği kullarına verir.

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Resul, mübeşşir ve nezir gibi nice sıfatları varken burada neden kendisine (Ben ancak bir hazinedarım!) yahut (Ben, ancak bir taksimciyim.) buyurarak hasr yapmıştır?»

Cevap: Buradaki hasr, muhatabın itîkaadına göredir. Muhâtab onun hem taksimci hem de verici olduğuna îtîkaad ediyordu. İşte kendisinin verici değil yalnız bir taksimciden ibaret olduğunu anlatmak için (Ben, ancak bir taksimciyim.) diyerek kasr-ı ifrat yapmıştır. Bu sözün mânâsı: «Benim vazifem yalnız sizin aranızda taksim yapmaktan ibarettir, dilediği miktarda akıl, fikir ve anlayış ihsan eden ise Allahü teâlâ'dır.» demektir.

Bu cümleyi şeyh Kutbuddin şöyle izah etmiştir: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın ihsan ettiği maldan kendine hiç bir şey ayırmamıştır. O, ganimetler hakkında:

 (Allah'ın sizden fazla olarak verdiği ganimetlerden benim malın yalnız beşte birdir; o da sîzin olsun.) buyurmuştur. Burada (Ben ancak taksimciyim.) demesi, ashâb-ı kirâmmın gönüllerini almak içindir. Çünkü kendisine ashabından fazla ganimet tahsis edilmiştir. Mânâ şudur: Mal da Allah'ın, kullar da Allah'ındır. Ben, Allah'ın izniyle sâdece bir taksimciyim...»

Ancak Ayni bu İzahatla hadîsin zahiri arasında büyük fark olduğunu söylemekte ve şöyle demektedir: «Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in birinci hadisi vahyin tebliği ve şeriatın beyânı hususundaki taksimi bildirmektedir. Şeyh Kutbuddîn' in rivâyet ettiği hadis ise mal taksimi hakkında sarahat arzetmektedir. Her iki hadîsin ayrı ayrı tevcihleri vardır. Birinci hadîs İslâm dîninde fakih olmakdan bahseder...

îkinci hadîsin zahiri ise mal taksimini göstermektedir. Lâkin burada şöyle bir suâl vârid olur: «Burada bu sözün münâsebeti nedir?» Suâle şöyle cevap verilir. Mal, hadîsi ganimetler taksim edilirken vârid olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hikmet icâbı ashâbdan bâzılarına fazla verince ashâb bunun hikmetini anlayamamış hattâ içlerinden bu hususta ileri geri lâf edenler olmuş, bunun tizerme Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'-

 (Her kime Allah büyük hayır vermek dilerse onu dînde fakîh kılar.) buyurarak bu işin hikmetini ancak Allah'ın fazla akıl, fikir ve şiriat umurunda anlayış ihsan ettiği kimselerin anlayabileceğini, anlamı-yanların işe karışmamaları gerektiğini zîrâ hakîkatta bütün umur Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu, almak, vermek, arttırmak, eksiltmek hep ona âit şeyler olduğunu, kendisinin yalnız taksim vazifesi gördüğünü binâenaleyh fazla veya noksan vermenin kendisine değil Allah'a nisbet edileceğini beyân ederek bu hususta lâf edenlere red cevâbı vermiştir.

Davûdî diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: (Ben, ancak taksimciyim; veren Allah'dır.) sözü, verdiklerini vahye Hazret-i Muâviye' nin çok hadis rivâyet etmekten menede-rek bundan yalnız Hazret-i Ömer devrinde rivâyet olunan hadisleri müstesna tutması, onun zamanında gayr-i müslimlerden ve onların kitaplarından rivâyette bulunanlar çoğaldığı içindir. Bu sebeple hadîs râvilerinin nazar-ı dikkatlerini Hazret-i Ömer zamanına celbetmiştir. Çünkü Ömer (radıyallahü anh) hadis hususunda pek ziyâde dikkat ve şiddet gösterir, gelişigüzel, hadîs diye rivâyet edilen her sözü kabul etmez, söylenen sözün hadîs olduğunu isbât için iki şahit isterdi. Hadis ilmi bu suretle istikrar kespetmiş ve rivâyet olunan hadisler şöhret bulmuştur.