24 Sûre, Ayet, Kelime ve HarfArap dilinde sûrenin anlamı, onu bir diğer sûreden açıkça ayırdetmek ve ondan ayrı olması anlamındadır, sûreye bu adın veriliş sebebi orada bir mevkiden bir başka mevkiye yükselme olduğundan dolayıdır. Nitekim Rabia şöyle demektedir: "Allah'ın sana yüksek bir makam (şeref ve üstünlük) verdiğini görmez misin? Sen ondan aşağıda kalan her bir hükümdarın aşağıdan ona yükselmeye çalıştığını görürsün." Yani Allah'ın sana verdiği ve seni çıkardığı şeref ve üstünlük makamı hükümdarların makamından daha yüksektir. Sûreye bu adın veriliş sebebi, şeref ve yüksekliğin olduğu da söylenmiştir. Yerin yüksekçe olan kısmına "sur" denildiği gibi. Sûreye bu adın veriliş sebebinin, o sûreyi okuyan (ezbere bilen) kimsenin bu sûreyi okuyamayana göre daha şerefli olmasından dolayı olduğu da söylenmiştir. Binanın çevresini saran sur gibi. Bütün bu söyleyişlerde hemze yoktur. Bu adın veriliş sebebinin Kur'ân-ı Kerim'in belli bir bölümü oluşundan dolayı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Araplar arta kalan şeye "(.....): su'r" demektedirler. dediklerinde "insanlardan arta kalan şeyler arasında gelmiştir" demek isterler. Buna göre kelimenin aslı hemzeli olarak şeklindedir. Daha sonra bu kelime hafifletilerek, hemze yerine önceki harfin ötreli olması dolayısıyla vav gelmiştir. sûreye bu adın veriliş sebebinin eksiksiz ve mükemmel olması olduğu da söylenmiştir. Nitekim Araplar, hilkati tam kusursuz dişi deveye sûre adını verirler, sûre kelimesinin çoğulu, "suver" şeklinde gelir. Nitekim şair, şöyle demiştir: "Karadır gözlerinin çevresi, sûreler okumazlar." Bu kelimenin şeklinde çoğul yapılması da mümkündür. Âyet: Alamet demektir. Yani kendisinden önce gelen söz ile daha sonra gelecek olan sözün biribirlerinden ayrı olduğunu belirten alamet demektir. Yani her bir âyet bir diğerinden ayırdedilmekte ve tek başına bulunmaktadır. Araplar: derler. Yani benimle filan kişi arasında bir alamet vardır. Yüce Allah'ın: "Onun hükümdarlığının alameti....." (el-Bakara, 2/247) âyetlnde geçen (alamet anlamındaki): "âyet" kelimesi bu anlamdadır. en-Nabğa da der ki: "Onun için bir takım âyetler (alametlerdir, diye) düşündüm; Altı yıldan beridir ve işte bu yedinci yıl." Bu ismi alış sebebinin Kur'ân-ı Kerim'deki bir grup harf toplamı ve onun bir parçası olması olduğu da söylenmiştir. Mesela, bir topluluğun hep birlikte çıktığını ifade etmek istediğimizde ( ...... ) tabirini kullanırız. Burç b. Mushir et-Taî de der ki: "İki yarıktan çıktık. Yok bizim gibi kabile Kalabalık topluluğumuzla katarız önümüze yavrulu, aşılı develerini." İnsanların benzerini söylemekten acze düştükleri oldukça hayret verici bir söz dizisi olduğundan dolayı "âyet" adının verildiği de söylenmiştir. Nahivciler, "âyet" kelimesinin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptir. Sibeveyh "fealetun" vezninde "eyeyetun" demektedir, "ekemetun" ve "şeceretun" kelimeleri gibi. Bu kelimede yer alan "ya" harfi hareke alıp ondan önceki harfin harekesi de fetha olduğundan dolayı bu "ya" elife dönüştü. Böylelikle kendisinden sonra med gelen bir hemze şeklinde "âyet" haline geldi. Kisai de der ki: Bu kelimenin aslı, "fâiletun" vezninde "âyiyetun" şeklindedir. "Âmine" kelimesi gibi. Burdaki "ya" harfi harekeli, ondan önceki harf de üstün olduğundan dolayı elife dönüştü. Sonra da bu elif çoğul ile karışmasın diye hazfedildi. el-Ferra da der ki: Bunun aslı birinci ya harfinin şeddeli okunması ile "ây-yiyetun" şeklindedir. Bu şeddeli oluş, hoşa gitmediğinden dolayı elife dönüştürülerek "âyet" şekline gelmiştir. Âyet kelimesinin çoğulu ise, "âyun, âyâtun, âyâun" şekillerinde gelmektedir. Ebu Zeyd der ki: "Bu zaman onun alametlerinden geriye bir şeyi bırakmadı. Kazanların oturtulduğu saç ayaklarından ve küllerinden başka." Kelime: Yapısına karışan bütün unsurlarıyla birlikte ortaya çıkan şekil demektir. Yüce Allah'ın Kitabında en uzun kelime on harflidir. Yüce Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi: Andolsun onları halifeler yapacaktır." (en-Nur, 24/55); "Sizi ona mecbur tutar mıyız?" (Hud, 11/28) ve benzeri âyetler. Yüce Allah'ın: "(......): Ondan size içirdik." (el-Hicr, 15/22) âyeti, Hazret-i Osman'ın çoğalttığı mushaflardaki yazılışı itibariyle on harf olmakla birlikte söyleyişte onbir harftir. En kısa kelime, gibi iki harfli olanlardır. Belli bir mana ifade eden, soru hemzesi, atıf vavı gibi harfler, kelime olmakla birlikte tek başına bunlar söz olarak söylenmezler. Bazen tek bir kelime, tam bir âyet olabilir. Yüae Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi. Fecre andolsun;" Kuşluk vaktine andolsun"; "(.....) Asra andolsun..." gibi. Aynı şekilde "Elif, lam, mim; elif, lam, mim, sad; ta, ha; ya sin; ha mim" gibi kelimeler Kufelilerin görüşüne göre tam bir âyet ve birer kelimedirler. Bunlar ise sûrelerin baş taraflarında bulunurlar. Sûre aralarında bulundukları takdirde ise bunlar kelime olmazlar. Ebu Amr ed-Dani der ki: Ben yüce Allah'ın er-Rahmân sûresinde buyurduğu İkisi koyu yeşildirler." (er-Rahmâçı, 55/64) buyruğundan başka tek başına bir âyet olan bir kelime bilmiyorum. Bu harflerin, bazen arka arkaya iki ayrı kelime ve iki âyet halinde geldikleri de olur. Bu da yüce Allah'ın: "Ha mim, ayn, sin, kaf" harfleridir. Bu sadece Kufelilerin görüşüne göre böyledir. "Kelime" bunun dışındaki hallerde fazla ya da eksik olmakla birlikte kendi başına anlam ifade eden söz ve tam bir âyet de olabilir. Yüce Allah'ın şu âyetlnde olduğu gibi: "Rabbinin Israiloğullarına olan o pek güzel kelimesi (ya'di, sözü) sabretmeleri sebebiyle tamamlandı." (el-A'raf, 7/137). Burada yer alan "kelime" ile yüce Allah'ın şu âyetindeki va'din kastedildiği söylenmiştir: "Biz ise, o yerde mustaz'af kılınanlara lütufta bulunmak.... istiyorduk... Ve onlara... korkageldiklerini gösterelim." (el-Kasas, 28/5-6). Yüce Allah bir başka yerde de: "Onlara takva kelimesi üzerinde sebat verdi." (el-Feth, 48/26) diye buyurmaktadır. Mücâhid der ki: Buradaki takva kelimesinden kasıt "la ilahe illellah" sözüdür. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmaktadır: "Şu iki kelime, dile kolay terazide ağır, rahman olan yüce Allah tarafından da çokça sevilen sözlerdir: "Allah'ı hamdi ile teşbih ederim, büyük olan Allah'ın şanı ne yücedir."[185] [134] Araplar bazan bütünüyle bir kasideye, bütün bir kıssaya da "kelime" adını verirler. Mesela, Kuss, kelimesinde yani hutbesinde şunu söyledi. Züheyr, kelimesinde yani kasidesinde şunu söyledi. Filan kelimesinde yani mektubunda şunu söyledi, derler ve böylelikle eğer sözü edilen o ifadeler söylediği sözlerin kapsamı içerisinde yer alıyor ise, sözün tümüne "kelime" adını verirler. Çünkü, bir şey şeyin bir parçası olup ona yakın, onun çevresinde bulunur herhangi bir şekilde onun sebebiyle o şey varolursa ona mecazen ve kelimenin anlamını genişleterek o şeyin adını verirler. Harf, kelimenin tek başına var olan bir parçasıdır. Az önce açıkladığımız gibi, mecaz ve kelimenin anlamını genişletmek kabilinden, harfe kelime, kelimeye de harf denildiği de olur. Ebu Amr ed-Dani der ki: Sûrelerin başlarında tek bir harf halinde gelen Sad, Kaf ve Nun gibi hece harfleri'ne nasıl harf veya kelime ismi verilebilir? diye sorulursa, cevabımız şu olur: Buna kelime denilir, harf denilmez. Çünkü harf söylenilerek susulmaz. Ve şekil itibariyle tek başına bulunmaz, onunla birlikte karışık halde bulunan diğer harflerden ayrı yazılmaz. Bu tür harfler ise, söylenilip susulur ve bunlar tek başlarına ve ayrı bulunurlar. Tıpkı kelimenin tek başına ve ayrı olması gibi. O bakımdan bunlara kelime ismi verilmiş, harf denilmemiştir. Ebu Amr der ki: "Harf kelimesi başka anlamda gidiş, mezhep ve şekil anlamlarına da gelmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan bazıları, Allah'a bir harf (bir mezhep ve bir şekil) üzere ibadet ederler." (el-Hacc, 12/11) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kur'ân-ı Kerim, yedi harf üzere indirilmiştir"[186] [135] âyeti da bu türdendir. Yani yedi ayrı telaffuz şekli üzere indirilmiştir, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. |