12- Tevhid Üzere Ölen Kimsenin Kati Olarak Cennete Gireceğine Delil Bâbı 145- Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe ile Züheyr b. Harb — ikiside — İsmail b. İbrahim'den rivâyet ettiler. Ebû Bekir dedi ki: Bize İbn , Halid'den rivâyet etti. Dedi ki: Bana el-Velid b. Müslim, Humrân'dan , o da Osman'dan naklen rivâyet etti. Osman-Şöyle dedi: — Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölürse cennete girecektir.» buyurdular. Bu hadîs muhtelif râviler tarafından muhtelif lâfızlarla- rivâyet olunmuştur. Bu sebeble selef arasında bir çok hataya düşenler olmuşsa da ehl-i tahkik ulemaya göre bütün rivâyetlerin ma'naları birdir. Buradaki hadîsle emsalinin ma'naları hakkında Kâdi Iyaz’ın verdiği ma'lûmatı Nevevî pek beğenmiş; ve hulâsasını Müslim şerhinde nakletmiştir, Kâdi Iyaz (rahimehüllah) şöyle demektedir: Allah ve Resûlüne şehâdet getirerek imân edenlerden Allah'a âsî olanlar hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Binnetice Mürciei taifesi. «İmâm bulunan âsiye günah işlemek zarar etmez,» demiş; Haricîler: «Bilakis günah işleyen kâfir olur,» iddiasında bulunmuş- Mu'tezile: «Asî büyük günah işlerse dinden çıkar; fakat kâfir olmaz. Böylesine fâsik denilir.» mütalaasını ileri sürmüş; Eş'ariler de: «Âsî Allah'ın afvine mazhar olmasa hile yine mü'mindir. Azâb olun fakat sonunda mutlaka cennete girer» demişlerdir. Bu hadîs Hâricilerle Mu'tezile aleyhine delildir. Mürcie'ye geline Eğer onlar da bu hadîsin zahiri ile istidlal ederlerse kendilerine şöyle deriz: Hadîs; ya o âsinin günahı affedilecektir, yahud şefaat sayesinde cehennemden çıkarak cennete girecektir diye te'vil olunmuştur. Binaenaleyh Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: «Cennete girer» buyurması cehennemde azâb olunarak cezasını çektikten sonra girer ma'nasına gelir.» hadîsi böyle te'vil etmek behemehal lâzımdır. Aksi takdirde şeriatın delilleri birbirlerini nakzetmiş olurlar. Çünkü bazı âsîlerin azâb olunacağına dair bir çok deliller vardır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: «Bilerek ölürse...» buyurmuş olması Mürcie taifesinin taşkınlarına bir cevab-ı reddir. Bunlar: «Allah ve Resûlüne şehâdet getiren kimse kalbinden inanmasa bilb cennete girer.» derler. Halbuki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer bir hadîsde: «Allah ve Resûlü hakkında hiç bir şüpheye düşmeyerek...» buyurmuş; ve bununla kalben i'tikadın lüzumunu beyan etmiştir. Bu da bizim söylediklerimizi te'kid eder. Mürcie'nin: «İmân etmiş olmak için mücerred kalbin Allah'ı bilmesi kâfidir; iki kelime-i şehâdeti getirmeye lüzum yoktur» diyenleri de bu hadîsle istidlal ederler. Çünkü hadîsde yalnız bilmek zikredilmiştir. Ehl-i Sünnetin mezhebine göre: İki şehâdet ile kalbin Allah'ı bilmesi birbirine bağlıdır. Biri bulunur da diğeri olmazsa o imanın bir faydası yoktur, sahibini ebedî cehennemden kurtaramaz. Bundan ancak dilinde sakatlık olduğu için konuşamayanlarla şehâdetleri getirmeye vakit bulamadan ölenler müstesnadır. Onların' imanı sırf kalblerinin tasdikiyle mu'teberdir. Ehl-i Sünnet ve’l-cemaata muhalefet eden Mürcie'nin bu bâbta delili yoktur. Çünkü burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen cennete girer.» buyurmuş; fakat başka hadîslerde: «Her kim Allah'dan başka ilâh yoktur, derse...» ve; «Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resûlüllah olduğuma şehâdet ederse,'..» buyurarak mezkûr hadisden neyi kaydettiğini tefsir eylemiştir. Eu hadîsin emsali çoktur. Bunların lâfızları muhtelif ise de ma'naları hususunda ehl-i tahkik ulemanın ittifakı vardır. Meselâ: hadîs burada bu lâfızlarla gelmiş; ama Muâz (radıyallahü anh)'ın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den rivâyetinde: «Her kimin son sözü «lâ ilahe illallah» olursa o kimse cennete girecektir,.» buyurulmuş; yine onun bir rivâyetimde: Her kim Allaha hiç birşeyi şerik koşmayarak kavuşursa Cennete girecektir, denilmiş başka bir rivâyette: «Eğer bir kul Allah'dan başka ilâh olmadığına; Muhammed'in de Resûlüllah olduğuna şehâdet ederse Allah onu cehenneme haram kılar» buyurulmuştur. Bunun bir benzerini de Ubâdetü'bnü's-Sâmit ile Itbân b. Mâlik rivâyet etmişlerdir. Ebû Hüreyre hadîsinde: «Bu iki şehâdetle bir kul – (Bunlarda hiç şüphe etmeyerek) Allah'a kavuşursa zina da etse, hırsızlık da yapsa mutlaka cennete girer.» buyurulmuş. Enes hadîsinde: «Allah'dan başka ilâh yoktur diyerek bununla Allahü teâlâ’nın rizasını dileyen kimseyi Allah cehenneme haram kılar» ifâdesi kullanılmıştır. Bu hadîslerin hepsini Müslim (rahimehüllah) kitabında sıralamıştır İçlerinde Saîd b. el-Müseyyeb de bulunmak üzere seleften bir cemaatin; «Bu hadîsler farzlarla emir ve nehiyler nâzil olmazdan önce şerefsâdır olmuşlardır.» dedikleri hikâye edilir. Bazıları: «Bu hadîsler mücmeldir; şerh ve izaha muhtaçtır.» demiş ve bunların ma'nası: «Her Mm şehâdet getirirde onun hakkım ve farzını edâ ederse» demektir şeklinde izahta bulunmuşlardır. Hasan-ı Basri'nin kavli budur. Hatta: «Bu hadîsler pişman olarak levbe eden ve arkasından bu halde ölen hakkındadır.»'diyenler bile vardır. Buhari'nin kavli de budur. Bütün bu te'viller hadîsler zahir ma'nalarına hamledildiğine göredir. Vârid oldukları yerlere göre ise muhakkıkin-i ulemanın beyanına göre te'-villeri nıüşkil değildir. Evvela şunu söyleyelim ki: Bütün ehl-i sünnet mezhebine mensub selef-i sâlihin ile muhaddisîn, fukaha ve mütekellimînden ehl-i sünnet mezhebinde bulunan Eş'arilere göre günah sahipleri Allah'in meşi'etine kalmışlardır. Kalbden gelen bir ihlâs ve samimiyetle iki şehâdeti getirerek imanla ölen herkes cennete girecektir. Eğer tevbe etmiş veya hiç günah işîememişse Rabbi'nin rahmetiyle cennete girer ve cehenneme tamamen haram olur. Vârid olan iki şehâdet lâfzını bu sıfattaki insanlara hamledersek ma'na zahirdir. Hasan-ı Basri ile Buhârî'nin yaptıkları te'vilin ma'nası budur. Şayet ölen kimse Allah'in vâcib kıldığı bir şeyi yapmamak veya haram kıldığı bir şeyi yapmak suretiyle ibâdetle isyanın her ikisini yapanlardan ise böylesi Allah'ın meşietine kalmıştır. Onun hakkında cehenneme haramdır. Veya Cenneti hak etmiştir diye peşin bir hüküm verilemez. Yalnız eninde sonunda cennete gireceği kat'iyetle söylenebilir. Bundan Önceki hâli Allah’ın rneşietine bağlıdır. Dilerse günahı mukabilinde onu azâb eder; dilerse fadlu keremiyle afv buyurur. Bu hadîslerin her birinin müstakil olması da mümkündür. O halde aralan bulunur; ve cenneti hak etmeden murad: yukarıda beyan ettiğimiz vecihle her muvahhid mü'minin yâ affa mazhar olarak derhal, yahud cezasını çektikten sonra cennete gireceğine, ehl-i sünnetin icmâı bulunmasıdır. Cehenneme haram olmak ta'birinden murad; orada ebedî kalmamaktır. Bu iki meselede Hâricilerle Mu'tezile muhaliftir. «Her kimin son sözü lâ İlahe illallah olursa cennete girer.» hadîsi son nefeste bunu söyleyenlere mahsus da olabilir. Bu takdirde evvelden günah işlemiş bile olsa kelime-i tevhid, Allahü teâlâ'nin rahmetine ve o kimsenin doğrudan doğruya cehennemden kurtulmasına; cehennemin ona haram kılınmasına sebeb olur. Fakat son nefesinde kelime-i tevhidi söyleyemeyen günahkâr mü'minlerin hali böyle değildir. Bu hadîs gibi Ubâde'den rivâyet edilen hadîsin hükmü ve mu-vahhîdin, cennetin hangi kapısından isterse gireceği, meselesi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in buyurduklarım söyleyerek, iki şehâdeti, hadîsde vârid olan imanın hakikatiyle birlikte getiren kimseye mahsus olur. Böylesinin sevabı günahlarından çok olur da, inşaallah afv-u mağfireti ve doğrudan cennete girmeyi hak eder. Allahü a'lem, Kâdi Iyaz’ın sözü burada sona eriyor. Nevevî bu Eözün son derece güzel olduğunu söyledikten sonra kendi mütalaasını beyana geçerek şunları söylüyor: «Kâdı'nin, Îbm'l-Müseyyeb ile başkalarından hikâye ettiği şeylere gelince: bunlar zaif, bâtıl sözlerdir. Çünkü mezkûr hadîslerin bazısını Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet etmiştir. Halbuki Ebû Hüreyre'nin müslüman oluşu geçtir. O bilittifak Hayber vak'ası yılında müslüman olmuştur ki, o zamana kadar şeriatın hükümleri yerini bulmuş, dinî vecîbelerin ekserisinin farziyyeti istikrar kesbetmiş namaz, oruç, zekât ve sair ahkâmın farziyeti tekarrur etmişti. Haccın beşinci veya altıncı sene farz kılındığına kail olanların kavline göre — ki bu kavil dokuzuncu yılda farz oldu diyenlerin kavline tercih olunur — hacc da Öyledir. Mücerred şehâdet getirmekle cennete girileceğini ifâde eden hadîslerin bu zahirî ma'nalarını te'vü hususunda Ebû Amr İbn Salâh daha başka bir mütalaa serd etmiş ve: «Noksan rivâyetin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den değil, belleyiş ve zabıt kifayetsizliği sebebiyle bazı râvilerden neş'et etme bir kusur olması caizdir. Hadîsin başka rivâyette tam olarak zikredilmesi de bunu gösterir...» dedikten sonra sözüne şöyle devam etmiştir: «Mamafih bunun, putperest kâfirlere hitab ederken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılma bir kısaltma olması da caizdir...» Ancak Müslim sarihlerinden Muhammed el-Übbî, râvilerin kısaltma yapma ihtimalini pek vârid görmüyor. Çünkü bu hadîsleri ashâb-ı kirâmdan yedi, tabiîn hazerâtından da on zâtın rivâyet etmiş olması toptan böyle bir kısaltma yapma ihtimalini zayıflatmaktadır. Ona göre Hazret-i Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın bu hadîsi müslüman olmazdan evvel işitmiş hıfzetmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. 146- Bize Muhammed b. Ebû Bekir el-Mukaddemi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Bişrü'bnü'l Mufaddal rivâyet eyledi. (Dedi ki): Bize Hâlid el-Hazzâ' el-Velid Ebû Bişr'den naklen rivâyet etti. Dedi ki: Humrân'i şunları söylerken işittim. — Osman'ı: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i aynen bu hadîsin mislini söylerken işittim: derken duydum. 147- Bize Ebû Bekir b. en-Nadr b. Ebû'n-Nadr rivâyet etti. Dedi ki: Bana Ebû'n-Nadr Haşini b. el-Kâsım rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah el-Eşcai , Mâlik b. Miğvelden, o da Talha b. Mûsarrifden o da, Ebû Salih'den o da Ebû Hüreyre'den naklen rivâyet eyledi. Ebû Hüreyre şöyle dedi: — Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir yolculukta beraberdik. Derken cemaatin yiyecekleri tükendi. Hatta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yük develerinden bazılarını boğazlamayı düşündü. Bunun üzerine Ömer: — Ya Resûlallah! Cemaatin yiyeceklerinden ne kaldı ise bir yere top-lasan da onların üzerine Allaha duâ buyursana! dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Öyle yaptı. Artık buğdayı olan buğdayını, hurması bulunan hurmasını getirdi. Talha diyor ki: — Mücâhid: — Çekirdeği olan da çekirdeğini (getirdi.) dedi. Ben: — Bu çekirdekleri ne yapıyorlardı? dedim. — Onlan emiyor, üzerine de su içiyorlardı, dedi. Ebû Hüreyre Dedi ki: — Müteakiben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) toplanan şeyler üzerine duâ etti. Neticede cemaat yemek kaplarım doldurdular. O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resûlüllah olduğuma şehâdet eylerim. Eğer bir kul bu iki şehâdet hususunda hiç bir şüpheye düşmeyerek bunlarla Allah'a kavuşursa mutlaka cennete girer.» buyurdular. Bu hadîsle bundan sonraki hadîsin isnâdlarını Dâre Kutni illetlendirmiştir. Bu hadîsin illeti: Ebû Üs'âme ile başkalarının, Ebeydulîah el-Eşcai'ye muhalefet ederek onu Mâlik b. Miğvel'den o da Talha'dan, o da Ebû Salih'den mürsel olarak rivâyet etmeleridir. Müteâkıb hadîsi ise A'meş'den rivâyetinin ihtilâfla olması ile illetlendirmiştir. Çünkü ayni hadîsin isnadı hakkında: A'meş'den, o da Ebû Salih'den, o da Câbir'den naklen rivâyet etti.,.» dahi denilmiştir. Bir de A'meş o hadîs hakkında şüphe edermiş. Fakat Ebû Amr İbn SalU Dâre Kutni'nin bu İki istidrâkini — Buhârî ile Müslim üzerine yaptığı ekseri istidrakleri gibi— onların isnadlarına ta'n saymakda ve mezkûr ta'nın hadîslerin metinlerini sahih olmaktan çıkaramayacağını söylemekte sözüne şöyle devam etmektedir: «Çünkü hadîsin mürsel oluğu senedine dokunsa bile sıhhatına dokunmaz. Bir hadîsi mu'temed râvilerden bazısı mevsûl olarak rivâyet eder; bazısı da mürsel bırakırsa, o hadîs ehl-i tahkik ulemaya göre mevsûl hükmündedir. Zira buradaki ziyade sika râvinin ziya-desidir. Sikanın ziyadesi ise makbuldür. Bundan dolayıdır ki Dâre Kutni'nin istidrâkine cevap veren Hafız Ebû Mes'ud İbrahim b. Muhammed: Eşcaî sika ve mücevvid'dir.» demiştir. Zaten bu hadîsin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den sübut bulmuş bir aslı vardır. Onu A'meş müsned olarak rivâyet etmiş Yezid b. Ebû Ubeyd ile İyâs b. Selemete’l-Ekvâ'da Seleme'den rivâyette bulunmuşlardır. Ayni hadîsi Buhârî, Seleme tarikiyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den rivâyet eylemiştir. A'meş'in şekkine gelince: bu şüphe hadîsin metnine dokunamaz. Çünkü sahâbi olan râvinin kim olduğunu ta'yin hususundadır. Sahabe (radıyallahu anhüm)'ün hepsi âdildirler. Dâre Kutni'ye, İmâm Nevevî iki vecihle cevap veriyor: 1- Mu'temed râvilerden bazısının mevsûl, bazısının mürsel olarak rivâyet ettikleri hadîs, sahih kavle göre mevsûl hükmündedir. Mevsûl rivâyetin râvi sayısının mürsel rivâyetteki râvilere müsavi veya daha az olmasının da bir ehemmiyeti yoktur. 2- Hadîs ulemasına göre bir râvi: «Bana ya filan yahud filan rivâyet etti.» dese, zikrettiği râvilerin ikisi de mu'temed oldukları takdirde o hadîsle bilittifak ihticâc olunur. Çünkü maksad, ismi verilmek suretiyle sika bir zattan rivâyette bulunmaktır. Burada da öyledir. Bunun bir kaide olduğunu Hatib-i Bağdadi «el-Kif âye» nâm eserinde zikretmiştir. Şâir ulema dahi mezkûr kaideye temas etmişlerdir. Binaenaleyh sahâbi olmayan râviler hakkında hüküm bu olunca sahabiler hakkında da ayni hükmün sabit olacağı evleviyette kalır. Zira ashâb-ı kirâmın hepsi âdildirler. Onları ta'yin etmekte bir fayda mülahaza edilemez. cümlesindeki «Hamail» kelimesi «Cemâil» geklinde de rivâyet olunmuştur. Kâdi Iyaz doğrusu «Hamail» olduğuna kat'iyetle hükmetmiş; hatta «Cemâil» rivâyeti bulunduğunu hiç anmamıştır. Buna mukabil bazıları «Cemâil» rivâyetini tercih etmişlerdir. İbn Salâh iki rivâyetin de doğru olduğunu söylemiştir. Hamail: Hamulenin cem'idir. Hamule: Yük taşıyan devedir. Cemâil: Cimâlenin cem'idir. Cimâle de cemel'in cem'idir. Cemel: Erkek deve demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bazı yük develerini kesmeyi hatırından geçirmesi, maslahata riâyet gerektiğini, mühimmin karşısında daha ehemmin tercih edileceğini, büyük zararı önlemek için küçük zarara katlanmak lâzım geldiğini anlatmak içindir. ihâresi bütün esas nüshalarda böyledir. İbn Salâh diyor ki: «Ezvide: zâdın cem'idir. Zâd (yani yiyecek) ise doldurulmaz. Ancak onunla kaplar doldurulur. Bence bunun hail çaresi: cemaat yiyecek kaplarını doldurdular» ma'nasına almaktır. Bu takdirde ibareden muzâf atılmış; onun yerine muzâfun ileyh konulmuştur. Mamafih kaplara, içlerindeki yiyeceklerin ismi de verilmiş olabilir.» buna mecaz bil mucâvere derler. 148- Bize Sehl b. Osman ile Ebû Küreyb Muhammed b. el-Alâ' ikisi birden Ebû Muâviye'den rivâyet ettiler. Ebû Küreyb dedi ki: Bize Ebû Muâviye A'meş'den o da Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den yahud Ebû Said'den — burada A'meş şekketmiştir — naklen rivâyet etti. Ebû Hüreyre yahud Ebû Said Şöyle dedi: — Tebük gazası vuku' bulduğu zaman halka şiddetli açlık isabet etti. — Yâ Resûlallah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi boğazlasak ve onları hem yesek hem yağlarını kullansaka! dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): Öyle yapın! buyurdu. Derken Ömer geldi. Ve: — Yâ Resûlallah! Bu işi yaparsan binilecek hayvan azalır; öyle yapacağına bu zevatı yiyeceklerinin fazlasını getirmeğe da'vet et. Sonra onlar için o yiyeceklere bereket ihsan buyurmasını Allah'dan niyaz eyle ola ki Allah onlarda bereket halk eyleye, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Evet (Haklısın)» buyurdu. Ve hemen-deriden bir yaygı getirerek onu yaydı. Sonra herkesin yiyeceğinden fazlasını getirmesini istedi. Râvi diyor ki: — Artık kimisi bir avuç mısır, kimisi bir avuç hurma, öteki bir çacık bir şey getirmeye başladı. Nihayet bunlardan deri yaygının üzerifl-de az bir şey toplandı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'de bu toplanan şey üzerine bereket duasında bulundu. Sonra: — Kaplarınıza (bundan) alın, buyurdu. Halk derhal kaplarına (yiyecek) aldılar. O derecede ki, asker arasında doldurmadık bir tek kap bırakmadılar. Müteakiben doyuncaya kadar yediler. Bir hayli yiyecek de arttı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): buyurdular. «Allah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resûlüllah olduğuma şehâdet ederim. Eğer bir kul, şüphe etmemek şartıyla Allah'a bu iki şehâdetle kavuşursa cennet (e girmek) ten men' olunmaz.» buyurdular. Tebük, Şam ile Medine arasında yarı yolda bulunan bir şehirdir. Medine'den on dört konak uzaktadır. Bir rivâyete göre Tebük gazasına Yahûdilerden bir cemaat sebeb olmuştur. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelerek: «Yâ Ebe'l-Kâsım, eğer peygamberlik iddiasında doğruyu söylüyorsan, hemen Şam'a git, çünkü Şam peygamberler ve mahşer diyarıdır.» demişler; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de buna inanarak ordusu ile yola çıkmıştı. Maksadı yalnız Şam'a gitmekti. Fakat Tebük'e vardığı zaman Teâla Hazretleri: "Az daha seni bu yerden çıkarmak için İ2'âc edeceklerdi..." âyet-i kerimesini indirdi ve Yahûdilerin su-i kasd yapmak istedikleri anlaşıldı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye döndü. O sene Hicâz'da müdhiş bir sıcak ve açlık vardı. Diğer bir rivâyete göre bu gazaya sebeb: Bizanslıların büyük bir ordu ile müslümanlarm üzerine hareket halinde oldukları şâyiasıdır. Bu haberin tahkikine imkân bulunamadığı için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) derhal hazırlanarak yola çıkmıştı. cümlesinin asıl ma'nası: «Ya Resûlallah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi boğazlasak ve onları hem yesek hem yağlansak a» demektir. Ancak buradaki yağlanma ta'birinden maksad araplarca ma'ruf olan yağlanma değil, iç yağlarından istifade etmektir. Nevâdıh: Nâdıha'nın cem'idir. Nâdıha: Üzerine su yüklenen dişi devedir. Erkeğine nâdıh derler. «Bize izin verirsen», «Müsaade buyurursan» gibi sözler büyüklere karşı gösterilecek en güzel terbiye ve nezâket örnekleridir. Büyüklere emir sîgası kullanarak: «Şunu yap» dememelidir. Deriden yapılan yaygı ma'nasına. gelen nita' kelimesi: nata', nat' ve nif şekillerinde de okunabilir. 149- Bize Dâvûd b. Ruşeyd rivâyet etti. (Dedi ki): Bize el-Velim ya'nî İbn Müslim, İbn Câbir'den naklen rivâyet etti. İbn Câbir Dedi ki: Bana Umeyr b. Hânî' rivâyet etti. Dedi ki: Bana Cünâdetii-bnü Ebî Ümeyye rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ubâde-tü'bnü's-Sâmit rivâyet eyledi. Dedi ki: — Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): Her kim şeriki olmayan bir tek Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Peygamberi olduğuna İsa'nın Allah'ın kulu, kadın kulunun oğlu ve Meryem'e ilkâ ettiği kelimesi ve Allah'dan bir ruh olduğuna, Cennetin hak, cehennemin de hak olduğuna şehâdet ederim derse Allah onu cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.» buyurdular. İmâm Nevevî diyor ki: «Bu hadîsin mevkî pek büyüktür. Akaide şâmil olan hadîslerin en cem'iyetlisi yahud en cemi'yetlilerinden biri budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birbirlerinden ayrı muhtelif inançlarda bulunan bütün küfür milletlerinden sâdır olan küfür şekillerini bu hadîsde toplamış; ve başkalarına uymayan taraflarını şu bir kaç harfle ihtisar edivermiştir. Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'a kelime adını vermesi: sair Âdem oğulları hilâfına babasız doğduğu içindir. Zira İsa (aleyhisselâm) sırf bir kelimesiyle olmuştur. Herevi Şöyle deditir Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'a Kelime adı verilmesi kelimesi sebebiyle dünyaya geldiğindendir. Nitekim (rahmete sebeb olduğu için) yağmura da rahmet derler. Teâlâ Hazretlerinin onun hakkında: «Allah'dan bir ruhtur» buyurması «Allahdan bir rahmettir» ma'nası-nadır. İbn Araf e: «Bunun ma'nası şudur: tsa babadan meydana gelmiş değildir. Allah annesine ruhu üfürmüştür» demiş; başkaları: «Bu sözün ma'nası: Allah tarafından yaratılmıştır: demektir.» mütâ-leasında bulunmuşlardır. Bu takdirde İsâ (aleyhisselâm)'ın Allah'a izafeti Nâkatullah ve Beytullah izafetlerinde olduğu gibi teşrif izafetidir. Yoksa bütün âlem Allahü teâlâ'nındır. O'nun tarafından yaratılmıştır.» Bu hususta Kâdi Iyâz da şunları söylemektedir: « İsâ (aleyhisselâm)'a kelime denilmesi, Allah'ın kelimesi sebebiyle dünyaya geldiği içindir. Sonra bu kelime hakkında ihtilâf olundu. Bazılarına göre «Ol» kelimesidir. Bir takımları; bu kelime Melek tarafından Hazret-i Meryem'e müjde olarak söylenen kelimedir.» demişlerdir, ilka'ın ma'nası; vermektir. Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm)'a Rûhullâh denilmesi, onun Cibrîl (Aleyhisselâm) tarafından annesinin gömleğinin yenine üfürülen emr-i ilâhîden vücud bulmasındandır... Ruhdan murad; hayattır; diyenler olduğu gibi: kendisine tâbi' olanlara burhan demektir; mütâleasında bulunanlar da vardır.» Ulemadan bazılarının beyanına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında: «Allah'ın kulu ve Resûlü» denilmesi hıristiyanlarla Yahûdilere ta'riz içindir. Çünkü Hıristiyanlar Hazret-i İsâ'nın peygamberliğini iddia etmekle beraber teslise yani üçlü ilâh'e kail olduklarından Hazret-i Îsâ'yı Allah tanırlar. Yahûdiler ise Hazret-i Îsâ'nın peygamberliğini inkâr ile annesine zina iftirasında bulunurlar. Rivâyete nazaran hıristiyan büyüklerinden biri Kur'ân okuyan bir zâtı: Isâ Allah'ın Meryem'e tevdî' ettiği bir kelimesi ve Allah'dan bir ruhtur. » âyet-i kerimesini okurken işitmiş; ve: «İsâ Allah'ın Meryem'e tevdi' ettiği bir kelimesi ve Allah'dan bir cüz' olduğunu gösteriyor...» demiş. Orada bulunanlar arasında Hasan b. Ali b. Vâfid de varmış. Hıristiyana cevap vererek: «Hak Teâlâ Hazretleri» — «Allah göklerde ve yerde kendi (halkettikleri)nden neler varsa hepsini sîzin emrinize âmâde kıldı. buyuruyor. Eğer (ondan bir ruh) ta'birinden İsa'nın Allah'dan bir cüz' olması lâzım geliyorsa göklerde ve yerde bulunan her şeyin de ondan birer cüz olması icâbeder, halbuki buna kail olan yoktur. Binaenaleyh (Ondan bir ruh) ta'birinden murad; olsa olsa onun halk ve icâd ettiği şeylerdir;» demiş. Bunun üzerine hıristiyan derhal müslüman olmuş. Bu hadîs, müslüman olmak için kelime-i şehadet getirmeyi şart gibi gösteriyorsa da Müslim Sarihlerinden el-Übbî bunun şart olmadığını: «Allah bîrdir Muhammed Resûlüllah'dır.» demekle de İslama girileceğini söylüyor. 150- Bana Ahmed b. İbrahim ed-Devraki rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Müheşşir b. İsmail, Evzâî'den, o da Umeyr b. Hânî'den naklen bu isnadda bunun gibi bir hadîs rivâyet etti. Ancak o: «Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre Cennete koyar.» dedi. «Cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.» cümlesini zikretmedi. «Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre cennete koyar.» cümlesinden murad, imâm Nevevî'ye göre; netice i'tibariyle demektir. Yukarıda görüldüğü vecihle büyük günahları varsa o kimse Allah’ın meşietine bağlıdır. Azâb görse bile neticede yine cennetlik olur. 151- Bize Kuteybetü'bnü Said rivâyet etti. Dedi ki: Bize Leys, İbn Aclân'dan,. o da Muhammed b. Yahya b. Habbân'dan, o da İbn Muhayriz’den, o da Sunâbihi' den, o da Ubâdetü'b-nü's-Sâmit'den naklen rivâyet etti. Sunâbihî Şöyle dedi: — Ubâdetü'bnü's-Sâmitîn yanına girdim. Kendisi Ölüra hâlinde idi. (Bunu görünce) ağladım. — Dur bakalım, niçin ağlıyorsun? Vallahi benden şahidlik istense senin için mutlaka şahidlik ederim. Bana şefaat hakkı verilse senin için mutlaka şefaatte bulunurum. Gücüm yetse sana mutlaka faydalı olurum, dedi. Sonra şunları söyledi: — Vallahi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, içinde sizin için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivâyet etmiş olmayayım. Yalnız bir tek hadîs müstesna! Onu da sizlere bu gün, son demimi yaşarken söyleyeceğim. Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: «Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şehâdet getirirse Allah o kimseye cehennemi haram kılar.» buyururken işittim. Hazret-i Sunabihi'nin ağlaması ya gördüğü Ölüm ızdırabına yahud bundan sonra Ubâde (radıyallahü anh)'dan istifâde edemeyeceğine hamledilirse de en münasibi, huzur-ı ilâhiye çıkılacağını hatırladığı için ağlamış olmasıdır. «Mehlen» Bana mühlet ver; müsaade buyur; manâsında kullanılan ve fiilinin yerini tutan bir masdardır. Müfred, tesniye ve cem'i ile müzekker ve müennes halleri hep ayni şekilde kullanılır. «fçinde sizin için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivâyet etmiş olmayayım.» ifâdesinin mefhumu muhalifinden anlaşılan mâna —ki içinde hayır bulunmayan hadîslerdir— muhataplara nis-betledir. Yoksa her hadîsde hayır vardır. Hadîs-i şerifin bu cümlesinden pek âlâ anlaşılıyor ki rivâyeti gizlenen hadîslerin teklif yani emir ve nehiy ifade eden, delillerden olmamaları icabeder. Bu bâbta Kâdi Iyâz şunları söylemektedir: «Bu hadisde Ubâdetü'bnü'-s-Sâmit'in zarar ve fitneye sebeb olacağından korktuğu ve her aklın kaldıramayacağı bir şeyi gizlediğine delil vardır. Bu gizleme amel icâbetmeyen ve içinde hudud-i şeriy-yeden bir hadd bulunmayan hadisde olur. Bunun gibi bir amel icâbetmeyen, zaruriyyattan da olmayan yahud avammın, akılları kavrayamayan veya râvisine yahud dinleyene bir zararı dokunacağından korkulan hadîsleri, bâ husus münafıklara veya amirliği ve iyi nâmları olmayan bir kavve Ebû Said-i Hudrî (radıyallahü anhüm) gibi birçok sahabe-i kirâma yetişmiştir. Aslen Mekkeli ise de Beyti Makdis'de yaşamış; Ömer b. Abdilaziz'in hilâfeti zamanında vefat etmiştirmin kim olduklarını tayine; diğerlerini zem ve tel'ine mütaallik haberleri ashâb-ı kirâmın terkettikleri çoktur. cümlesi esas itibariyle: «Nefsim kuşatıldı» demek ise de onunla: Ecelim yaklaştı; hayattan ümidimi kestim; son demimi yaşıyorum» mânaları kasdedilir. Esasen bu söz düşmanları tarafından her tarafı sımsıkı çevrilen ve kurtuluş ümidi kalmayan kimsenin söyleyeceği sözdür. 152- Bize Heddâb b. Hâlid el-Ezdî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hemmâm rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Katâdo rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Enes b. Mâlik, Muâz b. Cebel'den naklen rivâyet eyledi. Muâz şunları söylemiş: — Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in terkisinde idim. Onunla aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu. (Bana) «Ya Muâze’bne Cebel!» dedi. Ben: «Lebbeyk ya Resûlüllah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve yine . «Ya Muâze'bne Cebel!» dedi. «Lebbeyk ya Resûlallah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve (tekrar): «Ya Muâze'bne Cebel!» buyurdu. Ben: «Lebbeyk ya Resûlallah ve sa'deyk» dedim. «Allahın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» diye sordu. Ben: «Allah ve Resûlü bilir» dedim. «Gerçekten Allah'ın kullan üzerindeki hakkı ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdir.» buyurdu. Sonra biraz daha yürüdü. Ve (yine): . «Ya Muâze'bne Cebel!» dedi. «Lebbeyk ya Resûlallah ve sa'deyk.» dedim. «Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir, bitir misin?» dedi. Ben: «Allah ve Resûlü bilir.» dedim. «Onlara azâb etmemesidir.» buyurdular. Ridf: Hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin terkisine yani arkasına oturandır. Kelimenin meşhur rivâyeti bu ise de Kâdi Iyaz’ın beyânına göre (Radîf) şeklinde rivâyeti dahi varmış. Rahl: Devenin semeridir. Atın eğerine «Sere» eşeğin semerine «Ükâf» derler. Mu'hiretü'r- rahl: Semerin arkasındaki kaştır. Bu kelime muahhara dahi okunabilir. Ancak ayni manada «Âhiratü'r-Rahl» ta'biri daha çok kullanılır. Hazret-i Muâz (radıyallahü anh): «Aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu.» demekle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e son derece yakın bulunduğunu mubâleğalı bir şekilde anlatmak istemiştir. Lebbeyk: Sana tekrar tekrar icabet eylerim demektir. Hacc bahsinde görüleceği vecihle bu kelimenin mânası hakkında bir kaç kavil daha vardır. «Senin taatin üzreyim», «Mahabbetim sanadır» ilâh... gibi. Sa'deyk: Senin taatine tekrar tekrar yardım ederim, manasınadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Hazret-i Muâz (radıyallahü anh)’a tekrar tekrar nida buyurması, söyleyeceklerine bittekid ehemmiyet versin Ve dinleyeceği şeylere karşı tamamiyle dikkatli bulunsun di-yedir. Filhakika bu maksadla bir kelimeyi üç defa tekrar buyurduğu Sahîhaynda sabit olmuştur. «Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» Buradaki soru için el-Übbî: Bu hakikaten istifhamdır.» dedikten sonra şunları söyler: «Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, onlara farz kıldığı şeylerdir.» «Hakka'ş-şey'ü'»den alınmıştır ki sabit oldu demektir. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise, va'd-i sâdıkiyle şerân onlara verilmesi lâzım gelen şeylerdir. Bazıları hakkı şöyle tarif etmişlerdir. Hak: Mevcud ve' mütehakkik olan yahud yüzde yüz vücud bulacak olan her şeydir. Meselâ Allahü teâlâ ezelen ve ebeden mevcud olan Haktır. Ölüm, cennet ve cehennem haktırlar. Çünkü yüzde yüz vâkidirler. Bir söz için «Bu söz haktır.» denirse bunun mânası; onunla haber verilen şey muhakkak olacaktır; tereddüd götürmez; demektir. Bazı ulemaya göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: «Kulların Allah üzerindeki hakları...» buyurması, Allah’ın kulları üzerindeki hakkına mukabele olmak içindir. Yoksa kulların Allahü teâlâ üzerinde bir hakkı olamaz. Bu söz bir kimsenin arkadaşına: «Hakkın bende mahfuzdur» demesi kabilinden de olabilir. Bundan maksad; sana vadettiğim şeyi bende hakkınmış gibi muhakkak surette yapacağım demektir. «Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak taşmamalarıdır.» ifadesinde ibâdetle şirk koşmamayı niçin bir yerde zikrettiğini kitabımızın beşinci hadîsinin şerhinde gördüğümüz için tekrar etmiyoruz. 153- Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'l- Ahvas Sellâm b. Süleym, Ebû İshâk'dan, o da Amr b. Meymûn’dan, o da Muâz b. Cebel'den naklen rivâyet eyledi. Muâz Şöyle dedi: — Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in terkisinde Ufeyr denilen bir merkebin üzerinde idim. «Yâ Muâz! Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın üzerinde hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Ben: «Allah ve Resûlü bilir.» dedim. «Gerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı: Allah'a ibâdet etmeleri ve ona hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah azze ve celle üzerindeki hakkı İse ona hiç bir şeyi ortak koşmayan kimseye azâb etmemesidir.» buyurdular. Ben: «Yâ Resûlüllah! (Bunu) insanlara müjdelemeyeyim mi?» dedim. — «Müjdeleme zira güvenirler.» buyurdu. Kendilerine her haramı mubah i'tikad eden İbâhiyye serserilerinin kulakları Çınlasın! Maalesef muhitimizde sık sık tesadüf edilen bu şeytanların kahvehanelerde ve ötede beride rastladıkları saf Müslümanlara karşı birer evliya kesilerek, bazı âyet ve hadîslerden dem vurarak kendi dalâletleri yetmiyormuş gibi onları da idlâl etmeye çalıştıklarını duyuyoruz. Bu münasebetle birkaç kelime söylemek zaruretini hissettik. Nefislerinin esiri olan bu şaşkınlara ilm-i kelâmda «İbâhiyye taifesi» denilir ki, dala-"" let fırkalarının en menfur ve en mel'unlarından biridir. Muhitimizdeki sâliklerinin ne derece kıdemli olduklarım bilemem; fakat fırkanın târihi eskidir. Şanına yaraşır ta'birle söylemek lâzım gelirse, o da şâir dalâlet fırkalariyle yaşıttır! Bunlar akıllarınca: « âyet-i kerîmesini İşlerine elverişli bulmuş ve o mübarek âyeti o gün bu gün bâtıl da'valanna delil gösteregelmişlerdir. Âyet-i kerîmeye şöyle ma'na verirler: «Allah'ı ilm-i yakîn ile bilinceye kadar kendisine ibâdet et.» (Sûre-i Nahl, âyet; 99). Dİyorlarmış ki: «Arif bîllâh olan veliden bütün. teklifler sakıt olur; yani artık ona her haram mubahtır. İbâdet de yoktur. Bizler de ermiş bulunuyoruz; binaenaleyh bize ibâdet farz değildi. Bizim surda oturup sohbette bulunmamız câhillerin namazından bin kat evlâdır...» Kendilerine bilfarz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir vakit namaz borcu kalmadan dünyadan gittiği batırlatılsa hemen: «Sen ona bakma, o başkalarına öğretmek için kılmıştır..,» diye cevap verirlermiş. Halbuki âyet-i kerîmenin ma'nası: Sahabe, tabiîn ve bütün müctehidlerin icmaile şöyledir: «Sana Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.» Nitekim Fahr-i Kâinat (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz de böyle yapmıştır. Hattâ birkaç defa bayılmasına rağmen Ölüm döşeğinden kalkarak namazını kılmak istemiş. Nihayet kendinde oturacak kadar derman bulunca son namazını oturduğu yerden kildınnıştır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); «Allah'ı en iyi bileniniz benim» buyururken elbet de hiç bir Müslüman Allah'ı ondan daha İyi bildiğini iddia edemez. Şu halde Allah'ı herkesden daha iyi bilen ve Allah'ın en sevgili kulu olduğunda zerre mikdarı şüphe bulunmayan ahîrzaman peygamberi Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)’den ve diğer peygamberlerden hiç bir teklif sakıt olmayacak da bütün menhiyatı rahatça İcra etsinler diye bir alay serseriden bütün teklifler sakıt olacak öyle mi!?... Maskara heriflerin kendilerine verdikleri payeye bakınız!.. Yedikleri herzeleri meşru' gösterebilmek için tâ nerelere uzanıyorlar!... Şu nâtık hayvanların nasıl konuştuklarını görmek için biz de kendilerine bazı sualler soralım: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine öğretmek için İbâdet etti ise sizin gibi ibâdet kaçkınlarına ibâdet öğretmeye çalışması abesle iştigal değil midir? Öyle ya ibâdet yapmayacak bir kimseye ibâdet öğretmenin hikmeti ne olabilir? b) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ibâdetleri ashâb-ı kirâmma öğretmiştir. Acaba onlardan kaç tanesi bir vakit namazım bırakmıştır. c) içlerinden birçokları hayatlarında cennetle müjdelenen bu zevat sizin derecenize yükselemediler mi dersiniz? d) öğreten hoca ömrü boyunca çalışsın, öğrenen ise yapmamak için öğrensin!.. Ve yapmadığından mes'ul olmasın!.. İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e nisbetle sizin haliniz!.. Böyle bir saltanat dünyanın neresinde görülmüştür?.. e) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muâz'a: «Müjdeleme! Çünkü ona güvenirler» yani ibâdet etmeyip tembel tembel oturur kalırlar; buyuruyor. Buna sizler ne buyurursunuz?.. Ufeyr: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in merkebinin ismidir. Asha'fer olup terbim suretiyle tasgir yapılmıştır; nitekim aynı usulle (esved) kelimesinin tasgiri de (süveyd) gelir. Bu kelimeyi Kâdi Iyaz gufeyr şeklinde zaptetmişse de, bunun hata olduğu beyan edilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in merkebinin meşhur ismi Ya'fur'dur. Bu hayvanın Haccetü’l-Vedâ' da öldüğü söylenir. Zahire bakılırsa bu rivâyet yukarikinden başka olmalıdır. Çünkü yu-karıki rivâyette «Mu'hıratu'r-Rahl» tabiri kullanılmıştır. Deve semerinin arka kaşı mânâsına gelen bu tâbir, binilen hayvanın deve olduğunu gösterir. Maamâfih mezkûr tâbirden: «Deve semerinin arka kaşı kadar» mânası kasdedilmiş de olabilir. O takdirde iki rivâyette bahsedilen hadise bir olur. 154- Bize Muhammed b. el Müsennâ ile İbn Beşşâr rivâyet ettiler. İbn’l-Müsennâ dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebû Hasîn ile Eş'as b. Süleym'den naklen her ikisinin Esved b. Hilâl'i Muâz b. Cebel'den hadîs rivâyet ederken işittiklerini anlattı. Muâz (radıyallahü anh) Şöyle dedi: — Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): — «Yâ Muâz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» dedi. Muâz: — Allah ve Resûlü bilir, cevâbını verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ; «Allah'a ibâdet olunmak ve ona hiç bir şey ortak koşulmamaktır.» buyurdu. (Yine) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Muâz (tekrar): — Allah ve Resûlü bilir, cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «onları azâb etmemektir.» buyurdular. ibaresi hakkında Ebû Amr İbn Salâh şunları söylemiştir «Esâs nüshalarda kelimesi mansûb olarak da rivâyet edilmiştir. Cümle üç vecih arasında tereddüd'de kalmak şartiyle bu doğrudur. Üç vecihden birincisi fiili: şeklinde müzekker gaib olarak okumaktır. Mânası: «Kulun Allah'a ibâdet etmesi; ona hiç bir şeyi ortak koşmaması» demek olur; ki en güzel vecih de budur. İkincisi: okumaktır. Bu vecih (senin ibâdet etmendir; mânasına gelir ve fiil) muhâtab okunur. Muhâtab; Muâz (radıyallahü anh) olduğu için hitâb hassaten onadır. Ondan başkalarına da tenbih suretiyle delâlet eder. Üçüncüsü: şeklinde fiili meçhul okumakla olur. Bu takdirde: kelimesi meful-i bih değil, masdardan (yani mefulü mutlak olan «işrâken» den) kinaye olur. Nâib'i fail de cârr ve mecrurdur. Rivâyet bu üç vecihden birini tayin etmediğine göre bu hadisi rivâyet eden bizlere düşen vazife üç vechi de birer birer söylemektir. Tâ ki üç vecihden hangisiyle söyledi ise onu yüzde yüz zikretmiş olalım.» İmâm Nevevî, İbn Salâh'ın yukarıdaki sözünü naklettikten sonra: «Bizim zikrettiğimiz ilk şekil ham rivâyeten hem manen doğrudur.» demiştir. 155- Bize el-Kâsım b. Zekeriyya rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hü-seyn , Zâide'den, o da Ebû Hasîn'den, o da Esved b. Hilâl'den naklen rivâyet eyledi. Esved Dedi ki: Muâz'ı, — Beni Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çağırdı. Hemen kendilerine icabet eyledim. «Allah'ın insanlar üzerindeki hakkı nedir bilir misin...» buyurdular... derken işittim. Râvî, hadîsi yukarıküerin rivâyetleri gibi nakletti. Yani İmâm Müslim'in bu dördüncü rivâyetteki şeyhi el-Kâsım b. Zekeriyya dahi bu hadîsi, daha önceki rivâyetlerdeki şeyhleri Heddâb, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve Muhammed b. Müsennâ ile İbn Beşşar’ın rivâyetleri gibi nakletmiştir. Bu rivâyette zikri geçen Hüseyn kelimesi bütün esas nüshalarda (sin) ile yazılıdır. Ancak Kâdi Iyaz bazı esas nüshalarda bu kelimenin (sâd) ile Husayn şeklinde yazıldığını söylemişse de mezkûr şekil doğru değildir. Çünkü Husayn nâmında bir râvinin Zâide'den rivâyette bulunduğunu bilen yoktur. Ondan bir çok yerlerde hadîs rivâyet eden râvi Hüseyn b. Ali el-Cu'fi'ıdir. 156- Bana Züheyr b. Harb rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ömer b. Yunus el Hanefi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İkrimetü'bnü Ammâr rivâyet eyledi. Dedi ki: Bana Ebû Kesir rivâyet etti. Dedi ki: Bana Ebû Hüreyre rivâyet etti. Dedi ki: — Bir cemaatin içinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in etrafında oturuyorduk. Yanımızda Ebû Bekir'le Ömer de bulunuyorlardı. Derken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aramızdan kalktı gitti; ve yanımıza dönmesi biraz gecikti. Biz kendisine bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. Ve hemen kalktık. İlk telâşa kapılan ben idim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı aramağa çıktım. Nihayet Ensardan beni Neccâr'a aid bir bahçeye gelince acaba bir kapı bulabilirmiyim diye onun etrafını dolaştım. Fakat bulamadım. Birde baktım ki akar bir kuyudan (meydana gelen) bir râbî' bir bahçenin içine giriyor. —Rabi': kanal dernektir—. Ben derhal tilkinin büzüldüğü gibi büzülerek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanına giriverdim. «Sen Ebû Hüreyre misin?» diye sordu. «Evet yâ Resûlüllah» dedim. «Niye geldin?» dedi. «Aramızda idin. Sonra birden kalkdın, gittin; ve yanımıza dönmekte geciktin. Doğrusu sana bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. İlk endişe eden de ben oldum da şu bahçeye kadar geldim ve hemen tilkinin toparlandığı gibi toparlan(arak içeri dal)dım. Öteki insanlar da arkamdadır.» dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Yâ Ebâ Hüreyre!» dedi; ;ve bana ayakkaplarını vererek: «Şu iki tek ayakkabınıı götür. Bu bahçenin arkasında kalbi yüzde yüz inanarak: «Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur.» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele.» buyurdular. İlk rastladığım Ömer oldu. (Bana) «Bu ayakkabılar nedir ya Ebâ Hüreyre?» dedi. «Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ayakkablarıdır. Beni bunlarla gönderdi ki, kalbi yüzde yüz inanarak "Allahdan başka hiç bir ilâh yoktur." diye şehâdet getiren kime rastlarsam onu cennetle müjdeleyeceğim» dedim. Bunun üzerine Ömer eliyle iki mememin arasına vurdu. Ben de oturağımın üstüne düştüm. Ömer: «Geri dön yâ Ebâ Hüreyre!» dedi. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına döndüm. Ama nerde ise ağlamak üzere idim. Ömer beni tâkib etmiş. Bir de baktım izimden geliyor. Resûlüllah. (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ne oldu sana Yâ Ebâ Hüreyre?» dedi. -Ömere rastgeldim. Benimle gönderdiğin haberi kendisine söyledim. Bunun üzerine Ömer iki mememin arasına Öyle bir vuruş vurdu ki, kalçamın üstüne düştüm.-Bana: geri dön!» emrini verdi; dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (ona): «Yâ Ömer! Bu yaptığına seni sevkeden nedir?» dedi. Ömer: «Yâ Resûlallah! Annem babam sana feda olsun! Sen, kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur diye şehâdet getiren kime rastlarsa onu cennetle müjdelesin diye Ebû Hüreyre'yi ayakkablarınla gönderdin mi?» dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Evet» buyurdular. Ömer: «Aman yapma! Zira, korkarım insanlar buna güvenip kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel etsinler.» dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: «Öyle ise bırak şunları!» buyurdular. «Telâşa düştük ve hemen kalktık...» Kâdı'nın beyânına göre feza' kelimesi üç mânâda kullanılır: a) Korkmak b) Ehemmiyet vermek; şitab etmek; c) Yardımda bulunmak. Burada bu mânâların üçü de şahindir. Birinci ihtimale göre mânâj: «Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tevkif edilmiş olmasından korktuk.» İkinciye göre: «Telâşa düştük ve hemen ayağa kalktık.» üçüncü ihtimâle göre: «Telâş ettik ve derhal yardıma kalktık...» demek olur. ….tâ'biri üzerinde de üç vecih rivâyet olunmuştur. 1- Hârice bi'rin sıfatıdır; sıfatla mevsuf tenvinlidirler; ve «Akan kuyu» mânasını ifâde ederler. 2- şeklinde olup bi'r tenvhılidir. Hâricenin sonundaki (ha) zamirdir. Yani: «Bahçenin dışındaki bir kuyudan» mânasına gelir.- 3 - şeklindedir. Yani. bi'r Hâriceye muzaftır. Hârice bir adamın ismidir. Terkib: «Harice kuyusu» mânasına gelir. Bu üç vecihin meşhur olanı birincisidir. Üçüncüsüdür diyen de olmuşsa da ulema buna muvafakat etmemişlerdir. Bi'r: kuyu mânasına gelen müennes bir kelimedir. Hemzesini tahfif ederek «Bir» de okunabilir. Cenri kılleti: «Eb'âr» gelirse de çok defa kelimenin hemzesi kalb ve nakil adiler ek «Âbâr» denilir. Cemi' kesreti «Biâr» gelir. … kelimesi şeklinde de rivâyet edilmişse de birinci rivâyet daha doğru ve mâna itibariyle daha muvafıktır. Çünkü «îhtefeztü» dar yere girebilmek için büzüldüm toplandım manasınadır. Ekser-i ulemanın kavli de budur. «Ihtefertü» ise yeri kazdım demektir ki, buraya pek yakışmaz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rm ayakaplarım Hazret-i Ebû Hüreyre'ye vermesi, onu gördüğüne bir alâmet olsun ve onun tarafından kendilerine söyleyeceği şeyleri daha kolay kabul etsinler di-yedir. «... Kalbi yüzde yüz inanarak «Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele» ifadesinden murad: «Bu sıfat kimde bulunursa onun cennetlik olacağını haber ver» demektir. Yoksa Hazret-i Ebû Hüreyre'ye bu şekilde imân eden kimseleri bilmesi emredilmemiştir. Çünkü imân kalb isi olduğu için bunu bilmeye imkân yoktur. Hadis-i şerifin bu cümlesi: «İman etmiş olmak için kalple tasdik ve dille ikrar lâzımdır; sadece bunlardan biri kâfi değildir» diyen ehl-i hakkın mezhebine delildir. ifadesi bütün esas nüshalarda bu şekilde tesbit edilmiştir. İbare doğrudur; ve şöyle halledilir: kelimesi muzmer ile nasbedümiştir. Cümlenin geri kalan tarafı ise takdirinde mübtedâ ve haberdir. Ömer (radıyallahü anh)'ın Hazret-i Ebû Hüreyre'nin göğsüne vurması onu yere sermek veya ona eziyet etmek için değil, söylediği sözden vazgeçirmek içindi. Bu hususta Kâdi Iyaz ile diğer ulemadan bazıları şunları söylemişlerdir. «Ömer (radıyallahü anh)'ın fiili ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaatı, ona itiraz ile emrini kabul etmemek değildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Ebû Hüreyre ile gönderdiği sözde ümmetinin gönlünü almak ve onlara müjdede bulunmaktan başka bir şey yoktu. Binaenaleyh Ömer (radıyallahü anh) ümmet bu müjdeye güvenerek amel ve ibâdeti terk ederler endişesiyle onun gizlenmesi ve bu gizlenmenin rnüslümanlar için o peşin müjdeden daha hayırlı olacağı rnutâleasında bulunmuştu. Nitekim fikrini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e arzedince onun bu fikrini tasvib buyurdular.» İst: dübür, kıç manasınadır. Böyle yerlerde kelimenin hakikatini söy-lemekde utanmayı İcâbedecek bir şey yoksa da bütün bu gûnâ gizli yerlerde müstehab olan, onları burada olduğu gibi kinaye sözlerle ifâde etmektir. Kur'ân-i Kerîm ve sünnet-i Nebeviyye hep bu âdâb üzere gelmişlerdir. Fakat icâbında kelimenin hakikati sarahaten zikredilir. 157- Bize İshâk b. Mansûr rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Muâz b. Hişâm haber verdi. Dedi ki: Bana babam, Katâde'den rivâyet eyledi. Dedi ki: Bize Enes b. Mâlik rivâyet etti ki: —Nebiyullah (sallallahü aleyhi ve sellem) , Muâz b. Cebel terkisinde olduğu halde deve semerinin üzerinde imiş. «Yâ Muâz!» diye seslenmiş. Muâz: «Lebbeyk ya Resûlallah ve sa'deyk» demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yine: «Yâ Muâz!» diye nida etmiş. Muâz: «Lebbeyk yâ Resûlüllah ve sa'deyk.» demiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tekrar: «Yâ Muâz!» demiş. Muâz: «Lebbeyk yâ Resûlüllah ve sa'deyk» diye mukabele etmiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet getiren hiç bir kul yoktur ki Allah onu cehenneme haram kılmasın.» buyurmuşlar. Muâz: «Yâ Resûlüllah! Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mî?» demiş. Fahr-i Kâinat (sallallahü aleyhi ve sellem) «Amma o takdirde buna i'timâd ederler (de ameli boşlarlar) buyurmuşlar. Bunun üzerine Muâz da onu (tâ) ölürken günahı boynundan gitsin diye haber vermiş. Hadis müttefekun aleyhtir. Buhârî onu ilim bahsinde zikretmiştir. cümlesi Hazret-i Enes tarafından müdrecdir. Teessüm: günahdan çıkmak ma'nasınadir. Bu cümlenin ma’nası şudur: Hazret-i Muâz (radıyallahü anh) kendi ölümü ile zayi olup gidecek bir ilim biliyordu. Yani kendinden başka kimsenin bilmediği bir şey biliyordu. Binaenaleyh kimseye söylemeden ölürse bir ilmi gizlemiş ve onu tebliğ hususunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in emrine imtisal etmediği için günaha girmiş olmaktan korktu; da ihtiyatla hareket etti: ve bu hadisi ölürken haber verdi. Hazret-i Muâz'ın şu hareketi gösteriyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadisi başkalarına haber vermekten kendisini tahrimen men'etmemiş, zira tahrimen men'etse idi onu ebediyyen kimseye söylemezdi. Kâdi Iyaz şöyle diyor: «İhtimal ki Muâz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den nehî mâ'nasını anlamamıştır. Lâkin Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiği: «Allah'dan başka ilah olmadığına kalbi kanarak şehâdet getiren kime rastlarsan onu hemen cennetle müjdele...» hadisinin delaletiyle ashaba yapmak istediği tebşirden burada azmi kırılmıştır. Yâhud hadisin ma'nası şudur: İhtimal Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Ebû Hüreyre'ye emir verdiğini Muâz (radıyallahü anh) bu hâdiseden sonra duymur da bildiği bir ilmi gizlemiş ve bu sebeple günaha girmiş olmaktan korkmuştur. Yâhud Muâz (radıyallahü anh) nehyi: (herkese, yaymamak) ma'nasına hamletmiştir.» Ebû Amr İbn Salâh bu son ihtimali ihtiyar etmiş ve şunu söylemiştir: .«Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu haberi bilgisi ve tecrübesi olmayan bazı toy kimseler duyar da aldanarak, buna i'timâd eder ve ameli bırakırlar endişesiyle Muâz (radıyallahü anh)'a umumi müjdeyi men'etmiş, fakat aldanmayacaklarından ve i'timad edip ibâdetleri bırakmayacaklarından emin olduğu ehl-i marifetten bazı zevata hususî olarak haber vermiştir. Onu Muâz'a da haber vermiş; o da ayni yolu tutarak bu haberi ehil gördüğü hususî zevata haber vermiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ebû Hüreyre hadisinde emrettiği tebşir ictihâd değişmesindendir. Filvaki' Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ietihad hem caizdi; hem de muhakkikin ulemaya göre vâki'di. Onun diğer müetehidler üzerine meziyyeti vardır. O içtihadında hatâ ederse, hatâsı ürerine bırakılmaz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içtihadı caiz görmeyen ve: «Ona dinî hususâtta vahiyden başka suretle konuşmak caiz değildir...» diyenlere göre ise Ömer (radıyallahü anh) ile konuşurken ona cevap verdiği şekilde vahiy inerek sabık vahyi neshetmiş olması mümkündür...» Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in içtihadı meselesi etrafında tafsilât vardır. Dünyevî hususlara dair ietihâdda bulunmasının caiz olduğunda bütün ulemâ müttefiktirler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bilfiil bu gûnâ ictihadlarda bulunmuştur. Dinî hususlarda dahi ekseri-i ulemâya göre ictihâd edebilir. Zira ictihâd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den başkalarına caiz olunca Ona caiz olması evleviyyette kalır. Cübbâi ile oğluna ve İmâmiyye taifesine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dinî ahkâm hususunda ictihâd caiz dağildir. çünkü o yakînen bilmeye muktedirdir. Bazıları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında yalnız harplerde içtihadı caiz görürler, sair umurda İçtihadının caiz olmadığına kaildirler. Bir takımları da hangi hususa âid olursa olsun ictihâd etmesinin caiz olup olmadığına dair bir şey söyleyemeyip tevakkuf etmişlerdir, tmâmül Haremeyn bunlardandır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ictihâd etmesini caiz gören cumhûr da bilfiil ictihâd edip etmediğinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Ekseriyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ictihâd etmiştir. Bazıları ictihâd etmediğine kail olmuş; bir takımları da tevakkuf etmişlerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içtihadın caiz olduğuna ve bilfiil ictihâd ettiğine kail olan- ekser-i ulema dahi içtihadında hatâ etmek caiz midir değil midir meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Muhakkik ulemaya göre caiz değildir. Bir çok ulemaya göre caiz ise de hatası üzerine ikrar edilmez; bilâkis hatası kendisine tenbih olunur. 158- Bize Şeybân b. Ferrûh rivâyet etti. (Dedi ki): Bize süleymân ya'ni İbn'î-Muğira rivâyet etti. Dedi ki: Bize Sabit, Enes). Mâlik'den naklen rivâyet etti. Enes Dedi ki: Bana Mahmud b. Ra-îî' İtbân b. Mâlik'den rivâyet etti. Mahmud Şöyle dedi: — Medine'ye geldim. Az sonra İtbân'a rastladım; ve: — Senden kulağıma bir hadis geldi, dedim, İtbân şunları söyledi: — Gözüme bir şey arız oldu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e haber yolladım; Bana kadar gelerek evimde namaz kılmam, bunu mü-teakib evimi namazgah yapmayı arzu ettiğimi söyledim. İtbân (sözüne devamla) dedi ki: — Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın dilediği ashâbiyle birlikte geldi ve içeri girdi. O evimde namaz kılıyor; ashabı da aralarında konuşuyorlardı. Sonra mevzu-i babs olan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik b. Dühşum'a isnâd ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ona beddua etmesini ve bu sebeble onun helâk olmasını dilediklerini, onun başına bir telâ gelmesini arzu ettiklerini söylediler. Derken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazım bitirdi ve «Bu adam Allahtan başka ilâh olmadığına, benim Allahın peygamberi olduğuma şehâdet etmiyor mu? dedi, Ashâb: — Amma o tunu kalbinde olmadığı halde söylüyor, dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resûlüllah olduğuma şehâdet getiren hiç bir kimse yoktur ki (cehennem) ateş (in)’e girsin yahud onu tatsın.» buyurdular. Enes Dedi ki: «Bu hadis benim hoşuma gitti, de oğluma: bunu yaz! dedim. O da yazdı.» Bu hadisde: «Gözüme bir şey arız oldu...» denilmiş, diğer bir rivâyette o şeyin körlük olduğu beyan edilmiştir. Şu halde birinci rivâyetteki «bir şey» ta'birinden gözlerinin tamamen görmez olduğunu anlatmak istemiş olması ihtimâl dahilinde olduğu gibi gözlerinin zayıfladığım kasdetmiş olması da muhtemeldir. Bu takdirde ikinci rivâyette gözlerinin zayıflamasına mecazen körlük itlâk etmiş olur. Çünkü göz zayıflığı körlüğe yakındır; hatta körlüğün hafif şeklidir. ifâdesindeki «Kubr» kelimesi «Kibr» şeklinde de okunmuştur. Cümlenin ma'nâsı: «Mevzuu bahsolan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik b. Dühşum'a isnâd ettiler» demektir. Orada haklarında söz edilenler münafıklardı. Onların çirkin halleriyle kötü icrââtından ve müslümanlara reva gördükleri zahmetlerden bahsedilmiş; binnetice kabahatin büyüğü Mâlik b. Duhşum'a yükletilmişti. Halbuki Hazret-i Mâlik (radıyallahü anh) ensardan olup Bedir gazasına da iştirak etmişti. Ondan asla nifak beklenemezdi. Müslüman olduktan sonra yaptığı bütün icraat böyle bir itham altında kalmasına manî' idi. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabın bu husustaki fikrine iştirak etmemiş: Allah'dan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun Resûlüdür diye şehâdet eden bir zâtın cehenneme girmeyeceğini bildirmişti. Buhârî'nin rivâyetinde: «Görmüyormusun Allah' dan başka ilâh yoktur; dedi. Bununla o, Allah'in rızasını dilemiştir...» buyurulmuştur. Böylece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bu şehâdeti samimâne getirdiğine şehâdet eylemiştir, Binaenaleyh Hazret-i Mâlik'in imânının sadâkat ve samimiyetinde asla şüphe etmemek gerekir. Dühşum kelimesi, ed-Dühayşûm, Dühşun, ed-Dühayşun ve ed-Dihşin şekillerinde rivâyet olunmuştur. 159- Bana Ebû Bekir b. Nâfi' el-Abdı rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Behz rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Sabit , Enes'den naklen rivâyet eyledi. Enes Dedi ki: Bana Itbân b. Mâlik rivâyet etti. — Kendisi kör olmuş da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e haber göndererek: — Gel de bana bir mescid yeri göster, demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabiyle birlikte gelmiş. Onlardan Mâlik b. Dühşûm denilen zât (Kötü sıfatlarla) tavsif olunmuş... Sonra Enes, Süleyman b. el-Mugira'nın hadîsi tarzında rivâyette bulunmuş. |