Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

586

 

081 - TEKVÎR SÛRESİ

 

CÜZ :

30

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21

Zül'arşın nezdinde mekîn muta' orada, emîn

(.......) muta' orada - Allahü teâlânın huzurunda Melâikei mukarrebîn ona itaat ederler, onun emrini dinlerler. Ondan emir telâkkî eder ve ona müraceat eylerler (.......) emîn - her vechile ı'timada şayan vahy ü risalette gayet emniyyetli «(.......) = benim emânetim ben bir şey ile emr olunayım da onu başkasına tecavüz edeyim bu vakı' olmaz» diye kendisinden rivayet olunduğu üzere emr olunduğu bir şeyde asla teaddîsi olmaz, vazîfesini gereği gibi yerine getirir, getirmiş olduğu vahiyde kusuru, hatası, hıyâneti asla melhuz değil,

22

Yoksa sahibiniz mecnun değil

(.......) ve sahibiniz - sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, ya'ni Hazret-i Peygambersallâllahü aleyhi ve sellem(.......) mecnun değil. - Sûre-i Necmin başındaki (.......) âyetinde olduğu gibi burada da Resulullahın nezâheti beyan buyurulurken (.......) diye muhatablar zamirine muzaf olarak sohbet unvaniyle tavsıf buyurulmasında, Sûre-i Yûnüste geçen(.......) mazmunu üzere zarîf bir ta'rız vardır.

Ya'ni ey o Kur’âna ve risalet haberlerine inanmamak için Peygambere mecnun diye bühtan etmek istiyenler o Peygamber - Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi vessellem - sizin sahibinizdir, siz senelerce onun sohbetinde bulundunuz. Aklının, ahlâkının yüksekliğini tecribe ettiniz, re'yine müraceat eylediniz konuştunuz, bilirsiniz ki, o mecnun değildir. Akıl ve idrâki tam, fazl-u fazîyleti müsellem, hakkınızda hayırhah bir zattır. Binaenaleyh o size bu sözleri mecnuncasına söylemiyor (.......) mısdakınca Allah’ın gönderdiği o Resuli kerîmi tasdık ederek hakkı söyliyor.

23

Vallahi gördü onu açık ufukta

(.......) Vallahi o sahibiniz, Muhammed, onu: o zil'arşın emîn, muta', mekîn, kuvvetli, kerîm ResulüCebrail aleyhisselâmı gördü - hem nasıl (.......) ufukı mübînde - beyan edici ufuk veya açık ufuk demek olan ufukı mübîn Sûre-i Necimde (.......) ta'bir olunan ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı tebyîn ettirip gösteren Meşrık tarafı diye tefsîr edilmiştir. Mücahidden bir rivayette «Ecyad tarafından ufukı mübîni a'lâda» diye vârid olmuştur ki, Ecyad, namı diğeri ciyad, Mekkenin şarkında bir dağın veya Arzın ismidir. Bir de ehli Mekke için metaliın en yükseği Seretan burcunun re'si matlaı olduğundan ufukı mübîni a'lâdan murad odur denilmiştir.

Resulâllahın Cibrîli ufuku mübînde bu görüşü sureti hakîkıyyesi ile görüşüdür ki, Hıradan sonra olmuştu. Arz ve Semâ arasında kürsî üzerinde Allahü teâlânın halk eylediği surette gördü, altı yüz cenahı vardı diye rivayet olunmuştur. İbn-i Cerîr de İbn-i Humeydin Cerîr tarikıyle Atâdan, Âmirden rivayetinde demiştir ki, Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Cibrîli kendi suretinde bir kerre görmüştü. Diğerlerinde dihye denilen bir recül suretinde gelirdi, kendi suretinde gördüğü gün ise gelmiş, bütün ufku sedd etmişti, üzerinde dür ta'lık olunmuş yeşil bir sündüs vardı.(.......) Kavli ilâhîsi budur(.......) Lâkin Vennecmi Sûresinde(.......) diye müsarrah olduğu üzere ResulullahınCibrîli sureti hakikıyyesiyle Sidrei müntehânın yanında bir kerre daha görmüş olduğu da muhakkaktır.

Netekim Taberanî veİbn-i Merduyenin tahric ettikleri vechileİbn-i Abbastan buradaki rü'yetin Sidrei münteha yanındaki rü'yet olduğu da rivayet edilmiştir. Bu surette ufukı mübîn Sidrei münteha demek olur. Halbuki Sidrei müntehadaki görüş ufukı a'lâda istivadan başka nezleten uhrâ tehadaki görüş olduğu Vennecmide tasrih edilmiş bulunduğu için ufukı mübîn ufukı a'lâdan başka olmak ıktiza eder.

Şu halde burada zikr olunan rü'yet iki rü'yetin ikisine de şamil olmak ve iki rivayeti de cami' bulunmak üzere ufukı mübîn, ufukı a'lâ ile Sidrei müntehadan e'amm mülâhaza edilmek daha muvafık olacaktır. Allahü a'lemİbn-i Abbasın muradı da bu olmak gerektir. Bu hususta Sûre-i Necim daha mufassal olduğundan nüzulü gerek evvel olsun gerek sonra buradaki rü'yet ona göre tefsîr edilmek lâzım gelir.

Ya'ni ResulullahınCebrâili hakikî hılkati ile iki kerre görmüş olduğu muhakkaktır.

24

Ve o ğayb üzerine kıskanılır değil

(.......) ve o -ya'ni sahibiniz (.......) gayb üzerine - ya'ni kendisine öyle vahiy geldiğine ve sair umurı gaybiyyeye dair vermiş olduğu haberler gibi sizin hiss-ü tecribenize dahil olmamış bulunan gaybe âid hususatta(.......) danîn de değildir. -

DANÎN, Buhl demek olan «danndan» fe'îldir. Fail ma'nasına da mef'ul ma'nasına da olabilir.

Ya'ni o meşhudünüz olan hususatta bahîl olmadığı gibi gayba dâir olan hususatta da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi tebliğ etmekte ve sizin müşahedenizden ve ılminizden gâib bulunan bilmediğiniz şeyleri haber verip bildirmekte bahıllik etmez, gayb taslayan, gayb furuşluk eden kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmiyen kimseler gibi ücret almak sevdâsiyle kıskançlık yapmaz. Binaenaleyh onun hakkında cerri menfeat gibi bir garaz ve töhmet de mevzuıbahs olamaz. maznun ma'nasına olduğuna göre de şöyle demek olur. Meşhudunuz olan ahvalde akl-ü fazîleti ma'lûmunuz olan o zatı Muhammedî gaybe karşı kıskanılacak kimse değildir. Onun gaybdan haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. Onu o yüksek fıtret ve ahlâkta yaratan Allahü teâlânın canibi gaybından vahy-ü risaletle müşerref kılmasında kendisine kıskanılacak, çok görülecek bir şey değildir. (.......) Kıraetlerin ba'zısında(.......) yerine (.......) ile zanîn okunur. Bu da iki ma'na ile tefsîr olunmuştur:birincisi, töhmet ma'nasına «zınne» den olup o, gayb üzerine maznun, töhmetli değildir, emin ve mevsuktur demek olur. Ki, bu,birinci ma'na ile mütelâzim gibidir.

İkincisi, suyu az kuyuya(.......) denilmesinde olduğu gibi za'f ve kıllet ma'nasından olarak: o, nefsinde kuvvesi zaıyf, hâfızası çürük, vehm-ü zann ile söyler, hevâ ve hevese kapılır bir kimse de değildir. Demek olur:ya'ni, vahy telâkkı ve tebliğ hususunda hiç bir za'fı yoktur. Onun aldığı vahyi alel'âde insanların evham u zunun karışan ve esbabı ılimden olmıyan ilhamât ve sanihât gibi zaıyf zann etmemelidir. O kuvvetli, emîn Resuli kerîmden tam bir müşahede üzerine aldığı tebligatı tam bir kuvvet ile alıp hıfzederek hiç bir harfini zayi' etmeksizin kemali yakîn ile ahz-ü tebliğ eyler. İşte o Kur’ân bu sahibinizin ufukı mübînde gördüğü öyle emîn, muta' ve Zil'arş ındinde mekîn, gayet kuvvetli, kerîm bir Resulden böyle kuvvet ve emniyyetle ahz-ü tebliğ eylediği bir kelâmdırki onu o Arşın sahibi Allahü teâlânın göndermiş olduğundan hiç şübhe yoktur

25

Ve o bir racîm Şeytanın sözü değil

(.......) Ve o, Kur’ân, bir Şeytani racîmin, ya'ni rahmeti ilâhiyyeden tard olunmuş taşlanacak bir Şeytanın sözü değildir. - O sahibine görünen Resul, kâhinlere görünenler gibi Melei a'ladan kulak hırsızlığı edip de(.......) mısdakınca her taraftan taşlanan aldatıcı Şeytanlardan değil, tekrîm ve itaat olunması lâzım emîn bir Melek, bir Allah elçisi olduğu zikrolunan evsaftan ma'lûm bulunduğu gibi onu gören ve size haber veren sahibiniz de Şeytan ve şeytanetten uzaktır. Bunu sahibinizin akl-ü ahlâkı üzerindeki tecribelerinizle bilmeniz, inanmanız lâzım gelir. Âhıretin dehşet ve mes'uliyyetini ve o vakıt (.......) olduğunu ve bu kadar kuvvetli kasemlerle bu hakikatlerin tahakkukunu size o zül'arş tarafından haber verip duran sahibinize inanmakta ne büyük tehlikeler bulunduğunu düşünmelisiniz.

26

Siz nereye gidiyorsunuz?

(.......) O halde siz nereye gidiyorsunuz? - Bu hakikatlere karşı doğru yolu birakıp da nelere zâhib oluyor? Ne büyük delâletlere düşüyorsunuz. Haberiniz olsunki

27

O hâlıs bir zikirdir âlemin için

(.......) o Kur’ân, başka değil (.......) halis bir zikirdir.- Unutulmaması lâzım gelen bir öğüddür. (.......) bütün ukalâ âlemleri için. - Fakat hakikatte tam ma'nasiyle âkıl olanlar kimler olduğu anlatılmak üzere (.......) den bedel olarak

28

İçinizden müstekîm olmak dileyenler için

(.......) bilhassa içinizden mustakîm olmak, hakk u savabı arıyarak doğru gitmek dileyenler için - çünkü tezkirden, va'z-u nasîhatten menfeat görecek olanlar onlardır. Ve hakikatte âkıl olanlar da onlar demektir. İşte Kur’ân’ın inzalinden ve bu haberleri ıhbar eylemekten asıl hikmet ve gaye böyle mustakîm olmak istiyenlere istikamet yolunu anlatmaktır. Doğru gitmek istemiyen kimseler ise o tezkirden hoşlanmaz, ondan istifâde etmezler. O zikr, onlara te'sir etmez, gafletlerinden uyandırmaz, uyandırsa da onlar, eğrilikten hoşlandıkları için onu eğip bükerek aksine gitmek ister, daha ziyade zarar görürler (.......) olur. Görülüyor ki, zikr-ü fikir teklîfievvelâ lil'alemîn diye bütün zevil'ukule tevcih olunduktan sonra bilhassa istikamet dileyenlerin meşiyyetlerine bağlanmıştır. Demek ki, teklif ve mes'üliyyet ef'ali ihtiyariyyeye âiddir. Bunda hidayet de mükellefînin meşiyyetine mütevakkıftır. Hakkı taleb etmek için evvel emirde fikrini hakka ve hayri kesb etmek için azm ü irâdesini hayra tevcih etmesi farzdır. Fakat bununla beraber şunu da bilmek lâzımdırki mükellefin meşiyyeti şart olmaktan onun muvaffakıyyet için ne şartı kâfî ne de ılleti müstekılle olması lâzım gelmez.

Zikirden intifa' abdin istikameti dilemesiyle meşrut kılınmasından dolayı insan irâde ve meşiyyetinde temamen mustakıll ise ve binaenaleyh müstakim olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir. Dilerse hemen mustakîm oluverirmiş zann etmemelidir. (.......) müeddasınca her insanın mes'uliyyeti i'tibariyle mukadderatı kendi meşiyyetine rabt edilerek kendi boynuna geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün ıllet-ü esbab insanın meşiyyetinden ıbaret imiş gibi bütün muvaffakıyyet de insanın kendine verilmiş değildir. Filvaki' insanın istikamete muvaffakiyyeti için meşiyyeti bir şarttır. Fakat bütün şurut ve esbab ondan ıbâret değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikrden intifa' hukmü insanın istikameti dilemesine rabt edilmiş olmakla insanlar kendi işlerinde temamen hâkim imişler gibi tevehhüm olunmamak ve meşiyyet hususunda da noktai istikamet anlatılmak üzere vavı hâliyye veya istinafiyye ile Buyuruluyor ki,

29

Fakat o âlemlerin rabbı Allah dilemeyince siz dilemezsiniz

(.......) burada hıtab, zikrinülil'âlemîn ta'mîmine nazaran umumî görünmekle beraber(.......) karînesiyle bilhassa istikameti dileyenlere nazaran mülâhaza edilmek daha kuvvetlidir.

Şu halde birisi yakın sevka göre nass olarak dâl bil'ibare, birisi de sevkı be'îde nazaran veya sevkten kat'ı nazarla zâhir ve dâl bil'işare olmak üzere derece derece bir iki ma'na melhuz olduğu gibi(.......) nın nefyi hal veya nefyi istıkbal olabilmesine ve meşiyyetlerin ıtlak ve takyidlerine, bir de(.......) istisnai müferragı(.......) bir ihtimale göre de(.......) takdirinde olabileceğine nazaran nazmın kendisinde dahi bir kaç vecih muhtemil olmakla beraber asıl sevk, istikamet meşiyyeti üzerine bir tezkir olup diğerleri derecei tâliyededir. Meşiyyet, mutlak görünmekle beraber istikamet meşiyyetli olmak siyakın muktezasıdır.

Bu bakıştan evvelâ(.......) karîne bulunduğu zaman nefyi istikbalde dahi kullanılırsa da asıl vaz'ı nefyi hal olduğuna göre şu ma'na zihne gelebilir: maamafih siz dilemiyorsunuz: mustakîm olmak istemiyorsunuz, meğerki ileride Allah dileye, ya'ni istikametinizi dileyip de sizi meşiyyette mecbur ede. Bunda(.......) halde(.......) istıkbalde demek olur. Lâkin bu surette hıtab, istikameti istemiyenlere tahsis edilmiş, Allahü teâlânın meşiyyetine de(.......) gibi yalnız ilca'î ve icbarî meşiyyet ma'nası verilmiş olur. İnsanı meşiyyetinde temamen müstekıl ve fi'linin halikı add etmek istiyen Mu'tezile bu ma'naya sarılmak istemişlerse de bunda mustekım olmak istiyenlere bir tezkir yapılmamış, ancak istemiyenlere hıtab ile bir inzar yapılmış oluyor. Bu ise(.......) sevkıne münafîdir. Buna muvafık olan hıtab, ya umumî veya mustekım olmak dileyenlere müteveccih olarak istikamette de meşiyyeti abdin meşiyyeti ilâhiyyeye ıktiranını ihtar etmektir. Maamafih ey insanlar veya ey istikameti dileyenler! Siz o istikameti başka bir sebeb ve suretle dilemiyorsunuz ancak Allah’ın onu meşiyyetiyle,ya'ni sizin dilemenizi dilemesi, irâdenizi irâde etmesiyle dileyorsunuz. O halde istikamete muvaffak olanlar muvaffakıyyeti kendilerinden bilmemeli, Allah’ın fadl-ü kereminden bilmelidirler.

Yâhud siz hiçbir takdirde o meşiyyeti kendi kendinize yapamazsınız, o istikameti dileyemezsiniz, ancak Allah’ın meşiyyeti, ya'ni sizin meşiyyetinizi irâdesi takdirinde dilersiniz, yaparsınız. Bu iki ma'nânın ikisinin de hasılı şu olur: Allah’ın irâdesine ıktirar etmeyince sizin ne iradeniz vakı' olur, ne muradınız, ne istikametiniz, ne tezekkürünüz, çünkü Allah rabbülâlemîndir, onun mülkünde, onun irâdesı olmaksızın hiç bir şey olamaz. Onun için istikameti diliyenler de muvaffakıyyeti kendi irâdelerinden bilmemeli, Allah’ın fadl-ü kereminden bilmelidirler. İşte siyaka nazaran bu âyetin fâidei tezkiriyyesi budur.

Görülüyor ki, bu ma'nâlarda (.......) karînesiyle (.......) eyil'istikamete (.......) ey meşiyyeteküm diye tefsîr edilmiştir. Ebüssüud(.......) demekle daha ince bir ma'nâ ifade etmiştir.

Ya'ni siz istikameti istilzam edecek bir meşiyyet ile hiç bir vakıt dileyemezsiniz, ancak Allah o meşiyyeti irâde ettiği vakıt dilersiniz. Çünkü Allah’ın meşiyyeti olmayınca sizin meşiyyetiniz istikameti istilzam etmez demiştir. Filvaki Allah irâde etmeyince abid irâde edemez, lâkin Allah abdin irâdesini irâde etmekle muradını da irâde etmiş olmak lâzım gelmez. İnsan bir şey irade eder de muradı husul bulmıyabilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner düşer, O vakıt Allah onun irâdesini irade etmiş, fakat muradının husulünü irâde etmemiş demektir. Zira iradesini irade etmese idi o, irâde edemezdi, muradını irâde ede idi murad husule gelirdi.

Demek ki, Allah’ın meşiyyeti muradı müstelzim, lâkin abdin meşiyyeti Allah’ın meşiyyetine ıktiran etmedikçe müstelzim değildir. Burada istikameti meşiyyetten murad istikametin husulü olduğu için onu müstelzim olmıyan meşiyyet, mevzuı bahisten haric ve hukümsüz olacağından(.......) den murad ba müstelzim olan meşiyyet olmak lâzım gelir. Şu halde bu kaydin hâsılı abdin hem iradesi hem muradı husule gelmek için ikisinin de Allah’ın irâdesine ıktiranı şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü müstakîm olmak dileyenlere istikamete iysal etmiyen akîm bir meşiyyet ile imtinanın ma'nası olmaz. O imtinan ancak istikamete muvaffakıyyetleri haysiyyetiyle müfid olur.

Şu halde (.......) mutlak görünmekle beraber mahzuf mef'ule müteallıktır. Hazfe karîne fi'lin müteaddî olması, mahzufu ta'yîne karîne de (.......) dir. Binaenaleyh ma'nâ (.......) demek olduğu şübhesizdir. Bu da hem meşiyyete hem müteallâkına şâmil olmak için mezkûr meşiyyeti müstelzime olmak sevkın müktezasıdır, daha düşün.(.......) fi'lî de kezâlik esasen müteaddî olduğu için bir mef'ul ıktiza eder. Bu da makabli karînesiyle istikamettir. Ancak hıtab, umuma olduğuna göre bunda daha umumî olarak her hangi bir şey(.......) ma'nâsı muhtemil olduğu gibi lâzım menziline tenzil ile « (.......) =ya'ni siz hiç bir mesiyyet yapamazsınız» demek olması da muhtemildir. Bu surette ise istikamet mazmunu üzerinde minneti ifade için takrib, tamam olmak üzere bunun bir kübrâ mevkiınde olması ve binaenaleyh istikameti meşiyyetiniz de ancak Allah’ın meşiyyetiyledir diye matvî bir tefri' daha gözetilmesi ıktiza eyler.

Birincisi vecihte ise buna hacet kalmamış olacağından doğrudan doğru (.......) diye anlamak daha kestirme ve evlâ olmuş olur. Onun için muhakkıkîn zikr ettiğimiz vechile hep bunu ıhtiyar eylemişlerdir.

Bununla beraber hıtab, amm olmak için(.......) lâzım menzilesinde veya(.......) takdirinde bir kübrâ olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu surette Allah’ın meşiyyeti olmadıkça abdin hiç bir meşiyyeti olamıyacağı sarahaten ve bilıbâre ifâde edilmiş olur ki, bu daEhl-i Sünnetin tam mezhebidir. İstikameti meşiyyetiyle takyid takdirinde ise bu kübrâ bil'ibare değil, biddelâle anlaşılmış olacaktır. Bu zâhire daha muvafık gibi görünürse de beyan ettiğimiz vechile istikamet siyakına takrîbinde bir mukaddimeye daha muhtac olacağından dolayı asıl mâsîkalehden tebâuddür.

Bundan başka ba'zıları bu ıtlâkı bir cebir düsturu gibi farz etmişler, abdin meşiyyetini alel'itlak nefy ederek yalnız meşiyyetullahı isbat eylemek istemişlerdir. Lâkin bu hiç doğru değildir. Zira müferrağlarda huküm istisnâdan sonra olduğu için burada abdin meşiyyeti külliyyen nefy edilmiş değil, meşiyyeti ilâhiyyeye ıktiran etmiyen meşiyyeti selb edilmiştir. Allah’ın meşiyyeti ile abde de meşiyyet ve hattâ meşiyyeti müstelzime isbat olunmuştur. Netekim (.......) de de meşiyyeti abid sarihtir. Burada olsa olsa fi'ilde cebir değil de cebri mutavassıt denilen meşiyyette cebir, mülâhaza olunabilir. Bu ise doğrudur. Maamafih meşiyyeti abid, meşiyyeti ilâhiyyeye göre olunca meşiyyeti ilâhiyye ne vechile tealluk eylerse meşiyyeti abid de o vechile olmak lâzım gelir. Şu halde Allah’ın meşiyyeti, abdin meşiyyetinde muhtar olması suretinde teallûk ederse abid meşiyyetinde serbes bırakılmış olacağından cebri mutavassıt da mürtefi' olmak mümkindir. Netekim Mâtürîdiyye mezhebi bu esas üzerindedir. Abdin irâdei külliyyesi,ya'ni irâde kuvvesi mahlûk ise de irâdei cüz'iyyesi başkaca bir halka muhtac olmıyacak vechile bir emri i'tibarîdir demekle bunu söylemiştir. Lâkin abdin meşiyyeti Allah’ın meşiyyetinden büsbütün ayrı ve ona muhalif olabilecek derecede muhtar ve mustakıll olduğunu zann etmek de Allah’ın rabbül'âlemîn olduğunu düşünmemektir.

Allah’ın meşiyyetinden haric hiç bir hâdis tesavvur olunamaz. Onun için ıbâdın ef'ali ihtiyariyyesinde ne cebri mahiz ne de tefvizı mahız yoktur. Bil'akis ıbad için cebri mahız, cereyan eden birçok ef'ali iztırariyye bulunduğu halde ihtiyari mabız yoktur. (.......) dir. (.......) dir: binaenaleyh insanlar istikameti dileyerek hakk-u savabı aramalı ve o suretle bu zikirden istifâde etmelidir. Fakat istikamete muvaffak olanlar da muvafakıyyeti Allahdan bilmeli, ve Allahü teâlânın verdiği meşiyyeti selb-ü nez' edebileceğini de unutmamalı(.......) buyurulmakla mademki iş bizim meşiyyetimize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hakk-u savab olur zannına düşmemeli, meşiyyetleriyle mes'üliyyet kendilerine âid olduğunu dâima hatırda tutmalıdır. Âlûsîde Süleyman İbn-i musâ ve Kasım İbn-i muhaymireden şöyle rivayet olunmuştur.(.......) nâzil olunca Ebû Cehil «demek ki, işi bize bırakmıştır, dilersek müstakîm oluruz, dilersek olmayız» demişti,(.......) âyeti nâzil oldu. Buna göre de bu âyet, cebri isbat için değil, tefvizı mahzı nefy ile istikameti Allahdan dilemeğe teşvık siyakında nâzil olmuştur. İnzara ve meşiyyeti ilcâiyyeye delâleti işaret tarikıyledir. Bu iki haysiyyet de yine bervechi âtî tavzîh olunacaktır

İNFİTÂR

-İnfitar Sûresi veya (.......) Sûresi denilen bu sûre dahi mekkîdir.

Âyetleri - On dokuzdur;

Kelimeleri - Seksen.

Harfleri - Üç yüz yirmi yedi.

Fasılası - (.......) harfleridir.

1

Semâ çatladığı vakıt

(.......) İnfitar, inşikak demek ise de, başlangıcı olmak daha ziyade yaraşır, (.......) âlemin nizamı ve Sûre-i Rahmanda (.......) Hâkkada (.......), Müzzemmilde(.......) Ammede (.......) âyetleri vechile Melâikenin

nüzulu için yarılıp inşıkak etmeğe başlamasıdır ki, Semânın terkîbi, ecsamın nizamı bozularak âlemin harabe olmaya yüz tuttuğu zamandır. Evvelki Sûrenin başındaki eşrâtı sâatten on iki âyet gibi burada da dört âyet zikrolunuyor ve bunlardan ikisi ulviyyâta, ikisi de süfliyyâta aid bulunuyor.

Birincisi infitarı Semâ,ikincisi

2

Ve Yıldızlar döküldüğü vakıt

(.......) kevakib intisâr ettiği vakıt - İntisâr, dizili bir şey'in râbıtası koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de umumi cazibe müvazenesinin muhtell olmasiyle husule gelecek sukut ve izmihlâllerdir ki, ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp saçılmalarına teşbih olunarak izalelerinden istiarei musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.

Üçüncüsü

3

Ve denizler akıtıldığı vakıt

(.......) denizler tefcir olunduğu vakıt - denizlerin tefciri, yarılıp akıtılması, aralarındaki berzahların yırtılıp hepsinin bir deniz hâline gelmesi veya sularının çekilip kalmaması suretlerine sadık olabilir ki, evvelki Sûrede geçen tescir ile alâkadardır.

Dördüncüsü ba'serei kubur

4

Ve kabirler deşildiği vakıt

(.......) ve kabirler deşildiği vakıt - ba'sere, bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına çevirmektir. Ki, lazımı olan ıhract ma'nasında da kullanılır. Bu suretle Vel'adiyâti Sûresinde geleceği vechile ba's ve ıhracdan mecaz da olur.Zemahşerî ve sair ba'zıları şöyle demişlerdir ki, bu kelime aslında iki ayrı kelimeden mürekkeb olup ba's-ü isâreden ıhtısar edilmiştir. «Bu'siret: buise ve üsîre» den muhaffeftir. Buna naht, yani yontma yâhud tıraşlama, iştikak ta'bir olunur. Bunun Arabcada Besmele: (.......) demek, hamdele: (.......) demek: havkale(.......) demek, salvele:(.......) demek, ve dem'aze(.......) demek olduğu gibi bir çok nazîrleri vardır (.......) Netekim son zamanlarda Türkçede dahi nümuneleri çoğaltmağa başlamıştır. Buna göre bu'siret, ba's vakı' olup kabirlerin içindekîler dışarı çıkarıldığı vakıt demek olur ki,(.......) Sûresinin mazmunu demektir. Bu dört âyet olduğu vakıt

5

Bilir bir nefis: nedir takdîm ettiği ve te'hîr ettiği?

(.......) her nefis Dünyada neyi takdim ve te'hıyr etmiş olduğunu bilecektir. Çünkü evvelki Sûrede zikr olunduğu üzere o vakıt haşr ü neşr olacaktır Takdim ve te'hıyr ettiği ta'birinde bir kaç ma'na vardır:

1 - Takdîm ettiği: Dünyada hayır veya şer önce kendi işlemiş olduğu amel, te'hıyr ettiği de giriye bîraktığı:ya'ni örnek olup da kendisinden sonrakilerin işlemelerine sebeb olduğu iyi veya kötü amel. Çünkü (.......) hadîsi şerîfi mucebince herkim güzel bir adete yol açarsa onu işliyenlerin ecri vardır, her kim de kötü bir âdete yol açarsa ona da onu işliyenlerin vizr-ü vebâli vardır: binaenaleyh önce kendi yaptığı takdim ettiği ameli, ondan öğrenip de sonra yapanlarınki de te'hır ettiği, giri mîras bıraktığı ameli demektir. Bu ma'na İbn-i Abbas ve İbn-i Mes'ud Hazretlerinden merviydir.

2 - Takdîm ettiği: işlemiş olduğu ma'sıyyet, te'hıyr ettiği de işlemediği tâattir. Bu ma'na da yine İbn-i Abbastan bir rivayet ve Katâdenin kavlidir.

3 - Takdîm ettiği: mükellef olduğu şeylerden işlemiş olduğu, te'hıyr ettiği de işlememiş olduğu ameller.

4 - Takdîm ettiği: emvalinden kendisi için sarf ettiği, te'hıyr ettiği de vârislerine bıraktığı.

5 - Takdîm ettiği: amelinin evveli, te'hıyr ettiği de âhiridir denilmiş. Ki, bütün bunlar ba'sten sonra deşilip sahîfeleriyle meydana konacaktır. Her nefis de evvelki Sûrede geçtiği vechile hakkında iyimi kötümü yapmış olduğunu bütün hakikatiyle tafsîlen o vakıt bilecektir. Dünyanın fâniliğini duyuracak olan her hangi bir acı inkılâb

ve musîbet hengâmında, ölüm geldiği ve ölüm emârelerinin zuhûr ettiği sâatlerde insan ömründe ileri geri ne yaptığına icmâlen bir ılim edinirse de tafsîli asıl ba'sten sonra neşri suhuf ile olacaktır.

Bu suretle haşr ü neşrin vukuu haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi lâzım gelen bir tezkir ve ihtar olmak üzere Buyuruluyor ki,

6

Ey insan! Ne mağrur etti seni o kerîm Rabbına?

(.......) ey o insan - ey o vakıtler başına gelecek olan insan! - Atâdan, bu âyetin Velîd İbn-i mugîre sebebiyle, ıkrimeden übeyy İbn-i halef sebebiyle nâzil olduğu, Kelbî ve Mukatilden de Esed İbn-i Kelede sebebiyle nâzil olduğu söylenmiş, Hazret-i Peygambere vurmuştu. Allahü teâlâ hemen ona ukubet buyurmayıp bu âyeti inzal eyledi diye rivayet edilmiştir. Ve sonra da(.......) buyurulmuş olduğundan dolayı bir çokları burada insandan murad kâfir insan demek olduğuna kail olmuşlardır. Fakat sebebin hususiyyeti hukmün umumiyyetine mani' olmıyacağı cihetle diğer bir çokları da gurur ile ısyan eden insanların hepsine şâmil olması lâfzın umumuna daha muvafık olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan (.......) seni ne mağrur etti - ne şey aldattı, iğfal etti de ısyana sevk etti: Yaraşmaz şeyler yapacak vechile mağrurlandırdı (.......) o kerîm rabbına? - Bu hıtab ve suâl inzar hıtabı olmak hasebiyle gurura mani' olacak kahr-u celâl sıfatlarından biri zikrolunmak zâhir görünürken kerîm vasfiyle bilhassa keremi ilâhînin ıhtar olunmasında ince bir nükte ile büyük bir ma'nayı ahlâkîye işaret vardır. Bu, evvelemirde şu anlatıyorki: keremin muktezası ona karşı mağrurlanarak hörmetsizlik etmek, ahlaksızlık yapmak, günaha girmek değil, bil'akis o keremin yüksekliği nisbetinde îman ve şükrân ile tâati, saygıyı, ihtiram ve ta'zîmi artırmak, küfrân ve ısyandan ictinab ederek yüksek ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi: adam sen de Allah kerimdir, istediğini yap, Dünyada sana ettiği fadl-ü keremini Âhırette de eder, diyerek lâübalilik, etmek, yanlış bir kıyas ile aldanmaktadır. O fadl-ü kereme liyakat ve istihkakı olmadığını isbat etmektir. Çünkü hakikatte kerem, hikmet ile müterafık olandır. Gerçi kerîm yaptığı lütf-ü kereme, gösterdiği büyüklük ve in'ama karşı kendisi için bir ıvaz ve karşılık gözetmeğe tenezzül etmez. Lâkin hakîm olmıyan, keremini lâyikiyle yerinde kullanmıyan da kerîm değil, bir müsrif demek olur. Onun için kerîme karşı îman ve şükrân ile tâat ve ta'zîmi arttıracak yerde keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu ıhtâr edilmiştirki bu ma'na temamen(.......) mazmunu demektir.

Bu suâli ba'zıları: «beni keremin mağrur etti yarab!» dedirtmek için telkîni huccet kabilinden bir kerem olarak anlamak istemişler ve bu hayli şayi' olmuş ise de bu telakkî Sûrenin ifâde ettiği inzar siyakına münafîdir. Ahlak yüksekliği noktai nazarından te'emmül olunduğu zaman keremi ilâhîye îmanı olduğu halde âsî olmuş bir mü'minin bu hıtabdan duyacağı hicab ve teessür kâfirlerin duyamıyacağı bir hissi teessür olmak lâzım gelir. Netekim «(.......) = Suheyb ne güzel kuldur, Allahdan kormasa idi bile ısyan etmezdi» hadîsinde bu büyük ahlâka işaret buyurulmuştur. Ba'zı arifînin «Allahdan korkmasa idim yine ısyan edemezdim» demesi de bu saygıdır. Sûre-i fâtırde geçen (.......) âyeti de bunu nâtık olduğu geçmişti.

Müfessirîn o gurura sebeb olmak üzere üç şey nakl etmişlerdir. Birisi: Katâdeden merviy olduğu üzere. Şeytanın tesvîlidir. (.......) Birisi: Hasenden merviy olduğu üzere, cehalettir. Birisi de Mukatilden rivayet edildiği üzere, evvel emirde ukubet edilivermediğinden dolayı afva mağrur olmaktır. Bir de fuzayl İbn-i Iyaz Hazretlerine Kıyamet günü(.......) buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde « (.......) = indirdiğin perdeler,ya'ni günâhlara örttüğün örtüler» derim demiş olduğu da söylenmiştir. Hafî değildir ki, bu son ikisi,ya'ni ıkabda acele edilmediğinden dolayı afve ve setre güvenmek cehalete râci'dir. Şeytanın tesvîlâtına aldanmak da öyle demektir. Filvakı' Ebû Hayyanın veÂlûsînin kayd ettikleri vechile Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellemden rivayet olunmuştur ki, bu ayeti kıraet etmiş de (.......) demiştir. Kezalik Hazret-i Ömer radıyallahü anh de bunu söyleyip(.......) âyetini okumuştur. Bunun(.......) kasrına muvafakati de aşikârdır. Demek ki, haşyet Allah’a dair bilginin derecesiyle mütenasibdir. Allahü teâlânın rübubiyyet ve keremi de en zâhir misali olmak üzere insanın hılkatinde herkesin kendisine tebadür edip duran asârı kudret ve kerem ile şöyle ıhtar buyuruluyor:

7

Ki, seni yarattı, düzenine koydu, tenasüb ve ı'tidal verdi

(.......) o rabbın ki, seni halk etti - burada halk, tesviye ve ta'dîl ve tasvir ve terkibden mukaddem olmak karînesiyle ibtida vücude getirmek demek olduğu aşikârdır. Ve ma'lûm ki, her ni'metin esası olan vücud, keremi rabbanînin birincisidir. (.......) Sonra da seni tesviye etti - (.......) buyurulduğu ve daha bir çok âyetlerde geçtiği gibi hılkatini tavırdan tavra geçirerek ruh nefh olunacak vechile insanlık seviyyesine getirdi, binyeni, a'zalarını, kuvvelerini düzenine koydu düzgünleştirdi (.......) de sana tenasüb ve ı'tidal verdi. - Burada biri adilden (.......) ın feth-u tahfîfiyle, (.......), birisi de ta'dîlden (.......) ın teşdidiyle(.......) iki kıraet vardır. İkisi de bir ma'naya olarak denkleştirmek ve mu'tedil kılmak demek olduğuna göre tesviyenin kemâlini ifâde etmek üzere bir kaç vech ile tefsîr edilmiştir:

BİRİSİ, Mukatilden rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift a'zaların denkliği ve tafsîli Teşrihte ma'lûm olduğu üzere cüssenin her taraftan tenasüb ve müvazenesi demek olup (.......) gibi olur. Fakat bunda insanlık hususıyyetini ifade eden haysiyyet bâriz değildir.

İKİNCİSİ: Atanın İbn-i Abbastan rivayet ettiği vecihte ise belini doğrulttu kaim mu'tedil kıldı eğri belli behâim gibi yapmadı diye tefsîr edilmiştirki bunun hem insan tekâmülüne hususiyyeti hem de tesviyeden sonra olması daha açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü vechile insanın belini doğrultup da ayakta i'tidal üzere yürüyebilmesi de tesviyesinin tekâmülünde bir merhaledir.

ÜÇÜNCÜSÜ, Ebû aliyyî farisînin beyanına göre: sana i'tidal verdi demek bu ma'naları cami' olarak seni ahseni takvim ile en güzel biçimde çıkardı ve bu i'tidal ile seni akl-ü fikir ve kudreti kabule müsteıt kılıp bu sebeble sair hayvanât ve nebatâta müstevlî kıldı. Ve bu âlemdeki diğer ecsamın vâsıl olmadığı bir kemal mertebesine irdirdi, diye tefsîr edilmiştir ki, (.......) mazmunlarına muvafıktır. Ve bunların hepsi keremi ilâhîdir. Bundan başka tahfif ile (.......) udûl ettirmek, imâle edip çevirmek ma'nasına dahi tefsîr edilmiştir ki, bunda da iki vecih muhtemildir.

BİRİNCİSİ, noksandan kemâle, mülâyim olmıyan suretten mülayim olan surete çevire çevire en güzel surete getirdi demek olarak yine istıfa meratibini ifade etmiş olurki bu da kerem cümlesindendir.

İKİNCİSİ, tesviye ile ahseni takvime getirildikten sonra(.......) buyurulduğu üzere kemâlden noksan ve süfliyyete doğru çevirmek ma'nasını ifâde etmiş olur ki, bu ma'na keremi değil de kereme mağrur olanlara karşı kerîmin kudreti tesarrufiyyesini göstererek inzar ve Âhırete istidlâl mahiyyetinde olmuş olur.

8

Dilediği her hangi bir surette terkîb etti

(.......) Bu âyette de bir kaç vecih vardır:

BİRİSİ, (.......) ye müteallık, eyyi (.......) mealinde istifhamdan menkul sıfat, (.......) onu takviye için mezîd,(.......) cümlesi suretin sıfatı ve bunlarla(.......) cümlesi (.......) nin bir beyanı olmaktırki meali şu olur: seni muhtelif suretlerden dilediği herhangi bir surette terkib ve tasvir eyledi, bu ma'naca terkib, ahseni takvîmi beyan ile kerem cümlesinden olur.

İKİNCİSİ, (.......) ve binaenaleyh (.......) istikbal ma'nasında olarak seni herhangi bir surette dilerse terkib ve tasvir eder, dilerse o güzel insan kılığından çıkarır da en çirkin suretlere kor, esfelisâfilîne yuvarlar demek olur. Bu ma'naca gururun cezasına işaretle bir inzar olur.

ÜÇÜNCÜSÜ,(.......) ye müteallık,(.......) yine sıfat(.......) mevsul veya mevsuf veya şart olarak ayrıca bir kelâm olmaktır. Bu takdirde meal, seni herhangi bir surette denkleştirdi, yâhud evirdi çevirdi, dilediği gibi seni terkib etti, yâhud dilerse başka bir surette terkip eder demek olup evvelki iki ma'nanın ikisini de ihtiva eyler. Bu ma'naların hepsi de muhtemil ve sahihtir. Ba'zısında suret, meratibi husünde muhtelif suretlerden herhangi birisi, ba'zısında da husn ü kubuhte muhtelif suretlerden herhangi birisi demektir. Binaenaleyh anaya babaya ve sair akribaya müşabehet ve ademi müşabehet, renk uzunluk, kısalık, erkeklik dişilik, sağlamlık çürüklük, salâh ve fesad, zekâ ve hamakat gibi cismanî ve ma'nevî bütün suver ve evsafa şamil olur. İbn-i Cerîr, Ebî rebahı lahmîden rivayet etmiştirki, Hazret-i Peygambersallâllahü aleyhi ve sellem ona «(.......) = ne evlâdın oldu?» diye sormuş, Yaresulâllah! Ne evlâdım olabilir: ya oğlan ya kız, demiş, kime benziyor? Buyurmuş, Ya Resulâllah! Kime benziye bilir? Ya babasına ya anasına demişdi, o vakıt Peygambersallâllahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: öyle deme, nutfe rahimde istıkrar edince Allahü teâlâ onunla Âdem beynindeki her nesebi ihzar buyurur, kitabullahda şu âyeti okumadınmı? (.......) ya'ni seni sülûk ettirir o surete koyar dedi (.......) Görülüyor ki, bu hadîs üç şey'e işaret ediyor:

BİRİSİ: (.......)yâhud (.......) da şartıyyet ma'nası.

İKİNCİSİ, atalara çekme (atavizm) ta'bir olunan irsî haysiyyetidirki bir nutfe âdemden beri atalarından intikal ede gelen neseblerin hususiyyetlerin her birini ihtiva edebilir.

ÜÇÜNCÜSÜ, de tabi'î ve irsî demek olan bu atavizm hususunda dahi fâili mü'essir, tabi'at değil, Allahü teâlânın meşiyyeti olduğunun isbatıdır. Çünkü ana baba gibi yakın ataların hususiyyetlerine ta Âdem’e kadar varan uzak atalardan birinin hususiyyeti galebe ettirilmesi o muhtelif tabi'atler ve suretler üzerinde Allahü teâlânın meşiyyet ve irâdesi hâkim olduğunu gösterir. Demek ki, iyi veya kötü olarak tabi'î ve irsî kıymetler yok değildir. Onlar da mülâhaza olunmalıdır. Lâkin huküm onlarda değil mücerred Allahü teâlânın meşiyyetinde olduğu bilinmeli ve ona yükselmeğe çalışmalıdır. Bu ise onun keremine mağrur olmakla değil, keremiyle beraber kudret ve hikmetini de düşünerek ileride de ona liyakat kesbetmek ve ıkabından korunmak için îman ve şükrân ile tâate ve hayır amellere sarılmakla olur.

9

Hayır hayır, doğrusu siz dîni tekzîb ediyor, cezaya inanmıyorsunuz

(.......) hayır hayır - kereme mağrur olmaktan zecirdir.

Ya'ni öyle mağrur olmayın(.......) fakat siz - o keremin kadrini bilmiyorsunuz (.......) dîni tekzîb ediyorsunuz - o kerîm olan rabbınızın keremine karşı onun emr ü nehyine islâm,ya'ni tam bir ıhlâs ve inkıyad ile itaat ederek o kereme lâyık yüksek ahlâk ile güzel ameller yapmak vazîfe ve mes'uliyyetine ve ona göre hisab ve cezaya inanmıyorsunuz. Bir gün olup da Allah’ın iyilere iyilikle ecr-ü mükâfat, kötülere kötülükleriyle ıkab ve mücazât edeceğini tekzîb eder bir surette magrurlanıyor aldanıyorsunuz. Çünkü Allah’ın lûtf ü kereminden ümidi kesmek, ecr ü mesubâtına inanmamak küfr olduğu gibi azâb ve ıkabından emîn olmak, ızzet ve kudretini tanımamak da küfürdür. Bunun sarîhi, sarîh küfür, zımnîsi de zımnî küfr olmuş olur. Bundan hıtabın kâfirlere olduğu anlaşılırsa da(.......) kelimesi ile atıf, kelâmda bir ıdrab ve intikal ifâde ettiği için makablinin kâfir ve âsıye şümulüne mani' olmaz. O gururun küfre kadar varabileceğini beyan ile zecri takviye etmiş olur. Fâtihada(.......) de geçtiği üzere burada da dîn küllî ve cüz'î olarak iki ma'na ile de mülâhaza edilmiştir: İslâm ve ceza. Çünkü dîn; lügatte ceza, ya'ni yapılan bir işe hayr veya şerr bir karşılık vermektir. Bunun hakkı da hayra hayr ile şerre şerr ile cezadır. Bunun için Sûre-i Yusüfte (.......) de geçtiği üzere vazîfe ve mes'uliyyet ahkâmını ta'yin eden kavaıd ve âdâta dahi dîn ve şeriat ıtlak edilir. (.......) Sûre-i(.......) ya bak. Bu haysiyyetle urf-ü şeriatte dîn, insanları hamde, ya'ni medh-u senâ ile mükâfata lâyık husni ıhtiyarlarıyla hayr olan şeylere kendiliklerinden sevk eden vaz'ı ilâhîdir. Bunun hakîkati de (.......) buyurulduğu üzere İslâmdır. Bunun esaslarından biri de Âhırette ba's ve cezadır. İşte burada kereme mağruriyyetle dîni tekzîb etmek doğrudan doğru Allah dîni olan islâmı tekzîb etmek demek olursa da bu tekzîb bilhassa onun ahkâmından biri olan ba's ve cezayı ve mucebince vazîfe ve mükellefiyyeti tekzîb etmek ma'nasına râcı' olduğu için siz mağrurlanıp saygısızlık etmekle cezayı ve binaenaleyh dîni kökünden tekzîb etmiş oluyorsunuz mealinde olur. Bundan dolayı bu gibi mevkı'lerde dîni sâde ceza ile tefsîr etmek daha kestirme olacağından ekseriyyetle bu ma'na tercih olunmuştur.

Ya'ni siz demek ki, cezayı tekzîb ediyorsunuz ve onun için Allahdan korkmıyor mağrurlanıyorsunuz.

10

Halbuki üzerinizde hâfızlar var

(.......) halbuki üzerinizde muhakkak hâfızlar var. -

Ya'ni iyi ve kötü her yaptığını gözetip hıfz-u zabt etmeğe me'mur hâfıza kuvveleri, hafaza ve hâfızîn denilen gözcü Melekler var. Öyle ki,

11

Kiram kâtibler var

(.......) kirâmen kâtibîn - unvanına mazhardırlar. Her biri Allah ındinde mükerrem, vazîfelerinde kusur etmez kâtibler, dürüst hak yazıcılardır.

12

Her ne yaparsanız biliyorlar

(.......) Her ne yapıyorsanız bilirler - iyi ve kötü hiç birini zayi' etmiyerek hepsini hak yazisiyle defteri amalinize bile bile yazarlar ve öyle şehadet ederler. Evvelki Sûrede zikri geçen sahîfeler öyle neşr olunur. Bu kâtiblerin bu evsaf ile vasfında hisab ve ceza işinin ehemmiyetini ıhtar vardır. Öyle ki, Allahü teâlâ ona böyle kiram kâtibler me'mur kılmıştır. Onun için o yazının, o ılm ü hıfzın neticesini beyan zımnında buyuruluyor ki,

13

Şüphesiz ki, iyiler naîm içindedir

(.......) şübhesiz ebrar - kavl-ü fı'linde sadık, hayr ehli iyiler, (Sûre-i Dehre bak) (.......) muhakkak bir Naîm içinde

14

Ve şübhesiz ki, fâcirler Cahîm içindedirler

(.......) ve şübhesiz ki, fâcirler. - Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı ısyan ve muhalefete sapanlar(.......) muhakkak bir cahîm,ya'ni şiddetli bir Cehennem ateşi içindedirler.

15

Din günü ona yaslanacaklardır

(.......) o dîn günü,ya'ni tekzîb ettikleri o ceza günü ona yaslanacaklardır.

16

Ve ondan gâib olmıyacaklardır

(.......) ve onlar ondan gaib olmıyacaklardır. - Dâima ve ebediyyen onun içinde kalacaklardır. İşte o hılkatin, o ılmin, o yazının, o hıfzın neticesi ebrar ile fuccarı böyle ayırd ederek ebrarı Naîme, fuccarı Cahîme gönderecek olan ebedî cezadır. İbn-i Kutebyenin kitabül'imamesinde tafsili mezkûr olduğu üzere nakl olunur ki, Süleyman İbn-i Abdilmelik, Mekkeye giderken Medîneye uğradığında ekâbirden Ebû Hâzimi getirtmiş onunla, bir muhasebede bulunmuş idi. Ebû Hâzim ona hayli acı nasîhatler etmiş, nihayet aralarında şu suâl ve cevab olmuştu:

Süleyman - Ya Eba Hazim! Yarın Allah’a varmak nasıl olacak?

Ebû Hâzım - Amma muhsin, seferinden ehline gelen gâib gibi ve amma müsî mevlâsına gelen kaçak gibi.

Bunun üzerine Süleyman ağladı da bilse idim Allah yanında bize ne var? Dedi.

Ebû Hâzim - Amelini kitabullaha arz et.

Süleyman - Kitabullahın neresinde?

Ebû Hâzim - (.......)

Bu ıhtardan sonra o ceza gününün dirayet ve kıyas ile tahmini kabil olmıyan azamet ve dehşeti haber verilmek üzere buyuruluyor ki,

17

Ve bildin mi nedir din günü?

(.......) ne dirâyet bildirdiki sana o ne dîn günü? Ey muhatab! Hayır, sen onu dirâyet tarikıyle bilemezsin, çünkü o Dünyada misli geçmiş kıyas ile bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez. Ba'zıları burada hıtab zecr-ü inzar tarikıyle kâfire olduğuna kail olmuş ise de cümhûrun beyanına göre Resulullaha hıtabdır. Çünkü vahiyden evvel bilmiyordu. Maamafih evvelki Sûredeki(.......) ve bu Sûrenin başındaki(.......) âyetleri mucebince her nefs için onun dehşet ve azemetini hakkıyle bilmek ancak bilfiil vuku' ve müşahedesi hengâmında olabileceğinden dolayı

hıtabın her nefse hıtabı amme olması bizce daha muvafıktır.

18

Evet bildin mi nedir din günü?

(.......) Bu tekrarda iki nükte vardır. Birisi, tehvîli takviye için te'kiddir. Birisi de ehli naîme aid olan ile ehli Cahîme aid olana ayrı ayrı işaret olmasıdır. Bu suâlden sonra şöyle haber veriliyor: O dîn günü, o ceza

19

O gün ki, kimse kimse için bir şey'e mâlik olmaz, emir o gün yalnız Allah’ındır

(.......) o gündürkü hiç bir nefis bir nefs için bir şey'e mâlik olmaz - ne mü'min ne kâfir, ne berr ne fâcir kimse kimsenin hisabına zerrece bir şey yapamaz.(.......) Ve o gün emir yalnız Allah’ındır. - O ne emr ederse ancak o, olacaktır. Onun için (.......)

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç