Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

516

 

049 - HUCURÂT SÛRESİ

 

CÜZ :

26

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12

Ey îman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zatının bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah'tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahîmdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

1- Zandan Kaçınmak:

"Ey Îman edenler! Zannın birçoğundan kaçının" âyeti denildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından olup, arkadaşlarının gıybetini yapan iki kişi hakkında inmiştir. Şöyle ki; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yolculuğa çıktı mı muhtaç olan bir kimseyi halt iyi olan iki kişiye katar, o da onların hizmetini görürdü. Selman'ı da bu şekilde iki kişiye kattı. Selman eve geldi, uykusuna karşı direnemeyip, uyudu. Onlara da herhangi bir şey hazırlamadı. Öbür İki kişi geldiklerinde, yiyecek ve katık yapacakları bir şey bulamadılar, Ona; Git, Peygamberden bize bir yiyecek ve bir katık iste, dediler, o da gitti. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: "Üsame b. Zeyd'e git ve ona; "Eğer yanında artmış yiyecek varsa, sana vermesini söyle," dedi. Üsame Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hazinedarı idi. Selman ona gitti, Üsame: Yanımda bir şey yok dedi. Bunun üzerine Selman öbür iki arkadaşına dönüp, durumu bildirdi. Onlar da: Onun yanında bir şeyler vardı fakat cimrilik etti, dediler. Sonra Selman'ı bazı sahabilerin yanına gönderdiler, onların yanında da bir şey bulamadı. Bu sefer ikisi de: Şayet biz Selman'ı Sumeyha kuyusuna göndersek, onun dahi suyu yerin dibine çekilir, dedi. Sonra Üsame'nin yanında bir şeyin olup olmadığını araştırmak üzere gittiler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları görünce şöyle dedi: "Nasıl oluyor da ben sizin ağızlarınızda yemiş olduğunuz etin izlerini görüyorum!" Onlar; Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'a yemin ederiz biz bugün et olsun, başka bir şey olsun bir şey yemiş değiliz, dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Fakat sizler Selman'ın ve Üsame'nin etini yiyip durdunuz" diye buyurdu. Bunun üzerine:

"Ey îman edenler! Zannın birçoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır" âyeti indi. Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir.

Yani sizler zahiren onların hayırlı işler işleyen kimseler olduklarını biliyor iseniz, bu gibi hayır ehli kimseler hakkında kötü zanda bulunmayınız.

2- Zandan Kaçınmanın Gereği:

Buharî ileMüslim'de sabit olduğuna göreEbû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalanıdır. İnsanların konuşmalarına kulak vermeyin, tecessüs etmeyin. Birinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinizi kıskanmayın. Biriniz diğerine buğzetmesin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olun!"Bu Buharî'nin lâfzıdır. Buhârî, V, 2253, VI, 2474;Müslim, IV, 1935;Muvatta’, II, 907;Müsned, II, 287, 312, 342, 465.470.

İlim adamlarımız dedi ki: Gerek burada, gerekse âyet-i kerimede "zan" ithamdır. Sakınılması istenen ve yasaklanan konu itham altında tutmaktır, yoksa bunu gerektiren bir sebebin bulunması değildir. Mesela, bir kimsenin böyle bir itham altında tutulmasını gerektiren bir durumu ortaya çıkmadığı halde fuhuş işlemekle yahut içki içmekle itham edilmesi gibi.

Burada sözü edilen zarının itham altında tutmak anlamında olduğunun delili yüce Allah'ın:

"Birbirinizin kusurunu araştırmayın"âyetidir. Çünkü bir kimsenin hatırına(sebebsiz olarak) itham altında tutmak düşüncesi gelip de o buna dair haberi (kusuru) araştırmak ve olup olmadığım ortaya çıkarmak, durumu görmek ve işitmek ister. Böylelikle hatırına geçen ithamın gerçek olup olmadığını anlamaya çalışır, İştePeygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yasaklamış bulunmaktadır.

Şöyle de denilebilir: Kaçınılması gereken zanları diğerlerinden ayırdeden ölçü şudur: Doğru bir emaresi olduğu bilinmeyen ve açık bir sebebi olmayan herbir husus hakkında zanda bulunmak kaçınılması gerekli haram bir zandır. Bu ise hakkında zanda bulunulacak kişinin kötü durumu bilinmeyen (mesturu’l-hal) salih kimse olduğu görülen ve zahiren emin bir kimse olduğu tesbit olunan kimselerden olması halinde böyledir. Böyle birisi hakkında fasit zanda bulunmak ve hainliğini sanmak haramdır. Oysa şüpheli işleri yapmakla, kötü ve çirkin işleri açıktan işlemekle insanlar arasında şöhret kazanmış kimsenin durumu böyle değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Şüphesiz Allah müslümanın kanını, ırzını (namus, şeref ve haysiyetini) ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmıştır."Yakın bir rivâyet: Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 297;Deylemi, Firdevs, II, 134; Ebû Nuaym, Hılye, IX, 292

el-Hasen'den de şöyle dediği zikredilmiştir: Bizler insanlar hakkında zannın haram olduğu bir dönemde idik. Sen ise bugün öyle bir dönemdesin ki; ameline bak, sus ve insanlar hakkında da dilediğin gibi zan besle!

3- Zannın Halleri ve Hükümleri:

Zannın iki halı vardır. Birisi herhangi bir delil ile bilinip güç kazanan haldir. Buna bağlı olarak hüküm vermek câiz olur. Şeriatteki ahkamın çoğu galib zanna göredir. Kıyas, haber-i vahid, telef edilenlerin kıymeti, cinayetlerin diyetleri ve buna benzer diğer hususlar.

İkinci hal ise herhangi bir delalet olmaksızsn insanın kalbine bir şüphe düşmesidir ve bunun doğru olma ihtimali aksinden daha kuvvetli değildir. İşte şek (şüphe) denilen şey budur. Buna dayanarak hüküm vermek câiz değildir. Az önce belirlediğimiz üzere yasak kılınan zan da budur.

Bıd'at ehli birtakım kimseler zanna dayanarak Allah'a ibadet etmeyi ve zan gereğince amelin câiz olmasını kabul etmemiştir. Onlar bunu söylerken, din hakkında delilsiz bir iddiada bulunmakta oldukları gibi; aklî konularda da dayanaksız bir iddiada bulunmaktadırlar. Bu konuda dayanak kabul edecekleri aslî bir delilleri yoktur. Çünkü yüce Allah zannın her türlüsünü yermiş değildir. O zannın bir bölümünü yermeyi murad etmiştir. bidatçiler belki de Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği "zandan kaçının" hadisine delil diye yapışırlar. Ancak bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şeriale göre zan, övülen ve yerilen olmak üzere kısımdır. Zannedenin dinini esenlikte bırakan, hakkında zan bulunan kimseye o zannedilen şey ulaştığı vakitte de dinine zarar vermeyen zanlar, övülen zanlardır. Bunun zıttı olanlar ise yerilen zanlardir. Buna delil de yüce Allah'ın:

"Çünkü zannın bir kısmı günahtır"âyeti ik;

"Bu iftirayı işittiğinizde mü’min erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel zanda bulunup... demeli değil miydi?" (en-Nûr, 24/12);

"Ve kötü zanda da bulundunuz. Siz esasen helâk olmuş bir topluluksunuz." (el-Feth, 48/12) âyetleridir. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur; "Sizden herhangi bir kimse kardeşini öğecek olursa, ben böyle zannediyorum. Bununla birlikte Allah'a rağmen kimseyi tezkiye ediyor değilim, desin" Müslim, IV, 2296;Buhârî, II, 946, V, 2252, 2281,İbn Mace, 11, 1232.diye buyurmuştur. Yine bir başka hadisinde de: "Zanda bulunduğun vakit muhakkakmış gibi dile getirme. Kıskandığın vakit haksızlığa yönelme. Bir şeyi uğursuz zannedersen yine işine devam et!" diye buyurmuştur İbn Abdil-Berr, Tehmid, VI, 125; el-Mübarekfuri, Tukfetu'l-Ahvezi, VI, 55; es-Sanânî, Sübulu's-Selam, IV, 182, Hepsi de bunu Abdurrczzak’a nisbet etmektedirler. Bu hadisiEbû Davud rivâyet etmiştir.

İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine görezahiri itibariyle hayırlı görülen bir kimse hakkında kötü zanda bulunmak, câiz değildir. Ancak zahiri itibariyle kötü olan bir kimse hakkında kötü zanda bulunmakta bir vebal yoktur. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır.

4- Tecessüs (Kusurları Araştırmak):

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın"âyetini Ebû Reca ve -farklı rivâyetler de gelmiş olmakla birlikte- el-Hasen ile diğerleri ha ile diye okumuşlardır. Her İkisinin (tecessüs ile tehassüs) aynı manada mı, yoksa iki farklı manada mı oldukları hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Ahfeşdedi ki: Bunların biri diğerinden pek uzak değildir. Çünkü tecessüs senden gizlenip saklanan şeyi araştırmaktır. Tehassüs ise, haberleri öğrenmeye çalışmak ve bunları araştırmaktır.

Bir başka açıklamaya göre tecessüs araştırmanın kendisidir, İşte bundan dolayı eğer bir kişi işleri araştırmak vasfına sahibse ona "casus" denilir. Ha ile (tehassüs) ise insanın bazı duyularıyla idrak ettiği şeylerdir.

Aradaki farka dair ikinci bir açıklama da şöyledir: Tehassüs bir şeyi bizatihi kendisi için araştırmak, öğrenmek istemektir. Tecessüs ise başkasının elçisi olarak araştırmaktır. Bu açıklamayı Saleb yapmıştır. Ancak birincisi daha çok bilinen bir açıklamadır.

Haberleri tecessüs ettim" onları iyiden iyiye tetkik ettim, demektir. Casus da buradan gelmektedir.

Ayetin anlamı da şudur: Siz zahir olanı alınız, müslümanların gizli ayıplarının peşine takılmayınız. Yani sizden herhangi bir kimse kardeşinin ayıbını araştırarak -Allah onu setretmiş ve gizlemişken- ona muttali olmaya kalkışmasın.

Ebû Davud'un Kitab'ında şu rivâyet yer almaktadır: Muaviye'den, dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Sen insanların gizli saklı kusurlarının peşine takılacak olursan onları ifsad edersin ya da ifsad edecek noktaya yaklaşırsın, "Ebû Davud, IV, 272; İbn Hibban, Sahih, XIII, 72; Beyhaki, es-Sunenu'l-Kübra, VIII, 333

Ebû'd-Derda dedi ki: Bu Muaviye'nin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan duyup da, Allah'ın kendisi ile onu faydalandırdığı bir sözdür. el-Mikdam b. Madîkerib, Ebû Ümame'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetle dedi ki: "Şüphesiz ki emir insanlar arasında şüpheye dayanarak araştırmalara girişecek olursa, onları bozar. "Hakim, Müstedrek, IV, 419; Beyhaki, aynı yer,Ebû Davud, IV, 272;Müsned, VI, 4.

Zeyd b. Vehb dedi ki:İbn Mes’ûd'a (bir adam getirilirek) ona: Bu filan adamdır, sakalından şarab damlıyor, dediler. İbn Atiyye'nin el-Veciz'indeki ibare şu anlamdadır: "İbn Mes’ûd’a Velid b. Ukbe'yi sakalından şarap damlar halde görmek ister misin? dediler.. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki..." Abdullah b. Mesud şöyle dedi: Bize tecessüs yasaklanmış bulunuyor, fakat eğer bir şeyi açıkça görecek olursak ona göre sorumlu tutarız. Ebû Davud, IV, 272;İbn Ebi Şeybe, Mûsannef, V, 327; Abdurrezzak, Mûsannef, X, 232. Ebû Berze el-Eslemî'den, dedi ki: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"Ey diliyle îman edip kalblerine imanın girmediği kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın, onların gizli kusurlarının peşine düşmeyin. Çünkü kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da o kimsenin gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, evinde dahi olsa o kimseyi rezil eder,"İbn Hihban, Sahih, XIII, 75; Tirmizî, IV, 37H;Heysemi, Mecmâ, VI, 246, VIII, 93, 94

Abdu'r-Rahmân b. Avf dedi ki: Bir geceÖmer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ile birlikte Medine'de bekçilik yapıyorduk. Kapısı bir parça yandan açılmış, bir evde bir kandil gördük. İçeride birbirine karışan yüksek seslerle bir topluluk bulunduğunu anladık. Ömer: Bu Rabia b. Umeyye b. Halefin evidir. O da şu anda içki içmektedir, ne dersin? dedi. Ben de: Benim görüşüm o ki, biz Allah'ın yasak kıldığı bir şeyi yapıyoruz. Yüce Allah:

"Birbirinizin kusurunu araştırmayın"diye buyurduğu halde biz kusur araştırdsk. Bunun üzerine Ömer geri döndü ve onlara ilişmedi.

Ebû Kılabe dedi ki: Ömer b. el-Hattâb'a, Ebû Mihcen es-Sakafi’nin birtakım arkadaşlarıyla birlikte evinde içki içtiği söylendi. Ömer gidip evine girdi. Yanında bir adamdan başkası yoktu. Ebû Mihcen: Böyle bir İş yapman senin için helal olmaz, dedi. Çünkü yüce Allah sana tecessüsü (kusurları araştırmayı) yasaklamış bulunuyor. Ömer dışarı çıktı ve ona ilişmedi.

Zeyd b. Eslem dedi ki:Ömer ve Abdu'r-Rahmân geceleyin bekçilik yapmak üzere çıkmışlardı. Bir ateş gördüler, izin istediler, kapı açıldı. Bir adam ile şarkı söyleyen bir kadın ile karşılaştılar. Adamın elinde de bir kadeh vardı. Ömer: Sen böyle bir şey mi yapıyorsun, ey filan? dedi. Adam: Sen de böyle bir şey mi yapıyorsun, ey mü’minlerin emiri? dedi. Ömer: Bu kadın senin neyin olur? dedi. Adam: Eşimdir dedi. Ömer, peki ya elindeki bu kadeh ne? dedi. O da: Bu tatlı bir sudur dedi.Ömer kadına: Peki senin söylediğin şarkı ne? diye sordu, kadın şunları söyledi:

"Çok uzadı bu gece ve karardı etraf,

Oynaşacağım bir dostum yok diye uykusuzum.

Allah'a yemin ,ederim, bende, Allah korkusu olmasaydı

Şu karyolanın yanları sarsılırdı.

Fakat aklım ve hayam alıkoyuyor beni,

Ve kocamın şeref ve haysiyetine leke düşürmekten çekmiyorum."

Daha sonra adam: Ey mü’minlerin emiri! Biz bununla emrolunmadık, dedi. Yüce Allah:

"Birbirinizin kusurunu araştırmayın"diye buyuruyor. Hz.Ömer doğru söyledin dedi. Derim ki: Bu haberden kadının o adamın hanımı olmadığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Ömer zinayı kabul edecek birisi değildir. Kadın bu sözlerle kocasına geçmişteki durumunu hatırlatmak ve kendisi yanında bulunmadığı dönemde söylediğini anlatmak üzere bu beyitleri söylemişti. Bu olay daha önce el-üakara, 2/226-227 âyetler, 16. başlıkta biraz farklı bir şekilde anlatılmıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Amr b. Dinar dedi ki: Medinelilerden bir adamın bir kizkardeşî vardı, hastalandı. Onu ziyarete giderdi. Sonra vefat etti ve onu defnetti. Kabrine inen kişi kendisi olmuştu. İçinde bir miktar dinar bulunduğu para kesesi de kabre düşmüştü. Yakınlarından birisinden yardım istedi. Kabrini eşelediler ve keseyi aldıktan sonra şöyle dedi: Yemin olsun ki kızkardeşimin halinin ne olduğunu görmek üzere üzerini açacağım. Kabrini açınca kabirin alev alev ateş yanmakta olduğunu gördü. Annesine geldi ve: Kızkardeşimin neler yaptığını bana söyle dedi. Annesi: Kızkardeşin öldü gitti, onun amelini ne diye soruyorsun? dediyse de o sormaya devam etti. Sonunda annesi ona: Bu kızkar-d eşinin yaptığı İşlerden birisi de namazı asıl vaktinden sonraya geciktirmek idi. Komşular uykuya daldıktan sonra kalkar, kulaklarını onların kapılarına dayar, onların gizliliklerini araştırır, sırlarını açığa çıkartırdı. Kardeşi: İşte bununla helâk oldu, dedi.

5- Gıybet:

"Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın" âyeti ile yüce Allah gıybeti yasaklamaktadır. Gıybet bir kişiden sahih olduğu kusurunu belirterek söz etmektir. Eğer onda olmayan bir özellikle o kişiyi anacak olursak, o vakit bu bühtan (iftira) olur. Bu anlamdaki bir rivâyet SahihiMüslim'de Ebû Hüreyre'den sabit olmuştur. Buna göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)buyurdu ki; "Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Peygamber:"Kardeşinden hoşuna gitmeyecek bir şekilde sözetmektir" diye buyurdu. Peki benim sözünü ettiğim husus kardeşimde var ise ne olur? diye sorulunca: "Eğer söylediğin şey onda var ise onun gıybetini yapmış olursun, eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun" diye buyurdu. Müslim, IV, 2001;Tirmizi, IV, 329;Dârimî, II, 337;Ebû Davud, IV, 269;Müsned, II, 230, 384, 386, 458..

Bir kimse hakkında ileri geri konuşup, dedikodu etmeyi anlatmak üzere denilir. İsim "gıybet" şeklinde gelir. Bu da bir kimsenin gıyabında kusurunu sözkonusu etmektir.

el-Hasen dedi ki: Gıybet üç çeşittir, hepsi de yüce Allah'ın Kitabında sözkonusu edilmiştir: Gıybet, İfk (iftira) ve bühtan. Gıybet kardeşin hakkında onda bulunan bir şeyi sözkonusu etmektir. İfk onun hakkında onun ile ilgili sana ulaşanları anlatmaktır, bühtan ise onun hakkında onda olmayan şeyleri söylemektir.

Şube'den dedi ki: Bana Muaviye -b. Kurra'yı kastediyor- dedi ki: Yanından eli kopuk bir adam geçse ve sen de: Bu adamın eli kopuktur, diyecek olsan bu bir gıybet olur. Şube dedi ki: Ben bunu Ebû İshak'a naklettim, o da (Muaviye): Doğru söylemiş dedi.

Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Eslemli Maiz, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve kendisi aleyhine zinada bulunduğuna dair şahitlik etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu recmetti. Allah'ın peygamberi, arkadaşlarından iki adamdan birisinin diğerine: Şu Allah'ın setrettiği kimseye bak! Nefsi, köpek gibi taşa tutuluncaya kadar kendisinin yakasını bırakmadı, dedi. Peygamber ikisine ses çıkarmadı.

Bir süre yol yürüdükten sonra ayaklarını havaya dikmiş bir eşek leşinin yanından geçtiler, "Filan ve filan kişi nerede?" diye sordu. Onlar, burdayız ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Peygamber: "İnin, şu eşeğin leşinden yiyin" diye buyurdu. Onlar: Ey Allah'ın Peygamberi! Bundan kim yiyebilir ki? dediler. Şöyle buyurdu: "Sizin kardeşinizin haysiyetine dil uzatmanız bupdan yemekten daha ağırdır. Nefsim elinde olana yeminederim ki, o şu anda cennetin ırmaklarına dalmaktadır." Darakutni, III, 196;Ebû Davud, IV, 148; Ahdurrezzak, Mûsannef, VII, 322; Ebû Ya'la, Müsned, X, 525.

6- Gıybetin Ağır Vebali:

"Sizden bitiniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?" âyeti ile yüce Allah gıybette bulunmayı leş yemeye benzetmektedir. Çünkü ölen bir kimse kendi etinin yenildiğinin farkına varmaz. Tıpkı yaşayan bir kimsenin kendisinin gıybetini yapanın gıybetini bilmediği gibi. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah'ın gıybete böyle bir örnek vermesinin sebebi, ölen kişinin etini yemenin haram ve tiksinti veren bir şey olmasından Ötürüdür. İşte gıybet de dinen haramdır ve nefsin çirkin gördüğü bir şeydir.

Katade dedi ki: Sizden herhangi bir kimse ölmüş kardeşinin etini yemeyi kabullenmediği gibi, aynı şekilde hayatta iken onun gıybetini yapmaktan da uzak durmalıdır. Gıybet yerine et yemenin kullanılması, arabların böyle bir benzetme yapmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Onlar etimi yiyecek olurlarsa eğer; ben arttırırım onların etlerini,

Şan ve şerefimi yıkarlarsa eğer; ben şan ve şereflerini yükseltirim onların."

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"İnsanların etlerini yemeye devam eden bir kimse oruç tutmuş olmaz."Hennad, Zühd, Tl, 573; M. h. Nasr el-Merzi, Ta'zimu Kadrı's-Salat, II, 584;Deylemi, Firdevs, IV, 77. Böylelikle Hz. Peygamber insanların gıybetini yapmayı, onların etini yemeye benzetmiş olmaktadır. Her kim bir müslümanı eksik görecek yahut onun haysiyetini kıracak bir şey söylerse, hayattayken onun etini yiyenin durumuna benzer. Onun gıybetini yapacak olursa, ölmüşken onun etini yiyen gibidir.

Ebû Davud'un, Sünen.'inde Enes b. Malik'ten şöyle dediği kaydedilmektedir; Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Miraca çıkarıldığım sırada tırnakları bakırdan, yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar kimlerdir, ey Cebrâîl, diye sordum, şöyle dedi: Bunlar insanların ellerini yiyen ve onların ırzlarına (namus, şeref ve haysiyetlerine) dil uzatanlardır."Ebû Davud, IV, 269;Müsned, Tir. 224

el-Müstevrid (b. Şeddad)'den rivâyete göre Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kime bir müslüman(ı gıybet etmek) karşılığında bir yemek yedirilecek olursa, şüphesiz Allah o kimseye onun gibisini cehennemden yedirir. Her kime bir müslüman(ı gıybet etmek) karşılığında bir elbise giydirilecek olursa, Allah onun gibi bir elbiseyi ona cehennemden giydirir. Her kim bir kimsenin Önünde işitsinler ve riyakarlık olsun diye ayakta duracak olursa, şüphesiz Allah kıyâmet gününde o kimseyi işitsinler ve görsünler diye ayakta bekletir."Ebû Davud, IV, 270;Müsned, IV, 229.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ey diliyle îman edip de imanın kalblerine girmediği kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın" âyeti ile iki kişiye; "Ne diye yediğiniz etin izlerini ağızlarınızda görüyorum" dediği daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Kılabe er-Rukaşî dedi ki: EbûÂsım'ı şöyle derken dinledim; Gıybetin ne olduğunu öğrendiğimden beri kimsenin gıybetini yapmadım.

Meymun b. Siyah kimsenin gıybetini yapmaz, huzurundaki bir kimsenin birisinin gıybetini yapmasına da fırsat vermezdi. Ona bu işten vazgeçmesini söyler, vazgeçerse mesele yok, değilse kendisi kalkar giderdi.

es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Bir adam Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından kalkıp gitti, onun kalkışında bir zayıflık, bir acizlik buldular. Ey Allah'ın Rasûlü, filan kişi ne kadar da aciz (güçsüz), dediler. Peygamber: "Kardeşinizin etini yediniz ve onun gıybetini yaptınız." diye buyurdu Taberani, Evsat, I, 145.

Süfyan es-Sevrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: Gıybetin asgari seviyesi "filan kişinin yaratılışı şöyledir, kısa boyludur" demendir. Ancak bu dahî mekruh görülmüştür.

Ömer b. el-Hattâb dedi ki: İnsanları zikretmekten uzak durun, çünkü o bir hastalıktır. Bunun yerine Allah'ı zikretmeye bakın, çünkü o bir şifadır. Ali b. el-Huseyn(radıyallahü anh) bir kişinin bir diğerinin gıybetini yaptığını duyunca, şöyle dedi: Gıybetten sakın, çünkü o insanların köpeklerinin katığıdır.

Amr b. Ubeyde: Filan kişi senin aleyhine o kadar konuştu ki sana acıdık. Amr: Ona da acıyın, dedi.

Bir adam el-Hasen'e: Bafıâ ulaştığına göre sen benim gıybetimi yapıyormuşsun, demiş.el-Hasen ona şu cevabı vermiş: Seni iyiliklerimin hakimi kılacak kadar benim yanımda değerli değilsin.

7- Gıybetin Sınırları:

Bir kesimin kanaatine göre gıybet ancak din hakkında sozkonusudur. Yaratılış ve kişinin konumu ile ilgili hususlarda sözkonusu olmaz. Bunlar: Çünkü bu gibi şeyler Allah'ın fiilindendir, demişlerdir.

Bir başka kesimin kanaati ise bunun aksidir ve şöyle derler: Gıybet ancak yaratılış, ahlak ve konum ile alakalı hallerdedir. Yaratılışta gıybet daha ağırdır, çünkü bir sanatı ayıplı gören bir kimse aslında o sanatın sanatkarını ayıplamış olur.

Bütün bunlar kabul edilemeyecek açıklamalardır. Birinci görüşü reddeden Âişe(radıyallahü anha)"nin Safiye hakkında: O kısa bir kadındır, demesi üzerine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Öyle bir söz söyledin ki eğer bu denize katılacak olsa onu dahi bulandırırdı"sözüdür. Bu hadisi Ebû Davud rivâyet etmiştir Ebû Davud, IV, 269; Tirmizî, IV, 660.

Tirmizî bu hadîs hakkında hasen, sahih bir hadistir demiştir.

Ayrıca daha önce geçen bu anlamdaki diğer hadisler de bu kanaati reddetmektedir. Eskiden beri ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri husus, eğer bununla ayıplamak maksadı güdülürse, gıybet olacağıdır.

İkinci görüş de aynı şekilde bütün ilim adamları tarafından reddedilmiştir. Çünkü ta baştan Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve onlardan sonra gelen tabiinden bu yana, onlara göre; din ile ilgili yapılan gıybetten daha büyüğü yoktur. Çünkü dindeki kusur, kusurların en büyüğüdür. Her mü’min bedeninde kusur bulunmasından çok, dininde kusur olmamasını ister. Bu görüşü kabul edenlerin kanaatlerini reddetmek için Peygamber Efendimizin: "Sen kardeşin hakkında hoşuna gitmeyecek bir şey söylersen onun gıybetini yapmış olursun..." hadisi yeterlidir. Bunun gıybet olmadığını iddia eden kimse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açık bir nass halinde ifade ettiği sözünü reddetmiş olmaktadır. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve haysiyetleriniz) size haramdır"hadisinin genel İfadesi bu konuda yeterlidir. Çünkü bu hadis hem din hakkında, hem dünya hakkında genel bir ifadedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Her kimin yanında kardeşine ırzında ya da malında yaptığı bir haksızlık var ise bundan dolayı o kardeşinden helallik dilesin"Buhârî, II, 865; Miinziri, Tergib, III, 128, hadisi de her türlü ırz, (namus, şeref ve haysiyeti) genel olarak kapsamaktadır. Bunun bir bölümünü tahsis edip bir kenara ayıran bir kimse, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın söylediği ile çatışan bir iddiada bulunmuş olur.

8- Gıybet Büyük Günahlardandır ve Gıybetten Dolayı Helallik İstemek:

Gıybetin büyük günahlardan olduğunda ve bir kimsenin gıybetini yapan birisinin, bundan dolayı yüce Allah'a tevbe etmesi gerektiğinde görüş ayrılığı yoktur.

Gıybetini yaptığı kimseden helallik diler mi? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bir kesim ondan helallik dilemek yükümlülüğü yoktur, çünkü bu kişinin kendisi İle Rabbi arasındaki bir günahtır, demiştir. Bu görüşün sahipleri şunu delil göstermişlerdir: Gıybet yapan bir kimse gıybetini yaptığı kişinin malını almadığı gibi, bedenine de bedenini kusurlu kılacak bir saldırıda bulunmamıştır. Dolayısıyla bu, helalliğini dilemesi gereken bir haksızlık değildir. Çünkü karşılığı bulunan haksızlık, mal ya da bedende onun yerine geçecek bir şey bulunan haksızlıktır,

Bir kesim de gıybet bir haksızlıktır, onun keffareti ise gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, demiştir. Bu görüşün sahibleri de el-Hasen yoluyla rivâyet edilen bir hadisi delil gösterirler. el-Hasen dedi ki:"Gıybetin keffareti gıybetini yaptığın kimseye mağfiret dilemendir."Beyhaki, Şuabu'l-Îman, V, 317.

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu bir haksızlıktır ve bundan dolayı helallik dilemek gerekir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil gösterirler: "Her kimin yanında ırzında ya da malında kardeşine yaptığı bir haksızlık var İse, dinarın ve dirhemin bulunmadığı ve kişinin (haksızlığının karşılığının) hasenatından alınacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Şayet hasenatı yoksa bu sefer arkadaşının kötülüklerinden alınır, onun kötülüklerine katılır."

Bu hadisi Buhârî,Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre dedi ki: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Her kimin yanında kardeşine ait ırzına ya da herhangi bir hususa dair bir haksızlık var ise dinar ve dirhemin olmayacağı bir günden önce ondan helallik dilesin. Eğer salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır. Şayet hasenatı yoksa, arkadaşının kötülüklerinden alınır, ona yükletilir." Buhârî, 11, S65; Münziri, Tergib, III, 128. yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma!" (Al-i İmrân, 3/169) âyeti açıklanırken (3/169-170. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âişe(radıyallahü anha)dan rivâyet edildiğine göre bir kadın onun yanına gelmiş. O kadın kalkıp, gidince bir başka kadın; Etekleri ne kadar da uzundur, demiş. Âişe ona; Sen gıybetini yaptın, ondan helallik dile, demiş.

İşte Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)’dan gelen rivâyetler, gıybetin, gıybet yapan kimsenin helallik dilemesini gerektiren bir haksızlık olduğunu göstermektedir.

Gıybet ancak mal ve bedende olur, diyenlerin görüşüne gelince, ilim adamlarının icma ile kabul ettiğine göre; iftirada bulunan bir kimsenin aleyhine kendisine iftira olunanın lehine bir haksızlık sözkonusudur ve o bu haksızlığının karşılığını iftirada bulunana haddi uygulamak suretiyle alır. Bu ise ne bedende, ne de malda olan bir iştir. İşte bu ırz(namus, şeref ve haysiyet) beden ve malda da zulüm ve haksızlık olabileceğine delil teşkil etmektedir. Nitekim yüce Allah iftirada bulunan kimse hakkında:

"Şahidleri getirmediklerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir."(en-Nûr, 24/13) diye buyurmuştur.

Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kim bir mü’mine kendisinde olmayan özelliklen isnad ederek iftirada bulunursa, yüce Allah o kimseyi tıynetu'l-habal (denilen cehennemliklerin irinleri) arasında hapsedecektir."Aynı manada az lafzi farkla: Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 332; Şuabu't-îman, V, 305

İşte bütün bunlar malın ve bedenin dışındaki haksızlıklar hakkındadır.

Gıybet bir zulümdür, haksızlıktır. Bu haksızlığın keffareti de gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, diyenlerin kanaatine gelince, bunlar çelişkiye düşmüş oluyorlar. Çünkü önce buna bir zulüm, bir haksızlık (mazlame) ismini verdikten sonra, bunun da keffareti gıybetini yaptığı kimse için mağfiret dilemektir, demişlerdir. Çünkü "ona haksızlıktır, zulümdür" demek bu sefer mazlumun bir hak sahibi olduğunu ifade etmektir. Onun haksızlığı karşısında bir hakkının olduğu sabit olduğuna göre o zulmü yapandan o zalimliğin kalkabilmesi, mazlumun o kimseye hakkını helal etmesi ile ancak mümkün olabilir.el-Hasen'in görüşü ise delil teşkil edemez. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kimin yanında kardeşine gerek ırzında yahut malında yaptığı bir haksızlık var ise ondan dolayı o kimseden helallik istesin" diye buyurmuştur.

Bazıları da kendisine hakkını helal etmesini isteyen kimseye hakkını helal etmemeyi öngörmüştür. Bunların görüşüne göre Allah'ın o kimseye haram kıldığı bir şeyi ona helal kılmasın. Bunlardan birisi deSaid b. el-Müseyyeb'dir. O şöyle demiştir: Ben, bana zulmedene hakkımı helal etmem.

İbn Sîrîn'e de: Ey Ebû Bekir, denilmiş. Burada bir adam var, senden sana yapmış olduğu bir haksızlıktan kendisini helal etmeni istiyor. Şöyle demiş: Onu kendisine haram kılan ben değilim ki, ona hakkımı helal edeyim. Gıybeti ona haram kılan Allah'tır. Bense Allah'ın ona haram kıldığı bir şeyi ebediyyen helal kılamam. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haberi hakkın helal edilebileceğine delil teşkii etmektedir. Delil ve hükmü açıklayan da odur, Hakkı helal kılmak merhamete delildir ve bir çeşit affetmektir. Yüce Allah da:

"Kim affedip düzeltirse, artık onun mükâfatını vermek Allah'a aittir" (eş-Şura, 42/40) diye buyurmuştur,

9- Açıktan Açığa Günah İşleyen Fasıkın ve Benzerlerinin Gıybeti:

Fıskını açığa vuran, ilan edenin gıybetini yapmak bu kabilden değildir. Çünkü haberde: "Haya cilbabını (örtüsünü) bir kenara bırakanın gıybeti yoktur" Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, X, 210 -senedinin pek kuvvetli olmadığı kaydıyla-; el-Kudai, Müsnedu'ş-Şihab, I, 263; Deylemi, Firdevs, III, 6lf>; Zehehi, Mizan, VII, 371'de hadisi Enes (radıyallahü anh)den zikreden Elıu Said'in güvenilmez bir ravi olduğunu belirtmektedir. diye buyurulmustur. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Faciri (günahkarı) özelliği ile birlikte anın ki insanlar ondan sakınabilsinler"Abdullah b. Adiyy, el-Kamil, II, 173, ramilerinden el-Carııd'un metruk olduğunu kayd etmektedir; el-Acluni, Keşfu'l-Hafa, I, 114 sahih olmadığı kaydıyla.diye buyurmuştur.

O halde gıybet, kendisini (kötülüklerini) setreden kimse hakkındadır, el-Hasen'den rivâyete göre o şöyle demiştir: Üç kişinin herhangi bir hürmeti (saygınlıkları, çiğnenmesi sözkonusu olan haklan) yoktur: Hevasının peşinden giden bir kimse, açıktan açığa fasıkık yapan bir kimse ve zalim bir yönetici.

Haccac öldüğünde el-Hasen şöyle demişti: Allah'ım, onu öldüren Sensin. Aramızda onun sünnetinin(uygulamalarının) da sonunu Sen getir. -Bir rivâyette de: Onun kötülüğünün sonunu- demiştir. Çünkü o bize gözleri aydınlıkta seçemeyen, gözlen kamaşan, parmakları kısa bir eli uzatan bir kimse olarak geldi. Allah'a yemin ederim, Allah yolunda o ele bir toz bulaşmadı. Perçemini güzelce tarar, böbürlenerek yürür, minbere çıkar, namazı geçîrinceye kadar gelişigüzel konuşurdu. Ne Allah'tan sakınır, ne insanlardan utanırdı. Onun üzerinde Allah, altında ise yüzbin kişi yahut daha fazlası vardı.(Üzerindeki Allah'tan korkmaz, minberinin altındaki yüzbirvlerden utanmazdı.) Kimse de ona: Ey adam namaz vakti geldi, d(iy)emezdi. Sonra el-Hasen şöyle diyordu: Heyhat! Buna kılıç ve kamçı engel oluyordu.

er-Rabt b. Subeyh, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet eder: Bidat ehli olanların gıybeti yoktur.

Aynı şekilde hakime sana zulmeden kimseden hakkını alabilmen için ondan yardım istemek maksadıyla; filan kişi bana zulmetti yahut bana kızdı, bana hainlik etti, beni dövdü, bana iftirada bulunduya da bana kötülük yaptı, demek de gıybet değildir. Ümmetin âlimleri bu hususta icma etmişlerdir.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da bu hususta:"Hak sahibinin söyleyecek bir sözü vardır" Buhârî, II, H09, 842, K45, 920, 921; Müslim, III, 1225; Tirmizî, III, 628;İbn Mace, II, H09;Müsned, II, 416, 456, VI, 268. diye buyurmuştur. Yine: "Zenginin savsaklaması zulümdür" ; Buhârî, II, 799, H45;Müslim, I», 1197;Tirmizi, III, 600;Dârimi, II, 338;Ebû Davud, III, 247;Nesâî, VIII, 317,Muvatta’, II, 674;Müsned, II, 379, 463, 465. "Ödeme imkanı bulan kimsenin savsaklaması onun ırzını (şeref ve haysiyetini) ve cezalandırmasını helal kılar" Ebû Davud, III, 313;Nesâî, VII, 316; ibn Mace, H, 811;Müsned, IV, 222, 388, 389.diye buyurmuştur.

Fetva istemek de bu kabildendir. Hind'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ebû Süfyan cimri bir kimsedir. Bana ve çocuklarıma yetecek kadar bir şeyler vermiyor. Bilmeksizin onun malından alabilir miyim? diye sorması da bunun gibidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da: "Evet alabilirsin"demişti Buhârî, II, 769, V, 2052, 2054, VI, 2626; Müslim, III, 133»; Dârimi, II, 211;Dârimi, II, 211; Darakutni, IV, 234;Ebû Davud, III, 289; Netsai, VIII, 246;İbn Mace, II, 769; II, 580;Müsned, VI, 39, 50, 206,

Burada Hind kocasından cimrilikle, kendisine ve çocuklarına zalimlik etmekle sözettiğî halde, Peygamber onu gıybet eden olarak değerlendirmemektedir. Çünkü onun bu davranışının yapmaması gerektiğini söylememiştir. Aksine Peygamber onun lehine fetva vererek ona cevab vermiştir. İşte bir kimseden kötülükle sözetmekte bir fayda bulunması halinde de durum böyledir. Peygamber Efendimizin: "Muaviye'ye gelince o malı bulunmayan fakir bir kimsedir. Ebû Cehme gelince, o da omuzundan asasını indirmez. " Müslim II,1114; Dârimi, II 182; Tirmizi, III,440;Ebû Davud, II, 285;Nesâî,IV,75,Muvatta’,II, 580;Müsned,VI, 412. âyeti gibi.

Bu caizdir, onun maksadı ise Fatıma bint. Kays'ın onlardan birisi ile evlenecek olursa, bir yanlışlık yapmaması idi. Bütün bu açıklamaları el-Muhasibî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır.

10- Tiksinti Veren Örnek ve Allah'tan Korkmak:

"Ölmüş" âyeti ye harfi şeddeli olarak diye de okunmuştur. Bu lâfız "efden hal olarak nasbedilmistir. Bununla birlikte

"kardeş"den hal olarak nasbedilmesi de mümkündür.

Yüce Allah onlardan herhangi bir kimsenin kardeşinin leşini yemesini sevemeyeceğini ikrar ettirdikten sonra, akabinde

"İşte bundan tiksindiniz" diye buyurmaktadır. Bu iki şekilde açıklanabilir:

1- Siz nasıl ki leşi yemekten tiksiniyor iseniz, aynı şekilde gıybetten de böylece tiksininiz. Bu anlamdaki açıklama Mücahidden rivâyet edilmiştir,

2- Sizler insanların sizin gıybetinizi yapmasını hoş karşılamıyorsunuz. O halde başkalarının gıybetini yapmayı da hoş karşılamayınız.

el-Ferrâ'' dedi ki: Bundan tiksindiniz. O halde siz de bu işi yapmayınız.

Lâfız itibariyle haber, anlam itibariyle emir olduğu da söylenmiştir. Yani bundan tiksininiz,

"Allah'tan korkun!" âyeti ona atfedilmiştir. Daha önce geçen "Kaçının ve kusurunu araştırmayın" buyruklarına atfedildiği de söylenmiştir.

"Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahîmdir."

13

Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanışasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah, en iyi bilendir, herşeyden haberdar olandır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Yaratılış İtibariyle İnsanların Birbirlerine Eşitliği:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" âyetinde Âdem ile Havva'yı kastetmektedir,

Âyet-i kerîme Ebû Hind hakkında inmiştir. BunuEbû Davud "el-Merasil" adlı eserinde zikretmektedir: Bize Amr b. Osman ile Kesir b. Ubeyd anlattı, dediler ki: Bize Bakiyye b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bana ez-Zührî anlattı, dedi ki: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) Benu Beyadalılara, Ebû Hind ile kendilerinden bir hanımı evlendirmelerini emretti. Onlar da Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz kölelerimizi kızlarımızla mı evlendirelim? dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah:

"Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi... uluslara ve kabilelere ayırdık" âyetini indirdi. ez-Zührî dedi ki: Âyet özel olarak Ebû Hind hakkında inmiştir. Ebû Davud, el-Merasil, s. 195 Ebû Hind'in evlendirilmesi ile ilgili rivâyetten bu ayetin Tefsirinin sonlarında bir daha söz edilecektir. Oraya da bakınız.

Ayet-i kerimenin Sabit b. Kays b. Şemmâs ve onun kendisine yer açmayan kişiye: Ey filan kadının oğlu demesi hakkında indiği de söylenmiştir. Bunun üzerine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Filan hanımın ismini anan kimdi?" diye sordu. Sabit: Ben ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bu sefer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Buradakilerin yüzlerine bir bak dedi." Baktı, Peygamber: "Ne gördün?" diye sordu, o da beyaz, siyah ve kırmızı tenliyi gördüm deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "Sen takva ile olması müstesna bunlara üstün olamazsın." Bunun üzerine bu âyet Sabit hakkında nazil oldu, Ona yer açmayan kişi hakkında da:

"Ey îman edenler! toplantı yerlerinde size yer açın, denildiğinde genişletin..."(el-Mücadele, 58/11) âyeti indi.İbn Abbâs dedi ki: Mekke fethi gününde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilal’e emir vermesi üzerine Ka'be'nin damına çıkıp ezan okudu. Attab b. Esid b. Ebi’l-Iys şöyle dedi: Bugünü görmeden önce babamın ruhunu alan Allah'a hamdolsun. el-Haris b. Hişam da: Muhammed ezan okumak üzere şu siyah kargadan başkasını bulamadı mı? dedi, Süheyl b. Amr da: Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir, dedi. Ebû Süfyan ise: Ben hiçbir şey demiyorum. Çünkü semanın Rabbinin söylediğimi haber vereceğinden korkarım.Cebrâîl, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek neler söylediklerini ona haber verdi. Onları çağırdı ve neler söylediklerini sordu, onlar da ikrar ettiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirerek soylarla öğünmeyi, mal çokluğuyla öğünmeyi, fakirleri küçümsemeyi yasakladı. Çünkü asıl gözönünde bulundurulması gereken takvadır. Yani herkes Âdem ile Havva'dandır, üstünlük ancak takva iledir.

Tirmizî'de şu rivâyet yer almaktadır: ,..İbn Ömer'den rivâyete göre Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de verdiği hutbesinde şöyle dedi: "Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah sizden cahiliye kibrini ve ataları ileri sürerek büyüklenmeyi gidermiş bulunuyor. İnsanlar iki türlüdür: Ya birisi iyilik yapan, takva sahibi olup Allah katında üstün ve değerlidir. Ya günahkar ve bedbaht birisi olup, Allah katında da değersizdir. İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanıdasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır. Muhakkak Allah en iyi bilendir, herşeyden haberdar olandır" diye buyurmuştur.Tirmizî bu hadisi Ali b. el-Medinî'nin babası Abdullah b. Cafer'den rivâyet etmiştir. O ise zayıf bir ravidîr. Onun zayıf olduğunu Yahya b. Maîn ve başkaları söylemiştir. Tirmizi, V, 389; Müsned, II, 523.

Taberi "Adabu'n-Nufus" adlı eserinde şunu rivâyet etmektedir: Yine bana Yakub b. İbrahim anlattı, dedi ki; Bana İsmail anlattı, dedi ki: Bana Said el-Cureyrî, Ebû Nadra'dan anlattı. Ebû Nadra dedi ki: Bana yahut bize Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Mina'da teşrik günlerinin ortasında bir deve üzerinde iken vermiş olduğu hutbesinde hazır bulunanlardan birisi anlattı.Peygamber buyurdu ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir. Şüphesiz ki sîzin babanız da birdir. Şunu bilin ki arab olan birisinin arab olmayana, arab olmayan birisinin arab olana, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takva ile olması hali müstesna, hiçbir üstünlüğü yoktur. Söyleyin, ben tebliğ ettim mi?" Onlar: Evet dediler. Peygamber de: "O halde hazır bulunan burada bulunmayana bildirsin" diye buyurdu. Müsned, V, 4li, Heysemi, Mecmâ', III, 266.

Yine ismi geçen eserde Malik el-Eş'arî'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;"Şüphesiz Allah sizin makam ve mevkilerinize, neseblerinize, bedenlerinize, mallarınıza bakmaz. Fakat O, sizin kalplerinize bakar. Her kimin salih bir kalbi varsa, Allah ona karşı şefkat duyar. Şüphesiz siz Âdem'in oğullarısınız. O'nun aranızdan en sevdiği kişi sizin en takvalı olanınızdır." Taberani, Kebir, III, 297.

Bu anlamda Ali (radıyallahü anh)'ın şiirlerinden olup meşhur olmuş şu beyitler vardır:

"İnsanlar suret bakımından denktir birbirlerine,

Babaları Âdem'dir, anneleri Havva'dır onların.

Bir nefis benzer diğerine, ruhlar da andırır birbirini,

Onlarda kemikler yaratılmış ve azaları vardır onların.

Eğer asılları itibariyle onların bir şerefleri varsa,

Kendisiyle karşılıklı öğünecekleri o su ve çamurdur.

Fazilet ancak ilim ehlinindir, çünkü onlar

Hidayet üzredirler, hidayeti arayanlara gösterirler doğruyu.

Herkesin değeri güzel yaptığı şeye göredir,

İnsanların fiilleri üzerinde alametleri vardır.

Her kişinin zıttına ise bilmediği şey durur,

Cahiller de ilim ehline düşmandır."

2- Yüce Allah Dileseydi İnsanları Başka Bir Yoldan da Yaratırdı:

Yüce Allah bu âyet-i kerimede insanları bir erkek ve bir dişiden yarattığını açıklamaktadır. Aynı şekilde en-Nisa Süresi'nin başında da (4/1) bunu böylece açıklamaktadır. Şayet dileseydi Âdem'i yarattığı gibi, bunların ikisi olmadan da yaratabilirdi yahut Îsa'yı yarattığı gibi erkeksiz yahut Havva'yı yarattığı gibi iki cihetten birisi olan dişisiz yaratabilirdi. İşte ilahi kudret için mümkün olan bu şekilde yüce Allah başka bir varlık yaratmış değildir. Rivatıyet olunduğuna göre yüce Allah Havva'yı Âdem’den, ondan çekip aldığı kaburga kemiklerinden birisinden yaratmıştır. İlahi kudret açısından mümkün olan diğer kısım da bu kabul edilebilir. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.

3- Bir Kimsenin Nesebini Reddedmesinin Cezası:

Yüce Allah insanı erkek ve dişiden yaratmış, onlar arasında neseb, sihri akrabalıklar, uluslar, ve kabileler halinde yaratmıştır. Bu yaratılışlar arasında da onların birbirlerini tanımalarını takdir etmiş, takdir ettiği ve kendisinin daha iyi bildiği bir hikmet dolayısıyla da aralarındaki akrabalık bağlarını ve bu bağların gözetilmesini tesbit etmiştir. Böylelikle herkes kendi nesebine sahib çıkar olmuştur.

Herhangi bir kimse başkasının nesebini reddedecek olursa, İftirada bulunmuş olacağından kendisine had vurulmasını gerektirir, Mesela, kabilesinin ve soyunun nesebini red ederek, mesela Arap olana; Ey acem, acem olana da: Ey Arap demesi ve buna benzer nesebin gerçek anlamıyla nefyedildiği diğer ifadelerde de bu böyledir.

4- İnsan Hem Erkekten, Hem Dişiden Yaratılır:

Öncekilerden kimisi ceninin sadece erkeğin suyundan yaratılmış olduğunu, annenin rahminde de beslenip büyüdüğünü ve rahimdeki kandan geliştiğini ileri sürmüşlerdir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın:

"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yerde tuttuk." (el-Murselat, 77/21) âyeti ile

"Sonra O, onun suyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır."(es Secde, 32/8);

"O dökülen meniden bir damla değil miydi?" (el-Kıyame, 75/37) âyetlerini delil göstermişlerdir. Onlara göre bu âyetler yaratılışın tek bir sudan olduğunu göstermektedir.

Doğrusu ise yaratmanın bu âyet sebebiyle hem erkeğin suyundan, hem de kadınınkinden yaratıldığıdır. Çünkü bu âyet-i kerîme tevil ihtimali bulunmayan açık bir nasstır. Ayrıca yüce Allah'ın:

"O atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır. O su omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar." (et-Tarık, 86/6-7) âyeti da buna delildir. Bundan maksat ileride açıklanacağı üzere, erkeklerin omurgaları ile kadınların göğüs kemikleridir.

Karşı görüşü savunanların ileri sürdükleri delillerdeki ifade ise azami olarak şunu ortaya koymaktadır: Yüce Allah insanın sudan, bir süzmeden ve bir nutfeden yaratıldığını belirtmektedir. Ancak bunu anne babadan sadece birisine izafe etmemektedir. O halde bu, suyun ve süzme ile nutfenin zikrettiğimiz âyetlerin delaleti ile her ikisinden olduğuna delil teşkil etmektedir. Aynı şekilde tıpkı erkeğin suyunun olduğu gibi, kadının da suyu olduğunu ve bundan dolayı da -daha önce eş-Şura Sûresi'nin sonlarında (42/49-50. âyet, 2. başlık ve devamında) geçtiği üzere- benzerliğin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Yüce Allah, Nûh (aleyhisselâm) kıssasında da:

"Su önceden takdir edilmiş bir emir üzere birbirine kavuştu." (el-Kamer, 54/12) diye buyurmaktadır. Burada ise semanın suyu ile yerin suyunu kastetmektedir. Çünkü kavuşma ancak iki şey tarafından sözkonusu olur. O halde yüce Allah'ın:

"Sonra O, onun soyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır." (es-Secde, 32/8) âyeti ile

"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?" (el-Mürselat, 77/20) âyetinde iki ayrı suyun kastedildiği inkar olunamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Uluslar ve Kabileler (Şuub ve Kabail):

"Ve sizi... uluslara ve kabilelere ayırdık." âyetinde sözü edilen "şuub: uluslar" kabilelerin başlandır, Rabia, Mudar, Evs ve Hazreç gibi. Bunun tekili "şın" harfi üstün olarak "şa'b" ...diye gelir. Onlara bu ismin veriliş sebebi ağacın dallarının şubeleri gibi ayrılıp, bir noktada toplanmaları dolayısıyladır, "Şa'b" zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim bir şeyi toplamayı ifade etmek üzere: "Onu topladım" denilir. Matkab ve biz anlamına kullanılan da buradan gelmektedir. Çünkü onun vasıtasıyla hem biraraya getirilir, hem ayrılır. Şair de şöyle demiştir;

"Yüzüstü yıkılmış ve korunuyor,

Bir boynuz ile sanki o keskin bir matkab gibidir."

Onu dağıttım:" demektir. Ölüme ayırımcı olduğundan ötürü "şu'ûb" denilmesi de buradan gelmektedir. "Şi'b" de dağ yolu demektir, çoğulu da "şi'âb" ...diye gelir. el-Cevherî dedi ki: Şi'ûb Arap ve Arap olmayanların kabilelerinden ayrılan kollara denilir, çoğulu da "şu'ûb" ...diye gelir. Şu'ûbiye ise arabların Arap olmayanlara üstün olmadıklarını söyleyen bir kesimdir. Hadiste geçen: "Şu'ûbdan bir adam müslüman oldu" ifadesi ise Arap olmayanlardan birisini kastetmektedir. Şa'b de büyük kabile demektir. Bu kabilelerin kendisine nisbet olunduğu atalarıdır.Yani bu ata onları toplar ve birarada tutar.

İbn Abbâs dedi ki: Şu'ûb Cumhûr(büyük kalabalık) demektir, Mudar gibi. Kabileler ise onun boylarıdır.

Mücahid dedi ki: Şu'ûb nesebin uzak olanı, kabileler ise ona göre daha yakın olanıdır. Yine ondan nakledildiğine göre şu'ûb daha yakın olan nesebi ifade eder.Katade de böyle demiştir, Birinci görüşü ondan el-Mehdevî, ikincisini ise el-Maverdî nakletmiştir. Şair de şöyle demiştir:

"Ben bir çok şalilerde pek çok Sa'dlar gördüm,

Fakat Sa'd b. Malik gibi bir Sa'd görmedim,"

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Şa'blerden birtakım kabileler ki aralarında yoktur,

Kerîm sayılacak ve adaletli birisi."

Şu'ûb'un, Kahtan'dan Yemen arabları olduğu, kabilelerin ise Rabia, Mudar ve Adnan'ın sair kolları oldukları da söylenmiştir.

Şu'ûb'un acemlerin kolları, kabilelerin de Arapların kolları oldukları da söylenmiştir.

Bir rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Şu'ûb mevali (arablara vela ile mensub olanlar), kabileler iye Araplardır.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre şu'ûb Hindliler, Dağlılar ve Türkler gibi neseblerinin aslı bilinmeyenlerdir. Kabileler ise Araplardandır.

el-Maverdî dedi ki: Şu'ûb'un kenar ve uzak yerler ile dağ yollarına nisbet olunanlar, kabilelerin ise neseb bakımından ortak olan kimseler olma ihtimali de vardır. Şair de şöyle demiştir:

"Ve onlar şubelere ayrıldılar, artık her bir adada,

Bir emiru'l-mü’minin ve bir de minber vardır."

Ebû Ubeyd, İbnu'l-Kelbî'den, o babasından şöyle nakletmektedir: Şa'b kabileden daha büyüktür, ondan sonra fasile, sonra imare, sonra batn, sonra da fahiz gelir.

Önce şa'b, sonra kabile, sonra imaret, sonra batn, sonra fahiz, sonra fazile, sonra aşire geldiği de söylenmiştir. Edebiyatçılardan birisi bunları nazım halinde şöylece ifade etmiştir:

"Sen Şa'ba bak, çünkü o en kalabalık olandır,

insanların barındığı yerlerde; sonra kabile gelir,

Arkasından imare gelir, sonra batn,

Daha sonra fahiz ve fasile gelir.

Bundan da sonra aşiret gelir, fakat o

Sözünü ettiklerimizin yanında pek azdır."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Kabile, ondan Önce şa'b gelir, ikisinden sonra ise

İmaret, sonra batn, arkasından fahiz gelir.

Kişiyi kendi fasilesinden başkası barındırmaz,

Arkasında tüyü bulunmayan ok ise doğru gidemez."

6- Allah Katındaki Değerin Ölçüsü Takvadır:

Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır." âyeti ile ilgili açıklamalar daha önceden ez-Zuhruf Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"Ve muhakkak ki o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir" (ez-Zuhruf, 43/44) âyeti açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın ve Rasûlünün nezdinde asıl gözönünde bulundurulanın kişinin şerefi ve soyu olmayıp takvası olduğunu gösteren bir özellik bulunmaktadır.

"Şüphesiz ki" âyeti üstün ile; diye de okunmuştur. Sanki: Niçin neseblerle övünülüyor diye sorulmuş da ona: Çünkü Allah nezdinde sizin en şerefliniz en soylu olanınız değil, en takvalı olanınızdır denilmiş gibi olmaktadır.

Tirmizî'deki rivâyete göre Semura, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Haseb (şeref) maldır, kerem (üstünlük, şereflilik, değerlilik) de takvadır."(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir Tirmizî, V, 390; Darakutni, III, 302; İbn Mace, //, 1410;Müsned, VT 10.

Bu da yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır" âyetinin kapsamına girer. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu açık ifadeleri bize ulaşmış bulunmaktadır: "Kim insanların en şereflisi olmak istiyor ise Allah'tan korksun." Hakim, Müstedrek, IV, 301.

"Allah korkusu: Takva" ise, emir ya da nehy olsun yüce Allah'ın çizdiği sınırlara riayet etmek ve sahib olunmasını emrettiği niteliklere sahib olmak, yasakladığı şeylerden de uzak durmak demektir. Yine bu anlamdaki açıklamalar daha önce başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde yüce Allah şöyle buyuracaktır: Şüphesiz Ben bir neseb yarattım, siz de bir neseb tesbit ettiniz. Ben sizin en şereflinizin, en takvalınız olduğunu ortaya koydum, siz ise bunu kabul etmeyerek filan oğlu filan dediniz. Bugün Ben kendi nesebimi yükseltiyor, sizin uydurduğunuz nesebleri alçaltıyorum. Nerede takva sahibleri? Nerede takva sahibleri?"Taberani, Sağir, 1, 383;Deylemi, Firdevs, V, 226; aynı manada az lafzî farklarla: Hakim, Müstedrek, II, 503; Beyhaki, Şuabu'l-Îman, IV, 289; Heysemi, Mecmâ', VIII, 84, ravilerinden Talha b. Amr'ın "metruk" bir ravi olduğu kaydıyla.

Taberî deEbû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadise göre Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: "Şüphesiz ki kıyâmet gününde Benim gerçek dostlarım takva sahibleridir. Her ne kadar kimi nesebler, kimi neseblerden daha yakın ise de. İnsanlar amellerle gelirler, siz ise dünyayı boynunuz üzerinde taşımış olarak geleceksiniz ve: Ey Muhammed... diyeceksiniz. Ben de böyle böyle diyeceğim"diyerek her iki yanını (sağa sola) çevirdi. İbn Receh, Camiu'l-Ulum, I, 347; Aynı manada yakın lâfızlarla: Taberani, Kebir, V, 45,

Müslim'in, Sahih'inde Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı alçak sesle değil, yüksek sesle şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz benim babamın akrabaları benim dostlarım (velilerim) değildir. Benim gerçek dostum, Allah ve salih olan mü’minlerdir."Bahari, V, 2233; Müslim, I, 197.

Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: İnsanların en şereflisi hangisidir? diye sorulmuş, o da: "İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Yakub'un oğlu Yusuf'tur" diye buyurmuş, Onlar, hayır biz sana bunu sormuyoruz dediler. Peygamber; "O halde Allah katında onların en şereflileri en takvalı olanlarıdır." Yine: Biz sana bunu sormuyoruz, dediler. Bu sefer: "Siz bana Arapların cevherlerini mi (soruyorsunuz)" diye buyurdu. "Cahiliye döneminde onların en hayırlıları İslâm döneminde de -fakih olmaları şartıyla- en hayırlılarıdır." Buhârî, III, 1224, 1235, 1238, FV, 1729;Müslim, IV, 1846;Dârimi, I. 84; Müsned, 11, 431Şair bu hususta şöyle demiştir:

"Kişi zenginliğin verdiği izzeti ne yapsın?

Çünkü izzet denilen şey, bütünüyle takvalınınkidir.

Allah'ı bilip tanıdığı halde, Allah'ı bilip tanıması,

Kişiyi müstağni kılmazsa eğer, işte asıl odur bedbaht olan."

7- Nikâhta Denklik (Kefaet) te Takvanın Dışında Neseb (Soy-Sop) Gözönünde Bulundurulabilir mi?

Taberî şu rivâyeti zikretmektedir: Bana Ömer b. Muhammed anlattı, dedi ki: Bize Ubeyd b. İshak el-Attar anlattı, dedi ki: Bize Mendel b. Ali, Sevr b. Yezıd'den anlattı, o Salim b. Ebi'l-Ca'd'den dedi ki: Ensardan bir adam bir kadın ile evlendi. Şerefi hususunda ona eleştirilerde bulunuldu. Adam: Ben bu kadın ile şerefi dolayısıyla evlenmiş değilim, ben onunla dini ve ahlakı dolayısıyla evlendim. Bunun üzerine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:"Bununla birlikte Hadb b. Zürara hanedanından olmamasının sana bir zararı yoktur" (ya da: ...ne zararı var?) diye buyurdu. Sonra Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Şüphesiz ki şanı yüce Allah İslâm'ı gönderdi. İslâm sayesinde aşağılarda olanı yükseltti, onun sayesinde eksik olanı tamamladı. İslâm sayesinde kınamayı kaldırdı. Hiçbir müslümana kınama olmaz. Çünkü bu tür kınamalar ancak cahiliye dönemi kınamaları olabilir."

Yine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Ben takvalı davranmam sebebiyle aranızda Allah'tan en çok korkanınız ve en bilgili olanınız olduğumu ümit ederim. " Bu hadis şöyle de tercüme edilebilir: "İlen aranızda Allah'tan en çok korkan ve ne ile en takvalı olacağımı en iyi bilen kişi olacağımı ümit ederim." Müslim, II, 781; Ebû Dâvûd, II, 312;Muvatta’, I, 289;Müsned, II, 67, 245 Bundan dolayı Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) Allah nezdinde insanların en üstünü ve en şereflisidir,

İbnu'l-Arabî dedi ki: İşte nikâhta kefaet (denklik) hususunda Mâlik'in gözönünde bulundurduğu budur. Abdullah, Malik'ten: Azadlı köle arab olan hanımla evlenebilir dediğini ve bu âyet-i kerimeyi delil gösterdiğini rivâyet etmiştir. Ebû Hanife ileŞâfiî ise: Şeref ve mal gözönünde bulundurulur, demişlerdir.

Sahih'te, Âişe'den gelen rivâyete göre Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabia -ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir'de bulunanlardan birisi idi- Salim'i evlat edinmiş, sonra da ona kardeşi el-Velid b. Utbe b. Rabia'nın kızını nikâhlamıştı. Salim de o sırada ensardan bir kadının mevlası(kölesi) bulunuyordu. ez-Zubeyr'in kızı Dubaa, el-Mikdad b. el-Esved'in nikâhı altında idi.

Derim ki: Abdu'r-Rahmân b. Avf’ın kızkardeşi Bilal'ın nikâhı altında, Cahş kızı Zeyneb, Zeyd b. Harise'nin nikâhı altında idi. İşte bunlar mevali'den olan erkeklerin arab kadınlar ile evlenmesinin câiz olduğuna delildir. Kefaet sadece din hususunda gözönünde bulundurulur.

Yine buna delillerden birisi Sehl b. Sad'ın Sahih-iBuhârî'de yer alan şu rivâyetidir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bulunduğu yerden bir adam geçmiş, Peygamber de: "Şu adam hakkında ne dersiniz?" diye sormuş, onlar: Bu adam eğer bir kıza talib olursa, o kızın ona nikâhlanmasına layıktır. Eğer bir kimseye şefaat etmek isterse, şefaati kabul edilir, eğer konuşursa sözü dinlenir. Sonra Peygamber sustu. Bu sefer müslüman fakirlerden bir adam geçti yine;"Bu adam hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: Eğer bir kıza talib olursa, ona verilmez. Şâyet şefaatçi olmak isterse, şefaati kabul edilmez, konuşursa sözü dinlenmez. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)şöyle buyurdu: "Bu ötekinin benzeri yeryüzü dolusu kadar kimselerden hayırlıdır."Buhârî, V, 19>S, 2369;İbn Mace, II, 1379

Yine Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem): "Kadın malı, güzelliği ve dini -bir rivâyette de; şerefi- dolayısıyla nikâhlanır. Elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikâhlamaya bak!"diye buyurmuslur. Buhârî, V, 195H, Müslim, II, 1086;Dârimî, II, 179; Darakutni, III, 302, 303;Nesâî, VI,65.

Selman, Ebû Bekir'den kızını istemiş ve onun isteğini kabul etmişti. Ömer'den kızını istemiş, önce vermek istememiş, sonra Selman'dan kızını nikâhlamasını istediyse de Selman buna yanaşmamıştı. Bilal, el-Bukeyr’in kızını istemiş, kardeşleri kabul etmemişti. Bunun üzerine Bilal: Ey Allah'ın Rasûlü, ben el-Bukeyr'in oğullarından neler çekiyorum? Onlardan kızkardeşlerini istedim, bana vermediler, bana eziyet ettiler, Bunun üzerine Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) Bilal adına öfkelendi. Kardeşleri bunu haber alınca, kızkardeşlerine giderek: Senden dolayı çektiğimiz nedir? dediler. Kızkardeşleri: Ben işimi (beni nikâhlama yetkisini) Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'a bırakıyorum, dedi. Onlar da onu (Bilal ile) evlendirdiler.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da kendisine hacamat yaptığı sırada Ebû Hind hakkında şöyle demişti: "Ebû Hind'e hanım verip, nikâhlayınız. Onunla evlendiriniz. "Ebû Davud, II, 233; İbn Hibban, Sahih, IX, 375, XIII, 442; Hakim, Müstedrek, II, 178;Beyhaki, es-Sünenu'l-Kübra, VII, 136 Ebû Hind o sırada Beyada oğullarının mevlasi idi.

Darakutnî deez-Zührî'den, o Urve'den, oÂişe'den rivâyet ettiği hadise göre Beyada oğullarının mevlası olan Ebû Hind, hacamat yapan bir kimse idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hacamat yapmış, bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu; "Yüce Allah'ın imanı kalbinde şekillendirdiği bir kimseyi görmekten memnun olacak kimseler Ebû Hind'e baksınlar."Yine Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Ona kız veriniz, onu nikâhlayıp evlendiriniz (kız alınız, isteyiniz)"Darakutni, III, 300;Taberani, Evsat, VI, 329.

el-Kuşeyrî Ebû Nasr dedi ki: Nikâhta kefaet hususunda neseb bazan gözönünde bulundurulabilir. Bu isepeygamberlik şeceresine nesebinin ulaşması yahut peygamberlerin mirasçısı olan âlimlere ya da zühd ve salah bakımından imrenilen kimselere ulaşması halinde sözkonusu olur. Takva sahibi bir mü’min, soylu bir günahkardan faziletlidir. Eğer her ikisi de takvalı iseler bu takdirde aralarından soylu olana öncelik tanınır. Takva bakımından birbirine eğit oldukları takdirde namazda genç olanın yaşlı olana Öncelik tanınmasında olduğu gibi.

14

Bedevi arabları "Îman ettik" dediler. De ki: "Siz îman etmediniz, fakat teslim olduk deyin. Îman henüz kalblerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz, amellerinizden herhangi bir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah mağfiret edicidir, çok merhamet edicidir."

Âyet-i kerîme, Esed b. Huzeyme oğullarından bedevi olan Araplar hakkında inmiştir. Bunlar Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna bir kıtlık yılında gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini getirmişti. Ancak içten içe mü’min değillerdi. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatlarının yükselmesine sebeb olmuşlardı. Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte geldik. Filanoğulları seninle çarpıştığı gibi, biz de seninle savaşmadık. Bunun için bize zekattan bir şeyler ver, demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerimeyi indirdi .

İbn Abbâs dedi ki; Âyet-i kerîme hicret etmeden Önce "muhacir" ismini almak isteyen bedevi Araplar hakkında inmiştir. Allah da onların bedevi arablara ait isimleri bulunduklarını onlara "muhacirler" denilmeyeceğini bildirdi.

es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerîme el-Feth Sûresi'nde sözü edilen bedevi arablar hakkında inmiştir. Bunlar Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gıfar, Dîl ve Eşcalılara mensub bedevi Araplardır. Malları ve canları güvenlik altında olsunlar diye: îman ettik, demişlerdi. Medine'ye gelmeleri istenince geri durdular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Özetle, âyet-i kerîme bazı bedevi Araplar hakkında hususidir. Çünkü onlar arasından yüce Allah'ın da belirttiği üzere Allah'a ve ahiret gününe îman eden kimseler de vardır. Yüce Allah'ın:

"Fakat teslim olduk deyin" âyeti, biz Öldürülmek ve çoluk çocuğumuz esir alınmak korkusuyla teslimiyet gösterdik, demektir. İşte bu münafıkların niteliğidir. Çünkü onlar kalpleri îman etmediği halde zahiren îman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldular. Îmanın gerçeği kalb ile tasdiktir. İslâm Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiklerini zahiren kabul etmektir. Bu da kişinin kanını dökülmekten kurtarır.

"Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz" yani ihlasla Îman ederseniz

"amellerinizden herhangi bir şeyi eksiltmez."

" Onu (ondan) eksiltti, eksiltir" demektir.

Ebû Amr: "Sizden... eksiltmez" diye hemzeli: (........)'den gelen bir fiil diye okumuştur. Ebû Harim'in tercih ettiği de budur. Bu tercihini yüce Allah'ın:

"Amellerinden de bir şey eksiltmeyiz." (et-Tur, 52/21) âyetini gözonünde bulundurmuş olmaktadır. Şair şöyle demiştir:

"Sualoğullarına benden bir mesaj götür.

Mesajın en ileri şeklini; ne bir eksik, ne de yalan,"

İlk okuma şeklini ise Ebû Ubeyd tercih etmiştir, Rube de şöyle demiştir:

"Ve yağmurlu bir gecede yol aldım gece boyu,

O gece boyunca yol almamı hiçbir şey engellemedi."

Onun gideceği işten alıkoydu" kullanımı da bu şekildedir.Yani burada veznindeki şekliyle, veznindeki şekli aynı anlamdadır.

Yine: "Onun amelinden hiçbir şeyini eksiltmedi" denilir, tıpkı: gibidir. Bunu da el-Ferrâ'' söylemiş ve şu beyiti zikretmiştir:

"Onlar baharın yağan ilk yağmurdan sonraki yağmurun bitirdiğini yerler ki,

Sanki olgunlaşmamış (ekin)in etrafında tarlalar varmış gibi

Burada merhum Kurtubî beyitteki kelimelere dair birtakım açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar tercümeye dercedikliğinden dolayı ayrın) çevirmeye gerek yoktur.

Yüce Allah burada: "İkisi amellerinizi eksiltmez" diye buyurmamıştır, çünkü yüce Allah'a itaat, Rasûle itaattir.

15

Mü’minler ancak Allah'a ve Rasûlüne Îman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, sonra da malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir.

"Mü’minler ancak Allah'a ve Rasûlüne îman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen" yani tasdik edip şüpheye düşmeyen, cihad ve salih amellerle de bunları gerçekleştiren, tahkike ulaştıran

"kimselerdir. İşte onlar" imanlarında

"sadık olanların ta kendileridir."Yoksa öldürülmek korkusu ve kazanç elde etmek ümidi ile müslüman olanlarınki değildir.

16

De ki: "Dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir. Allah herşeyi çok İyi bilendir."

Ayet-i kerîme nazil olunca bedevi arablar hem içte, hem de açıkta mü’min olduklarına dair yemin ettiler ve bu yeminlerinde yalan söylediler. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Deki" üzerinde bulunduğunuz

"dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir. Allah herşeyi çok İyi bilendir."

17

Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar. De ki: "Müslüman oldunuz diye bana minnet etmeyin. Bilakis sizi îmana muvaffak etti diye Allah size minnet eder. Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz."

"Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar" âyeti: Biz sana ağırlıklarımızla, çoluk çocuğumuzla birlikte geldik, sözlerine işaret etmektedir,

"Diye" âyeti, " İslâm'a girdikleri için" takdirinde nasb konumundadır.

"De ki: Müslüman oldunuz diye"müslümanlığınızla

"bana minnet etmeyin. Bilakis sizi îmana muvaffak etti diye Allah size minnet eder" âyetindeki:

"Diye" lâfzı nasb konumunda olup takdirindedir, ötakdirinde olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Mesud'un mushafında; size hidayet ettiği için" şeklindedir.

"Eğer siz" mü’min olduğunuzu söylerken

"doğru söyleyen kimseler İseniz."

Âsım

"sizi... muvaffak etti diye" anlamındaki âyetindeki hemzeyi kesreli okumuştur. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü daha sonra yüce Allah: " Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz" diye buyurmuştur. Halbuki "Eğer sizi doğru yola iletirse, o size minnet eder. Eğer doğru söylüyor iseniz" anlamında-denilmez. Güçlü okuyuş şekli: " Sizi... muvaffak elti diye" şeklindeki okuyuştur. Bu onların mü’min olduklarına delil değildir. Çünkü ifadenin takdiri: Eğer siz gerçekten îman etmiş iseniz, bu Allah'ın sizin üzerinizdeki bir minneti, bir lütfudur şeklindedir.

18

Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmakta olduklarınızı çok İyi görendir.

"Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmakta olduklarınızı çok iyi görendir" âyetindeki

“Yapmakta olduklarınızı" anlamındaki âyeti İbn Kesîr, İbn Muhaysın, Ebû Amr haber kipi olarak "ye" ile ve: "Bedevi Araplar... dediler" âyetine göre("yapmakta olduklarını" anlamında) okumuşlardır. Diğerleri ise "te" ile ("yapmakta olduklarınızı" anlamında) ve muhatap kipi olarak okumuşlardır.

[Yazma nüshaların birinde şu ifade de yer almaktadır: "Doğrusunu bilen Allah’tır. Dönüş ve varış yalnız O'nadır. Yüce ve büyük olan Allah'ın takdiri olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat yetirilmez. O bana yeter, O ne güzel vekildir.] Yüce Allah'ın yardımıyla Kurtubî Tefsirinin onaltıncı cildi(nin Arapça tercümesi) ve Hucurât Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç