12O günde mü’min erkeklerle mü’min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında koşar görürsün. "Bugün sizin müjdeniz -içlerinde ebedi kalıcılar olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir." "O günde mü’min erkeklerle mü’min kadınları" âyetinde yer alan "o günde" lâfzında amil "ayrıca o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat da vardır" anlamındaki âyettir. İfadede hazfedilmiş lâfızlar vardır. Yani senin kendisinde "mü’min erkeklerle, mü’min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında koşar göreceğin o günde": "o kimse için pek bol ve şerefli bir mükâfat da vardır" demektir. "Nurları önlerinde ve sağlarında koşar görürsün." el-Hasen'in görüşüne göre sıratın üzerinde yürüdüğünü görürsün demektir. Bu da aydınlığında yürüyecekleri ışıklarıdır. el-Ferrâ'' dedi ki: "Sağlarında" âyetindeki "be" harfi: ",,,deT da" anlamındadır ki, bu da sağ taraflarında demek olur. Yahutta: anlamındadır ki; sağ taraflarından, demek olur. ed-Dahhak dedi ki: "Nurları" hidayetleri demektir. "Sağlarında" âyeti ile kastedilen onların kitapları(amel defterleri)dir. Bu açıklamayı et-Taberî de tercih etmiştir. Yani amel defterleri sağlarında olduğu halde, îmanları ve salih amelleri önlerinden koşacaktır. Buna göre burada "be" edatı anlamındadır. Bu açıklamaya göre: "Önlerinde" lâfzı üzerinde vakıf yapılabilir, fakat anlamında olursa vakıf yapılmaz. Sehl b. Sa'd es-Sâidî ile Ebû Hayve, elifi kesreli olarak: diye okumuşlardır. Bu okuyuşa göre "îmanları" ile kastedilen, küfrün zıttı olan imandır. Bu durumda zarf olmayan bir lâfzın zarfa arfodilmesine sebeb ise, zarfın hal anlamında olup hazfedilmiş bir lâfza taalluk etmesinden dolayıdır. Anlam da "Nurları önlerinde" olduğu halde ve "îmanları ile" birlikte olarak "koşar" demek olur. Bu durumda yüce Allah'ın "önlerinde" lâfzı bizatihi "koşar" anlamındaki fiile taalluk etmez. "Nûr" ile Kur'ân'ı kastettiği söylenmiştir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre: Nurları amellerine göre onlara verilecektir. Kimisine nuru hurma ağacı büyüklüğünde verilecek, kimisine nuru ayakla duran bir adam gibi verilecektir. Aralarında nurları en az olan kişi, nuru ayağının baş parmağı üzerinde olacak olan kimsedir. Kimi zaman, sönecek, kimi zaman yanacaktır. Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Allah'ın Peygamberi(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Mü’minlerden kimisinin nuru Medine ile Aden ya da Medine ile San'a arasındaki bir bölge gibi bir yeri aydınlatacaktır. Kimisi daha aşağı bir bglgeyi aydınlatacak; ta ki aralarında nuru ancak ayaklarını bastığı yeri aydınlatacak olan kimseler de olacaktır."İbn Kesîr, Tkfsir, IT 56, ve IV, 309da Katâde'den mürsel bir rivâyet olarak zikretmektedir el-Hasen dedi ki: -Önceden de geçtiği üzere- Sırat üzerinde onunla aydınlansınlar diye(onlara bu nûr verilecektir). Mukâtil dedi ki: Bu nûr kendilerine cennete bir kılavuz olsun diye verilecektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Bugün sizin müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir." İfadenin takdiri şöyledir: Onlara: "Bugün sizin müjdeniz"... cennetlere girmektir, denilecektir. Muzafın hazfedildiğini takdir etmek kaçınılmazdır, çünkü müjde bir olaydır. Cennet ise muayyen bir varlıktır. Dolayısıyla müjdenin kendisi cennet olamaz. (Bundan dolayı müjdeniz cennete giriştir, şeklinde muzaf takdir edilmiştir.) "Altlarından ırmaklar akan" yani süt, su, şarap ve bal ırmakları o cennetin meskenlerinin altından akar. "İçlerinde ebedi kalıcılar olmak üzere" âyeti da hazfedilmiş bulunan "giriş"den haldir. İfadenin takdiri de şöyledir: "Bugün sizin müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetler'e giriştir. Sizin orada ebedi kalışınız takdir edilmiştir. Hal "sizin müjdeniz" lâfzından değildir, çünkü burada sıla ile mevsul arasında fasıl sözkonusudur. Bununla birlikte müjdenin delâlet ettiği şeyden hal olması mümkündür. Ebedi kalıcılar olarak size müjde verilmektedir, denilmiş gibidir, "Bugün" anlamındaki zarfın "sizin müjdeniz" den haber olması ve "cennetlerdir" âyetinin -önceden geçtiği üzere- muzafın hazfedilmiş olduğu takdirine binaen "müjde"den bedel olması da mümkündür. "Ebedi kalıcılar" lâfzı da önceden geçtiği üzere hal olur. el-Ferrâ'', "cennetler" anlamındaki lâfzın hal olarak nasbedilebileceğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki "bugün" anlamındaki lâfız "sizin müjdeniz"den haber olur, ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira "cennetlerdir" lâfzında fiil manası yoktur. Ayrıca o "sizin müjdeniz" anlamındaki lâfzın: "Onlara ... diye müjde verirler" anlamında nasb olabileceğini kabul etmiş ve bu durumda "cennetler" anlamındaki lâfız "müjde" ile nasbedilmiş olur. Böyle bir açıklamaya göre ise sıla ile mevsul birbirinden ayrılmış olur. 13O günde münafık erkeklerle, münafık kadınlar mü’minlere: "Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" diyecekler. "Arkanıza dönün de nûr arayın" denilecek. Aralarında iç tarafında rahmet, dış tarafında ise önünde azap bulunan, kapısı olan bir duvar çekilecektir. "O günde münafık erkeklerle... diyecekler" âyetindeki: "O günde" âyetindeki âmil: "İşte bu büyük kurtuluşun ta kendisidir" (12. âyet) âyetidir. Bunun daha önce geçen: "o günde" lâfzından bedel olduğu da söylenmiştir. "Bizi bekleyin... aydınlanalım"âyeti genel olarak baştaki "elif'in ötreli "zf harfine vasl ile: "Bekledi" fiilinden gelen bir emir olarak okunmuştur. Bu ise beklemek (intizar) anlamında olup, bizi bekleyiniz demektir, el-Âmeş, Hamza ve Yahya b. Vessab ise "kat' elifi" ile ve: den gelen bir emir olarak "21" harfini esreli okumuşlardır ki, bu da bize mühlet veriniz, bize süre tanıyınız, demektir. "Onu erteledim, ona süre verdim" demektir. "Ondan mühlet istedim" anlamındadır,el-Ferrâ'' dedi ki: Araplar: "Bana mühlet ver, bana süre tanı" derler deyip, Amr b. Kulsum'un şu beyitini(bu anlamdaki kullanılışa kanıt olarak) zikretmektedir: "Hind'in babası bize acele etme, Ve bize mühlet tanı da, biz sana kesin olanı haber vereceğiz." Burada görüldüğü gibi "bize süre tanı" anlamındaki fiil: anlamındadır. "Nurunuzdan aydınlanalım." Nurunuz ışığında aydınlanalım demektir.İbn Abbâs ve Ebû Umame dedi ki: Kıyâmet gününde insanları bir karanlık bürüyecektir. -el-Maverdi dedi ki: Zannederim bu herkes hakkında ayırdedici hükmün verilmesinden sonra olacaktır- sonra da kendilerine aydınlığında yürüyecekleri bir nûr verilecektir. Müfessirler dedi ki: Yüce Allah Kıyâmet gününde mü’minlere amellerine göre ışığında Sırat üzerinde yürüyecekleri, bir nûr verecektir. Münafıklara da aynı şekilde onları aldanışa düşürmek üzere bir nûr verecektir. Buna delil de yüce Allah'ın; "Halbuki o hilelerini başlarına geçirir" (en-Nisâ, 4/142) âyetidir. Bir başka açıklama da şöyledir: Onlara nûr verilmesinin sebebi, kâfirler dışında hepsinin daveti kabul edenler arasında görünmesinden dolayıdır. Daha sonra da münafıklığından ötürü münafığın nuru alınacaktır. Bu açıklamayı İbn Abbâs yapmıştır. Ebû Umame de şöyle demiştir: Mü’mine nûr verilir, kâfir ile münafık ise nursuz olarak terkedilir. el-Kelbî şöyle demektedir: Hayır, münafıklar mü’minlerin nuru ile aydınlanırlar. Ayrıca onlara nûr verilmez. Onlar yürümekte iken Allah onların arasına bir rüzgar ve bir karanlık gönderecek ve bununla münafıkların nurunu söndürmüş olacaktır. İşte yüce Allah'ın: "Rabbimiz bize nurumuzu tamamla!"(et-Tahrim, 56/8) âyeti bunu anlatmaktadır. Bu sözü, mü’minlerin nurları münafıklardan alıkonulduğu gibi, kendi nurları alıkonulur korkusuyla söyleyeceklerdir. Münafıklar karanlıkta kalacaklarında ayaklarını koyacakları yerleri göremeyecekler ve mü’minlere: "Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" diyeceklerdir. "Arkanıza dönün de nûr arayın denilecek" Yani melekler onlara: "Arkanıza dönün... diyeceklerdir."Hayır, bu mü’minlerin kendilerine söyleyecekleri bir sözdür diye de açıklanmıştır. Yani bizim nuru aldığımız yere "arkanıza dönün" nuru kendiniz adına orada arayın. Sizler bizim nurumuzdan aydınlanamazsınız, diyeceklerdir. Böylece onlar geri dönüp de nûr aramak için ayrılacaklarında: "Aralarına... bir duvar çekilecektir." Denildi ki:Yani sizler îman etmek suretiyle ne diye dünyada nûr aramadınız denilecektir. "Bir duvar" âyetindeki "be" sıladır (zaiddir). Bu açıklamayı el-Kisâî yapmıştır. Buradaki "Sûr: duvar" cennet ile cehennem arasındaki bir engeldir. Rivâyet olunduğuna göre bu Sûr cehennem vadisi diye bilinen Beytu’l-Makdîs'in yakınındaki bir yerdedir. "İç tarafında" yani mü’minlerin bulunduğu tarafta "rahmet, dış tarafında ise" yani münafıklara bakan tarafında "önünde azap bulunan kapısı olan bir duvar çekilecektir." Ka'b el-Ahbar dedi ki: Bu da Beytu'l-Makdis'te Rahmet kapısı diye bilinen kapıdır. Abdullah b. Amr dedi ki: Bu Beytu'l-Makdis'in doğu tarafındaki bir Sûr (duvar)dır. Onun iç tarafında mescid vardır, "dış tarafında ise önünde azap"yani cehennem "bulunan kapısı olan. bir duvar çekilecektir." Buna yakın bir açıklama daİbn Abbâs'tan yapılmıştır. Ziyad b. Ebi Sevade dedi ki: Ubade b. es-Samit, Beytu'l-Makdis'in doğu tarafındaki duvarı üzerine dikildi ve ağlayıp dedi ki: İşte Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) bize buradan cehennemi gördüğünü haber vermiştir. Katade dedi ki: Bu cennet ile cehennem arasındaki bir duvar olup "iç tarafında rahmet" yani cennet "dış tarafında ise önünde azap"yani cehennem "bulunan, kapısı olan bir duvar çekilecektir." Mücahid dedi ki: Bu el-A'raf Sûresi'nde geçtiği gibi bir perdedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/46. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. İç tarafındaki rahmetin mü’minlerin nuru, dış tarafındaki azâbın münafıkların karanlığı olduğu da söylenmiştir. 14Onlara: "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. "Evet ama siz -Allah'ın emri gelinceye kadar- nefislerinizi helake bıraktınız, bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz, kuruntular da sizi aldattı. O çok aldatıcı da sizi Allah ile aldatıp durdu." Münafıklar "onlara" yani mü’minlere "biz" dünyada iken "sizinle beraber değil miydik derler." Yani sizin gibi namaz kılmıyor muyduk? Sizin gibi gazaya çıkmıyor muyduk? Sizin yaptıklarınızın benzerini yapmıyor muyduk? Mü’minler: "Evet" zahiren bizimle birlikte idiniz, "ama siz... nefislerinizi helâk öirHJtriniz.-" Fanı'enüîhizı fîtnelere saptırdınız, Mücahid: Münafıklıkla onu helâk ettiniz, diye açıklamıştır. Mahiyetlerle diye de açıklanmıştır ki; bu açıklamayı Ebû Sinan yapmıştır. Arzu ve isteklerle, lezzetlere dalmakla diye de açıklanmıştır. Bunu da Ebû Numeyr el-Hemdânî rivâyet etmiştir. "Bekleyip durdunuz" yani Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ölmesini, mü’minlerin başına türlü musibetlerin gelmesini beklediniz. Bir başka açıklamaya göre tevbeyi geciktirerek "bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz"tevhid ve peygamberlik hususunda tereddüte kapıldınız, "kuruntular da" batıl şeyler de "sizi aldattı." Uzun emel denildiği gibi, maksat onların mü’minlerin zayıf düşmeleri ve başlarına musibetlerin gelip çatmasını istemeleridir, diye de açıklanmıştır. Katade dedi ki: Buradaki "kuruntulardan kasıt, şeytanın aldatmalarıdır. Dünya olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı Abdullah b. Abbas yapmıştır. Ebû Sinan dedi ki: Bu onların: Bizim günahlarımız bağışlanacaktır, demeleridir. Bilal b. Sa'd dedi ki: Senin yaptığın iyilikleri hatırlayıp kötülüklerini unutman, bir kuruntu ve aldanıştır. "Allah'ın emri" yani ölüm "gelinceye kadar" (bu durumunuz devam edip gitti). Allah'ın emrinden kastın peygamberine yardım etmesi, onu zafere kavuşturması olduğu söylendiği gibi,Katade onların cehennem ateşine atılmasıdır, demiştir. "O çok aldatıcı" İkrime'nin açıklamasına göre şeytan" da sizi Allah ile aldatıp durdu." Buradaki "çok aldatıcı"nın dünya olduğu da söylenmiştir ki, bu da ed-Dahhak'ın açıklamasıdır. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Geri kalanlar için maziden ibret alınacak hususlar vardır. Sonraki için birincisinden kötülükten vazgeçmeyi gerektirecek Örnekler vardır. Bahtiyar kişi tamahkârlığa aklanmayan, aldatıcı şeylere meyletmeyen kimsedir. Ölümü hatırlayan kimse temennileri unutur. Emeli uzayıp giden kimse ameli unutur ve ecelden yana gafil olur. "el-Ğarûr: O çok aldatıcı" lâfzının mübalağa kipiyle gelmesi çokluk ifade ettiğinden ötürüdür. Ebû Hayve, Muhammed b. es-Semeyka ve Simâk b. Harb ise "gayn" harfi ütreli olarak: "el-ğurûr" diye okumuşlardır ki, batıl şeyler demek olur, bu da mastardır. İbn Abbâs'tan şöyle dediği zikredilmiştir: Allah'ın Peygamberi bize birtakım çizgiler çizdi. Bunlar arasında bir kenarda da bir çizgi çizdi. Dedi ki: "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Bu insanoğlu ile onun temennilerinin misalidir. Şu çizgiler emellerdir. O temenni edip dururken ölüm ansızın onu gelip bulur."İbn Mâce, II, 1414. İbn Mes’ûd'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir; Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) bize dörtgen şeklinde bir çizgi çizdi. Onun ortasına da bir çizgi daha çizip, bu çizgiyi dörtgen çizginin dışına taşırdı. Sağında ve solunda ise küçük bir takım çizgiler çizip şöyle buyurdu: "Bu Âdem oğludur, bu ise onun etrafını çeviren ecelidir. Şu ise ecelini aşıp geçmiş olan emelidir. Bu küçük çizgiler ise ona arız olan (karşısına çıkan) hususlardır. Eğer bu ona isabet etmezse, onu bu ısırır. Bu ona isabet etmezse, onu bu ısırır." Buhâri, V, 2359; Miinziri, Tergib, IV, 122'de belirttiğine göre hadisi ayrıcaTirmizi, Nesâî veİbn Mâce'de rivâyet etmiştir. 15İşte bugün sizden de, kâfir olanlardan da hiçbir fidye alınmaz. Varacağınız yer ateştir, size lâyık olan odur. O ne kötü dönüş yeridir. "İşte bugün" ey münafıklar "sizden de, kâfir olanlardan da hiçbir fidye alınmaz" âyeti ile kurtuluştan yana ümitlerini kesmektedir. "Alınmaz" anlamındaki âyet genel olarak ye ile: diye okunmuştur. Çünkü "fidye" lâfzının müennesliğî hakiki değildir. Ayrıca bu lâfız ile fiil arasında da fasıla (başka kelime) girmiştir, İbn Âmir ve Yakub ise te ile: diye okumuşlardır. "Fidye"nin müennesliği dolayısıyla Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Birincisi ise Ebû Ubeyd'in tercihidir. Yani yüce Allah sizden herhangi bir bedel, bir karşılıkya da bir başka canı feda etmeyi kabul etmeyecektir. "Varacağınız yer" ikamet edeceğiniz ve kalacağınız yer "ateştir. Size layık olan odur."Size daha çok o yakışır. "Mevlâ: Layık olan" ise; insanın işlerini görmeyi üstlenen kişiye denilir. Daha sonra bir şeyin yanından ayrılmayan, onun yakasını bırakmayan şey hakkında kullanılır olmuştur. Ateş onların işlerine sahib olacaktır, demektir diye de açıklanmıştır. Yani yüce Allah ateşe hayat ve akıl verecek ve o da kâfirlere Öfkesinden Ötürü âdeta birbirinden ayrılacaktır. Bundan dolayı yüce Allah'ın şu âyetinde belirtildiği gibi: "O günde Biz cehenneme: Doldun mu? diye soracağız. O da: Daha var mı? diyecek" (Kaf, 50/30) âyetinde görüldüğü gibi cehenneme hitab edilecektir. "O ne kötü dönüş yeridir!" Dönüş yeri ve varış yeri olarak o çok kötüdür. 16Îman edenlerin kalplerinin, Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman ve kendilerine önceden kitab verilip te üzerlerinden uzun bir zaman geçti diye kalpleri katılaşmış bulunanlar gibi -ki onların çoğu fâsık kimselerdir- olmamaları zamanı gelmedi mi? "Îman edenlerin... zamanı gelmedi mî?" Yaklaşmadı mı? Vakti gelmedi mi? demektir. Şair şöyle demektedir: "Ey kalb, cahilliği terketmemin zamanı, Ve açıkça görülen ağarmış saçların, aklımızı başımıza getirmesinin vakti gelmedi mi?" Bu fiilin mazisi kasr ile: "Vakti, zamanı geldi" şeklinde olup muzârii: ...diye gelir. Med ile: "Bu işi yapman için zaman gelmedi mi, geliyor, gelmek" denilir. Anlam itibariyle Senin için zamanı geldi" gibidir ki, medli kullanılış da kasr ile kullanılışın maklubudur. (Fiilin sonundaki med harfi ilk harfine kalbedilmiş şeklidir.) İbnu's-Sikkît şu beyiti zikretmektedir: "Körlüğümün açılma zamanı gelmedi mi Ve artık Leyla'yı anmaktan vazgeçmenin? Evet, benim için bu zaman gelmiş bulunuyor." Şair burada bu fiili her iki şekliyle de kullanmış olmaktadır. "Zamanı gelmedi mi?" anlamındaki âyeti el-Hasen: "diye okumuştur ki, bunun aslı: "..medi mi" şeklinde olup, buna fazladan ilave edilmiştir. O halde bu bir kimsenin Böyle olmuştur" diyenin sözünü nefyederken kullanılır: de, "Böyle oldu" diyenin sözlerini nefyetmek için kullanılır. Müslim'in, Sahîh'indeİbn Mes’ûd'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir; Bizim müslüman olmamız ile Allah'ın şu: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi?"âyeti ile bize sitemde bulunması arasında sadece dört yıllık bir zaman geçmiştir Müslim, IV, 2319. el-Halil dedi ki: "Sitem nazlıca hitab etmek ve içten içe bir rahatsızlığı hatırlatmak" demektir. Bu fiilden "Ben ona sitem ettim, sitem etmek" denilir. "Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile" zilletle ve yumuşaklıkla "boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi." Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı Medine'de bolluk ile karşılaştıklarında çokça şakalaşıp gülmeye başladılar. Bu âyet-i kerîme nazil olunca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):"Şüphesiz ki yüce Allah sizin zillet ile ve saygı ile bovun eğiğinizin geciktiğini bildirmektedir."diye buyurdu. O vakit ashab: "Saygı ile ve zilletle artık boyun eğiyoruz" dediler. İbn Abbâs dedi ki: Allah mü’minlerin kalplerinin (boyun eğmekte) geciktiğini gördü. Bu bakımdan Kur'ân'ın nüzulünün onüçüncü yılı başında onlara sitem etti. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 5H. Bu âyetin hicretten bir yıl sonra münafıklar hakkında İndiği de söylenmiştir. Şöyle ki; onlar Selman'dan Tevrat'taki hayret verici hususlardan kendilerine sözetmesini istediler. Bu sefer: "Elif, Lam, Râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir... Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle en güzel kıssayı sana anlatacağız." (Yusuf, 12/1-3) buyrukları indi. Böylelikle onlara anlatılan bu Kur'ân'ın başka kitaplardan daha güzel ve onlar için daha faydalı olduğunu bildirdi. Onlar da Selman'dan böyle bir şey istemekten vazgeçtiler. Daha sonra yine birincisinin benzeri bir istekte bulununca bu sefer de yüce Allah'ın: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" âyeti indi. Bu tevile göre sözü edilen "mü’minler" sadece dil ile îman ettiklerini açıklayan kimselerdir. es-Süddî ve başkaları ise şöyle demiştir: İçlerinde küfrü gizlemekle birlikte zahiren "îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... yumuşayarak, saygı ile boyun eğecekleri zaman gelmedi mi" demektir. Âyet mü’minler- hakkında inmiştir; diye de söylenmiştir. Sa'd dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü bize kıssa anlatsan, diye söylenince yüce Allah'ın: "Biz sana en güzel kıssayı anlatıyoruz" (Yûnus, 12/3) âyeti nazil oldu. Aradan bir süre geçtikten sonra bu sefer: Bize bir şeylerden sözetsen, deyince de bu sefer "Allah sözün en güzelini... indirmiştir " (ez-Zümer, 39/23) âyeti nâzil oldu. Aradan bir süre geçtikten sonra; Keşke bize hatırlatmada bulunsan, öğüt versen, dediler. Bunun üzerine de yüce Allah: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" âyeti indi, Yakın bir rivâyetSuyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 5H. Buna yakın bir rivâyet te İbn Mes’ûd'dan gelmiştir. O dedi ki: Bizim müslüman olmamız ile bu âyet-i kerîme ile bize sitem edilmesi arasında sadece dört yıllık bir süre geçmiştir. Birbirimize bakmaya ve biz acaba ne yaptık, demeye koyulduk. el-Hasen dedi ki: Onlar yarattıkları arasında en çok sevdiği kimseler olmakla birlikte onların geciktiklerini ifade buyurdu. Bir diğer görüşe göre bu hitab Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a inanmayıp Mûsa ve Îsa'ya îman eden kimseleredir. Çünkü bunun akabinde: "Allah'a vepeygamberlerine îman edenler..."(el-Hadid, 57/19) diye buyurmaktadır.Yani Tevrat'a ve İncil'e îman eden kimselerin kalplerinin Kur'ân'a karşı yumuşamaları ve Mûsa ve Îsa kavminin erken dönemlerinde gelmiş bulunanlar gibi olmamaları zamanı gelmedi mi? Çünkü bunlar ile kendileri arasındaki zaman ile peygamberleri arasındaki zaman uzayıp gitmiş, bundan dolayı da kalpleri katılaşmıştı. "Olmamaları" âyeti: anlamındadır. O halde bu âyet: "Saygı ile boyun eğecekleri" anlamındaki fiile atfedilerek nasb olmuştur. Nehy olarak cezm olduğu ve: “Olmasınlar" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamanın delili, Ruveys'in Yakub'dan rivâyet ettiği "te" harfi ile: "Olmayınız" şeklindeki kıraatidir. Bu aynı zamanda Îsa ve İbn İshak'ın da kıraatidir. Yahudilerle, hristiyanların yolundan gitmeyiniz. Onlara Tevrat ve İncil verildi ve aradan uzun zaman geçti... demektir. İbn Mes’ûd dedi ki: İsrailoğullarının üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı. Bunun neticesinde kendiliklerinden bir kitab uydurdular ve bu hoşlarına gitti. Çünkü hak kendileri ile arzularının çoğunu gerçekleştirmesi arasına engel teşkil ediyordu. Sonunda Allah'ın kitabını sanki hiçbir şey bilmiyormuşcasına arkalarına atıverdiler ve şöyle dediler: Şu kitabı İsrailoğullarına teklif ediniz. Eğer size uyarlarsa, onlara ilişmeyiniz. Aksi takdirde onları öldürünüz. Daha sonra bu kitabı ilim adamlarından birisine göndermek kanaati etrafında birleştiler ve şöyle dediler: Çünkü eğer bu hususta o bize uyarsa, kimse bize muhalefet etmeyecektir. Kabul etmezse onu öldürürüz. Ondan sonra da kimse bize muhalefet etmeyecektir. Bu ilim adamına haber gönderdiler. O da Allah'ın kitabını bir yaprağa yazıp, onu bir boynuzun içerisine sokup, boynuna astı, üzerine de elbiselerini giyindi. Yanlarına geldiğinde yazdıkları kitabı ona sundular ve: Buna îman ediyor musun dediler. O da elini göğsüne vurarak -göğsünde asılı bulunan kitabı kastederek-: Buna îman ettim, dedi. Bunun sonucunda da İsrailoğulları yetmiş küsur fırkaya ayrıldı. O fırkaların en hayırlıları ise bu boynuz sahibi kimsenin etrafında toplananlardır. Abdullah (b. Mesud devamla) dedi ki: Sizlerden ömrü vefa edenler pek yakında münker şeyler görecektir. Değiştirme imkânını bulamayacağı bir münkeri herhangi biriniz görecek olursa, Allah'ın o kimsenin bu münkeri kalpten hoş karşılamadığını bilmesi ona yeter.Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VIII, 59 Mukâtil b. Hayyan dedi ki: Yani Kitab ehlinin mü’minleri üzerinden uzun bir zaman geçti ve onlar yeni bir peygamberin gönderiliş zamanının çok geciktiğini düşünmeye başladılar. Bunun üzerine "kalpleri katılaşmış" oldu. "Ki onların çoğu fâsık kimselerdir."Bununla da ruhbanlığı ortaya koyan ve manastırlarda ibadete çekilen kimseleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre ise dinine nasıl uyacağını bilemeyecek kadar fıkhı bilgisi bulunmayan, bununla birlikte bilenlere de muhalefet eden kimseleri kastetmektedir. Bunların yüce Allah'ın bilgisine göre îman etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir. Onlardan bir kesim Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilinceye kadar Îsa'nın dini üzere sebat ettiler. Peygamber gelince ona îman ettiler. Bir kesim de Îsa (aleyhisselâm)'in dininden döndüler. Yüce Allah'ın fâsık olduklarını belirttiği kişiler de bunlardır. Muhammed b. Ka'b dedi ki: Ashab Mekke'de kıtlık içerisinde idi. Medine'ye hicret edince bolluk ve nimet ile tanıştılar. Daha önce içlerinde bulundukları halden uzaklaştılar, bunun sonucunda da kalpleri katılastı. Yüce Allah onlara öğüt verince de ayıktılar. İbnu’l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Malik b. Enes haber verdi dedi ki: Bana ulaştığına göre Îsa (aleyhisselâm), kavmine şöyle demiştir: Yüce Allah'ı anmaksızın çokça konuşmayın, çünkü o vakit kalpleriniz katılaşır. Şüphesiz katı kalb Allah'tan uzaktır, fakat siz bilmezsiniz. Başkalarının günahlarına sizler rab imişeesine bakmayınız. O günahlara -ya da kendi günahlarınıza dedi- kendiniz kul imişeesine bakınız. Çünkü insanlar iki türlüdür. Kimisi afiyet içerisindedir, kimisi belalara maruzdur. Belalara maruz olanlara merhamet ediniz, esenlikte afiyette olduğunuz için de Allah'a hamdediniz. Şu: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi"âyeti el-Fudayl b. Iyad ileİbnu'l-Mübarek'in -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- tevbe etmelerine sebeb teşkil etmiştir. Ebû'l-Mutarrif Abdu'r-Rahmân b. Mervan el-Kalanîsî dedi ki: Bize Ebû Muhammedel-Hasen b. Ruşeyk anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Yakub ez-Zeyyad anlattı, dedi ki: Bize İbrahim b. Hişam anlattı, dedi ki: Bize Zekeriya b. Ebi Eban anlattı, dedi ki; Bize el-Leys b. el-Haris anlattı, dedi ki: Bize el-Haşen b. Daher anlattı, dedi ki: Abdullah b. el-Mübarek'e zühde başlaması ile İlgili soru soruldu da şöyle dedi: Bir gün dostlarımla birlikte bir bahçemizde idik. Bu da ağaçların türlü meyvelerle yüklü olduğu bir zamana rastlamıştı. Geceye kadar yedik içtik, sonra da uyuduk. Ben ud ve tambur çalmaya çok düşkün birisi idim, Geceleyin kalktım ve "râşîn es-sehar" diye bilinen bir makam ile çalmaya başladım. Sinan da şarkı söylemek istedi. Basımın üstündeki bir ağaçta da öten bir kuş vardı. Elimde bulunan ud ise islediğim gibi çalınıyordu. Ansızın onun -elindeki udu kastediyor- insan gibi konuşmaya koyulduğunu ve: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi" dediğini duydum, ben de: Evet, Allah'a yemin ederim ki zamanı geldi dedim, udu kırdım, yanımda bulunan arkadaşları gönderdim. İşte bu benim zühde ilk olarak başlayışım ve gayretle ibadete yönelişimin başlangıcı olmuştu. Bize ulaştığına göre İbnu’l-Mübarek'in udun eşliğinde çalmak ve söylemek istediği şiir şudur; "Gelmedi mi bana merhamet edeceğin zaman? Ve sitem edip kınayıcılara karşı geleceğin zaman Size çok düşkün ve şevk duyana mersiye okumak Sizden ayrılıktan ötürü, mateme boğulmuş olan Gece karanlığı onu örtünce geceyi geçirir Yıldızlara ve gezegenlere akarak, gözetleyerek Ne olur ki o ceylan eğer Daha önce yasak kıldığı vuslatı helal kılsa!" el-Fudayl b. Iyad'a gelince onun tevbe etmesinin sebebi de şudur: O bir kıza aşık olmuştu. Onunla geceleyin sözleşti. Ona ulaşmak üzere duvarlara tırmanırken, Kur'ân okuyan birisinin yüce Allah'ın: "Îman edenlerin kalplerinin Allah'ın zikrine... karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman gelmedi mi" âyetini okumakta olduğunu duydu. Hemen Allah'a yeminederim ki vakti geldi, diyerek gerisin geri döndü. Gece karanlığında bir harabeye sığındı, Orada bir yolcu topluluğu bulunuyordu. Biri diğerine: Fudayl yol kesicilik yapıyor, dediler. Fudayl de: Eyvah geceleyin Allah'a isyan için kokuşurken, müslümanlardan bir kesimin de benden korktuklarını görüyorum. Allah'ım, Sana tevbe ettim ve Sana tevbem de Beyt-i Haramına mücavirlik yapmak olarak tesbit ettim, dedi, 17Şunu bilin ki; muhakkak Allah ölümünden sonra yeri diriltir. Akıl edersiniz dîye âyetleri sîze açıkladık. "Şunu bilin ki muhakkak Allah Ölümünden sonra yeri diriltir." Yani "Allah ölümünden sonra" kurumuş iken "yeri" yağmur ile "diriltir." Salih el-Merrî dedi ki: Kalplerin katılaşmasından sonra kalpleri yumuşatır, demektir. Cafer b. Muhammed dedi ki: Zulümden sonra o kalpleri adaletle diriltir, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kâfirin kalbi küfür ve dalalet ile ölmüşken, îmana iletmek suretiyle diriltir. Bir diğer açıklama: İşte yüce Allah böylelikle ölmüş ümmetleri diriltir ve kalbi saygı ile yumuşayıp boyun eğenler ile kalpleri katı olanları birbirinden ayırdeder. "Akıl edersiniz diye âyetleri size açıkladık." Yani ölümünden sonra Allah'ın yeryüzünü canlandırması O'nun kudretine ve ölüleri diriltici olduğuna bir delildir. 18Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınların ve Allah'a karz-ı hasenle borç verenlerin (ecirleri) kendilerine kat kat arttırılır ve onlar için pek bol ve şerefli bir mükâfat vardır. "Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar" âyetiniİbn Kesîr, Âsım'dan rivâyetle Ebû Bekir her ikisinde de "sad" harfini şedctesiz olarak "tasdik"den gelen bir lâfız olarak okumuşlardır. Allah'ın indirdiklerini doğrulayanlar, demek olur. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır ki bu da: "Sadaka veren erkeklede, sadaka veren kadınlar" demek olup "te" harfi "sad"a idgam edilmiştir. Ubeyy'in mushafında da böyledir. O halde bu âyet sadakalar vermeye bir teşviktir. Bundan dolayı da; "ve Allah'a" yani sadaka vermekle Allah yolunda infak ile "karz-ı hasenle borç verenler"diye buyurulmaktadır.el-Hasen dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de sözü geçen "karz-ı hasen" tabirlerinin tamamı nafile (sadaka) hakkındadır. Bunun Allah'tan ecrini bekleyerek ve samimiyetle verilen sadaka ve bunun dışındaki her türlü salih amel demek olduğu da söylenmiştir. Âyette fiilin isme atfedilmesinin sebebi zikredilen ismin fiil takdirinde olmasıdır. Yani tasdik edenler(ya da sadaka verenler) ve karz-ı hasen ile borç verenler anlamındadır. "Kendilerine" ecirleri "kat kat verilir" benzeri kadarıyla verilir. "(.........); Kat kat verilir" âyeti genel olarak meçhul bir fiil şeklinde "ayn" harfi üstün okunmuştur. el-A'meş ise bunu "ayn" harfi kesreli ve "he" fazlasıyla: "Onu kat kat arttırır" diye okumuştur. İbn Kesîr,İbn Amir ve Yakub ise "ayn" harfim üstün ve şeddeli olarak: kat kat arttırılır" diye okumuşlardır. "Ve onlar için pek bol ve şerefli bir mükâfat" yani cennet "vardır." |