Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

558

 

065 - TALÂK SÛRESİ

 

CÜZ :

28

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6

O kadınları gücünüz yettiğince kaldığınız yerin bir kısmında İskân edin. Onları dara koymak için onlara zarar vermeye kalkışmayın. Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin. Eğer onlar sizin İçin emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda mâruf ile müşavere yapın. Eğer anlaşmada güçlükle karşılaşırsanız, o halde onun(babası) için (çocuğu) başka bir kadın emzirir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört baslık halinde sunacağız:

1- İddet Bekleyen Kadının Süknâ (Kocası Tarafından Meskeninde Barındırılma) Hakkı:

"O kadınları gücünüz yettiğince kaldığınız yerin bir kısmında iskân edin" âyeti ile ilgili olarak Eşheb, Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Hanımını boşayacak olursa, onu evde bırakarak evden ayrılır. Çünkü yüce Allah:

"O kadınları... iskân edin" diye buyurmuştur. Eğer onunla birlikte kalacak olsaydı;

"o kadınları... iskân edin" buyurmazdı.

İbn Nâfi ise şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"O kadınları... kaldığınız yerin bir kısmında iskân edin" âyeti hakkında Mâlik dedi ki: Bununla kocalarından bâin olmuş, bundan dolayı kocalarının kendilerine ric'at yapma imkânları bulunmayan ve hamile de olmayan boşanmış kadınları kastetmektedir. Bu durumdaki bir kadının süknâ hakkı var; fakat nafaka ve giyim hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın kocasından bâin olmuştur. Bunlar birbirlerine mirasçı olamazlar. Eski kocasının ona ric'at yapma hakkı da yuktur. Eğer hamile ise bu durumda kadının nafaka, giyim ve mesken hakkı vardır ve iddeti bitinceye kadar bu hakları devam eder. Kocasından bâin olmamış kadınlara gelince, bu kadınlar henüz kocalarının hanımıdırlar ve birbirlerinden miras alırlar. İddetleri süresi içerisinde bulundukları sürece kocaları kendilerine izin vermeksizin evden çıkmazlar. Fakat kocalarına bu hanımları için mesken sağlamaları emri de verilmez. Çünkü böyle bir şeyin, nafakaları ve giyimleri ile birlikte kocaları tarafından sağlanması gerekir. İsler hamile olsunlar, ister olmasınlar farketmez. Yüce Allah'ın, lehlerine süknâyı emrettiği kadınlar, nafaka hakları bulunmakla birlikte kocalarından bâin olmuş kadınlardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin." Bu âyette yüce Allah, kocalarından bâin olmuş hamile kadınlara süknâ ve nafaka hakkının varlığını tesbit etmektedir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bunun açıklanma tahkikine gelince; şanı yüce Allah süknâyı sözkonusu edince, bunu boşanmış herbir kadın için mutlak olarak sözkonusu etmiştir. Nafakayı sözkonusu edince ise bunu hamilelik kaydı ile birlikte zikretmiştir, İşte bu, bâin talâk ile boşanmış kadının nafaka hakkının bulunmadığına delildir. Bu pek büyük bir meseledir. Biz bu meselenin anlaşılma yollarını "Mesâilu'l-Hiiâf adlı eserimizde Kur'ân, sünnel ve mana itibariyle genişçe açıklamış bulunuyoruz. Bunun alındığı yer ise Kur'ân-ı Kerîm'dir.

Derim ki: Üç talâk ile boşanmış kadının durumu hakkında ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır. Malik ve Şafii'nin görüşüne göre böyle bir kadının süknâ hakkı vardır, nafaka hakkı yoktur.

Ebû Hanife ve arkadaşlarının görüşüne göre, böyle bir kadının süknâ hakkı da, nafaka hakkı da vardır.

Ahmed, İshak ve Ebû Sevr'in görüşüne göre ise, bu durumdaki bir kadının nafakası da yoktur, süknâ hakkı da yoktur. Bu da Fatıma bint Kays'ın hadisine binâen böyledir, Fatıma dedi ki: Beraberimde kocamın kardeşi bulunduğu halde Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girdim ve şöyle dedim; Kocam beni boşadı, bu da benim süknâ hakkımın da, nafaka hakkımın da olmadığını ileri sürüyor. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır. Hem süknâ hakkın vardır, hem nafaka hakkın vardır." (Kayınbiraderi): Kocası onu üç talâk ile boşadı deyince, Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"Süknâ ve nafaka ancak hanımına ric'at yapma hakkına sahip olanın üzerindeki bir haktır." Ben Küfe'ye varınca, el-Esved b. Yezid bu hususa dair bana soru sormak üzere beni aradı. Abdullah'ın arkadaşları ise; Kadının süknâ hakkı da, nafaka hakkı da vardır, derler. Bu hadisi Dârakutnî rivâyet etmiştir Dârakutnî, IV, 22

Müslim'in lâfzıyla ondan naklettiği rivâyet şöyledir: Kocası kendisini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde boşamıştı. Kocası ona oldukça düşük seviyede bir nafaka veriyordu. Kadın bunu görünce, Allah'a yeminederim ki ben durumu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bildireceğim. Eğer benim bir nafaka hakkım varsa, halimi düzeltecek kadarını alırım. Şayet bir nafaka hakkım yoksa hiçbir şey almam, dedi. Durumu Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'a zikrettim. O:"Senin nafaka hakkın da yoktur, süknâ hakkın da yoktur" diye buyurduMüslim, II. 1114

Dârakutnî, el-Esved'den şöyle dediğini zikretmektedir:Ömer'e, Fatıma bini Kays'ın sözleri ulaşınca: Biz müslümanlar hakkında bir kadının sözünü geçerli kılmayız, dedi.Ömer üç talâk ile boşanmış kadına süknâ ve nafaka hakkını tanıyordu. en-Nehaî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: el-Esved b. Vezid benimle karşılaştı ve: Ey Şa'bî dedi. Allah'tan kork ve Fatima bint Kays'ın hadisini terket. ÇünküÖmer böyle bir kadına süknâ ve nafaka veriyordu. Ben dedim ki: Kays'ın kızı Fatıma'nın Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diyerek bana naklettiği hiçbir şeyden dönmem Dârakutnî, IV, 23

Derim ki: Bu ne kadar güzel bir şeydir! Katade veİbn Ebi Leylâ da şöyle demişlerdir: Süknâ ancak ric'î talâk ile boşanmış kadın için bir haktır. Çünkü yüce Allah:

"Bilemezsin, belki Allah bundan sonra bir iş peyda ediverir" (Talâk, 65/1) diye buyurmuştur. Onun:

"O kadınları... iskân edin" âyeti ise bundan önceki ile alakalıdır ve bu ric'î talâk ile boşanmış kadın hakkındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

Ayrıca süknâ nafakaya tabidir ve onun hükmündedir. Üç talâk ile boşanmış kadın için nafaka sözkonusu olmadığına göre; onun süknâ hakkı da sözkonusu olmaz.

Üç talâk ile boşanmış kadının nafaka hakkına sahip olduğuna dair Ebû Hanife'nin delili ise yüce Allah'ın:

"Onları dara koymak için onlara zarar vermeye kalkışmayın" âyetidir. Nafakayı vermemek ise verilecek zararların en büyüğüdür. AyrıcaÖmer (radıyallahü anh)'ın Fatıma’nın sözünü kabul etmeyişi de bunu açıklamaktadır. Ayrıca böyle bir kadın boşanmış olduğundan dolayı süknâya hak kazanan, iddet bekleyen bir kadındır. O halde tıpkı ric'î talâk ile boşanmış kadın gibi; bunun da nafaka hakkı vardır. Bir diğer sebep te şudur: Kadın erkeğin hakkı dolayısıyla onun için beklemektedir. O bakımdan tıpkı zevce gibi o da nafakaya hak kazanmıştır.

Yüce Allah'ın:

"Eğer onlar hamile iseler..." âyeti -az önce açıklandığı üzeretİmâm Mâlik'e delil teşkil etmektedir.

Şöyle denilmiştir: Yüce Allah ric'î talâk ile boşanmış kadını ve ona dair hükümleri âyetin başından yüce Allah'ın:

"Aranızdan adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun." âyetine kadar olan bölümlerde açıklamış bulunmaktadır. Arkasından ay hesabı ile iddet bekleyenleri de, diğerlerini de bütün boşanmış kadınları genel olarak kapsayan bir hükmü zikretmektedir. Bu hüküm de bütün boşanmış kadınlar hakkında umumidir. O halde bundan sonra zikredilen diğer hükümler de bütün boşanmış kadınlar hakkındadır.

2- "Yeterlilik":

"Gücünüz yettiğince" genişliğinizce, imkânlarınız ölçüsünde demektir. "Bolca malım oldu, bolca malım var, çokça mal sahibi olmak" denilir. "Zenginlik ve güç yetirebilmek" demektir.

Bu lâfız genel olarak "vav" harfi ötreli olarak okunmuştur. el-A'rec ve ez-Zührî bunu üstün olarak, Yakub kesreli okumuştur. Bütün bu okuyuşlar bu kelimenin bu şekildeki söyleniş ve kullanılışına uygundur.

3- Kadınlara Zarar Vermeye Kalkışılmamak:

"Onları dara koymak için, onlara zarar vermeye kalkışmayın" âyeti hakkındaMücahid: Mesken hususunda...; Mukâtil ise nafaka hususunda... diye açıklamıştır. Ebû Hanife'nin görüşü de budur. Ebû'd-Duhâ'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bu hanımını bosayıp, iddetinin bitmesine iki gün kala ona ric'at yapması, sonra onu tekrar boşamasıdır. (Böyle yapmak ona zarar vermesi demektir.)

4- Hamile Kadınların Boşanması Halinde Nafaka Hakları:

"Eğer onlar hamile iseler yüklerini bırakıncaya kadar onlara nafaka verin" âyeti ile ilgili olarak; üç talâk ile ya da daha az sayıda talâk ile boşanmış hamile kadına, nafaka ve süknânın vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Kocası vefat etmiş hamile kadına gelince Ali, İbn Ömer,İbn Mes’ûd, Şureyh, en-Ndıaî,en-Nehaî, Hammâd , İbn Ebi Leylâ, Süfyan ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Doğum yapıncaya kadar malın tamamından ona nafaka verilir.

İbn Abbâs, İbn ez-Zübeyr, Cabir b. Abdullah, Malik, Şâfiî,Ebû Hanife ve mezheblerine mensub ilim adamları: Ona ancak (mirastan) kendisine düşen paydan infak edilir, demişlerdir. Buna dair açıklama daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/2'i4. âyet, 23. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Eğer onlar sizin İçin emzîrirlerse..." âyetine dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız. Müellif tarafından başlıklar birinci, ikinci... mesele diye gösterilmiş: olmakla birlikte; biz yeni bir rakam vermeyip, başlıklara müteselsil rakam vermeyi sürdüreceğiz..

5- Boşanmış Kadınlar Çocuklarını Emzirirlerse:

"Eğer onlar" yani boşanmış kadınlar

"sizin İçin" sizin onlardan dünyaya gelmiş çocuklarınızı

"emzirirlerse" o vakit babaların, onlara süt emzirmelerinin ücretini vermeleri gerekir. Erkek tıpkı yabancı bir kadını ücretle tutması gibi, siil emzirdiğinden öcürü boşadiğı hanımını ücretle tutmak hakkına sahihtir.Ebû Hanife ve onun görüşünü kabul edenlere göre kadınlar, bâin talâk ile boşanmadıkları sürece o kadınlardan olma çocuklarını ücretle tutması câiz değildir. Şafii'ye göre ise bu caizdir. Süt emzirmeye dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi(2/233- âyet, 1. başlık) ile en-Nisâ Sûresi(4/23. âyet, 4. başlık)'nde yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

6- Maruf İstişare Sonucu, Maruf İstekler Kabul Edilmelidir:

"Aranızda maruf ile müşavere yapın"âyeti kocalara ve zevcelere bir hitaptır.Yani birinizin, ötekine vermiş olduğu güzel ve maruf emri diğeri kabul etsin. Kadının güzel davranışı çocuğunu ücretsiz emzirmesidir. Erkeğin güzel davranması ise kadına süt emzirdiğinden ötürü fazlasıyla ücretini ödemesidir.

Bir diğer açıklamaya göre: Çocuğun emzirilmesi hususunda kendi aranızda maruf ile istişare edin ki, çocuk herhangi bir zarar görmesin.

Bunun giyim ve kuşam hakkında olduğu söylendiği gibi, çocuğu sebebiyle hiçbir annenin zarar görmemesi aynı şekilde hiçbir babanın da çocuğu sebebiyle zarar görmemesi demektir,

7- Zorluk Çıkarsa...

"Eğer anlaşmazlıkta güçlükle karşılaşırsanız..." yani süt emzirme ücreti hakkında anlaşmazlık olursa... Koca anneye süt emzirmesinin ücretini vermeyi kabul etmeyip anne de çocuğunu süt emzirmek istemese, koca annesini süt emzirmeye zorlayamaz. O vakit üz annesinin dışında ona bir süt anneyi ücretle tutmalıdır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer biriniz diğerini sıkıştırıp, birbirinizle anlaşamayacak olursanız; o takdirde baba çocuğuna başka bir süt anneyi ücretle tutsun. Âyet emir anlamında haberdir.

ed-Dahhak dedi ki: Eğer anne süt emzirmek istemezse o vakit çocuğuna bir başkasını ücretle tutar. Eğer(çucuk süt anneyi) kabul etmezse, o vakit annesi ücret karşılığında ona süt emzirmeye mecbur edilir.

Çocuğu süt emzirmekle kimin yükümlü olduğu hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşü vardır. Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Evlilik devam ettiği sürece kadının çocuğuna süt emzirmesi icab eder. Ancak şerefi ve konumu buna uygun değilse; o takdirde babanın kendi malından çocuğa süt emzirmesi gerekir.

İkinci görüş: Ebû Hanife hiçbir şekilde anne çocuğuna süt emzirmek zorunda değildir demiştir.

Üçüncü görüşe göre ise annenin her durumda çocuğuna süt emzirmesi gerekir.

8- Boşanmış Kadının Çocuğu, Başkasının Memesini Kabul Etmeyecek Olursa, Annesi Ona Süt Emzirmek Zorundadır:

Erkek hanımını boşadığı takdirde kadının çocuğuna süt emzirme yükümlülüğü yoktur. Ancak ondan başkasının memesini kabul etmeyecek olursa, o takdirde çocuğunu emzirmekle yükümlüdür. Şayet ücret hususunda baba ile anne anlaşmazlığa düşerlerse, kadın ecr-i misil verilmesini isteyip, baba karşılıksız emzirmesinden başka bir çözüm kabul etmeyecek otursa -babanın karşılıksız süt emzirecek kimseyi bulmaması halinde- öz annenin ecr-i misil alması en uygunudur. Eğer baba ecr-i misil vermeyi teklif edip anne aşın ücret isteyerek bu teklifi kabul etmeyecek olursa, babanın ecr-i misil teklifinin kabul edilmesi daha uygundur. Eğer baba çocuğun annesine ücret vermekte zorlanacak olursa, o vakit çocuğunu emzirmeye mecbur edilir.

7

Bolluk içinde olan bolluğuna uygun nafaka versin. Rızkı kendisine daraltılan kimse de Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiçbir kimseye ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allah güçlüğün arkasından kolaylık İhsan eder.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Kocanın Sağlamakla Yükümlü Olduğu Nafakanın Ölçüsü ve Tespiti:

"Nafaka versin" âyeti, koca hanımına ve küçük çocuğuna, bolluğuna göre nafaka versin ki; eğer kendisi bolluk içerisinde ise onlara da bolluk sağlamış olsun. Fakir olan ise fakirliğine göre nafaka versin, demektir.

Buna göre nafaka, nafakayı sağlayanın haline ve kendisine nafaka verilecek olanın ihtiyacına göre hayatta adeten görülene uygun ictihad ile tesbit edilir. Müfti (bu hususta fetvayı verecek olan) önce kendisine nafaka verilecek olanın ihtiyaç miktarını gözönünde bulundurur, sonra da nafakayı vermekle yükümlü olanın haline bakar. Eğer hali bunu kaldırabiliyor ise o miktarda nafaka vermesini hükme bağlar. Şayet nafaka alacak olanın ihtiyacını karşılamaya durumu elverişli değil ise, o nafakayı karşılayabilecek miktara çeker.

İmâm Şafii -Allah ondan razı olsun- ve mezhebine mensub ilim adamları şöyle demişlerdir: Nafaka miktarı ve sınırı bellidir. Herhangi bir hakim ya da bir müftinin bu hususta içtihadı sözkonusu değildir. Nafakanın miktarı sadece kocanın zenginlik ya da fakirlik haline göre tesbit edilir. Hanımının haline ve ona yetecek miktara itibar edilmez. Onlar derler ki: Buna göre bekçinin kızına verilmesi icab eden nafaka ne ise halifenin kızına da o kadarının verilmesi icab eder. Eğer koca varlıklı birisi ise iki mud, orta halli birisi ise birbuçuk mud, eğer darlık içinde olan birisi ise bir mud vermelidir. Buna da yüce Allah'ın:

"Bolluk içinde olan bolluğuna uygun nafaka versin..." âyetini delil göstermişlerdir. Âyet görüldüğü gibi kocanın bolluk ya da darlık içerisinde oluşunu gözönünde bulundurmuş, kadının haline itibar etmemiştir, Çünkü hakim tarafından olsun, başkası tarafından olsun kadına yetecek miktarın ne olduğunu bilme imkânı bulunmadığından ona itibar edilmez. Bunu gözönünde bulundurmak anlaşmazlığa götürür. Zira koca kadının kendisine yetecek miktardan fazlasını almaya çalıştığını iddia ederken, kadın istediği miktarın kendisine yetecek kadar olduğunu iddia edecektir. O bakımdan biz bu anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için nafakanın miktarının belli olduğunu benimsemiş bulunuyoruz. Onlara göre bu hususta asıl dayanak önceden de belirttiğimiz gibi yüce Allah'ın:

"Bolluk içinde olan bolluğuna uygun nafaka versin" âyeti ile

"Eli geniş olan kendi halince, fakir olanınız da kendi halince..."(el-Bakara, 2/236) âyetidir.

Buna cevap şudur: Bu âyet-i kerîme zengin ile fakirin vereceği nafaka arasında fark olduğundan ve kocanın darlık ve bolluk içerisinde oluşuna göre farklılık göstereceğinden başka bir mana ihtiva etmiyor. Bu açıkça kabul edilen bir husustur, Hiçbir şekilde hanımın durumuna itibar edilmemesine gelince, Ğıınıda böyle bir şeyden sözedilmiyor. Ayrıca yüce Allah:

"O kadınların maruf bir şekilde yiyeceği ve giyeceği (çocuğun) babasına aittir." (el-Bakara, 2/233) diye buyurmaktadır. Bu da her ikisi(erkek ve hanımın) hakkında marufu esas almayı gerektirmektedir. Çünkü bu hususta onlardan herhangi birisine has bir ifade taşımamaktadır. Zengin ve varlıklı bir kadına yetecek bir miktarın, fakir kadının nafakası gibi olması ise maruf kabul edilemez. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hind'e: "Sana ve çocuğuna yetecek kadarını maruf ile al!"el-Miimtehine, 60/12, âyet ikinci başlığın hHftarafhrıııct» lıiiriindylt- geçen bu hadisin kaynakları için oraya bakınız diye buyurmuş ve ona yetecek miktarı gözönünde bulundurmasını söylemiştir. Çünkü Ebû Süfyan'ın bolluk içerisinde olduğunu ve hanımının talebi ile nafakayı sağlamakla yükümlü olduğunu tesbit etmiş, buna karşılık sana yetecek olan miktar muteber değildir, senin alabileceğin miktar belli ve tesbit edilmiştir, demeyerek onun için yeterli miktarı gözönünde bulundurmasını söylemiş, ayrıca bunu belli bir miktara bağlı kılmamıştır.

Diğer taraftan onların (Şafiilerin) sözünü ettikleri sınırlı ve belli miktarın tevkife (konu ile ilgili şer'î bir delile) ihtiyacı vardır. Âyet-i kerîme ise bunu gerektirmemektedir.

2- Çocuğa Verilecek Nafaka Miktarı ve İslam Devletinde Çocuğun Nafakası:

Rivâyete göre Ömer(radıyallahü anh) küçük çocuğa yüz dirhem maaş, Osman (radıyallahü anh) da elli dirhem maaş tesbit etmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Bu farklılığın zaman farkı dolayısıyla yahutta gıdaların ve giyeceklerin fiyatlarındaki farklılığa göre değişmiş olma ihtimali vardır. Muhammed b. Hilal el-Müzenî şöyle demektedir: Bana babamın ve babaannemin anlattığına göre babaannem Osman (radıyallahü anh)'ın yanına gider gelirdi. Bir seferinde onu bulamayınca hanımına: Ne diye filan kadını göremiyorum? diye sormuş, hanımı: Ey mü’minlerin emiri bu gece doğum yaptı, demiş. Bunun üzerine ona elli dirhem ve(oğlunu) başından aşağı örtecek bir elbise gönderdikten sonra şunları söylemiş: İşte bu oğlunun maaşı, bu da onun giyeceğidir. Üzerinden bir sene geçti mi ona vereceğimiz maaşı yüz dirheme yükselteceğiz.

Ali (radıyallahü anh)'a yola bırakılmış bir çocuk getirildi. Ona yüz dirhem maaş bağladı.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Sütten kesilmeden önce verilen bu maaş, ilim adamlarının hakkında ihtilâf ettiği hususlardandır. Kimisi bunu müstehab görmüştür. Çünkü bu âyetin hükmü çerçevesine girmektedir. Kimisi de çocuğun yeni oıtaya çıkan ihtiyaçları ve bakımının oldukça külfetli olması dolayısıyla vacib olduğu görüşündedir. Ben de bu görüşteyim. Şu kadar var ki; doğum esnasındaki hafi ile sütten kesilmesi sırasındaki haline göre bunun miktarı farklılık arzeder. Süfyan b.Vehb'in rivâyetine göre;Ömer bir eline mud denilen ağırlık ölçüsünü, bir eline de kist denilen ölçeği alıp: Ben her müslüman kişiye her ay iki mud buğday, iki kist sirke ve iki kist zeytinyağının verilmesini tesbit ediyorum. Başkaları da şunu eklemektedir: Dedi ki: İşte biz sizin her ay maaşlarınızı ve mÂişetlerinizi tesbit edip, ulaştırıyoruz. Kim bunları eksiltecek olursa, Allah ona şunları şunları yapsın, diyerek ona beddua etti.

Ebû'd-Derdâ dedi ki: Ömer(radıyallahü anh)'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti arasında sünnet haline getirdiği nice hidayete ulaştırıcı ve dosdoğru sünneti vardır.

Mud ve kist yiyecek ve katıklarda Şam ölçekleridir. Bir başka örf onların yerine geçerek bunlar kullanılmaz olmuştur. Muddun yerine "keylece" kullanılmıştır. Kıst'ın yerine ise "keyl" kullanılır olmuştur. Fakat bize göre bunların miktarı buğdayda iki çeyrek, katıklarda ise sekizde ikidir. Giyecek ise adete göre gömlek, pantolon ve kışın cübbe, kisâ, izâr ve haşirdir. Aslolan budur, durumlara ve adete göre artış gösterebilir.

3- Çocuğun Nafakası Babasına Aittir:

Bu âyet-i kerîme çocuğun nafakasının anneye değil, sadece babaya düştüğünün (vacib olduğunun) aslî dayanağıdır. Bu hususta Muhammed b. el-Mevvâz muhalefet ederek şöyle demektedir: Nafaka miras miktarlarına göre anne ve babanın ikisine de düşer.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Muhammed, bununla belki de babanın olmaması halinde anneye düşeceğini kastetmiş olabilir.

Buharî'de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği zikredilmektedir: "Kadın sana: Bana ya infak et ya beni boşa der, köle sana: Ya bana infak et yahut benim ücretle çalışmama müsaade et, Buhari dışındaki kaynaklarda: "... yahut beni sat' ankımıntla der. Oğlun sana: Sen bana infak et, beni kime terkedeceksin, der” Buharî, V, 2048; Müsned, il, 252; Beyhakî es-Sünenu'l-Kübra, VII, 466, 471. Merhum Kıımıhi'nin İbnu'l-Arabi'den naklen belirttiği gibi bu ifadeler, Peygamber Efendimize ait olmayıp, Ebû Hüreyre soru üzerine bu sözlerin kendisine ait olduğunu belirttiğimiz lıütiiıı kaynaklar açıkta ifade etmektedir.

Böylelikle Kur'ân ve sünnet birbirini pekiştirmekte ve aynı yolda, aynı şer'î hükümleri dile getirmektedir.

4- Mükellefiyet İmkâna Göredir ve Zorluktan Sonra Kolaylık Vardır;

"Allah hiçbir kimseye ona verdiğinden başkasını yüklemez." Yani yüce Allah zengini yükümlü tuttuğu gibi, fakiri de aynı şekilde yükümlü tutmaz.

"Allah güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder." Darlıktan sonra zenginlik, sıkıntıdan sonra bolluk ve rahatlık ihsan eder.

8

Rabbinin ve peygamberlerinin emrine karşı başkaldıran nice ülke halkı vardır ki; Biz onları en şiddetli bir hesaba çekmiş ve onları görülmemiş bir azapla azaplandırmışızdır.

Yüce Allah bir takım hükümleri sözkonusu ettikten sonra

"...nice ülke halkı vardır ki" âyeti ile bazı kavimlerin azgınlık edip başkaldırmalarını, azâbın gelip onları bulmasını hatırlatmakta ve ilâhî emirlere aykırı hareket etmeyi sakındırmaktadır.

"Nice" lâfzına dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmrân Sûresi'nde(3/146. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

"Rabbinin vepeygamberlerinin emrine karşı baş kaldıran"isyan eden

"nice ülke" âyetinde sözü edilen

"karye; ülke" olmakla birlikte maksat oranın ahalisidir Bundan dolayı mealde: "Ülke halkı" diye karşılanmıştır.

"Biz onları en şiddetli bir hesaba çekmiş" dünya hayatında cezalandırmış

"Ve onları" âhirette

"görülmemiş bir azapla azaplandırmışızdır."

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir, Biz onları dünya hayatında açlık, kıtlık, kılıç, yerin dibine geçirilmek, suretlerinin değiştirilmesi (mesh) vs. musibetlerle azaplandırdığımız gibi, âhirette de onları çok ağır bir hesaba çekmişiz(çekeceğiz)dir.

"Alışılmadık olduğu için kabul edilemeyen, reddolunan(münker)" demektir. Bu lâfız muhaffef(kef harfi ötreli) ve musakkal(kef harfi sakin) olarak okunmuştur. Daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır Ayrıca el-Kamer, 54/6. âyetin tefsirinde de bu lâfza dair açıklamalar vardır

9

Sonunda onlar yaptıklarının cezasını tatmış oldular. İşlerinin sonu hüsran oldu.

"Sonunda onlar yaptıklarının cezasını" küfürlerinin akıbetini

"tatmış oldular. İşlerinin sonu da hüsran oldu." Dünyada sözünü ettiğimiz şekillerde helâk oldular, ahirette de cehenneme atılmakla hüsrana uğrayacaklardır.

Burada fiiller yüce Allah'ın:"Cennetlikler cehennemliklere... seslendiler." (el-Araf, 7/41) âyetinde ve benzerlerinde olduğu gibi mazi lâfız ile getirilmiş bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah'ın gelip çatması beklenen vaadi ve tehdidi ile gerçekte karşı karşıya kalınmış demektir. Olacak olan şey olmuş gibidir.

10

Allah, onlar İçin çok şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey îman etmiş akıl sahibleri! -O halde- Allah'tan korkun. Gerçek şu ki, Allah size bir Zikir indirmiştir.

"Allah, onlar İçin çok şiddetli bir azap hazırlamıştır" âyeti ile bu hüsranı açıklamakta ve bunun âhiretteki cehennem azâbı olduğunu beyan etmektedir.

"Ey îman etmiş akıl sahipleri"âyetinde; "Îman etmiş kimseler" lâfzı

"Akıl sahipleri" tabirinden bedel yahut onların sıfatıdır.Yani Allah'a îman etmiş bulunan akli sahipleri, üzerinize Kur'ân'ı indirmiş olan

"Allah'tan korkunuz." Yani O'ndan korkunuz, O'na itaat olan işler yapınız, O'na masiyet olan İşlerden de uzak durunuz. Bu anlamdaki âyetler daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

11

Îman edip salih amel işleyenleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah'ın açık açık ortaya koyan öğütlerini size okuyan bir Peygamber (göndermiştir.) Kim Allah'a îman edip salih amel işlerse onu altından ırmaklar akan cennetlere -kendileri orada ebedi ve devamlı olmak üzere- koyar. Allah, onlara gerçekten çok güzel bir rızık vermiştir.

"Îman edip salih amel işleyenleri"yani Allah'ın ilminde bu durumda olacakları bilinen kimseleri

"karanlıklardan" yani küfürden

"aydınlığa" Burada meal zarureti dolayısıyla âyetin nazmı bozukluğundun dolayı; tefsirdeki açıklamalar da meale uygun birtakım ıakdim ve tehirlere zarureten uğramış bulunmaktadır. hidayete ve îmana

"çıkarmak için" İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet, kitap ehlinden îman edenler hakkında inmiştir. Burada karanlıklardan aydınlığa çıkartmanın -biraz sonra geleceği gibi- Rasûle izafe edilmesinin sebebi, imanın ona4itaat etmek suretiyle, onun vasıtasıyla husule gelmiş olmasından dolayıdır.

"... Allah'ın açık açık ortaya koyan öğütlerini" Allah'ın âyetlerinden(öğütlerinden) kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bu âyet -biraz sonra zikredilecek olan- Rasûlün sıfatıdır.

"Açık açık ortaya koyan" âyeti genel olarak "ye" harfi üstün okunmuştur. Allah'ın açıkladığı âyetler demektir. İbn Âmir, Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise "ye" harfini kesreli okumuşlardır. Bu da sizin gerek duyduğunuz hükümleri size açıklayan demektir. Birinci okuyuşİbn Abbâs'ın okuyuşu olup, Ebû übeyd veEbû Hatim tarafından da tercih edilmiştir. Çünkü yüce Allah:

"...âyetleri size açıkladık..."(Âl-i İmrân, 3/118 ve el-Hadid, 57/17) diye buyurmaktadır.

"Bir Peygamber (göndermiştir)" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demektedir: Zikrin indirilmesinin sözkonusu edilmesi

"irsal: Peygamber gönderme"nin hazfedikliğine delildir. O size bir Kur'ân indirdi ve bir rasûl gönderdi, demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Allah size zikir sahibi birisini rasûl olarak göndermiştir. Buna göre buradaki "rasûl(peygamber)" lâfzı muzafırt hazfi takdirine göre "zikr"in sıfatıdır. Şöyle de açıklanmıştır: "Rasûl: Bir peygamber" daha önce geçen "zikr"in mamulüdür. Çünkü zikir mastardır. İfadenin takdiri de şöyledir: Allah size rasûlü zikrettiği (bir kitabı) size indirmiş bulunmaktadır. Onun rasûlü zikretmesi ise

"Muhammed, Allah'ın Rasûlüdür"(Fetih, 48/29) âyetidir.

Bununla birlikte "rasûl (bir peygamber)" lâfzının "zikir'den bedel olması ve "rasûl"ün risalet anlamında olması yahutta gerçek anlamı ile kullanılmış olup manaya göre hamledilmesi de mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur: Allah size bir zikriyani bir rasûlü açıkça göndermiş ve göstermiş bulunmaktadır. Bu durumda bir şeyin, bir şeyden bedel olması ve bir şeyin bizzat kendisi olarak başka bir isimle anılması kabilinden olur.

"Bir Rasûl (bir peygamber)" lâfzının iğrâ olmak üzere nasb ile gelmiş olması da mümkündür. Sanki: Bir peygambere uyun ki... buyurulmuş gibidir. Buradaki "zikr"in şeref anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz, size sizin için bir zikir (şeref kaynağı olan) bir kitap indirdik." (el-Enbiya, 21/10) âyeti ile;

"ve muhakkak o, sana ve senin kavmine bir zikir (büyük bir şeref)dir" (ez-Zuhruf, 43/44) âyetinde olduğu gibi. Dahaleyhisselâmonra bu şan ve şerefi açıklayarak "bir Peygamber" diye buyurmakçadır.

Çoğunluk burada

"Rasûl: peygamber" ile kastedilenin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu kanaatindedir. el-Kelbî: KastedilenCebrâîl'dir, demiştir. Bu durumda her ikisi de (yani zikirde, rasûlde) Allah tarafından indirilmiş olmaktadır.

"Kim Allah'a îman edip salih amel İşlerse onu altından ırmaklar akan cennetlere -kendileri orada ebedi ve devamlı olmak üsere- koyar" âyetindeki

"onu... koyar" anlamındaki fiili Nâfî' ve İbn Âmir: "Onu koyarız" diye "nun" ile okumuşlardır, diğerleri ise "ye" ile(onu koyar anlamında) okumuşlardır.

"Allah ona gerçekten çok güzel bir rızık vermiştir." Cennetlerde Allah ona pek bol ve geniş bir rızık vermiştir.

12

Allah, yedi gökleri ve yerden de onlar gibisini yaratandır. Âyeti onlar arasında iner, durur. Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu ve muhakkak Allah'ın ilmi ile herşeyi kuşatmış olduğunu kesinlikle bilesiniz diye.

"Allah, yedi gökleri ve yerden de onlar gibisini yaratandır" âyeti, kudretinin kemaline ve O'nun öldükten sonra tekrar diriltmeye ve hesaba çekmeye kadir olduğuna açık bir delildir.

Göklerin biri diğerinin üstünde olmak üzere yedi tane olduğunda görüş ayrılığı yoktur, Buna İsrâ hadisi ve başkaları da delil teşkil etmektedir.

Sonra da;

"yerden de onlar gibisini" yani yedi tane

"yaratandır" diye buyurmaktadır. Yerler hakkında iki ayrı görüş vardır. Birincisi olan Cumhûrun görüşüne göre; yedi arz da biri diğerinin üstünde tabakalar halindedir. Herbir arz arasında iki sema arasındaki gibi bir mesafe vardır ve herbirisinde de Allah'ın yarattıklarından sakinler vardır.

ed-Dahhak ise şöyle demiştir:

"Ve yerden de onlar gibisi" yani yedi tane arz demektir. Şu kadar var ki bu yedi arz göklerin aksine arada bir boşluk olmaksızın biri diğerinin üstünde tabaka halinde kapatılmış durumdadır.

Ancak birinci görüş daha sahihtir. ÇünküTirmizi, Nesâî ve diğer eserlerde bulunan haberler buna delil teşkil etmektedir. Bu husus yeterli açıklamalarıyla daha önce el-Bakara Sûresi' nde(2/29. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Nuaym şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize Muhammed b. Ali b. Hubeyş anlattı, dedi ki: Bize İsmail b. İshak es-Serrâc anlattı:... -H. Muhaddisler bir hadisin ikiya da daha fazla senedi bulunduğu taktirde, bir senedden diğerine intikal ettiklerine 'H: Hâ" harfini yazmayı iJıriyrıt edinmişlerdir. Yine Ebû Muhammed b. Habban da anlattı dedi, ki: Bize Abdullah b. Muhammed b. Naciye anlattı, dedi ki: Bize Süveyd b. Said anlattı dedi ki: Bize Hafs b. Meysera, Mûsa b. Ukbeden anlattı: OAtâ b. Ebi Mervandan, o babasından rivâyete göre Ka'b kendisine: Mûsa'ya denizi yarmış olan adına yemin ederek Suhayb'ın kendisine şunları anlattığını bildirdi: Muhammed(sallallahü aleyhi ve sellem) içine girmek istediği bir kasaba gördü mü mutlaka onu gördüğünde şöyle dua ederdi:

"Yedi semavatın ve onların gölgelediklerinin Rabbi, yedi arzın ve onların taşıdıklarının Rabbi, şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi, rüzgarların ve savurduklarının Rabbi olan Allah'ım! Biz Senden bu kasabanın hayrını, buranın ahalîsinin hayrını dileriz. Buranın, buranın ahalisinin ve içinde bulunanların şerrinden de Sana sığınırız."Ebû Nuaym, Hilye, VI, 46; ayrıca; İbn Huzeyme, Sahih, IV, 150, İbn Hibbân, Sahih, VI, 425; Hîikim, Müstedrek, 1, fil4, II, 110;Beyhaki, es -Sünenü'l Kübrâ, V, 252; Taberânî, Kebir, VKI, 33, XXH, 359 Ebû Nuaym dedi ki: Bu Mûsa b. Ukbe'nin rivâyet ettiği hadis olarak sabittir.Atâ'dan bunu tek başına(münferiden) o rivâyet etmiştir. Ondan ise İbn Ebi'z-Zinad ve başkaları rivâyet etmiştir. Ebû Nuaym, Hilye, VI, 46

Müslim'in Sahih'inde Said b. Zeyd'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksız yere yerden bir karış dahi alacak olursa, kıyâmet gününde yedi arzdan onun boynuna dolanmış olarak gelecektir."Müslim, III, 1230, 1231;Tirmizî, IV, 2H;Dârimi, 11, 347;Müsned, I, 187, 1H8, 189, 190

Âişe yoluyla gelen hadis de bunun gibidir, Buhârî, II, S66, III, 1167; Müsned, VI, 79, 252, 259 Her ikisinden daha açık ifadeler taşıyan hadis de Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği şu hadistir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir kimse hakkı dışında yerden bir karış alacak olursa, mutlaka Allah kıyâmet gününde yedi arza kadar onu boynuna dolayacaktır."Müsned, II, 387. 388, 432

el-Maverdî dedi ki: Yerin yedi tabakasının biri diğeri üstünde olduğu kabul edilecek olursa, müslümanların daveti sadece en üst arzın üzerinde bulunanlara mahsustur. Onun dışında bulunan diğer kimseler için bağlayıcı değildir isterse onlar da ayırdedici kabiliyete sahip yaratıklardan akıl sahibi kimseler olsunlar.

Bu varlıkların semayı görüp o semanın ışığından istifade etmeleri hususunda da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre onlar bulundukları yerin herbir tarafından semayı görürler ve onun ışığını alırlar. Bu yeri düz kabul edenlerin görüşüdür. İkinci görüşe göre ise bunlar semayı görmezler. Yüce Allah onlara yararlanacakları başka bir ışık yaratmıştır. Bu da yeri küre gibi kabul edenlerin görüşüdür.

Âyet-i kerîme hakkında üçüncü bir görüş vardır ki; bunu el-Kelbi, Ebû Salih'ten, o İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş olup, buna göre yerler, düz yedi yer halindedir. Biri diğerinin üstünde değildir. Bunları birbirinden denizler ayırmakta ve hepsini de sema örtmektedir, Bu görüşe göre eğer yeryüzü ahalîsinden herhangi bir kimsenin diğerine ulaşabilme imkânı yoksa, İslâm daveti bu arzda bulunan kimselere mahsus olur. Eğer onlardan bir kısmı diğer arza ulaşabiliyorsa, o vakit davetin onlara ulaşmasının imkânı halinde, İslâm davetinin onlar için de bağlayıcı olma ihtimali sözkomısu olur. Çünkü denizlerin ayırdığı mesafenin aşılması mümkün olursa, o vakit hükmün genel olarak bağlayıcı olmasını engelleyen bir husus kalmaz. Bununla birlikte İslam davetinin onlar için bağlayıcı olmaması İhtimali de vardır. Çünkü bu davetin onlar tarafından da kabul edilmesi gerekli olsaydı, bu hususta nassın vârid olması ve Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bununla emrolunmuş olması da gerekirdi. Allah, ilmini kendisine sakladığı hususların gerçeğini, insanlar için şüpheli olup, içinden çıkamadıkları şeylerin doğrusunu en iyi bilendir.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Âyeti bunlar arasında iner durur."Mücahid dedi ki: Emir yedi semadan, yedi arza iner, durur, el-Hasen dedi ki: Her iki sema arasında bir arz ve bir emir vardır. Burada emirden kasıt -Mukâtil ve başkalarının görüşüne göre- vahiydir. Bu durumda yüce Allah'ın:

"Bunlar arasında" âyeti, (semaya) en yakın olan bu üst arz ile semaların en yükseği olan yedinci sema arasına işaret olur. Bir görüşe göre de buradaki

"emir; âyet" kaza ve kader demektir. Çoğunluğun görüşü de budur. Buna yöre

"bunlar arasında" âyeti en uzak olan en alt arz ile semaların en yükseği olan yedinci sema arasına işaret edilmiş olur.

"Âyeti bunlar arasında İner, durur"âyeti bazılarının hayat bulması, bazılarının ölmesi, kimilerinin zengin, kimilerinin de fakir olması ile ilgili âyettir diye de açıklanmıştır. Bir diğer görüşe göre maksat, bunlardan tedbir olunan, yüce Allah'ın hayret verici tedbirleridir. Yağmur iner, bitki çıkar. Gece ve gündüz gelir gider, yaz ve kış değişir durur. Türleri ve şekilleri birbirinden farklı hayvanlar yaratır, onları bir halden bir başkasına intikal ettirir. İbn Keysân dedi ki: Bu açıklama dilin alanı ve genişliği (anlatım, üslûb ve teknikleri) ile alakalıdır. Nitekim ölüme "Allah'ın emri" denildiği gibi, rüzgara, buluta ve benzerlerine de benzer isimler verilir.

"Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu... bilesiniz diye." Yani -bütün bunlar O'nun kudreti ve imkânı çerçevesinde bulunmak açısından eşit olmakla birlikte- bu pek büyük mülkü yaratmaya muktedir olanın ikisi arasında bulunanları yaratmaya daha bir muktedir olduğunu, affetmek ve intikam almak imkânına sahib olduğunu bilesiniz diyedir.

"Ve muhakkak Allah'ın İlmi ile herşeyi kuşatmış olduğunu kesinlikle bilesiniz diye." Hiçbir şey O'nun ilim ve kudreti dışında değildir.

"İlmi" lâfzı te'kid edici mastar (mef'ûl-i mutlak) olarak nasbedilmiştir. Çünkü

"Kuşatmış oldu" âyeti anlam itibariyle Bildi" demektir.

Âyetin: Ve muhakkak Allah'ın ilim olarak kuşatmış olduğunu bilesiniz diye... anlamında olduğu da söylenmiştir.

Allah'a hamdolsun. O'nun yardımı ile Talâk Sûresi sona ermiş bulunmaktadır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç