22 - Münkeri Nehyetmenin İmandan Olduğunu, İmanın Artıp Eksildiğini, İyiliği Emir ve Kötülükden Nehyin Vacib Olduklarını Beyan Bâbı 186- Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ve-ki' Süfyân'dan rivâyet etti. H. Bize Muhammed b. el-Müsennâ dahi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivâyet etti. (Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Muhammed b. el-Müsennâ) ikisi birden Kays b. Müslim'den , o da Târik b. Şihâb'dan rivâyet ettiler. Bu hadis Ebû Bekir'indir.. Ebû Bekir şöyle dedi: — Bayram günü ilk defa işe namazdan evvel hutbe ile başlayan Mer-vân'dır. Bir adam ayağa kalkarak ona: — Namaz hutbeden öncedir; demiş. Mervân: — Oradaki terkedilmiştir; cevabını vermiş. Bunun üzerine Ebû Saîd: — Ama şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: «Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin: Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin; ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zaifi de budur.» buyururken işittim; demiş. Bu hadisin müttefekun aleyh bir rivâyeti vardır ki Şeyhayn onu Bayram namazı bahsinde tahric etmişlerdir. Meali şudur: «Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan ve Kurban bayramlarında namazgaha çıkardı; ve (Yapmağa) başladığı ilk iş namaz olurdu. Sonra namazı bitirerek cemaata karşı ayakta durur; cemaat, saflarında otururlardı. Böylece onlara va'zeder, tavsiyede bulunur; ve emrederdi. Şayed bir ordu ayırmak isterse onu ayırır, yahut orduya müteâllik ,bir şey emretmek isterse emreder; sonra (Medine'ye doğru) çekilir giderdi. Ebû Said diyor ki: — Halk bu minval üzere devam edegeldi. Nihayet ben Medine enjıîri Mervân ile bir Kurban veya Ramazan bayramında namazgaha çıktım. Oraya varınca ne göreyim, karşımda Kesir b. es-Salt'ın yaptığı bir minber!... Bir de baktım Mervân namazı kılmadan ona çıkmak istiyor!... Hemen elbisesinden çektim. O da beni çekti ve (minbere) çıktı; namaz lan Önce hutbeyi okudu. Ben kendisine: «Vallahi sünneti değiştirdiniz!» dedim. Mervân: «Yâ Ebâ Said! Senin bildiğin geçti.» dedi. «Vallahi benim bildiğim (şekil) bilmediğimden daha hayırlıdır» dedim. «Cemaat namazdan sonra bizi dinlemeye oturmuyorlar da onun için hutbeyi namazdan önceye aldım.» dedi. Bu hadisden açıkça anlaşılıyor ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında minber yoktu. Bayram namazları sahrada kılınır; namazdan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaata karşı ayağa kalkarak hutbesini okurdu. Kendileri son derece mütevazı oldukları için minber yaptırmaya lüzum görmemişlerdi. Kâdi Iyâz'ın beyanına göre ilk defa hutbeyi namazdan evvel kimin okuduğu ihtilaflıdır. Bazıları bunun Hazret-i Osman (radıyallahü anh) olduğunu söylemiş; bir takımları, cemaat bayram namazım kıldıktan sonra hutbeyi dinlemeden dağıldığı için bunu Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın yaptığını iddia etmişlerdir. Hattâ Ömer (radıyallahü anh)’ın bunu cemaat dağılıyor diye değil, geç kalanlar namaza yetişsin diye yaptığını ileri sürenler vardır, «Hutbeyi ilk defa namazdan önce okuyan Muâviye (radıyallahü anh) dır» diyenlerle Abdullah b. Zübeyr (radıyallahü anh) olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat bütün bu söylentilere rağmen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alî (radıyallahu anhüm) hazerâtından sabit olan: namazı hutbeden Önce kıldıklarıdır. Umumiyetle fukahanm kavli de budur. Hatta bu hususta icmâ' bulunduğunu iddia edenler de vardır. Bunlar icmâı ya hilaftan sonra iddia etmiş, yahut asr-ı Seâdetle Hulefa-i Râşidin zamanlarında meselenin ittifakı olmasına bakarak Beni Ümeyye'nin hilafını nazar-i i'tibâra almamışlardır. Ebû Said-i Hudri (radıyallahü anh)’in bir çok zevat huzurunda: «Amma şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı.» demesi onlarca sünnetin bu şekilde karar kıldığına, Mervan’ın yaptığının doğru olmadığına delildir. Zâten Hazret-i Ebû Said'in bu hadisle ihticâc etmesi de bunu gösterir. Çünkü Mervan'in yaptığının doğru olduğuna i'tikad etse yahud eskiden böyle bir şey yapılmış veya bir sünnet görülmüş olsa ona münker demezdi. Bu rivâyet Mervan'dan önce hiç bir halifenin bayram namazından evvel hutbe okumadığına delildir. Ömer, Osman ve Muâviye (radıyallahu anhüm) hazerâtının okuduklarım gösteren rivâyetler doğru değildir. Acaba Mervan'mbu hareketine karşı Ebû Said-i Hudri (radıyallahü anh) gibi bir sahâbî-i celil nasıl ses çıkarmadı da cemaatten bir zât i'tirazda bulundu? Bu suâle bir kaç vecihle cevap verilmiştir: 1- İhtimal Ebû Said (radıyallahü anh) sonradan yetişmiş; o gelinceye kadar i'tiraz eden zât sözüne başlamış; Ebû Said onlar konuşurken gelmiştir. 2 - Ebû Said (radıyallahü anh) orada imiştir. Lâkin ya kendisi yahud başkası aleyhine bir fitne çıkacağından korktuğundan i'tiraz edememiştir. İ'tiraz eden zâtın kavm ü kabilesi orada bulunduğu cihetle onun için korku mevzu-u bahs olmadığından o inkârda bulunmuştur. 3 - İ'tiraz eden zât korkmuş fakat ne pahasına olursa olsun inkârda bulunmuştur. Böyle yerlerde bu caiz hatta müstehaptır. 4 - Caiz ki Ebû Said (radıyallahü anh) inkâra hazırlanmış; lâkin öteki zât ondan çabuk davranarak söze başlamış; Hazret-i Ebû Said de onu te'yid etmiştir. İmâm Müslim'in buradaki rivâyetine göre Mervan'la münakaşa eden zât cemaattan biridir. Buhârî ile tahriç ettikleri rivâyette ise bunun bizzat Hazret-i Ebû Said olduğu, namazgaha beraber geldikleri, Ebû Said'in Mervan’ın elini tutarak onu men'etmeğe çalıştığı, Mervan'in da ona red cevabı verdiği zikredilmektedir ki, bu hâl hâdisenin ayrı ayrı iki defa tekerrür ettiği ihtimalini doğurmuştur. Fakat Müslim şarihlerinden el-Übbî bu ihtimali vârid görmüyor. Ona göre vak'a birdir. Mervan'a cemaatten biri i'tirazda bulunmuştur. Mervan onu dinlemeyince bu sefer meseleye Ebû Said (radıyallahü anh) müdâhale etmiştir. Hazret-i Ebû Said'in: «Şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı.» demesi bu işi doğru bulmayıp reddettiğinin sarih ifadesidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'m: «Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin!» buyurması bilic-ma' vücub ifâde eden bir emirdir. İslâmda iyiliği emre emr-i bil ma'ruf, kötülükten nehye de nehy-i anil münker derler. Bu mesele müslümanlara kitâb, sünnet ve icma-i ümmetle yani bütün naklî delillerle farz kılınmıştır. İyiliği emir, kötülükten nehiy ayni zamanda din demek olan nasihat-tan ma'duddur. Bu hususda bazı râfizilerden başka muhalefet eden yoktur. Onlann muhalefetlerinin ise bir kıymeti yoktur. Emri bil ma'rufun vücubu mü'tezile taifesinin dedikleri gibi aklî de değil şer'idir. Vakıa Kur'ân-ı Kerîm'de: «Siz kendinizi kollayın; siz hidâyete erdikten sonra başkasının sapması size zarar etmez. buyurulmuştur. Amma bunun ma'nası siz başkalarına emri bil ma'rufla uğraşmayın demek değil, muhakkikin ulamanın beyanına göre: «Siz aldığınız tâ'Hmaâta göre emri bü-mâ'ruf, nehy-i ani’l-münkeri yaptınız mı artık başkalarının taksiri size zarar etmez» demektir. Çünkü kula yüklenen vazife yalnız iyiliği emir, kötülükten nehiydir. Bunları kabul ettirmek onun vazifesi değildir. Eserde vârid olduğuna göre Hazret-i Ebû Bekir bu âyeti minberde okumuş ve: «Siz bunu doğru te'vil edemiyorsunuz. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işittim: «Bir kavim zâlimi görürler de men'etmezlerse Allah'ın onlara kendi tarafından bir azâb göndermesi yakıncacıktır; buyuruyordu» demiştir. Emri bil ma'ruf nehy-i ani'l-münker farz-ı kifâyedir. Binâenaleyh her farz-ı kifâye gibi o da bazı kimselerin ifâsıyle diğer rnüsîümanlardan saakıt olur. Lâkin hiç ifâ eden bulunmazsa özrü bulunmayan bütün mükellefler günahkâr olur. Emr bil rna'rufun farz-ı ayn olduğu yerler de vardır. Meselâ: Bir yerde bu vazifeyi bir kişiden başka bilen bulunmazsa o bir kişiye emri bilma'rufu ifâ etmek farz-ı ayın olduğu gibi bir babanın evlâdı ile karısına iyiliği emir, kötülüklerden kendilerini nehyetmesi de farz-ı ayndır. Ulema-i kirâm emri bil ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesinin- mükelleflerden sakıt olmayacağını beyan etmişlerdir. Çünkü mükellefin vazifesi ettiği emir veya nehyin, muhatabına te'sir edip etmediğini düşünmek değil, sadece o emir veya nehyi etmektir. İhtarın mü'minlere fayda vereceği ise âyetle sabittir. Yine ulemanın temsillerine göre emri bil ma’rufa misal: avret yerinin bir kısmı açılan kimseye örtünmesini tenbih et mektir. Emri bil ma'ruf vazifesini yapan kimsenin emrettiği şeye kendisinin de imtisal etmesi, nehyettiğinden kaçınması sözünün te'sirli olması için pek mühim ve lâzım ise de şart değildir. Eğer emir ve nehyetüği şeyle kendinde de varsa bu sefer vazifesi çift olur; ve evvela kendine emir vey nehiyde bulunması sonra ayni şeyi başkasına yapması icâbeder. Mu'tezileye göre kötülükten nehiy işini ancak kendisi kötülük etmeyen ifa edebilir. Delilleri: «Kendi nefislerinizi unutub da âleme iyiliği mi emrediyorsunuz?» (Bake-re: 44) âyet-i kerîmesidir. Mutezileden bazıları; bir kimse kendinin etmediği kötülükten başkalarım nehyedebilir demişlerdir. Emri bil ma'ruf nehiy ani'l-münker vazifesi yalnız devletin bu iş için tâyin ettiği me'murlara mahsus değildir; onu müslümanların efradı da yapabilirler. İmâmü'l-Harameyn:«Buna delil icma-i müslimîndir.» diyor. Filhakika gerek asr-ı seâdetde gerekse diğer asırlarda bu işin memuru olmayanlar me'murlara iyiliği emir, kötülüklerden onları nehyederler; sair müslümanlar onların bu yaptıklarını takrir ve kabul eyler; başkalarının işine karışıyorlar diye kendilerini ayıplamazlardı. Sonra bu vazifeyi ancak bilenler yapar. Şayed yapılacak emir namaz, oruç ve saire gibi herkesin bildiği vâciblerden, nehiy dahi zina ve içki gibi meşhur menhiyyattan olursa bunları emir ve nehiyde bütün müslümanlar müşterektir. Fakat nâdir tesadüf edilen fiil, kavil ve içtihada dair ise avam takımının gerek isbât gerekse nefi suretiyle bu işe karışmağa hakları yoktur; bu sefer mesele yalnız ulemaya mahsus kalır. Ulema dahi ittifakı meselelere dair emir ve nehiyde bulunurlar. İhtilaflı meseleler hakkında bir şey diyemezler. Çünkü iki mezhebin birine göre her müctehid hakka isabet eder. Diğerine göre hakka isabet eden yalnız bir kişidir; amma hangi müctehidin hatâ ettiğini bilmek kullara müyesser değildir. Hatâ edene günah dahi yoktur. Şu kadar var ki, müctehidlerin hilafından çıkmak için nasihat yollu emri bil ma'rufda bulunmak güzel ve makbul bir iştir. Zira bir sünneti ihlâl etmemek veya başka bir hilafa sebeb olmamak şartiyîe ulema-i kirâm müctehidlerin hilafından çıkmaya bilittifak kaildirler. Meselâ dört mezhebin İmâmlarına göre ittifakla caiz olacak bir abdest; evvelâ niyet edilerek, her azayı âyetteki tertib üzere yıkamak, yıkarken hafifçe oğuş-turmak, bir uzuvdan ötekine geçerken fazla vakit kaybetmemek, yani azayı bir biri arkasından acele yıkamak, başın, bütününe meshetmekle alınır. İmâm Nevevî emri bil ma'ruf, nehiy ani'l-münker'in çok zamandır zayi' olduğundan, onun zamanında bundan pek az bir takım izler kaldığından bahsettikten sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Emri bil ma'ruf, çok büyük bir bâbtır. Bu işin nizâm ve kıvamı ancak onunla kaimdir. Fenalıklar çoğalınca azâb iyiye ve kötüye umumi olarak gelir. Zâlime mâni' olmazlarsa Allahü teâlâ'nın azabını onlara umumüeş-tirmesi pek yakındır: «Allah'ın emrine muhalefet edenler ya başlarına bir belâ gelmesinden yahud acıklı bir azaba duçar olmalarından korunuversinler!» Şu halde âhiretinin ma'mur olmasını dileyen ve Allah'in rızasını korku ile tahsil etmeğe çalışan bir kimseye gereken vazife, bu baba ehemmiyet vermektir. Çünkü faydası çok büyüktür. Bâ husus, çoğunun elden gittiği bir zamanda!... Kendisine i'tirazda bulunan kimsenin rütbesi yüksek diye ondan korkmamalıdır. Zira Allahü teâlâ hazretleri: "Allah kendi dinine yardım edene elbet yardım edecektir." "Her kim Allah (ın emirlerin)’e sarılırsa muhakkak doğru yola hidâyet olunur." ve: "Bizim İçin mücâhede edenler yok mu, onları mutlaka (doğru) yollarımıza hidâyet edeceğiz." "Yoksa insanlar hiç imtihan olunmadan iman ettik demekle bırakılacaklar mı sandılar? Yemin olsun ki, biz onlardan öncekileri imtihan ettik. Doğru söyleyenleri Allah elbette bilecek, yalancıları da elbet bilecektir." buyurmuştur. Bilmeli ki, ecir külfete göredir. Emri bil ma'rufu bir kimseye olan sadakati, sevgisi, müdâhenesi, bir kimseden itibar beklediği veya onun yanında i'tibannın devam etmesini istediği için elden bırakmamalıdır. Çünkü; ona olan sadâkat ve sevgisi kendisine bir hürmet ve hak icâbeder. Onun haklarından biri de kendisine nasihat etmek ve ona âhireti için yararlı işleri göstermek, zararlılarından korumaktır. İnsanın dostu ve ahBâbı, âhiretini ma'mur etmeye çalışan kimsedir. Velev ki bu hâl onun dünyası hakkında bir noksanlığa bâdı olsun. Düşmanı ise âhiretinin zayi olmasına veya noksanlığına çalışandır; isterse bu sebeble ona dünyası için bir nevi menfaat hâsıl olsun. İblisin bize düşmanlığı böyledir. Peygamberler (salevâtullahi ve selâmuhu aleyhim ecmain) mü'minlerin dostlarıdır. Çünkü onların âhiretlerine yararlı şeylere ve o şeyler için kendilerine yol göstermeğe çalışırlar. Kerim olan Allah'dan bizi, dostlarımızı ve sair müslümanları rızâsına muvaffak kılmasını dileriz. Bizlere cûd-u rahmetini teşmil buyursun.» Emri bil ma'rufu yapan kimsenin nezaket, rifk u mülâyemetle muamelede bulunması icâbeder. Zira maksada bu daha elverişlidir, İmâm Şafiî: «Bir kimse din kardeşine gizlice va'z ederse ona gerçekten nasihat etmiş ve onu ziynetlemiş olur. Aşikâre va'zeden ise onu muhakkak surette rezil etmiş ve batırmıştır.» demiştir. Nevevî ekseriyetle insanların emri bil ma'rufa karşı göz yumdukları şeylere misal olarak kusurlu bir malı satılırken gorüh de i'tirazda bulunmamalarım, o malın kurusunu müşteriye söylememelerini gösteriyor; bunun açık bir hatâ olduğunu söylüyor; ve: «Halbuki bilenin satıcıya i'ti-raz ve inkârda bulunmasının, müşteriye malm kusurlu olduğunu bildirmesinin vâcib olduğunu ulema nassan beyân etmişlerdir.» diyor. Münkerden nehyîn nasıl yapılacağını Resûlü Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadisde güzelce beyan etmiştir. Mezkûr beyandan anlaşıldığına göre bir kötülük gören kimse imkân bulursa onu eliyle men'edecektir. Buna gücü yetmiyorsa diliyle, bu da mümkün değilse kalbiyle mâni' olacaktır. Kalble mâni' olmanın ma'nası o şeyi kerih görmek, ondan tiksinmektir. Bu hakikatda bir kötülüğe mâ'ni olmak değilse de başkası elinden gelmediği için bizzarure onunla iktifa eder, Allahu â'lem bundan dolayı onun hakkında: «İmanın en zaifidir» buyurulmuştur. Yani kötülüğü değiştirme hususunda semeresi en az olan budur. Yoksa imanın en zayıfı yoldan eziyet veren şeylerin atılması olduğu yukarıda görülmüştü: Maamafih buradaki zaifliği mutlak bırakarak iki hadisin arasım bulmakda mümkündür. Bu takdirde eziyet veren şeyin atılmasiyle kötülüğü kalben değiştirmek birbirine müsavidir. Bundan daha zaif mertebe yoktur. Hatta kalben değiştirme daha da zayıftır. Bâbımızın hadisi hakkında Kâdi Iyâz şunları söylemiştir: «Bu hadis, münkerin nasıl değiştirileceğini beyân hususunda esastır. Mün-keri değiştiren kimseye düşen vazife, kavlen olsun fi'len olsun onu gideren herşeyle değiştirmektir. Meselâ; bâtıl bir şeyin âletlerini kıracak, içkiyi ya bizzat dökecek, yahut birine döktürecek; gasbedilen mallan ya bizzat gasıbdan alarak sahiplerine iade edecek yahud imkânı varsa başkasına emrederek bu işi yaptıracaktır. Münkeri değiştirirken câhil ile şerrinden korkulan kuvvet' sahibi zâlime karşı son derece yumuşak davranmalıdır. Çünkü bu şekilde hareket etmesi sözünün kabulüne daha ziyade yarar. Nitekim bu işi vazife olarak üzerine alan me'murun da ayni ma'na-dan dolayı salâh ve fazilet ehli olması müstehabtır. Şaşkınlığında devam edenle tembelliğinde israfa varan hakkında şiddet göstermelidir. Amma bunu yapmak için gösterdiği şiddetin, değiştirdiğinden, daha kötü bir mün-kere sebeb olmayacağından emin bulunması şarttır. Kendisi zâlimin tasallutundan mahfuz olmalıdır. Eğer zann-ı galibine göre o münkeri eliyle değiştirmek kendisinin veya başkasının öldürülmesi gibi daha şiddetli bir münkere sebeb olacaksa elle değiştirmekten vazgeçerek dil ile söylemeli, nasihat ve korkutma ile iktifa etmelidir. Şayet söylemenin o münker gibi bir münkere sebeb olacağından korkarsa kalbiyle değiştirmelidir. Hadis-den murad inşallah budur. Eğer emri bil ma'ruf hususunda yardım edecek bir kimse bulunursa, silâh çekmeye ve harbe müncer olmamak şartiyle yardım diler...» Bazılarına göre öleceğini dahi bilse münkere karşı behemahal sarih sözle i'tirazda bulunmak lâzımdır. Fakat bu kavil doğru değildir. Bu bâbda İmâmü'l-Haremeyn'de şöyle demektedir: «Mesele silah çekmeye ve harbe müncer olmamak şartiyle, lâfdan almayan büyük günah sahibini devletin tebaası efradı fi'len o günahdan men'edebilirler. İş harbe dayanırsa hükümdara havale edilir. Zamanının hükümdarı zâlim olur da zulmü meydana çıkar; ve yaptığı bu kötü hareketten sözle men'edüdiği zaman vazgeçemezse memleketin ileri gelenleri, silah çekme ve harbetme bahasına bile olsa onu hal' (Yani azil) için ittifak edebilirler...» Ancak İmâmü’l-Harameyn’ın bahsettiği bu hali' meselesi ulemâ arasında garib karşılanmış ve: «Bundan maksad: hükümdarın hal'i ile daha büyük bir fesad çıkacağından korkulmazsa o zaman hal'edilebilir; demektir.» şeklinde te'vil edilmiştir. Yine İmâmii'l-Haremeyn'in beyanına göre emri bil-ma'rufla vazifeli olan kimse mücerred zann üzerine evlere girip araştırma yapamaz. O ancak gördükleriyle meşgul olur. Ebû'l-Hasen Mârûdî araştırma meselesini ikiye ayırmaktadır: 1- İşlenen bir harama dair olup sonradan tedariki mümkün değilse araştırma caizdir. Meselâ: doğru söylediğine i'timâd ettiği bir zât: «Şu eve birisi bir adam kapadı; öldürecek.» Yahut: «Bir kadın kapadı; zina edecek» dese o evi aramak caizdir. Çünkü aranmadığı takdirde elden giden fırsatın tedarikine imkân yoktur. Bu aramayı yalnız devlet me'muru değil ahâli dahi yapabilirler. 2- Yukarıda söylenenlerden bir derece aşağı olan münkerattır. Bunlarda içeriye girerek araştırma yapmak caiz değildir. Meselâ: bir evden kötü kötü eğlence sesleri gelse içeride işlenen menhiyyatı men'etmek için eve girilemez; dışarıdan men'edilir. 187- Bize Ebu Küreyb Muhammed b. el-Alâ’ rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muâviye rivâyet etti. (Dedi ki): Bize el-A'meş, İsmail b. Recâ'dan, o da babasından, o da Ebû Said el-Hudri'den, bir de Kays b. Müslim'den, o da Tarık b. Şihâb'dan, o da Ebû Said-i Hudri’den Mervân kıssası ile Ebû Said'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den rivâyet ettiği hadisi hakkında (bundan önceki) Şu'be ve Süfyan hadisinin mislini rivâyet eyledi. İbaredeki Kays b. Müslim, İsmail b. Recâ’ üzerine ma'tuftur. Ma'na şudur: Bu hadisi el-A'meş, İsmail b. Recâ'dan, o da tarikin birinde Kays b. Müslim'den rivâyet etmiştir. Allahu a'lem. 188- Bana Amru'n-Nâkıd ile Ebû Bekir b. en-Nadr ve Abd b. Humeyd rivâyet ettiler. Bu lâfız Abd (b. Humeyd) indir. Dediler ki: Bize Yâkub b. İbrahim b. Sa'd rivâyet etti. Dedi ki: Bana babam, Salih b. Keysan'dan, o da el-Hâris'den, o da Ca'fer b. Abdillâh b. el-Hakem den, o da Abdurrahmân b. el-Misver'den, o da Ebû Râfi'den o da Abdullah b. Mes'ûd'dan naklen rivâyet eyledi ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar: «Benden önce Allah'ın hiç bir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o Peygamberin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tâbi' olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklari şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücâhede ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücâhede ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücâhede ederse o da mü'mindir, Amma bunun ötesinde imandan bir hardal danesi de yoktur.» Ebû Râfi' Dedi ki: — Ben bunu Abdullah b. Ömer'e anlattım da kabul etmedi. Derken İbn Mes'ud geldi ve Kanat (vadisine) indi. Abdullah b. Ömer onu ziyarete giderken beni de beraberine almak istedi. Ben de onunla beraber gittim. Oturduğumuzda İbn Mes'ud'a bu hadisi sordum. Onu bana, İbn Ömer'e anlattığım gibi anlattı. Salih: — Böyle bir hadis hakikaten Ebû Râfi'den rivâyet olundu; demiştir. 189- Bu hadisi bana Ebû Bekir b. İshâk b. Muhammed de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İbn Ebi Meryem haber verdi. (Dedi ki): Bize Abdülâziz b. Muhammed rivâyet etti. Dedi ki: Bana el-Hâris b. el-Fudayl el-Hatmiy Ca'fer b. Abdillâh b. el-Hakem'den, o da Abdurrahman b. el-Misver b. Mabrama'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in âzadlısı Ebû Râfi'den, o da Abdullah b. Mes'ûd'dan naklen Salih'in hadisi gibi haber verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar: «Hiç bir peygamber gelmemiştir ki, o peygamberin yolunda yürüyen ve sünnetini sünnet edinen bir takım havarileri olmasın.» Yalnız Ebû Râü', İbn Mes'ud'un gelişini ve İbn Ömer'in onunla buluşmasını zikretmemitir. Hadisin isnadında birbirinden rivâyette bulunan dört dane tabiî bir araya gelmiştir ki, nâdirattan sayılır. Bunlar: Salih, Haris, Cafer ve Abdurrahman'dırlar. Ümmet: Bir peygamberin tabileri ve ashabı den. iktir. Bazen peygamberin dine da'vet ettiği kimseler ma'nasında umumi olarak kullanılır. Bu takdirde ümmetin ma'nasında kâfirler de dâhil olduğundan müslümanlara ümmet-i icabet, kâfirlere ümmet-i dâ'vet denilir. Maamafih ekseriyetle birinci ma'nada kullanılır. Havârî: Yardımcı, hâlis ve çamaşırcı ma'nalanna gelir. Burada havarilerden murâd; lügat ulemasından Ezheri ile diğer bazılarına göre peygamberlerin en yakın ve her türlü kusurdan azade dostlarıdır. Bir tamamları: «Havariler, peygamberlerin yardımcılarıdır...» demiş; başkaları mücahidler ma'nasına geldiğini söylemişlerdir. «Havariler, peygamberlerden sonra onların yerine halife olabilecek kimselerdir.» diyenler de olmuştur. Bu hadis zahiren; «Bir peygamber gelir onunla bir veya iki kişi beraber olur; başka bir peygamber gelir; onunla beraber kimse yoktur.» hadisine muarız görünürse de hakikatta aralarında muâraza yoktur; çünkü buradaki hadisden murad ekseriyettir. Yani ekseriyet itibariyle her peygamberin ümmetinden havarileri vardır; demektir. Yahut ibareden sıfat hazfedümiştir. Ma'na: Tâbi'leri bulunan hiç bir peygamber yoktur ki, ümmetinden havarileri olmasın; demektir. Bazıları: «Bu hadis Nebiler hakkındadır. Tabiî bulunmayanlardan bahseden hadis ise Resule mahsustur.» diyerek iki hadisin başka başka ma'nalar taşıdığını iddia etmişlerdir. İbarede atıf harflerinden (sümme)nin kullanılması, Peygamberlerin sünnetlerinin değiştirilmesi; kendilerinden çok zaman sonra olduğuna ten-büı içindir. Rütbede uzaklık bildirmek için kullanılmış olması da caizdir. (Sümme)’den sonra gelen zamîr, nahiv ulemâsının «zamir-i kıssa» namını verdikleri zamirdir. Bu zamirle müzekkere işaret edilirse ona «zamir-i sân» derler. Mânâ şudur: Bilahare bu selef-i salibinin ardından Öyle kötü bir nesil gelir ki, bunların diyanetten hiç bir nasibi olmaz. Hulûf: Halfin cem'idir; ve arkadan gelen kötü nesil manasınadır, Halef ise hayırh nesil demektir. Meşhur olan bu ise de lisân ulemâsından bir çokları bahusus Ebû Zeyd: «Bu kelime ister halef ister half okunsun, hayırlı ve hayırsız nesil manasında kullanılır» demişlerdir. Bazıları kötü nesil ma'nasına kelimenin (Halef) okunabileceğini, fakat; hayırlı nesil manasına (Halh) şeklinde okunamayacağını ileri sürmüşlerdir. Kanaat: Medine-i Münevvere'de bir vadidir. Kenarında Medinelilerin malları vardır. Bu kelime bâzı esas nüshalarda buradaki gibidir; ve hem alem, hem müennes olduğu için gayri munsariftir. Fakat ekseriyetle esas nüshalarda ve Müslim'in ekseri râvileri tarafından: t şeklinde zabtolunmuştur. Finâ' avlu içi ma'nasınadır. Kâdi Iyâz Semerkandî'nin rivâyetinde kelimenin (kanâat) olduğunu söylemi ştirki, doğrusu da odur; finâ' rivâyeti hata ve tasniftir. Sâlih'in: «Böyle bir hadis hakikaten Ebû Râfi'den rivâyet olundu.» sözü üzerine Kâdi Iyâz (rahimehüllah) şunları söylemiştir: Bunun ma'nası şudur: Salih b. Keysân senedde İbn Mes'ud'u hiç zikretmeden: bu hadis Ebû Râü'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen rivâyet olunmuştur; demiştir. Filvaki' Buhârî bu hadisi tarihinde muhtasaran: Ebû Râfi'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den diyerek rivâyet ekmiştir. Ebû Aliy el'-Ceyyânî, Ahmed b. Hanbel'in: «Bu hadis mahfuz değildir. Hem bu söz İbn Mes'ud'un sözüne benzemiyor. İbn Mes'ud: «Benimle buluşuncaya kadar sabredin, diyor.» dediğini söylemiştir. İbn Salâh da diyor ki: «Bu hadisi Ahmed b. Hanbel (rahimehüllah) inkâr etmiştir. Amma onu el-Hâris'den hep mevsuk râvilerden müteşekkil bir cemaat rivâyet etmiştir. Zaif râviler hakkında yazılan kitaplarda biz El-Hâris'in zikredildiğini görmedik. İbn Ebi Hatim’in kitabında Yahya b. Main'den naklen onun sika olduğu söyleniyor. Sonra el-Hâris bu hadisi yalnız başına rivâyet etmemiştir. Salih b. Keysan’ın sözünün de işaret ettiği ve-cihle onun tabileri de vardır. İmâm Dâre Kutnî merhum «Kitâbü’l-ilel» adlı eserinde bu hadisin başka yollardan da rivâyet edildiğini, bunlardan birinin Ebû Vâkıd el-Leysî yolu olup İbn Mes'ud'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklettiğini zikretmiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'in: «Benimle buluşuncaya kadar sabredin!» demesi münkeri inkârdan dolayı kan döküleceği yahud fitne baş göstereceği veya benzeri bir hadise meydana geleceği içindir. Bu hadisde bozgunculara karşı elle ve dille cihada teşvik buyurulması fitne çıkmasına sebeb olmayacak yerlere mahsustur. Şu da var ki, bu hadis geçmiş ümmetler hakkındadır. Onun lâfzında bu ümmetin zikri geçmemiştir. İmâm Nevevî bütün bu kavilleri zikrettikden sonra: «İmâm Ahmed merhumun bu hadise dokunması şaşılacak şeydir.» der. Hadisin sonundaki: ibaresini Harirî «Dürretü’l-Gavvas» nâm eserinde inkâr etmiş ve: denilmeyip denileceği iddiasında bulunmuşsa da Cevheri bunun denilebileceğini Sıhâh » ında beyân etmiştir. |