7Görmedin mi ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir. Üç kişi fısıldaşmayıversîn, muhakkak O onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O onların altıncılarıdır. İster bundan daha azveya daha çok olsunlar. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet gününde kendilerine yaptıklarını haber verir. Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir. "Görmedin mi ki Allah gökte ve yerde olan herşeyi muhakkak bilir." Gizli ve açık hiçbir şey Ona gizli kalmaz. "Üç kişi fısıldaşmayıversin" âyetindeki: lâfzı genel olarak "ye" ile okunmuştur. Buna sebeb, ikisi (fiil ile fail) arasında bir başka lâfzın bulunmasıdır. Ebû Cafer b. el-Ka'kâ', el-A'rec, Ebû Hayve ve Îsa ise (daha önce geçmiş bulunan "görmedin mi ki" anlamındaki) fiilin müennes oluşu dolayısıyla te ile; diye okumuşlardır. "Fısıldaşmak" gizlice konuşmak demektir. Bu mastar olup, mastar bazan sıfat olarak da kullanılabilir. O bakımdan: "Fısıldaşan topluluk", denilirken, aralarında fısıltı bulunan kimseler demektir. Yüce Allah'ın: "Onlar gizlice konuşurlarken" (el-İsra, 17/47) âyetin da bu şekilde kullanılmıştır. "Üç" lâfzı, "Fısıltı" lâfzının ona izafe edilmesi dolayısıyla cer ile gelmiştir. el-Ferrâ'' da "üç" lâfzının "fısıltı" lâfzının sıfatı olduğunu ve bundan ötürü cer ile geldiğini söylemiştir. Bununla birlikte "fısıltı" lâfzını ona izafe etmek de mümkündür. Eğer mukadder bir fiil ile nasbedilecek olursa bu da mümkündür. Nitekim bu İbn Ebi Able'nin kıraatidir. O hem bu lâfzı, hem de: "Beş" lâfzını nasb ile hal olarak ve; "Fısıldaşırlar" fiilinin takdiri ile okumuşlardır. Bu fiilin takdirine sebeb ise "fısıltı" anlamındaki lâfzın ona delâlet etmesidir. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır, "Üç" anlamındaki lâfzın "fısıltı" anlamındaki lâfzın konumundan bedel olarak ref ile okunması da caizdir. Diğer taraftan herbir sirâr (gizli konuşmak) bir necvâ (fısıldaşmak)dır denildiği gibi, şöyle de açıklanmıştır: Necvâ; üç kişinin kendi aralarında yalnızlık halinde bir şeyi gizlemeleri ve bunu kendi aralarında fısıltı halinde söylemeleridir, Sirâr; iki kişi arasındaki fısıldaşmadır, denilmiştir. "Muhakkak O, onların dördüncüleridir." Onların neyi fısıldattıklarını bilir ve işitir. Buna âyetin "Allah'ın herşeyi bildiğini" belirtmekle başlaması ve yine âyetin "Allah'ın herşeyi bilen" olduğunun belirtilmekle sona etmesi delâlet etmektedir. "Necvâ: Fısıldaşmak" lâfzının: "Yerin tümsekçe olan kısımları" lâfzından geldiği söylenmiştir. Birbirleriyle bu şekilde fısıldaşan iki kişi kendi sırlarını, kendi aralarında gizlice fısıldaşırlar. Onların bu hali de kendisine bitişik olan yerlere göre yerin nisbeten yüksek olan kısmının âdeta yalnız başına kalmasına benzer. Âyetin anlamı da şudur: Yüce Allah'ın işitmesi herbir sözü kuşatır.Yüce Allah, kendisine zihâr yapan kocası hakkında tartışan kadının sözlerini dahi İşitmiştir, "İster bundan daha azveya daha çok olsunlar" âyetinde (lâ harflerinden sonra gelen isimlen) Sellâm, Yakub, Ebû'l-Âl-iyye, Nasr ve Îsa: lâfzının girmesinden önceki: "Fısıltı" lâfzının mahalline atf ile ref ile okumuşlardır. Çünkü bunun takdiri "Fısıltı(sı) olmayıversin" şeklindedir. "Üç" Merhum Kurtubî, buradaki ibareleri ez-Zemahşeri'nin el-Keşşâf, II, 441'den nakletmektedir. Burada açıklanan lâfzın "üç" anlamındaki ' selâse^ değil, "ekser: daha çok" lâfzıdır. Zaten âyetin nazmı da, -üç: sdSse1' lâfzı daha önce geçtiğinden- burada "_ekser; daha çok" lâfzına dair açıklamalarda bulunmayı gerektirmektedir. Ayrıca lık. Âlûsî, Râhu'l-Meâm, XXVII, 25; Huseyn el-Hemedânî, el-Ferid, IV, 441. lâfzının: "Daha az" lâfzının mahalline göre merfu olması da mümkündür. Nitekim: "Lâ havle ve lâ kuvvetun illa billah" denilirken "havi" lâfzının fetha, "kuvvet" lâfzının ref ile okunması da böyledir. Mübtedâ olarak her ikisinin merfu okunması da caizdir. Tıpkı: "Lâ havlun ve lâ kuvvetun illa billah" demek gibi. Bu hususa daif açıklamalar yeteri kadarıyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde(2/254. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, ez-Zühri veİkrime ("daha çok" anlamındaki lâfzı "peltek se" harfi yerine) "be" harfi ile "daha büyük" diye okumuşlardır. Ancak bu genel olarak "(peltek) se" ile ve "re" harfi lâfza göre üstün olarak okumuşlardır ki cer konumundadır. el-Ferrâ'' yüce Allah'ın: "Üç kişi fısıldaşmayıversin, muhakkak O, onların dördüncüleridir. Beş kişi olmayıversinler, mutlaka O, onların altıncılarıdır" âyeti hakkında şunları söylemektedir: Anlaşılan mana ve sayı, maksat değildir. Çünkü yüce Allah az ya da çok olsun bütün sayıdaki şahıslarla birlikte olduğunu en iyi bilendir. Onların gizli olsun, açık olsun söyledikleri herşeyi bilir, hiçbir şey O'na saklı kalmaz. Bundan dolayı yüce Allah birtakım sayıları sözkonusu etmeyip bazı sayılan sözkonusu etmekle yetinmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar nerede olurlarsa olsunlar, yüce Allah da bir yerden başka bir yere geçmek yahut intikal etmek sözkonusu olmaksızın onlarla beraberdir. Bu âyet, gizlice birtakım işler çevirmiş bir münafık topluluk hakkında inmiştir. Yüce Allah da bu âyeti ile bunların kendisine gizii kalmadığını bildirmektedir. Bu açıklamayıİbn Abbâs yapmıştır.Katade ve Mücahid de: Yahudiler hakkında inmiştir, demişlerdir. "Sonra kıyâmet gününde kendilerine"iyi ya da kötü olsun "yaptıklarını haber verir" bildirir, "Gerçekten Allah herşeyi çok iyi bilendir." 8Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra yine kendilerine yasaklanan şeylere dönen, günahı, düşmanlığı ve Peygambere isyanı fısıldanmakta olan kimseleri görmedin mi? Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlar ve kendi aralarında derler ki: "Söylediğimiz sebebi ile Allah bize azâb etmeli değil mi?" Cehennem yeter onlara. Oraya girecekler. O ne kötü dönüş yeridir! Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Ayetin Nüzul Sebebi ve Fısıldaşmaları Yasaklanışı: "Kendilerine fısıldanmak yasaklandıktan sonra... kimseleri görmedin mi" âyeti hakkında şöyle denilmiştir: Bu, az önce de kaydettiğimiz gibi yahudilerle münafıklar hakkındadır. Müslümanlar hakkında olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki: Bu kendi aralarında fısıtdaşarak giziice konuşan ve bu arada mü’minlere bakan ve birbirlerine göz kırpan yabudilerle, münafıklar hakkında inmiştir. Mü’minler de şöyle diyorlardı: Bunlara bizim kardeşlerimiz ve yakın akrabalarımız olan muhacir ve ensardan bazılarının öldürüldüklerine yahut başlarına gelen bir musibet veya bozgunlarına dair bir haber ulaşmış olmalıdır. Bu da onların hoşuna gitmiyor, onları rahatsız ediyordu. Bunun neticesinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyetleri çoğaldı. Yüce Allah da onların fısıldaşmalarını yasakladı. Fakat bu işten vazgeçmeyince âyet-i kerîme nazil oldu. Mukâtil dedi ki: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile yahudiler arasında bir antlaşma vardı. Mü’minlerden bir kimse onlara uğradı mı kendi aralarında -o mü’min kişi kötü bir takım zanlara kapılıncaya kadar- gizlice konuşuyorlardı. Bu sefer o da yoluna gitmekten vazgeçiyor, geri dönüyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara böyle yapmamalarını söyledi ise de onlar vazgeçmeyince bu âyet-i kerîme nazil oldu. Abdurahman b. Zeyd b. Eslem dedi ki: Bir kişi Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a geliyor, ondan bir ihtiyacını karşılamasını istiyor, onunla birlikte konuşuyordu. O dönemde oralarda savaş vardı. Böylelikle onu görenler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ile savaş, bir musibet yahut önemli bir iş hakkında konuştuğunu zannediyor, bundan dolayı da korkuya kapılıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. 2- Fısıldaşmanın Yasaklanışı ve Riyakârlık: Ebû Said el-Hudrî rivâyetle şöyle demektedir Bir gece konuşurken Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)yanımıza çıkageldi ve dedi ki: "Bu fısıl daşma ne oluyor? Fısıldaşmak size yasaklanmadı mı?" Bizler Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a tevbe ettik. Biz Mesih -Deccal'i kastediyor-'den korkumuz dolayısıyla onu sözkonusu ediyorduk. Peygamber şöyle buyurdu;"Size bence ondan daha da korkunç olanı haber vereyim mi?"Biz; Ver ey Allah'ın Rasûlü dedik, şöyle buyurdu: "(Bu) gizli şirktir. Kişinin, bir başkası burdadır ve kendisini görüyor diye kalkıp amelde bulunmasıdır." Bunu el-Maverdî zikretmektedir Müsned, 01, 30; İbn Mâce, II, 1406 -çok az lafzi farklarla- Hamza, Halef ve Yakub'dan Ruveys "fısıldanmakta olan kimseler" anlamındaki âyeti; diye, vezninde okumuşlardır. Bu Abdullah (b. Mesud) ve arkadaşlarının kıraatidir. Diğerleri ise, "Fısıldanmakta olan kimseler" diye; vezninde okumuşlardır.Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim yüce Allah'ın: "Birbirinizle fısıldaştığınız zaman"(9- âyet) ile "fısıldaşmayın" (9. âyet) buyrukları dolayısı ile bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Nehhas dedi ki: Sîbeveyh; ile vezinlerinin aynı anlamda kullanılabildiklerini de nakletmektedir. "Davalaştılar" anlamındaki ile "çarpıştılar, savaştılar" anlamındaki, ile fiillerinde olduğu gibi. Buna göre bu iki okuyuş şekli de aynı anlamdadır. "Günahı, düşmanlığı" âyetinin anlamı yalan ve zulmü demektir. "Peygambere isyanı ona muhalefeti..." anlamındadır, ed-Dahhak,Mücahid ve Humeyet ise çoğul olarak: "Muhalefetleri..." diye okumuşlardır. 3- Zımmilerin Selam Vermeleri ve Selâmlarının Alınması: "Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyeti ile yahudilerin kastedildiği hususunda, bu hususta rivâyet nakledenler arasında görüş ayrılığı yoktur. Yahudiler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: "es-Sâmu aleyke: Ölüm sana olsun" derlerdi. Onlar bu sözleriyle zahiren selam söylediklerini ifade ediyorlar, fakat içten içe ölümü kastediyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: -Bir rivâyete göre- "Aleyküm: (hayır) sizin üzerinize" diye; bir diğer rivâyete göre ise: "Ve aleyküm: Sizin de üzerinize olsun': diye cevab verirmiş. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyetin anlaşılması müşkildir. Onlar şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı, yüce Allah bizim ona hakaret edip onu küçümsememize rağmen bize mühlet vermemesi gerekirdi. Halbuki onlar yüce yaratıcının son derece Halim (bağışlayıcı, azâbı erteleyici) olduğunu kendisine dahi dil uzatanları azablandırmakta acele etmediğini bilmiyorlardı. Ya Peygamberine dil uzatanların durumu ne olsun? Sabit olduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: "Allah'tan daha çok eziyetlere sabreden hiçbir kimse yoktur. Müşrikler O'nun eşinin ve çocuğunun olduğunu iddia ederlerken O onlara afiyet veriyor, onları rızıklandırıyor."Buhârî, VI, 2687;Müslim, IV, 2160;Müsned, IV, 405.Yüce Allah, onların sırlarını açığa çıkarmak, gizlediklerini ortaya koyup onları rezil etmek ve Rasûlüne de mucize olmak üzere bu buyrukları indirdi. Katade'den, onun da Enes'ten rivâyetine göre bir yahudi Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashabının yanına gelerek: es-Sâmu aleyküm dedi. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) onun söylediğine karşılık verdikten sonra: "Bunun ne söylediğinin farkında mısınız?" diye sordu. Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dediler. Peygamber: "O böyle dedi. Haydi onu bana geri çağırınız" diye buyurdu. Onu geri getirdiler.Peygamber: "Sen es-samu aleyküm dedin (öyle mi)?" diye buyurdu. O da Evet dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Kitab ehli size selam verdikleri takdirde siz de: Senin dediğin senin üzerine olsun, deyiniz." Bunun üzerine yüce Allah: "Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyetini indirdi. Tırmızi, V, 407; Müsned, III, 192, 214; -az farkla-.Derim ki: Tirmizî bu hadisi rivâyet etmiş, olup, bu hasen, sahih bir hadistir demiştir. Âişe'den de şöyle dediği sabit olmuştur: Yahudilerden birtakım kimseler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek: Ey Ebû'l-Kasım es-sâmu aleyke dediler. Ben: es-sâmu aleyküm ve Allah size yapacağını yapsın, nitekim yapmıştır, dedim. Bu sefer Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"Konuşma eyÂişe! Şüphesiz Allah çirkin sözü söylemeyi de, çirkin söze çirkin sözle karşılık vermeyi de sevmez." Ben Ey Allah'ın Rasûlü, onun ne söylediğini görmüyor musun? dedim. O: "Benim onların söylediklerini aynen karşılık olarak onlara söylediğimi ve: Ve aleyküm dediğimi görmüyor musun?" diye buyurdu. Nesâî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VI, 103; Amelu'l-Yevmi ve'l-Leyl, I, 304. Bunun üzerine şu; "Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyeti nazil oldu.Yani Allah sana selam vermişken, onlar: es-samu aleyke derler. "Sâm" ise ölüm demektir. Bu hadisi bu manasıylaBuhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. Buhârî ileMüslim'de Enes b. Malik (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Kitab ehli size selâm verdikleri vakit siz de: Ve aleyküm deyiniz."Buhârî, V, 2309, VI, 2536; Müslim, IV, 1705;Ebû Dâvûd, tV, 353;İbn Mâce, II, 1219;Müsned, III, 99, 115, 210, 218, 262. Rivâyet böylece "vav"lı olarak "ve aleyküm" şeklindedir. Bu hususta ilim adamları açıklamalarda bulunmuşlardır. Çünkü "atıf vav'ı" hükümde ortak kılmayı gerektirmektedir. Bunun gereği olarak onların bize beddua ederek ölümü istedikleri bu sözün kapsamına da girmemiz gerekmektedir. Yahutta bu "Seâmet; yani dinimizden usanmak" anlamına gelir. Nitekim: "Usandı, usanır, usanmak" denilir. Bazıları buradaki "vav" şairin şu mısraında olduğu gibi fazladan zikredilmiştir diye açıklamışlardır; "Biz kabilenin evlerinin bulunduğu yeri geçip de vardığımızda." Burada "vav'ı fazladan getirmiş bulunmaktadır. Bazıları da buradaki "vav" istinaf(ifade başlangıcı) içindir, sanki ve's-sâmu akyküm demiş gibidir. Bazıları da: Bu atıf olmak üzere gelmiştir, bunun bize zararı yoktur. Çünkü bizim onlara bedduamız kabul olunur, ama onların bize bedduaları kabul olunmaz. ez-Zübeyr'in rivâyetine göre o Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinlemiştir: Yahudilerden birtakım kimseler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam vererek: es-Sâmu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. Peygamber de:"Ve aleyküm" diye buyurdu. Âişe kızmış olarak: Onların söylediklerini duymadın mı? deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, duydum. Ben de onlara karşılık verdim. Şüphesiz ki bizim onlara bedduamız kabul olunur, fakat onların bize bedduaları kabul olunmaz." Bunu da Müslim rivâyet etmiştir Müslim, IV, 1707;Müsned, III, 383 "Vav"lı rivâyet hem mana itibariyle daha güzeldir hem "vav" ile gelen rivâyet daha sahih ve daha meşhurdur. Zimmet ehlinin verdiği selamının alınmasının hükmünün müslümanların selâmını almak gibi vacib olup olmadığında ihtilaf edilmiştir.İbn Abbâs, en-Nehaî ve Katade -bu husustaki emir dolayısıyla- vacib olduğu kanaatindedir. Malik de Eşheb ve İbn Vehb'in kendisinden yaptıkları rivâyete göre bunun vacib olmadığı kanaatini benimsemiştir. Ona göre şayet cevab verilecek olursa: Aleyke, denilir. İbn Tavus'un tercihiğine göre ise onlara karşılık verilirken: "Alâke es-selamu" yani selam senden yükseğe çıkmıştır denilir. Mezhebimize mensub bazıları da şunu tercih etmişlerdir; "Sin" harfi kesreli olarak "es-silamu" denilir ki bu da taşlar demektir. Malik'in görüşü sünnete uymak bakımından daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mesrûk'un rivâyetine göre Âişe (radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir grub yahudi gelerek: es-Samu aleyke ya Ebe'l-Kasım dediler. O da: "Ve aleyküm" dedi. Âişe: Ben de hayır es-sam ve ez-zam üzerinize olsun dedim. Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"EyÂişe! Sen çirkin söz söyleyen bir kişi olma!" Âişe dedi ki: Onların ne söylediklerini duymadın mı? Peygamber: "Onların söylediklerini ben de onlara geri çevirip "ve aleyküm" demedin mi?" diye buyurdu. Bir rivâyette de şöyle buyurdu: Âişe onların ne söylediklerini farketti ve Peygamber tebessüm etti. Bunun üzerine Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"Böyle deme eyÂişe! Çünkü yüce Allah çirkin söz söylemeyi ve çirkin söz söylemeye kalkışmayı sevmez."Ayrıca şunu da ilave etmektedir Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Onlar sana geldiklerinde Allah'ın seni selamlamadığı sözlerle selamlarlar" âyetlerini âyetin sonuna kadar indirdi. Müslim, IV, 1706; Müsned, VI, 229. Hadiste geçen "es-samu" ile birlikte zikredilen "ez-zâmu" kelimesi kusur ve ayıb demektir. Nitekim meselde: "Kusursuz güzel olmaz" denilir. Bu hemzeli de söylenir, hemzesiz de söylenir. Mesela: "Onu ayıpladı, ayıplar" denilir. İsm-i mef'ûlü hemzeli olarak; ...diye gelir. Yüce Allah'ın: "Küçültülmüş, kınanmış ve kovulmuş olarak" (el-A'raf, 17/18) âyeti da buradan gelmektedir. Hemzesiz olarak: diye de kullanılır. "Ve kendi aralarında derler ki: Söylediğimiz sebebi İle Allah bize azâb etmeli değil mi?" Yani onlar: Şayet Muhammed bir peygamber olsaydı, Allah bu söylediklerimiz sebebiyle mutlaka bizi azâb ederdi. Allah niye bize azâb etmiyor? Bir başka açıklamaya göre onlar şöyle dediler: O bize karşılık vererek: "Ve aleykumü's-sâm" diyor. Sâm ise ölümdür. Şayet peygamber olsaydı, onun hakkımızdaki bedduası kabul olunur ve biz de ölürdük. Bu onların hayretlerini gerektiren bir konu idi. Çünkü onlar kitab ehli idiler ve peygamberlerin kızdırılabileceğini biliyorlar, buna karşılık niçin peygamberi kızdıranlara azâbın acilen verilmediğini anlayamıyorlardı. Yarın görecekleri bir ceza olarak "Cehennem yeter onlara!" "O ne kötü dönüş yeridir!" 9Ey îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman günah, düşmanlık ve Peygambere isyan ile fısıldaşmayın. İyiliği ve takvayı fısıldasın ve ancak huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun. "Ey Îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman" âyeti mü’minler için bir yasak ifade etmektedir. Yani onlar kendi aralarında münafıkların ve yahudilerin yaptıkları gibi yapıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey îman edenler! Birbirinizle fısıldattığınız zaman" birbirinizle gizli konuştuğunuzda "...fısıldaşmayın" diye buyurdu, "Fısıldanmayın" şeklindeki okuyuş, genelin okuyuş şeklidir. Ancak Yahya b. Vessâb, Âsım ve Yakub'dan rivâyetle Ruveys: şeklinde den gelen bir nehy olarak okumuşlardır.(Birbirinizle gizli konuşmayın, demektir.) "Günah, düşmanlık vePeygambere İsyan ile fısılaşmayın. İyiliği"itaati "ve takvayı" yani Allah'ın yasakladığı şeylerden iffetli davranarak uzak kalmayı "fısıldasın." Âyetin münafıklara hitab olduğu da söylenmiştir. Ey îman ettiklerini iddia edenler... demektir. Âyetin, ey Mûsa'ya îman edenler... demek olduğu da söylenmiştir. "Ve ancak huzurunda haşrolacağınız"âhirette huzurunda bir araya getirileceğiniz "Allah'tan korkun!" 10Fısıltı ancak şeytandandır. Îman edenleri kederlendirmek içindir. Halbuki Allah'ın izni ile olmadıkça bu, onlara hiçbir zarar vermez. O halde mü’minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler. Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1- Fısıldaşmanın Kaynağı: "Fısıltı ancak şeytandandır." Şeytanın süslemesinden ileri gelir, "Îman edenleri kederlendirmek içindir." Çünkü müslümanların seriyyelerde zarar gördükleri kanaatine sahib olmuşlardı. Yahutta onlar(yani münafıklar) müslümanlara tuzak kurmak için toplantı yapıyorlardı. Kimi zaman Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile fısıl daşıyorlar, müslümanlar da Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nezdinde kendilerini küçük düşürmeye çalıştıklarını sanıyorlardı. "Halbuki Allah'ın izni" yani meşîeti, bir açıklamaya göre ilmi, İbn Abbâs'tan rivâyete göre de emri "İle olmadıkça bu" fısıldaşma "onlara hiçbir zarar vermez. O halde mü’minler, yanlız Allah'a tevekkül etsinler." İşlerini yanlız Ona havale etsinler. Bütün durumlarını ve hallerini O'nun yardımına bıraksınlar. Şeytandan ve her türlü kötülükten O'na sığınsınlar. Çünkü kulu sınamak ve denemek maksadı ile vesveselerle şeytanı(kulunun üzerine) salan O'dur. Dilerse şeytanın tasallutunu ondan elbetteki uzak tutar. 2- Fısıldaşmanın Mahiyeti ve Yasaklanıştndaki Hikmet: Buhârî ileMüslim'de İbn Ömer'den rivâyete göre Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi olduğu takdirde biri dışarıda tutularak iki kişi birbiriyle fısıldaşmasın."Müslim, IV, 1717;Tirmizi, V, 128;İbn Mâce, t, 1241,Muvatta’; II, 988, 989;Müsned, II, 9, 32, 73, 79. Abdullah b. Mesud'dan dedi ki; Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Üç kişi olduğunuz takdirde sair insanlarla karışıncaya kadar birisi dışarıda tutularak iki kişi kendi arasında -onu kederlendirmesinler diye- fısıtdaşmasınlar. "Buhari, V, 2319; Müslim, IV, 1718;Tirmizi. V, ]2S; Dârimi, II, 367;İbn Mâce, II, 12-41;Müsned, 1, 376, 431, 460. BU Hadîs-i şerîf fısıldanmanın yasak olduğu nihai sınırı açıklamaktadır. Bu da üçüncü kişinin -İbn Ömer'in yaptığı gibi- kendisiyle konuşacak bir kimse bulmasıdır. Şöyle kiİbn Ömer bir kişi ile konuşurken bir diğeri onunla fısıldagmak isteği ile yanına geldi. Dördüncü bir kişiyi yanına çağırmadıkça onunla fısıldaşmadı. Ona ve birincisine: Siz bir kenara çekiliniz, dedikten sonra özel olarak konuşmak isteyen adam ile sessizce konuşmaya başladı. Bunu Mâlik, Muvatta’'da rivâyet etmiş bulunmaktadır. Muvatta’', II, 9S8; İbn Hitıbân, Sahih, II, 344. Aynı şekilde bu hadiste "onu kederlendirmemek için" âyeti ile bunun gerekçesine de dikkat çekilmektedir. Yani o kişinin kalbine üzülmesine sebep teşkil edecek düşünceler gelebilir. Bu da içinden yapılan bu gizli konuşmanın kendisinin hoşuna gitmeyecek, kendisi hakkında olduğunu yahutta onların bu konuşmalarına kendisini de katmaya onu ehil görmedikleri için böyle konuştuklarını ya da buna benzer şeytanın telkin ya da nefsin vesveseleri insanın hatırına gelmesidir. Bütün bunlar ise kimsenin tek başına kalmasından dolayı ortaya çıkar. Eğer beraberinde bir başka kişi bulunacak olursa, bunlardan yana emin olur. Buna göre bu hususta bütün sayılar arasında fark gözetilmez. Dolayısıyla dört kişi bir kişiyi dışarda bırakarak, onya da mesela bin kişi birisini dışarda bırakarak özel konuşmazlar. Çünkü böyle bir husus (yasaklamayı gerektiren husus) onun hakkında gerekçe olarak varlığını sürdürmektedir. Özellikle üç kişinin sözkonusu edilmesi ise bu anlamda bu işin gerçekleşebileceği en az sayının onlar olmasıdır. Hadisinzahiri bütün zaman ve halleri kapsar,İbn Ömer, Malik ve Cumhûr'un kanaati de budur. Fısıldanılan konu ister bir mendub, ister mubah, isterse de vacib olsun farkutmez. Çünkü onun sebebiyle üzüntü ve keder ortaya çıkar. Bazıları da bunun İslâmın ilk dönemlerinde böyle olduğu kanaatindedirler. Çünkü bu münafıkların halinden görülen bir şeydi. Münafıklar mü’minleri dışarıda tutarak birbirleriyle fısıldamıyorlardı. İslam yayılınca bu da ortadan kalktı. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Böyle bir yasak kişinin karşıda kinden emin olmadığı yerlerdeki yolculuk haline özeldir. İkamet halinde ve insanların bulunduğu yerde ise bunun mahzuru yoktur. Çünkü böyle bir yerde kişi kendisine yardım edecekleri bulur. Halbuki yolculuk halinde böyle değildir. Yolculukta kişinin suikaste uğraması ve buna karşılık kendisine yardım edecek kimsenin bulunmaması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 11Ey îman edenler, toplantı yerlerinde size: "Yer açın" denildiğinde genişletin ki, Allah da size genişlik versin. "Kalkın" denildiğinde de kalkıverin ki, Allah sizden îman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: 1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Mecliste Oturulacak Yerlerin Tesbiti: Yüce Allah, yahudilerin Hz. Peygambere Allah'ın selamlamadığı şekilde selam verdiklerini belirtip bundan dolayı onları kınadıktan sonra, Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) He birlikte mecliste otururken güzel edeb takınmayı; "Ey îman edenler, toplantı yerlerinde size: Yer açın denildiğinde genişletin ki..." âyeti ile güzel edeb takınmayı emretmektedir. Tâ ki mecliste onun yerini daraltmasınlar. Ayrıca müslümanlara biri diğerine mecliste yer açsın diye birbirlerine karşılıklı şefkat gösterip, onlarla kaynaşmayı da emretmektedir. Böylece Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediklerini işitebilsinler, onu görebilsinler. Katade veMücahid dediler ki: Ashab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisinde birbirleriyle yarışırlardı. Onlara birbirlerine yer genişletmeleri emrolundu. Bu açıklamayıed-Dahhâk da yapmıştır. İbn Abbâs dedi ki: Bundan kasıt savaşmak maksadıyla saf saf dizildiklerinde savaşmak üzere oturulan yerlerdir. el-Hasen ve Yezid b. Ebi Habib dedi ki: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerle çarpıştığında savaşmak ve şehid olmak arzusu dolayısı ile herkes kendisini öncelediğinden birbirlerine yer açmıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Buna göre bu, yüce Allah'ın: "...savaşa elverişli yerlere..."(Âl-i İmrân, 3/121) âyeti gibidir. Mukâtil dedi ki: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) Suffe'de idi. Cuma günü yer nisbeten daralıyordu. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da muhacir ile ensardan Bedir'e katılanlara özel ikramda bulunuyordu. Aralarında Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın da bulunduğu Bedirlilerden bir grub geldiğinde, mecliste birtakım kimseler onlardan daha yakın oturmuş bulunuyorlardı. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın karşısında ayakta dikildiler, kendilerine yer açılmasını beklediler, ancak onlara yer açılmadı. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ağır gelince etrafında bulunan ve Bedir ehlinden olmayan kimselere. Bedir ehlinden olup ayakta duranlar sayısınca kişilere: "Ey filan kalk, sen ey filan kalk" demeye başladı. Bu da kaldırılanlara ağır geldi. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) yüzlerindeki ifadeden hoşlanmadıklarını anladı. Münafıklar ayıplamaya koyularak: Bunlara karşı insaflı davranmadı. Halbuki onlar peygamberlerine yakın oturmayı arzu ettiklerinden o yere erken gelip oturmuşlardı, diyerek ileri geri konuştular. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. "Yer açın" lâfzı yer genişletin demektir. Filan kişi meclisinde kardeşine yer açtı, açar, yer açmak" denilir. "Geniş bir ülke, yer" tabirleri de buradan gelmektedir. "Bu hususta senin için geniş bir hareket imkânı vardır" tabiri de böyledir. fiili; "Engelledi, engeller" fiiline (vezin bakımından) benzemektedir. "Mecliste yer açtı" demektir. Yer geniş oldu, genişledi, genişler" demek olup bu da -vezin itibariyle benzemektedir, "Geniş bir mekân" ifadesi de buradan gelmektedir. 2- Başkalarına Açılacak Yerler: es-Sülemî, Zirr b. Hubeyş ve Âsım; "Toplantı yerlerinde" diye okumuşlardır. Katade, Davud, İbn Ebi Hind ve -ondan gelen farklı rivâyet olmakla birlikte-el-Hasen; Size birbirinize yer açın denildiğinde" diye okumuşlardır. Diğerleri ise: Toplantı yerinde yer açın" diye okumuşlardır. "Toplantı yerleri" diye çoğul okuyanlar "toplantı yerlerinde.., yer açın"âyetinin herbir kimsenin bir yerinin olduğuna işaret etmesinden dolayıdır. Bununla savaşın kastedilmesi halinde de durum böyledir. Aynı şekilde Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mescidinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çoğul gelmesi ise, her oturanın oturduğu ayrı bir yerinin oluşundan dolayıdır. Yine tekil olarak "oturma yeri" ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın oturduğu yerin kastedilmiş olması da mümkündür. Cins isim kabul edilerek tekil kıfızla çoğul kastedilmiş olması ihtimali de vardır. Arapların: "dinar ve dirhem çoğaldı" sözlerinde olduğu gibi. Derim ki; Âyet-i kerîme hakkında sahih olan görüş, onun müslümanların hayır ve ecir kazanmak maksadı ile toplanıp biraraya geldikleri her toplantı yeri hakkında umumi olduğudur. Bu toplantı yeri ister savaş toplanma yeri, ister zikir, isterse de turna günü için oturma yeri olsun. Şüphesiz herkesin önce geldiği yerde oturma hakkı daha Önceliklidir. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir şeye başkasından daha önce erişecek olursa, o şeye kendisinin sahib olma hakkı daha çoktur."Ebû Dâvûd, III, 177. Bununla birlikte yerini daraltıp yerinden çıkmasına sebep teşkil etmeyecek şekilde ve rahatsız olmayacak kadar da kardeşine yer genişletir. Buhârî veMüslim'in İbn Ömer'den rivâyetine göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kişi bir başkasını yerinden kaldırarak sonra kendisi orada oturmasın."Müslim, IV, 1714;Buhâri, V. 2313. Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) bir kişinin yerinden kaldırılarak bir başkasının oraya oturmasını yasaklamıştır, fakat birbirinize yer açınız ve genişletiniz, Müslim, IV, 1714; Dârimî, II, 365;Müsned, II, 16; 22, 102. diye buyurmuştur. İbn Ömer bir kimsenin yerinden kalkarak sonra da kendisinin onun yerine oturmaktan hoşlanmazdı.Buhârî'nin lâfzı bu şekildedir. Buhârî, V, 2313 3- Bir Kimse Kendisi Otursun Diye Başkasını Yerinden Kaldırmamalıdır: Bir kişi mesciddeki bir yerde oturduktan sonra, bir başkasının gelip yerine otursun diye o kimseyi yerinden kaldırması câiz değildir. Çünkü Müslim, Ebû'z-Zübeyr'den, o Cabir'den onun da Peygamberden rivâyetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sîzden herhangi bir kimse sakın cuma gününde kardeşini yerinden kaldırıp da sonra kendisi onun yerine gidip orada oturmasın. Fakat bu kimse: Yer açın, desin."Müslim, IV, 1715. Bir yerde bir kimse oturup da başkası onun yerinde otursun diye kalkacak okusa duruma bakılır, Eğer kalkıp gittiği yer, İmâmın sözünü işitmek bakımından birincisi gibi ise, böyle bir davranışta bulunmak o kimse için mekruh değildir. Eğer İmâmdan daha uzak bir yere düşüyorsa böyle bir davranış ona mekruh olur. Çünkü bu durumda kendi payını elden kaçsrmış olur. 4- Bir Kimse Diğerine, Erken Gidip Camide Kendisine Yer Tutmasını Söylerse: Bir kimse bir diğerine camiye erkence gidip kendisine oturacak bir yer tutmasını emredecek olursa mekruh olmaz. Bu emri veren kişi geldiği takdirde o da yerinden kalkar. Çünkü rivâyet edildiğine göre İbn Şîrîn cuma gününde kendisine ait bir yerde oturmak üzere kölesini gönderiyor, kölesi de onun adına orada oturuyordu. Kendisi geldi mi kölesi onun için o yeri boşaltıyordu. Buna göre bir kimse bir yaygı yahut bir seccade gönderip de mescidin belirli bir yerinde kendisi adına serilecek olursa... Bundan sonra asıl nüshada bir hnglı.ık bulunduğuna müstensih tarafından düşürülmüş bir tıottsı dikkat çekilmektedir. 5- Daha Önce Oturduğu Yere Tekrar Oturmak Üzere Geri Getirse: Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Sizden herhangi bir kimse kalkıp da -Ebû Avane'nin rivâyetinde: Kim meclisinden kalkıp da şeklindedir- sonra aynı yere geri dönerse o kimse orada oturmaya daha bir hak sahibidir." Müslim, IV, İ7I5;Tirmizi, V, 89; Dârimi, II, 366;Ebû Dâvûd, IV, 264;İbn Mâce, II. 1224;Müsned, II, 263, 2H3, 342, JH9, AA1, 4itf 527, 537. İlim adamlarımız dedi ki; Bu oturan kimsenin oradan kalkacağı vakte kadar oturduğu yerin özellikle kendisine ait olması gerektiğini kabul eden görüşün sahih olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü böyle bir kimse daha önce kalktığı yere gelip oturmağa, öncelikle hak sahibi olduğuna göre, kalkmadan önet o yerin kendisinin olması daha bir önceliklidir ve uygundur. Bunun, mendubluk anlamı ile böyle olduğu da söylenmiştir. Çünkü böyle bir yer oturulmadan Önce de, sonra da hiçbir kimsenin mülkiyeli altında olan bir yer değildir. Ancak bu görüş tartışılır: Çünkü böyle bir yerin kimsenin mülkiyeti altında olmadığını kabul etmekle birlikte, o yerde oturmaktan maksadı sona erinceye kadar o yer o kişiye hastır, denilir. Böylelikle bu kimse oranın menfaatini mülkiyetine alır gibidir. Zira o yerde bir başkasının gelip onu oradan uzaklaştırması yasaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 6- Başkasına Yer Açarak Genişlik Sağlayanların Mükâfatı: "Allah da" kabirlerinizde, bir görüşe göre kalplerinizde "size genişlik versin." Bir diğer açıklamaya göre dünyada da, âhirette de size genişlik versin. "Kalkın denildiğinde de kalkıverin"âyetindeki "kalkın" ve "kalkıverin" anlamındaki lâfızları Nâfi', İbn Âmir ve Âsım şın harflerini ötreli okumuşlardır, diğerleri ise kesreli okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir, tıpkı: "Tapan...lar" (el-A'râf, 7/138) âyeti ile: "yükseltmekte oldukları" (el-Araf:, 7/137) âyetinde olduğu gibi. Âyet: Namaz, cihad ve hayır İşlemek için kalkınız, demektir. Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamışlardır. Mücahid veed-Dahhak: Namaza seslenildiğinde namaz kılmak üzere kalkınız demektir diye açıklamışlardır. Şöyle ki; bazı kimseler namaza gitmekte işi ağırdan alınca bu âyet-i kerîme indi. el-Hasen ve yineMücahid şöyle demişlerdir: Savaşa kalkın, demektir. İbn Zeyd dedi ki: Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evindeki bir durum içindir. Herkes son yaptığı iş Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olmak olsun istiyordu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)’in etrafından "yer açın denildiğinde genişletin" çünkü onun birtakım ihtiyaçları vardır. Orada beklemeyin.Katade de şöyle demiştir:Yani sizler maruf olan bir işe çağırıldığınızda o çağrıyı kabul ediniz. Sahih olan da budur. Çünkü bu genel ve kapsamlı bir açıklamadır. "Yükselmek" demektir: bu da: Yerin yüksekliği" tabirinden alınmıştır. "Yerinden bir parça yükseldi, yükselir" denilir. "Kocasına karşı yükselen(serkeşlik eden) bir kadın" demektir. Bunun aslı:den gelmekte olup, bu da "yüksekçe bir yer, tümsekçe bir yer" anlamındadır. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. 7- Îman ve İlmin Fazileti: "Allah sizden îman edenleri ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Âhiretteki mükâfat ve sevab, dünyadaki şeref ve üstünlük itibariyle "yükseltsin" demektir. Yüce Allah mü’mini mü’min olmayana göre, alimi de alim olmayana göre yükseltir.İbn Mes’ûd dedi ki: Yüce Allah bu âyet-i kerimede ilim adamlarını övmektedir. Kendilerine ilim verilenleri îman edip, ilim verilmeyen kimselerin üzerine "dereceler ile" yükseltecektir, demektir. Bu da emrolunduklarını yerine getirdikleri takdirde dinlerinde onları derecelerle yükseltecek anlamındadır. Şöyle de açıklanmıştır: Zenginler, yün elbise giyinen kimselerin oturdukları yerlerde kendilerini sıkıştırmasından hoşlanmıyorlardı, O bakımdan Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisine daha erken gitmekte yarışıyorlardı. Burada hitab onlaradır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında oturmak isteyen fakirlerden birisinden çekindiği için elbisesini toplayan zengin bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ey filan kişi! Sen böyle yapmakla zenginliğinin ona bulaşmasından yahut fakirliğinin sana bulaşmasından mı korktun?"Aynı manada benzer lâfızlarla: Ebû Nuayın, Hilyetu'l-Evliyâ, VIII, 53. Bu âyet-i kerimede Allah nezdinde yüksekliğin, ilim ve îman ile olduğunu, meclîslerin ön taraflarına erkence gidip oturmakla olmadığını açıklamaktadır. Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, kendilerine ilim verilenler ile Kur'ân'ı okuyanları kastetmiştir. Yahya b. Yahya, Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: "Allah sizden îman edenleri" ashab-ı kiramı "ve kendilerine İlim verilenleri dereceler ile yükseltsin." Allah ilim sahibini ve hakkı isteyeni yükseltir. Derim ki; Bu meselede ifadenin genel olması âyetin anlamı açısından daha uygundur. Yüce Allah mü’min kimseyi önce imanıyla yükseltir, ikinci olarak da ilmiyle yüceltir. Sahih'(-iBuhârî)de belirtildiğine göre Ömer b. el-Hattâb(radıyallahü anh), Abdullah b. Abbas'ı diğer sahabilerin önüne geçiriyordu. Bu hususta ona bir şeyler söylenince diğerlerini de, İbn Abbâs'ı da çağırdı. Kendilerine yüce Allah'ın: "Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde..." (en-Nasr, 110/1) âyetinin tefsirine dair soru sordu, onlar da sustular.İbn Abbâs şöyle dedi: Bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ecelidir. Allah kendisine ecelini bildirdi, Ömer dedi ki: Ben de bunun hakkında senin bildiğinden başkasını bilmiyorum Buhârî, III, 1327, IV, 1563, lfill Buhârî’de de Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr (Medine'ye) gelip, kardeşinin oğlu olan el-Hurr b. Kays b. Hısn'a misafir oldu. el-Hurr, Ömer (radıyallahü anh)'ın kendisine yakınlaştırdığı kimselerdendi. Kurra (Kur'ân'ı bilenler) isler gene olsunlar, ister yaşlı olsunlarÖmer'in meclisinde oturanlar ve kendileriyle danıştığı kimselerdi... deyip, hadisin kalanını zikretmektedir. Buhârî, IV, 1702, VI, 2657;Beyhaki, es-Sünenu't-Kübrâ, VIII, 161 Bu hadis daha önce el-A'râf Sûresi'-nin sonlarında (7/199. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in Sahih'indekî rivâyete göre Nâfi' b. Abdu'l-Hâris, Usfan'da Ömer(radıyallahü anh) İle karşılaşmış, -Ömer onu Mekke'ye vali olarak tayin ederdi.- Ona: Sen vadideki ahalinin başına kimi tayin ettin deyince, Nafi': İbn Ebzâ'yı dedi. Ömer: İbn Ebza da kim? diye sorunca, o da: Bizim âzadlı kölelerimizden bir âzâdlı dedi. Ömer: Sen onlara bir âzâdlı köleyi mi vekil bıraktın? deyince, o şöyle dedi: Bu şahıs Allah'ın Kitabını okuyan(bilen) birisidir. O feraizi de biliyor.Ömer şöyle dedi: Gerçek şu ki Peygamberiniz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz Allah bu kitab sayesinde birtakım kimseleri yükseltir ve ondan dolayı da birtakım kimseleri alçaltır."Müslim, I, 559;Dârimî, II, 536,İbn Mâce, I, 79 Bu husus daha önce kitabın baş taraflarında Ayrıca el-Ahzâb, 33/57. âyet 3. başlığın sonunda da geçmişti.(Kur'ân-ı Kerîm'in faziletlerine dair vârid olmuş rivâyetler bahsinde) geçmişti. Yine ilmin ve ilim adamlarının faziletine dair bu kitabın birkaç yerinde açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Alim ile abid arasında yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesafe hızlı koşan, zayıf, asil adamın koşusu ile yetmiş yıllık bir mesafedir."Deylemî, Firdevs, III, 121. Yine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir; "Âlimin âbide olan üstünlüğü ondördündeki ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir."Dârimî, I, 110;İbn Mâce, 1, 12. Yine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde üç tür insan şefaat edecektir. Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler."İbn. Mâce, II, 1443; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, II, 11. Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tanıklığı ilepeygamberlik ile şehadet arasında orta bir yerde bulunan bir mevki ne kadar da büyüktür.! İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Süleyman (aleyhisselâm) ilim, mal ve hükümdarlıktan birisini seçmekte muhayyer bırakıldı. O da ilmi seçince ona onunla birlikte hem mal, hem de hükümdarlık verildi. |