Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

593

 

089 - FECR SÛRESİ

 

CÜZ :

30

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

15

Ama insan, Rabbi kendisini sınayıp da ona ikramda bulunup nimetler verse: "Rabbim benî şereflendirdi, bana lütfetti" der.

"Ama insan" âyeti ile kastedilen kâfir kimsedir. İbn Abbâs dedi ki: Utbe b. Rabia ile Ebû Huzeyfe b. el-Muğire'yi kastetmektedir, Umeyye b. Halef’in kastedildiği söylendiği gibi, Ubeyy b. Halef’in kastedildiği de söylenmiştir.

"Rabbi kendisini sınayıp" nimet ile onu imtihan edip, deneyip... Bu âyetteki: "Mâ" zâid bir sıladır.

"...da ona" mal ile

"ikramda bulunup" ona genişlik vererek

"nimetler verse: Rabbim beni şereflendirdi, bana lütfetti der." Bununla şımarır, sevinir. Fakat O'na harndetmez.

16

Fakat ne zaman onu deneyip, rızkını daraltırsa bu sefer: "Rabbim beni alçalttı" der.

"Fakat ne zaman onu deneyip" fakirlik ile mihnete uğratıp sınarsa

"rızkını" zar zor yetecek kadar ona

"daraltırsa bu sefer: Rabbim beni alçalttı" yani beni aşağılattı

"der."

Bunlar öldükten sonra dirilişe îman etmeyen kâfirin nitelikleridir. Ona göre şeref, üstünlük ve aşağılık dünyadan sahib olunan çokya da az miktardaki paya göredir. Mü’mine göre ise, şeref ve üstünlük, yüce Allah'ın âhiretteki paya ulaştırmak özelliğini taşıyan itaata ve iyiliklere ulaşma tevfikini lütfetmesine bağlıdır. Dünyada ona ayrıca genişlik verecek olursa, bundan dolayı da Rabbine hamd ve şükür eder.

Derim ki: Bu iki âyette belirtilenler, bütün kâfirlerin nitelikleridir. Müslümanların pek çoğu da Allah'ın verdiği ihsanları o kimsenin Allah nezdindeki şeref ve üstünlüğü dolayısıyla verdiğini zanneder. Hatta bazan cahilliği sebebiyle: Eğer ben bunu haketmeyecek olsaydım, Allah bunu bana vermezdi, der. Aynı şekilde yüce Allah ona az rızık ihsan edecek olursa, bunun Allah nezdindeki değersizliği dolayısıyla olduğunu zanneder.

"Daraltırsa" anlamındaki âyet, genel olarak "dal" harfi şeddesiz: "Fekadera" diye okunmuştur. Ancak İbn Âmir bunu şeddeli okumuştur. Her iki okuyuş şekli iki ayrı söyleyiştir. Ancak tercih edilen şeddesiz okuyuştur. Çünkü yüce Allah bir başka yerde(şeddesiz olarak): "Vemen kudira aleyhi rizkahu"

"Rızkı kendisine daraltılan kimse de..." (et-Talâk, 65/7) diye buyurmaktadır.

Ebû Amr dedi ki: Şeddesiz okuyuş, az ve kıt verilirse demektir. Şeddeli okuyuş ise ona yetecek miktarının verilmesi anlamınadır. Eğer ona böyle bir şey yapmış olsa bu kişi(sözü geçen insan):

"Rabbim beni alçalttı" demezdi. Bununla şedelesiz okuyuşun tercihe değer olduğuna işaret etmektedir

Haremeyn ahalisi ile Ebû Amr

"Rabbim" anlamındaki lâfzı her iki yerde de "ye" harfini üstün olarak; "Rabbeye" diye okumuşlardır. Diğerleri ise sakin okumuşlardır. el-Bezzi, İbn Muhaysın ve Yakub; "beni şereflendirdi, bana lütfetti" anlamındaki; "Ekrameni" ile "beni alçalttı" anlamındaki; "Ehâneni" lâfzında her iki halde (vakıf ve vasl hallerinde) de "ye" ile okumuşlardır. Çünkü o(ye) bir isimdir, hazfedilmez.

Medineliler ise vasl halinde "ye"yi sabit bırakırken vakf halinde -mushafa uyarak- okumamışlardır.

Ebû Amr vasl halinde bu harfin sabit kılınması ile hazfedilmesi arasında muhayyer bırakmıştır, çünkü buraları âyet sonudur. Vakf halinde ise mushaf hattı dolayısıyla hazfetmiştir. Diğerleri ise bu harfi hazfederler. Çünkü her iki yerde de "ye"siz yazılmıştır. Sünnet, mushafın hattına muhalefet etmemektir, çünkü bu ashabın icmaıdır.

17

Hayır! Bilakis siz yetime ikramda bulunmazsınız.

"Kellâ"

"Hayır" lâfzı bir reddir. Yani durum zannedildiği gibi değildir. Zengin üstün ve şerefli olduğundan dolayı zengin, fakir alçak ve değersiz olduğundan dolayı fakir değildir. Aksine fakirlik ve zenginlik Benim takdirim ve hükmümün bir gereğidir.

el-Ferrâ'' dedi ki:

"Hayır" âyeti burada, kulun böyle olmaması gerekir. Aksine yüce Allah'a zenginlik ve fakirlik dolayısıyla hamdedilmelidir, anlamındadır. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: "Aziz ve celil olan Allah, buyuruyor ki: Hayır, Ben şeref ve Üstünlük verdiğim kimseye dünyalığın çokluğu ile şeref ve üstünlük vermem. Değersiz kılıp, alçalttığım kimseyi de dünyalığın azlığı ile alçaltmış olmam. Ben üstün ve şerefli kıldığım kimseyi, Bana itaat ile üstün ve şerefli kılarım, alçaltıp değersiz kıldığım kimseyi de Bana masiyet ile alçaltır ve değersiz kılarım." Taberi, Câmiu'l-Beyân, XXX, 182.

"Bilakis siz yetime ikramda bulunmazsınız" âyeti ile uygulayageldikleri yetime miras vermemek, büyür de mallarını alırlar korkusuyla, israf yoluyla ve tez elden mallarını yemek, şeklindeki uygulamalarına bu âyet ile haber verilmektedir.

"İkramda bulunmazsınız" anlamındaki âyeti Amr ve Yakub: "Lâyukrimune" "Bulunmazlar" şeklinde, "teşvik etmezsiniz" anlamındaki âyeti: "Lâyehdune" "Teşvik etmezler" diye, "yersiniz" anlamındaki âyeti; "Ye’kulune" "Yerler" diye, "seversiniz" anlamındaki âyeti: "Yuhibbune" "Severler" diye "ye" ile okumuşlardır. Çünkü bundan önce "insan"dan sözedilmiş idi. Maksat da insan cinsidir. O bakımdan ondan çoğul lâfzı ile sözedilmiştir.

Diğerleri ise her dört yerde de karşıdaki muhataba hitab olmak üzere "te'li olarak (bulunmazsınız, etmezsiniz... gibi) okumuşlardır. Yüce Allah, bunu onlara azar ve başlarına kakmak maksadıyla böyle buyurmuş gibidir. -Belirttiğimiz gibi- yetime ikramda bulunmayı terk etmeleri, ona hakkını vermemeleri ve malını yemeleriyle (onları azarlamaktadır).

Mukâtil dedi ki: Bu âyet, Kudame b. Maz'un hakkında inmişti. O Umeyye b. Halefin himayesinde bir yetim idi.

18

Yoksula yedirmek için de birbirinizi teşvik etmezsiniz.

"Yoksula yedirmek için de birbirinizi teşvik etmezsiniz."Yani onlar yanlarına gelen bir yoksula yemek yedirmek için aile halklarına, hanımlarına, çocuklarına emir vermezler.

Kûfeliler bu âyeti "te" ve "ha" harflerini üstün ve "elif" ile: "Velâ tehâddune"

"Birbirinizi teşvik etmezsiniz"diye okumuşlardır ki, onlar birbirlerini teşvik etmezler anlamını taşır. Aslı; "Tetehâddune" şeklinde olup, ifadenin delâleti dolayısıyla iki "te"den birisi hazfedilmiştir,Ebû Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş budur.

İbrahim'den ve eş-Şeyzerî'den, onlarınel-Kisaî ve es-Sülemî'den rivâyetlerine göre "te" harfini ötreli olarak; "Tuhâddune" diye okumuşlardır. Bu ise "teşvik etmek" anlamındaki; “El-hadde" fiilinden "Tufâılune" vezninde bir kullanımdır.

19

Mirası da helâl, haram demeden alabildiğine yersiniz.

"Mirası" yetimlerin mirasını

"da helâl haram demeden, alabildiğine" es-Süddi'nin açıklamasına göre en ileri derecede olabildiğince

"yersiniz."

"et-Turâsu"

"Miras" lâfzının aslı; "el-Vurâsu" olup, "Verise" "Miras aldım" fiilinden gelmektedir. "Vav" harfi yerine "te"yi kullanmışlardır.

Nitekim; "Tucahu, tuhametu, tukâtu, tuedetu" kelimeleri ile benzerlerinde de böyle kullanılmıştır. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Denildiğine göre; "Lemmâ"

"Alabildiğine" âyetinin, topluca, hep birlikle anlamında olduğu söylenmiştir. Bu da Arapların: "Lememtu’t-tâame lemmen" "Yemeği toptan, hep birlikte yedim" tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayıel-Hasen ve Ebû Ubeyde yapmıştır. Arapçada: "el-lemme"nin asıl anlamı, "toplayıp, bir araya getirmek"tir. "Lememtu’ş-şey’e elemmu lemmen" "O şeyi topladım, toplarım" denilir. "Lemmallahu şa’sehu" "Allah onun dağınıklıklarını toplayıp, bir araya getirsin" duası da buradan gelmektedir. en-Nâbiğa şöyle demiştir:

"Eğer sen dağınıklıklarını bir araya getirmeyecek olursan(kusurlu arkadaşlarını bağışlamazsan)

Kendine hiçbir kimseyi kardeş bırakmazsın; ey yiğitlerin en güzel edeblisi!"

"İn dârake lemumete" "Senin evin insanları toplayıp, bir araya getirir, onları barındırır" anlamındaki tabirler de buradan gelmektedir. el-Mirnak et-Tai, Alkame b. Seyf'i överken şöyle demektedir:

"Elbette o çocuğun sevgisi gibi severdi beni.

Ve şanlı, şerefli kimseye zifafa gönderilen gelin gibi

benim dağınıklıklarımı toplar, biraraya getirirdi."

el-Leys dedi ki: "El-lemm" "Güçlü, kuvvetli topluluk" demektir. "Hacerun melmumun" "Sağlam taş" tabiri ile: "Ketibetun melmumetun" "Güçlü, kuvvetli askeri birlik" tabirleri de buradan gelmektedir. Yemek yiyen bir kimse tiridi biraraya getirip, toplar ve onu lokmalar halinde topladıktan sonra onu yer. Mücahid dedi ki: (Âyet) onu lokma lokma yer, demektir. el-Hasen dedi ki: Hem kendi payını, hem de başkasının payını yer demektir. el-Hutay'a dedi ki:

"Eğer bu arkasından sahibine yergi getirecek(yemek için) bir toplanma ise

Rahmân (olan Allah), o yemek çiğneyen dişleri (yiyenleri) kutsamasın."

Âyet, onlar hem kendi paylarını, hem de başkalarının paylarını birarada yerler demektir.

İbn Zeyd dedi ki: Kişi kendi malını yediğinde başkasının malını da toplayıp, onu da yer ve bu helal mıdır, yoksa haram mıdır, diye hiç düşünmez? Müşrikler hiçbir zaman kadınlara ve çocuklara miras vermezler, onların miraslarını kendilerininki ile, onlara kalanı kendi mallarıyla birlikte yerlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Ölenin zulüm ile toplayıp, biraraya getirdiği malları bilerek yerler ve haram ile helali birbirine katarlardı.

Malı kolay bir şekilde ele geçirip, bu yolda alnı terlemediği için israf ve savurganlıkla o malı harcayan, ondan alabildiğine savurganlıkla yiyen, canının çektiği yiyecekleri, içecekleri, meyveleri -çalışmayan mirasyedilerin yaptığı gibi- yiyip, tüketen mirasçıların bu âyet ile yerilmiş olması da mümkündür.

20

Malı'da, ondaki hiçbir hakka riayet etmeksizin, pek çok seversiniz.

"Malı da, ondaki hiçbir hakka riayet etmeksizin" helaliyle, haramıyla "pek çok" alabildiğine

"seversiniz."

"El-Cemm"

"Çok" demektir. "Cemme’ş-şey’u, yecumu, cumumen" "O şey çok oldu, çoğaldı, çoğalır" denilir. Bu durumda olan hakkında; "Cemme" ile "Câmme" denilir. "Cemme’l-mâu fi’l-havdi" "Su havuzda toplandı" ifadesi de buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir:

"Allah'ım, mağfiret buyurursan -eğer- çokça bağışlarsın.

Sana karşı çokça günah işlememiş hangi kulun vardır ki?"

"El-cemmetu" "Suyun toplandığı yer" demektir, "El-cemum" "Suyu bol kuyu" demektir. (Cim harfi) ötreli olarak; "El-cumum" mastardır. Kuyudaki su çekildikten sonra çoğalıp, biraraya toplandığı vakit: "Cemme’l-mâu, yecimmu, cumumen" "Su birikti, arttı, birikir, artar" denilir.

21

Böyle yapmayın! Yer dağılıp, zerreler gibi parça parça edildiğinde.

"Kellâ"

"Böyle yapmayın!" Olması gereken böyle değildir, demektir. Onların dünyaya abanmaları ve dünyalık toplamaları reddedilmektedir. Çünkü böyle yapan bir kimse, yerin darmadağın edileceği ve pişmanlığın fayda vermeyeceği zaman pişman olacaktır.

"Ed-Dekk"

"Kırmak ve dövmek" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden(el-Araf, 7/143; el-Kehf, 18/98 ve el-Hakka, 69/14) geçmiş bulunmaktadır. Yer sarsılıp, ardı arkasına sallandırıldığında; demektir.

ez-Zeccâc dedi ki: Yer sarsılıp da biribirini kırıp döktüğü zaman demektir.el-Müberred dedi ki: Birbirine yapıştırılıp, yüksekliği gittiği zaman, demektir.

"Nâkatun dukâun" "Hörgücü olmayan deve" demektir, çoğulu "Dukke" ...diye gelir. Daha önce bu husustaki açıklamalar el-Araf ve el-Hakka sûrelerinde (az önce belirtilen yerde) geçmiş bulunmaktadır. "Dukke’ş-şey’u" "O şey yıkıldı" derler. Şair de şöyle demiştir:

"Bir grub insanı kırıp geçiren ve sonunda yıkan, yine bir grub insandan başkası mıdır?"

"Parça parça" ardı arkasına demektir. Yani sarsılıp bir kısmı, diğer kısmını kırıp dökecek de onun üzerindeki herşey ufalacak demektir. Dağları ve yükseklikleri dümdüz edilinceye kadar parça parça edilecek, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre yayılmaları itibariyle evleri dümdüz edilecek, sarayları, dağları ve üzerindeki diğer yapılar yok olup gidecektir. Serilmesi ve yayılmasındaki düzlük dolayısıyla "dükkan" ismi de buradan gelmektedir. "Ed-deke" Yerin yüksekliğinin yayılmak suretiyle alçaltılması" demektir.

İbn Mes’ûd veİbn Abbâs'ın açıklamaları da bu anlamdadır: Yer tıpkı bir derinin yayılması gibi yayılıp uzatılacaktır.

22

Rabbin gelip, melekler de saf saf dizildiğinde;

"Rabbin"el-Hasen'e göre Rabbinin emri, kazası(hükmü)

"gelip..." Âyet, bu manasıyla muzafın hazfedilmesi kabilindendir.

Rabbleri, onlara pek büyük âyetlerle(belge ve delillerle) geldiğinde ... diye de açıklanmıştır. Bu yüce Allah'ın:

"Allah'ın... buluttan gölgeler içerisinde kendilerine gelivermesinden... başkasını mı bekliyorlar."(el-Bakara, 2/210) âyetine benzemektedir ki; "gölgeler ile" demektir.

Bir diğer açıklamaya göre, âyetlerin(belge ve alametlerin) gelişini yüce Allah kendi gelişi gibi ifade etmiştir. Bu yolla o âyetlerin şanı yüceltilmek istenmektedir. Hadîs-i şerîfte yüce Allah'ın (söyleyeceği ifade edilen) şu âyetleri de bu kabildendir; "Ey Âdem oğlu! Ben hastalandığım halde sen beni ziyarete gelmedin. Senden su istediğim halde bana su vermedin. Senden yemek istediğim halde sen bana yemek vermedin." Müslim, IV, 1990;Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, s. 182

"Rabbin gelip" âyeti şöyle de açıklanmıştır: O gün, şüpheler ortadan kalkacak ve artık bilgiler kesinlik arzedecektir. Tıpkı hakkında şüphe edilen herhangi bir şeyin gelmesi esnasında şüphe ve tereddütlerin ortadan kalkması gibi.

İşaret erbabı da şöyle demişlerdir: O'nun kudreti ortaya çıkmış, herşeyi istila etmiş olacaktır. Şanı yüce Allah'ın kendisi ise bir yerden bir diğer yere geçmek ile nitelendirilemez. Hem O'nun hakkında mekan ve zaman, O'nun üzerinden zamanın geçmesi sözkonusu olmadığına göre, bir yerden bir başka yere intikal ve geçiş onun için nasıl sözkonusu olabilir? Çünkü bir şeyin üzerinden zamanın geçmesi, vakitlerin geçmesi demektir. Herhangi bir şeyi ele geçiremeyen ise aciz demektir.

"Melekler de saf saf dizildiğinde; ki o gün cehennem de getirilmiş olacaktır." âyeti hakkında İbn Mes’ûd ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Herbir dizgini yetmişbin melek tarafından çekilen, yetmişbin dizgini ve öfkesi ve kabarması görülecek şekilde cehennem getirilecek ve Arş'ın sol tarafında yerleştirilecektir. Müslim'in Sahih 'inde Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"O gün, cehennem herbir dizginini çekecek yetmişbin melek yetmişbin dizgini ile getirilecektir." Müslim, IV, 2184;Tirmizi, IV, 701.

23

Ki o gün, cehennem de getirilmiş olacaktır. İşte o gün insan hatırlayacaktır ama hatırlamanın ona ne faydası olur!

Ebû Said el-Hudri dedi ki:

"O gün cehennem de getirilmiş olacaktır" âyeti nazil olunca, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rengi değişti ve bunun etkileri yüzünde görüldü. Öyle ki, bu hali ashabına da ağır geldi. Daha sonra şöyle buyurdu:

"Cebrâîl bana: "Böyle yapmayın! Yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde... O gün cehennem de getirilmiş olacaktır." âyetlerini okuttu." Süyutî, ed-Durru'l Mensur, VIII, 512. Ali(radıyallahü anh) dedi ki:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Cehennem nasıl getirilecektir?" diye sordu. Şöyle buyurdu:

"Cehennem yetmişbin dizgin ile çekilerek getirilecektir. Herbir dizgini yetmişbin melek çekecektir. Fakat dizginlerden öyle bir kurtulmak isteyecek ki, eğer bırakılacak olursa orada bulunan herkesi yakacaktır. Sonra benim önüme gelerek; "Benim seninle ne ilgim olabilir ki, ey Muhammed? Şüphesiz Allah senin etini bana haram kılmıştır." diyecek, Artık: Nefsim nefsim demedik hiçbir kimse kalmayacak. AncakMuhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan müstesna olacaktır. O Rabbim, ümmetim ümmetim, diyecektir." Süyutî, ed-Durru'l Mensur, VIII, 512.

"İşte o gün insan hatırlayacaktır." Öğüt alacak, tevbe edecektir.

Kasıt kâfir yahut bütün gayreti dünyaya yönelik olan kimselerdir.

"Ama hatırlamanın ona ne faydası olur!" O dünyada iken kusurlu hareket ettiğine göre öğüt almak, tevbe etmek nerede?

Öğüt alıp, hatırlamanın ona faydası nereden dokunacaktır, diye de açıklanmıştır. O halde muzafın hazfedildiğinin takdir edilmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde;

"O gün insan hatırlayacaktır" âyeti ile

"hatırlamanın ona ne faydası olur"âyeti arasında bir çelişki sözkonusu olur. Bu açıklamayı ez-Zemahşeri yapmıştır.

24

"Keşke hayatım için önceden (hayır) göndermiş olsaydım" der.

"Hayatım için" lâfzı "hayatımda" demektir. Buna göre buradaki "lâm" "için" edatı; "de, da" anlamındadır.

Bir başka açıklamaya göre; keşke hayatım,yani ölümün sözkonusu olmadığı hayat için, önceden salih bir amel göndermiş olsaydım, diye de açıklanmıştır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Cehennemliklerin hayatı rahat bir hayat değildir. Âdeta onların hayatları yok gibidir. O halde anlam şöyledir: Keşke cehennem ateşinden kurtulmak için hayır namına bir şeyler göndermiş olsaydım. O zaman ben de rahat ve huzurlu hayat sürenler arasında olurdum.

25

Artık o günde onun azâbı gibi hiçbir kimse azâb yapamaz.

Âyetin tefsiri için bak:26

26

Onun bağladığı gibi de kimse bağlayamaz.

"Artık o günde onun azâbı gibi hiçbir kimse azâb yapamaz."Yani kimse Allah'ın azâbı gibi azaplandıramaz, O'nun sağlam bağladığı gibi kimse bağlayamaz. Buradaki zamir yüce Allah'a aittir. Bu,İbn Abbâs ve el-Hasen'in görüşüdür.

el-Kisai;

"Azâb yapamaz" anlamındaki âyeti; "Lâyuazzebu" "Azaplandırılmaz" diye;

"bağlayamaz" anlamındaki âyeti da: "Velâyuseku" "Bağlanmaz" şeklinde "zel" ile "se" harflerini üstün olarak okumuştur. Yani o gün, Allah'ın kâfiri azablandıracağı gibi dünya hayatında kimse azâb edilemez, kâfirin sıkı sıkıya bağlanacağı gibi kimse bağlanamaz. Maksat da İblis’tir. Çünkü günahları ve cürümleri sebebiyle insanlar arasında en çetin azâbı onun göreceğine dair delil ortaya konulmuş bulunmaktadır. Dolayısıyla beraberindeki açıklayıcı manadan ötürü ifade mutlak olarak kullanılmıştır.

Bunun Umeyye b. Halef olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ'' nakletmiştir.Yani bu muayyen kâfirin göreceği azâb gibi kimse azâb edilmeyecektir. Onun zincirlere ve bukağılara bağlanacağı gibi kimse bağlanmayacaktır. Buna sebep ise küfür ve inadında en ileri dereceye gitmiş olmasıdır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Onun yerine kimseye azâb edilmeyecek, onun kurtulmak için vereceği fidye alınmayacaktır. Burada "azâb" azablandırmak anlamında "bağlamak" da bir şey ile sağlamca bağlamak anlamındadır. Şairin şu sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Ve sen otlağa yayılıp otlayan o yüz(deve)yi verdikten sonra(nankörlük etmem hiç düşünülür mü?)"

Kâfir olmayan bir kimseye kâfir gibi azâb edilmez, diye de açıklanmıştır.

Ebû Ubeyd veEbû Hatim, "zel" ile "se" harflerinin üstün okunmasını tercih etmişlerdir. Bu durumda "he: o" zamiri kâfire ait olur. Çünkü Allah'ın azâbı gibi kimsenin azâb etmeyeceği bilinen bir husustur

Ebû Kılabe de Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan(bu buyrukları) "zel" ve "se" harflerini üstün olarak okuduğunu rivâyet etmiş bulunmaktadır. Ebû Amr'ın, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın okuyuş şekline döndüğü de rivâyet edilmiştir.

Ebû Ali dedi ki: Cemaatin okuyuşuna göre de zamirin kâfire ait olması mümkündür. Yani hiç kimse kimseyi bu kâfire yapılan azâb gibi azâb etmez. Bu durumda zamir kâfire ait olur. "Kimse" ile kastedilenler de, cehennem ateşindekileri azaplandırmakla görevli olan meleklerdir.

27

"Ey yakın ile huzur bulmuş nefs!

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"Kendin razı olmuş ve rızaya ermiş olarak dön Rabbine,

Yüce Allah bütün çabası dünyalık olan, bundan ötürü zengin ve fakir kılınışında Allah'ı itham eden kimselerin halini sözkonusu ettikten sonra;

"ey yakîn ile huzur bulmuş nefs!" âyeti ile yüce Allah'a gönül hoşluğu ile, huzur ile teslim olmuş, işini Allah'a havale etmiş, O'na güvenip dayanmış kimselerin durumunu sözkonusu etmektedir.

Bu sözlerin meleklerin yüce Allah'ın dostlarına söyleyeceği sözlerden olduğu söylenmiştir.

"Yakîn ile huzur bulmuş nefs(en-nefsu’l-mutmainne)" huzura ermiş ve kesin yakîn sahibi olmuş, Allah'ın kendi Rabbi olduğuna kesin olarak inanmış ve bundan dolayı Rabbine ibadete yönelmiş olan nefis, demektir. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır.

İbn Abbâs dedi ki: Allah'ın sevabı ile ve O'ndan hoşnut olmuş mü’min nefis demektir. el-Hasen, kesin inanç sahibimü’min nefis, diye açıklamıştır. YineMücahid'den, kendisine isabet etmeyen bir şeyin hiçbir şekilde esasen isabetinin sözkonusu olmayacağını, isabet edenin de isabet etmemesinin sözkonusu olmayacağını kesin olarak bilip Allah'ın hüküm ve kazasına razı olmuş nefs demektir,

Mukâtil dedi ki: Allah'ın azabından yana emniyette olan nefistir.

Ubeyy b. Ka'b'in kıraatinde: "Yâeyyetuhe’n-nefsu’l-âminete’l-mutmainnete" "Ey yakîn ile huzur bulmuş, güvenlik içerisindeki nefis" şeklindedir.

Allah'ın, Kitabında vaadettiklerine kesin olarak inanıp, amel eden nefis diye de açıklanmıştır.

İbn Keysan dedi ki: Burada "mutmain nefs" ihlâs sahibi nefis demektir. İbn Atâ dedi ki: Onsuz bir göz açıp kapayacak vakit kadar dahi duramayan arif nefis demektir. Yüce Allah'ın zikriyle huzur bulan nefis diye de açıklanmıştır. Yüce Allah'ın:

"Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur"(er-Ra'd, 13/28) âyeti bunu açıklamaktadır.

Îman ile huzur bulmuş, öldükten sonra dirilişi ve amellerin mükâfatının görüleceğini tasdik etmiş nefis, diye de açıklanmıştır.İbn Zeyd dedi ki: Bu nefsin mutmain(huzur içinde) oluş sebebi, ölüm halinde, diriliş vaktinde ve biraraya geliş zamanlarında cennet ile müjdeJenmesidir. Abdullah b. Büreyde babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bundan kastedilen Hamza'nın nefsidir.

Ancak sahih olan bunun mü’min, ihlâslı ve itaatkâr her nefis hakkında umumi olduğudur.Hasan-ı Basrî diyor ki: Şüphesiz yüce Allah, mü’min kulunun ruhunu almayı murâd ettiği vakit o nefis, yüce Allah'tan geleni huzur ile karşıladığı gibi, yüce Allah da onu huzur ile kabul eder.

Amr b. el-Âs dedi ki: Mü’min vefat ettiğinde, Allah ona iki melek gönderir. Bu iki melekle birlikte cennetten hediyeler bulunur. Melekler o kişinin nefsine: "Ey mutmain nefs! Sen hoşnut olarak, hoşnut kılınmış ve senden hoşnut olunmuş olarak çık. Sen huzur ve sükuna, hoş kokulara gitmek üzere çık. Hoşnut olan ve kızgm olmayan Rabbin huzuruna varmak üzere çık! Bu nefis bir kimsenin yeryüzünde kokladığı en güzel misk kokusu gibi çıkar..." Hâkim, el-Müstedrek, I, 94; Heysemî, Mecmâ', II, 328; Taberânî, Evsat, I, 225; Tayalisi, Müsned, i, 102. deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

Said b. Zaid dedi ki: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda:

"Ey yakîn ile huzur bulmuş nefis" âyetini okudu. Ebû Bekir;

"Bu ne kadar güzel bir haldir ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki melek bu sözü sana söyleyecektir, ey Ebû Bekir" Taberi, Câmiu'l-Beyan, XXX, 191; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 110

Said b. Cübeyr dedi ki:İbn Abbâs, Taif'te vefat etti. Daha önce bu şekilde ona benzer hiçbir kuş görülmemiş olan bir kuş geldi. Onun naaşına girdi. Sonra da o kuşun naaşından çıktığı görülmedi. Defnolunduğu vakit kabrin kenarında kimin okuduğu bilinmeksizin şu âyet-i kerimeler okundu:

"Ey yakîn ile huzur bulmuş nefs. Kendin razı olmuş ve rızaya ermiş olarak dön Rabbine!"

ed-Dahhak'ın rivâyetine göre bu âyet, Osman b. Affan (radıyallahü anh) hakkında Rûme kuyusunu vakfettiği vakit nazil olmuştur.

Mekkelilerin asarak idam ettiği yüzünü Medine'ye döndürdükleri halde Allah'ın yüzünü kıbleye doğru çevirdiği Hubeyb b. Âdiy hakkında indiği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Dön Rabbine!" Sahibine ve bedenine! Bu açıklamayı İbn Abbâs,İkrime ve Atâ yapmış, Taberi de bunu tercih etmiştir. Bunun delili de İbn Abbâs'ın tekil olarak "Fe’dhuli fi abdi" "Gir kuluma!" şeklindeki okuyuşudur. Yarın yüce Allah ruhlara tekrar cesetlere dönmeleri için emir verecektir. İbn Mes’ûd da: "Fi cesedi abdi" "Kulumun cesedine!" diye okumuştur.

el-Hasen dedi ki: Rabbinin sevabına, lütuf ve ihsanlarına dön! Ebû Salih dedi ki:Yani Allah'a dön! Bu da ölüm halinde olacaktır.

29

"Haydi katıl kullarıma,

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Ve gir cennetime!"

"Haydi katıl kullarıma!" Kullarımın cesedlerine demektir. Buna delil de İbn Abbâs ile İbn Mes’ûd'un kıraatidir.İbn Abbâs dedi ki: Bu kıyâmet gününde olacaktır. ed-Dahhak da böyle demiştir.

Cumhûrun kanaatine göre ise, cennet iyi kimselerin meskeni, salih ve hayırlı kimselerin yurdu olan ebedilik diyarıdır.

"Kullarıma" âyetinin anlamı da kullarımın arasından salih olan kimselerin arasına demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:

"Biz elbette onları salihler arasına katacağız" (el-Ankebut, 29/9) buyurmuştur, el-Ahfeşdedi ki:

"Katıl kullarıma!" Katıl Benim hizbime yani Benim (dünyada iken) dinimin taraftarları arasına. Anlam aynıdır; yani sen de onlar arasında yerini al, demektir.

"Ve" sen de onlarla birlikte

"gir cennetime!"

(Fecr Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

BELED SÛRESİ

Rahmân ve Rahîm Allah’ın İsmi ile

Mekke'de indiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yirmi âyettir.

1

Yemin olsun bu beldeye.

Bu âyette -daha önceden;

"Hayır...kıyâmet gününe yemin ederim" (el-Kıyame, 75/1) âyetinde geçtiği üzere-; "Lâ" "Hayır" (anlamındaki olumsuzluk lâfzının) zâid olması mümkündür.(Mealde de olduğu gibi) Bu açıklamayıel-Ahfeş yapmıştır ki;(doğrudan): "Yemin ederim" demektir. Çünkü daha sonra;

"Bu beldeye" diye buyurmuştur. Yine bu beldeye;

"Ve şu emin beldeye ki;"(et-Tin, 75/3) âyetinde de yemin etmiş bulunmaktadır. Yüce Allah, bu beldeye(başka bir yerde) yemin etmiş iken,(burada) ona yemin etmesi nasıl reddedilebilir? Şair şöyle demiştir:

"Leyla'yı hatırladım da bir özlem sardı beni

Nerdeyse kalp ta özünden paramparça olacaktı."

Görüldüğü gibi burada: “Lâ” lâfzı sıla(ulama edatı olarak fazladan) gelmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Mâ meneake ella tescude iz emertuke"

"Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?"(el-A'raf, 7/12) âyeti da bu kabildendir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Mâ meneake en tescude"

"Secdeden seni ne alıkoydu?"(Sad, 38/75) âyetidir. Aynı manayı ihtiva eden iki âyetten ilkinde zâid olduğu belirtilen "la" geldiği halde, ikincisinde gelmemiş olması zâid olduğunun delilidir

el-Hasen,el-A'meş ve İbn Kesîr "lam"dan sonra "elif" olmaksızın olumlu ifade olarak; "Luksimu" "Elbette... yemin ederim" diye okumuşlardır. Yine el-Ahfeş buradaki bu lâfzın; "Elâ" "...mez...mi"(ya da: Dikkat edin!) anlamında olabileceğini de kabul etmiştir.

Yemini nefyetmek için gelmediği de söylenmiştir. Aksine bu, Arapların: Hayır, Allah'a yemin ederim hayır. Ben bu işi yapmam. Hayır vallahi bu iş böyle olmadı. Hayır, Allah'a yemin ederim mutlaka bunu yapacağım, türünden sözlerine benzer.

Bunun sahih bir nefy olduğu da söylenmiştir. Mana da şudur: Sen bu şehirden çıkıp gittikten sonra bu şehirde olmayacak olursan Ben de bu şehire yemin etmem. Bu açıklamayı da Mekkî nakletmiştir. Ayrıca bunu İbn Ebi Necih, Mücahid'den rivâyet etmiştir. Buna göre Mücahid şöyle demiştir: "Hayır" lâfzı onlara karşı bir reddir. İbnu’l-Arabi'nin tercih ettiği açıklama da budur. Çünkü o şöyle demiştir: "Bunun red için geldiğini söyleyenlere gelince, bu hiç de reddolunacak bir görüş değildir. Çünkü bu şekilde mana da sahih olmaktadır, lâfız da, maksat da yerli yerince oturmaktadır." Dolayısıyla bu nefy, ölümden sonra dirilişi inkar edenlerin sözlerini reddetmekte, sonra da yerine geçilmiş bulunmaktadır,

el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Hayır" âyeti bu sûrede anılmış, dünyaya aldanmış insanın vehimlerini reddetmektedir.Yani durum, kimsenin kendisine güç yetiremeyeceği şeklindeki kanaati gibi değildir. Bundan sonra yemine geçilmiştir.

"Bu belde"den kasıt Mekke'dir. Bu hususta (müfessirler) icmâ etmişlerdir. Yani Ben; senin Benim nezdimdeki üstün değerin ve Benim sana olan sevgim dolayısıyla içinde bulunduğun bu haram beldeye yemin ederim.

el-Vâsitî dedi ki: Biz sen hayatta iken orada bulunmakla vefatından sonra da bereketinle müşerref kıldığın bu belde -ki Medine'yi kastetmektedir- adına sana yemin ederek diyorum...

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü bu sürenin Mekke'de indiği ittifakla kabul edilmiştir.

2

Sen, bu beldede bulunmakta iken.

Gelecekte (bulunacağın vakit) demektir. (Bu yönüyle) yüce Allah'ın:

"Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir."(ez-Zümer, 39/30) âyetine benzemektedir. Arap dilinde bunun benzerleri pek çoktur. Kendisine ikramda ve lutuflarda, bağışlarda bulunmayı vaadettiğin kimseye: Sen kendisine ikram olunan(olacak olan) ihsan olunan(ihsan edilecek olan)sın, denilir. Yüce Allah'ın kelamında da bunun benzerleri pek çoktur. Çünkü ona göre gelecekteki haller, hal-i hazırdaki görülen durumlar gibidir. Bu lâfzın geleceğe dair olduğuna ve o zaman için mevcut hal ile açıklanmasının imkansız olduğuna, sûrenin fetihten önce Mekke'de ittifakla indiğinin kabul edilmiş olması, kafi bir delil olarak yeterlidir.

Mansur, Mücahid'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:

"Sen bu beldede bulunmakta iken"Sen bu beldede her ne yaparsan senin için helâldir, demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir: Mekke'ye girdiği gün dilediği kimseyi öldürmek ona helâl kılınmıştı. Bundan dolayı o, İbn Hatal, Mıkyes b. Subabe ve başkalarını öldürtmüştür. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra Mekke'de birisini öldürmek hiçbir kimseye helâl kılınmamıştır.

es-Süddî rivâyetle dedi ki: Seninle savaşan kimseleri senin de öldürmen senin için helâldir. Ebû Salih,İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ona günün kısacık bir bölümünde helâl kılındı, sonra bu helâl oluş kaldırıldı, kıyâmet gününe kadar haram bir belde oldu. Bu da Mekke'nin fethi günü olmuştu. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu sabittir:

"Allah gökleri ve yeri yarattığı günü Mekke'yi haram kıldı. Kıyâmet gününe kadar o haramdır. Benden önce kimseye helâl kılınmadığı gibi, benden sonra kimseye de helâl kılınmayacaktır. Bana da ancak günün kısacık bir bölümünde helâl kılınmıştır." Buhârî, II, 651, 736, IV, 1567;Tirmizî, IV, 21;Müsned, I, 253. Bu hadis daha önceden el-Mâide Sûresinde geçmiş bulunmaktadır.

İbn Zeyd dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dışında kimse helal değil idi.

Sen bu beldede ikamet ediyor ve burası senin yerin iken... anlamında olduğu da söylenmiştir. Sen bu beldede ihsan edip, Ben de bu beldede senden razı iken diye de açıklanmıştır. Dilcilerin naklettiklerine göre "helâl(ihramsız) adam" anlamında: "Raculun hillun, helâlun, muhillun" denilir. "İhramlı ve ihramsız adam" "Raculun haramun, muhillun" ve "ihramlı adam" anlamında "Raculun haramun, muhrimun" denilir.

Katade dedi ki: Sen bu beldede helâl iken, sen günah işlememiş halde iken anlamındadır.

Bunun Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a övgü olduğu da söylenmiştir. Yani sen, Allah'ı inkar suçunu işleyen müşrikler gibi olmayıp, bu Beytin hakkını bilip tanıyarak senin için işlenmesi haram olan şeyleri bu beldede işleyen birisi değilsin.Yani hürmetini (saygınlığını) bilip tanıdığın şu ta’zim olunan Beyte yeminederim ki, sen bu Beytte ikamet etmekte, onu tazim etmekte ve sana haram olan herhangi bir şeyi burada işlememektesin.

Şurahbil b. Sa'd dedi ki:

"Sen bu beldede bulunmakta iken" helâl iken demektir, Bunun anlamı da şudur: Onlar, avını öldürmek, ağacını kesmek bakımından Mekke'yi haram bir belde olarak kabul ediyorlar, fakat aynı zamanda seni oradan çıkarmayı ve öldürmeyi helâl belliyorlar.

3

Babaya ve doğana ki;

Mücahid,Katade, ed-Dahhâk, el-Hasen ve Ebû Salih dedi ki:

"Babaya" Âdem (aleyhisselâm)'a

"ve doğana" onun soyundan gelen çocuklara demektir. Yüce Allah'ın onlara yemin etmesi, insanların, Allah'ın yeryüzünde yarattıklarının en hayret verici olanları oluşlarından dolayıdır. Çünkü onlar, maksatlarını açıklamak, konuşmak, işlerini çekip çevirmek gibi özelliklere sahip olmak,(hasletlerine sahiptirler) Peygamberler ve yüce Allah'ın yoluna davet edenler de onlar arasından çıkar.

Âyetin; Âdem'e ve onun soyundan gelen salih kimselere bir yemin olduğu da söylenmiştir. Salih olmayan kimseler ise âdeta hayvan gibidirler.

Babanın; İbrahim, doğanın ise onun zürriyeti olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebû İmrân el-Cevnî yapmıştır.

Diğer taraftan bununla onun bütün zürriyetinin kastedilme ihtimali olduğu gibi, onun soyundan gelen sadece müslümanların kastedilme ihtimali de vardır.

el-Ferrâ' dedi ki: Bu âyette insanlar hakkında: "Mâ" "an"in kullanılmasının elverişli olması: "Mâ tâbe lekum"

"Size helâl olan kadınlardan..."(en-Nisâ, 4/4) âyeti ile: "Vemâ haleka’z-zekera ve’l-unsâ"

"Erkeği de, dişiyi de yaratana ki"(el-Leyl, 92/3) buyruklarına benzemesindendir. Halbuki erkeği de, dişiyi de yaratan O'dur. (Bununla birlikte onun hakkında da bu edat kullanılmıştır).

Bu lâfzın kendisinden sonraki lâfız ile birlikte mastar konumunda olduğu da söylenmiştir. Babaya ve onun doğurmasına demek olur. Bu dayüce Allah'ın: "Ve’s-semâi vemâ benâha"

"Semaya ve onu bina edene"(eş-Şems, 91/5) âyetine benzemektedir.

İkrime veSaid b. Cübeyr dedi ki:

"Babaya" kendisinden evlad olana,

"doğana" evladı olmayan kısıra demektir. İbn Abbâs da böyle demiştir. Bu durumda; "Mâ" edatı nefy anlamını ifade eder. Ancak bu anlamda olması uzak bir ihtimaldir. Mevsul bir isim takdir edilmedikçeyani; "Vâlid vellezi mâ veled" "Babaya ve çocuğu olmayana" takdirinde kabul etmedikçe doğru olamaz. Böyle bir takdir ise Basralılara göre câiz değildir.

Âyetin; her baba ve her evlad hakkında genel olduğu da söylenmiştir. Bu da Atiyye el-Avfi'nin açıklamasıdır. Aynı anlamda bir açıklama yine İbn Abbâs'dan da rivâyet edilmiştir.Taberî'nin tercih ettiği de budur.

el-Mâverdî dedi ki: Daha önce kendisinden sözedildiği için

"baba"nınPeygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olması

"doğan"ın da onun ümmeti olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben sizin için bir baba konumundayım, size ... öğretirim." Ebû Davud, I, 3.

Böylece yüce Allah,Peygamberinin beldesine yemin ettikten sonra, onun şerefinin ileri derecesine işaret etmek için hem bizzat kendisine, hem de onun ümmetine yemin etmiş olmaktadır.

4

Biz; insanı yemin olsun, bir zorluk içinde yarattık.

Yemin buraya kadar devam ediyordu. Bu âyet da yeminin cevabıdır. Yarattıklarından -önceden de geçtiği gibi onları tazim etmek gayesiyle- dilediğine yemin etmek Allah'ın hakkıdır. Burada sözkonusu olan

"insan" Âdemoğludur.

"Bir zorluk içinde" dünya mücadelesinde, zorluk ve sıkıntı içinde demektir. "El-kebed" Çetinlik, şiddet, zorluk" demektir. "Tekebbede’l-leben" "Süt katılaştı, bozuldu, yoğurt haline dönüştü" tabiri de buradan geldiği gibi "karaciğer" anlamındaki; "El-kebidu" da buradan gelmektedir. Çünkü o (karaciğer) katılaşmış ve sertleşmiş bir kandır. "Kâbedtu haza’l-emru" Bu işin zorluk ve sıkıntılarına katlandım" denilir. Şair Lebid de şöyle demiştir:

"Ey göz, Erbed için ağlamalı değil misin?

Hani biz de, düşmanlar da zorluk ve şiddet içinde kalkmış idik."

İbn Abbâs veel-Hasen dedi ki:

"Zorluk içinde", sıkıntı ve yorgunluk içinde demektir. Yine İbn Abbâs'tan, gebe kalınması, doğurulması, süt emzirilmesi, dişlerinin çıkması ve daha başka halleri gibi zorluk ve sıkıntı içindedir, diye açıkladığı rivâyet edilmiştir,

İkrime'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Annesinin karnında dikine... demektir. Çünkü "El-Kebed" "Dikine ve dosdoğru olmak" demektir. Bu yüce Allah'ın yaratılış itibariyle ona olan lutfunu dile getirmektir. Şanı yüce Allah'ın, annesinin karnında yarattığı bütün canlılar, mutlaka yüzleri üstüdürler. Âdemoğlu bundan müstesnadır. O özel bir şekilde dikine durur.

Aynı zamanda bu, en-Nehaî,Mücahid ve başkalarının da görüşüdür. İbn Keysan dedi ki: Annesinin karnında, başı yukarda demektir. Şanı yüce Allah annesinin karnından çıkması için ona izin verdiği vakit bu sefer, başı annesinin ayaklarına doğru döner,

el-Hasen dedi ki; Dünyanın musibetlerine ve âhiretin şiddetlerine, zorluklarına göğüs gerer, demektir. Yine ondan şöyle açıkladığı rivâyet edilmiştir: O bolluk ve rahat zamanında şükür, zorluk ve sıkıntı zamanlarında da sabır etmek için kendisini zorlar. Çünkü o, mutlaka bu iki halden birisi ile karşı karşıya bulunur. Bu açıklamayı İbn Ömer'den de rivâyet etmiştir. Yemân dedi ki: Âdem oğlunun karşı karşıya kaldığı ve göğüs gerdiği sıkıntılar kadar sıkıntı çeken bir başka varlık, yüce Allah yaratmış değildir. Bununla birlikte o yaratılmışların en güçsüzüdür.

İlim adamlarımız şöyle demiştir: Onun karşılaştığı ilk zorluk göbek bağının kesilmesidir. Daha sonra kundağa sarılıp, bağlandığı vakit darlık ve sıkıntı ile karşılaşır, sonra süt emmek zorluğu ile karşılaşır. Eğer süt emmeyecek olursa telef olur, gider. Daha sonra dişleri biter, dili harekete başlar, arkasından tokat yemekten daha zor olan sütten kesilmek zorluğu ile karşılaşır. Sonra sünnet olmak sıkıntısıyla, ağrılarla, kederlerle karşılaşır. Daha sonra öğretmen ve onun baskısının zorluğu, mürebbi ve onun idaresi, hoca ve heybetinin zorluğu ile karşılaşır. Arkasından evlenmek ve bu hususta acele etmek meşgalesi ve sıkıntıları ile karşılaşır. Ondan sonra çocukların, hizmetçilerin ve diğer yardımcıların meşgaleleri ile karşılaşır. Daha sonra evler, köşkler inşa etmek sıkıntıları ile karşılaşır. Sonra yaşlanmak, kocamak, dizlerin ve ayakların zayıflaması ve sayımı dökümü çok olan, serdedilmeleri uzayıp gidecek musibetlerle karşı karşıya kalır. Başın ağrıması, dişlerin ağrıması, gözlerin çapaklanması, borcun sebeb olduğu keder, diş ağrıları, kulak ağrıları gelir... Malda, canda türlü mihnetlerle karşılaşır. Dövülmek, hapsedilmek gibi. Herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadığı, bir meşakkate göğüs germediği bir gün dahi geçmez. Bütün bunlardan sonra ölüm gelir. Sonra meleğin soru sorması, kabrin sıkıştırması ve karanlığı, arkasından ölümden sonra diriliş, amellerin Allah'ın huzurunda arzedilmesi ve nihayet ya cennet veya cehennemde karar kılacağı hale kadar devam eden sıkıntılar. İşte yüce Allah:

"Biz, insanı yemin olsun bir zorluk içinde yarattık" diye buyurmaktadır. Eğer iş insana kalmış olsaydı, bu sıkıntıların hiçbirisini seçmez, tercih etmezdi. Bu onun işlerini çekip çeviren, bu halleri onun hakkında hükmedip takdir eden bir yaratıcısının olduğuna delildir. O halde insan bu yaratıcının emrine uymalıdır.

İbn Zeyd dedi ki: Burada

"insan"dan kasıt, Âdem'dir.

"Bir zorluk içinde" âyeti da semanın ortasında demektir.

el-Kelbi dedi ki: Bu âyet, Cumahoğullarından bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişiye Ebû'l-Eşeddin denilirdi. O Ukyazlı deriyi alır, bunu ayaklarının altına koyar ve sonra: Beni bu derinin üzerinden uzaklaştırabilene şu kadar vermeyi vaadediyorum dermiş. On kişi o deriyi çeker, deri parçalanır ayakları yerinden oynamazdı. Bu kişi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in düşmanlarından idi.

"O hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır?"(5. âyet) âyeti onun hakkında inmiştir. Gücü sebebiyle (güç yetiremeyeceğini mi sanır) demektir. Bu açıklama İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. (Buna göre),

"Zorluk içinde", güçlü demek olur. Yaratılışı itibariyle güçlü demektir, Kureyşlilerin en güçlü adamlarından birisi idi. Abdu'l-Muttalib oğlu Haşım oğlu Rukane de böyle idi. O da güç ve kuvveti itibariyle parmakla gösterilir birisi idi.

"Bir zorluk içinde" âyetinin yaratılışının zayıflığına, maddesinin hakirliğine rağmen, yürekli ve sağlam ciğerli (mütehammil) anlamında olduğu da söylenmiştir.

İbn Atâ: Karanlık ve cehalet içinde, diye açıklamıştır. Tirmizî, kendisini ilgilendiren şeylerle ilgilenmez, ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olur, diye açıklamıştır.

5

O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır?

"O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanır?"Yani Âdemoğlu yüce Allah'ın kendisini asla cezalandırmayacağını mı sanır?

6

O: der ki: "Ben yığın yığın mal tükettim."

"O, der ki: Ben yığın yığın" pek çok miktarda

"mal tükettim" harcayıp, bitirdim.

7

O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi zanneder?

"O, kimsenin kendisini asla görmediğini" gözetmediğini

"mî zanneder.?"

Bilakis yüce Allah, onun bu halini bilir. O bakımdan o, hiç de harcamadığı halde

"ben yığın yığın mal tükettim" sözünde yalancıdır.

Ebû Hüreyre rivâyetle dedi ki: Kul durdurulur. Ona: "Sana rızık olarak verdiğim malı nasıl kullandın?" diye sorulur. O: "O malı, infak ettim, onun zekatını verdim", der. "Sanki sen bu işi, bu kişi cömerttir, denilsin diye yapmış gibisin, böyle de denildi." Sonra da verilen emir üzerine cehennem ateşine atılır. Hadis, dünyada iken yüce Allah için ihlasla yapılması gereken Allah yolunda cihad ilim tahsili, infak gibi amelleri riyakârlık maksadıyla yapanların, mükâfat görmek yerine cehennemde azal) göreceklerini :anlatmaktaMüslim, III, 1513;ibn Huzeyme. Sahih, IV, 116; İbn Hihban, Sahih, II, 137; Hâkim, Müstedrek, I, 189, 579, II. 120;Tirmizî, IV,591;Nesâî, VI, 29; Müsned, II, 321

Said’den rivâyete göre o, Katade'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sana malını nereden topladın ve onu nasıl harcadın? diye sorulacaktır.

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ebû’l-Eşeddin (veya el-Eşeddeyn) şöyle derdi: "Ben Muhammed'e düşmanlık uğrunda çok mal harcayıp, tükettim." Halbuki o, yalan söylüyordu.

Mukâtil dedi ki: Bu âyet, el-Haris b. Amr b. Nevfel hakkında inmiştir. O, bir günah işledi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan fetva sordu. Peygamber ona keffârette bulunmasını emretti. Şöyle dedi: "Muhammed'in dinine girdiğimden beri malım, verdiğim keffaretlerle ve nafakalarla zaten bitip tükendi." Onun söylediği bu sözler, yapmış olduğu infaklar dolayısıyla bir çeşit haddini aşma olabilir. O takdirde bu, onun tuğyan ettiği anlamına gelir; yahutta yaptığı bu harcamalara üzüldüğünü ifade etmiş olabilir. O vakit, bu yaptıklarına pişmanlık duymuş demektir.

Ebû Cafer

"yığın yığın" anlamındaki; "Lubed" lâfzını "be" harfini üstün ve şeddeli olarak; "Lâbede"nin çoğulu diye okumuştur. "Râki’" "Rükû eden" lâfzının çoğulunun: "Ruke’" "Sâcid" "Secde eden"in çoğulunun "Suced" diye; "Şâhid"in çoğulunun "Şuhed" diye gelmesi ve benzerlerinde olduğu gibi.

Mücahid ve Humeyd ise "be" ve "lam" harflerini ötreli ve şeddesiz olarak; "Lubud"un çoğulu diye okumuşlardır. Diğerleri ise, "lam" harfini ötreli ve kesreli, "be" harfini üstün ve şeddesiz olarak; “Lebdetun" ile "Libdetun"un çoğulu diye okumuşlardır ki bu da; "Telebbed"

"Kat kat olup katlanan şey" demek olup, bununla çokluk kastedilir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Cin Sûresi'nde (72/19. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet edildiğine göre

"...mi sanır?" anlamındaki; "E yehsebu" âyetini her iki yerde de "sin" harfini ötreli "Eyahsubu" olarak okuduğu rivâyet edilmiştir.

el-Hasen dedi ki: O diyor ki: Ben çok mal harcayıp tükettim. Bundan ötürü beni kim hesaba çekecektir? Beni bırak da ben onu hesaba çekeyim. Yüce Allah'ın, onu hesaba çekmeye kadir olduğunu, yüce Allah'ın onun yaptığı her şeyi gördüğünü bilmiyor mu? Daha sonra, üzerindeki nimetlerini sayıp dökerek şöyle buyurmaktadır:

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç