Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

429

 

034 - SEBE' SÛRESİ

 

CÜZ :

22

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

15

Yemin olsun ki Sebe'liler için kendi meskenlerinde bir ibret vardı. Sağ ve solda ikişer bahçe vardı. "Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin! Hoş bir belde ve bağışlayıcı bir Rabb..."

"Yemin olsun ki Sebe'liler için kendi meskenlerinde bir ibret vardı" âyetinde geçen "Sebe"' kelimesini Nafî' ve başkaları bir kabile halkı ismi olarak hem munsarıf hem de tenvinli okumuşlardır. Aslında bu bir adamın adıdır. Bu hususta Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet gelmiştir. Tirmizî, kaydettiği rivâyette şöyle demektedir: Bize Ebû Küreyb ile Abd b. Humeyd anlattı, dediler ki: Bize Ebû Üsame anlattı: O, el-Hasen b. el-Hakem en-Nehaî'den dedi ki: Bize Ebû Sebre en-Nehaîanlattı, o Ferve b. Museyk el-Muradî'den dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gittim ve: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Ben kavmimden bana doğru gelenleri yanına alarak kaçıp gidenlerle Savaşayım mı? Onlarla Savaşmak hususunda bana izin verdi ve bana emretti. Ben onun huzurundan çıktığımda benim hakkımda: "Ğutayfh ne yaptı?" diye sordu. Ona yola koyulmuş olduğuma dair haber verildi, bunun üzerine benim peşimden haberci göndererek geri dönmemi istedi. Ben de yanına vardım, o sırada ashabından birkaç kişi ile beraberdi. Şöyle buyurdu: "Kavmini davet et. Onlardan İslâm'a giren olursa, İslâm'a girişini kabul et. İslâm'a girmeyen kimse olursa, ben sana yeni bir emir verinceye kadar acele etme." (Ferve) dedi ki: Sebe'liler hakkında da indirilen âyetler indirildi. Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü, Sebe' nedir? Bir yer ismi mıdır? Yoksa bir kadın mıdır? diye sordu. Peygamber: "Ne bir yer adıdır, ne de bir kadın adıdır. O bir adamdır. On tane Arap çocuğu olmuştur. Bunların altısı Yemen'e, dördü de Şam tarafına gittiler. Şam tarafına gidenler Lahm, Cüzam, Gassan ve Amile adında idiler. Yemen tarafına gidenler ise Ezdliler, Eş'arîler, Himyer, Kinde, Mezhiç ve Enmar(lılar)dır." Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü Enmar nedir? diye sorunca, Peygamber: "Kendilerinden Has'am ve Becilelilerin geldiği kimselerdir" diye buyurdu. Bu rivâyet İbn Abbâs'tan, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan diye de gelmiştir ki, Ebû Îsa(et-Tirmizî) şöyle demiştir: Bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, V. 361.

İbn Kesîr ileEbû Amr munsarıf olmayarak: Sebe'liler için" diye okumuş ve bunu bir kabile ismi kabul etmiştir. Ebû Ubeyd'in görüşü de budur. Bunun kabile ismi oluşuna da daha sonra gelen "meskenlerinde" diye buyurulmuş olmasını delil göstermiştir.en-Nehhâs dedi ki: Şayet durum onun dediği gibi olsaydı: "O kabilenin meskenlerinde" denilmesi gerekirdi. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar bundan önce en-Neml Sûresi'nde (27/20-28. âyetler, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şair bu kelimeyi munsarıf kullanarak şöyle demiştir:

"Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teymlilerin

Boyunlarında iz bırakmıştır, camışların derileri."

Bir başka şair de gayr-ı munsarıf kullanarak şöyle demektedir:

"Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den

Onların selinin önünde Arimi (şeddi) bina ettiklerinden."

Kunbul, Ebû Hayve ve el-Cahderî hemzeyi sakin olarak; diye okumuşlardır. "Meskenlerinde" şeklindeki çoğul olarak okuyuş genel olarak kıraat âlimlerinin okudukları şekildir. Ebû Ubeyd ileEbû Hatim'in tercih ettiği kıraat de budur. Çünkü onların meskenleri bir değil, pek çoktu. Şu kadar var ki, İbrahim,Hamza ve Hafs tekil olarak: "Onların meskeninde" diye okumuşlar. Ancak "kef" harfini üstün okumuşlardır. Yahya,el-A'meş ve el-Kisaî de tekil okumakla birlikte "kef'i esreli okumuşlardır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu(Sebe') lafızın(ın) sakin okunuşu daha açıktır. Çünkü böylelikle hem lâfız, hem manayı birarada ifade etmektedir.

"Meskenlerinde" (anlamını veren) okuyuşu hakkında iki takdir sözkonusudur. 1- Çoğul anlamını ifade eden tekil olması, 2- Tesniyesi de, çoğulu da yapılmayan mastar olmasıdır. Yüce Allah'ın:

"Allah kalblerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde de perdeler çekmiştir" (el-Bakara, 2/7) diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi "kulaklar: sem'" tekil olarak gelmiştir. Nitekim:

"Sıdk meclisinde"(el-Kamer, 54/55) âyetinde de böyledir. "Mesken"in "mescid" gibi "meşkin" diye kullanılışı ise kıyas'ın dışında bir kullanımdır, böyle bir şeyin benzeri ancak sema yoluyla(işitilerek) bulunabilir.

"Bir ibret" lâfzı 'nin ismidir. Yaniyüce Allah'ın kudretine ve kendilerini yaratan bir yaratıcının varlığına delalet eden bir alamet vardır. Bütün yaratılmışlar eğer ağaçtan bir meyve çıkartmak üzere biraraya gelecek olsalar, buna güçleri yetmez. Meyvelerin çeşitli cins, renk. tat, koku ve çiçeklerini ortaya çıkarmak imkanını bulamazlar. İşte bu, bütün bunların ancak herşeyi bilen ve herşeye güç yetirenin yaratmasıyla olabileceğine açık bir delil vardır.

"Sağ ve solda ikişer bahçe vardı"âyetinin

"bir ibret vardı" lâfzından bedel olması mümkün olduğu gibi, hazfedilmiş bir mübtedânın haberi de olabilir. Bu durumda "Bir ibret" üzerinde vakıf yapılır, ancak bu vakıf tamam değildir.

ez-Zeccâc dedi ki: "Bir ibret: âyet" iki bahçedir. Buna göre: "İki bahçe" hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olarak merfudur.

el-Ferrâ'' da şöyle demektedir: Bu âyet, "âyet: bir ibret" lâfzının atf-ı tefsiri olarak merfu gelmiştir. Bunun; (otf)'nin haberi olarak nasb ile gelmesi de mümkündür. Ayrıca "iki bahçe" anlamındaki lâfzın Kur'ân-ı Kerîm'in dışında olmak üzere yine bunun haberi olarak nasb ile gelmesi mümkündür.

Abdu'r-Rahmân b. Zeyd dedi ki: Sebe'lilere meskenlerinde bulunan âyet (ibret) şu idi: Onlar asla ne bir sivrisinek, ne sinek, ne bir bit, ne pire, ne akrep ne yılan, ne de başka bir haşere görüyorlardı. Onlara gelen kafilelerin elbiselerinde eğer bit ve diğer haşereler bulunuyor ise, evlerini görür görmez bütün bu haşereler oluveriyordu.

Bir diğer görüşe göre buradaki "âyet: ibret" iki bahçe idi. Bir kadın başında zenbili bulunduğu halde iki bahçe arasında yürür ve eliyle kendisi meyvelere dokunmaksızın o zenbil çeşitli meyvelerle doluverirdi. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Rivâyet edildiğine göre bu iki bahçe Yemen'deki iki dağ arasında idi. Süfyan da şöyle demiştir: Bu iki bahçede iki köşk bulundu, bunlardan birisinin üzerinde: "Bizler Selhîn'i kesintisiz olarak yetmiş yılda bina ettik" ibaresi, diğerinin üzerinde: "Bizler Sirvah'ı hem öğle vakti dinlenmek, hem de aksam vakti dinlenmek üzere bina ettik" ibaresi yazılı idi. Bu iki bahçeden birisi vadinin sağ tarafında, diğeri ise sol tarafında bulunuyordu.

el-Kuşeyrî dedi ki: Burada sadece iki tane bahçe kastedilmiş değildir. Aksine burada iki bahçeden kasıt sağ ve soldur. Yani onların ülkelerinde pek çok bahçe, ağaç ve meyveler vardı, insanlar bunların gölgeleri altında saklanırlardı.

"Rabbinizin rızkından yeyin." Yani onlara böyle denildi. Ortada emir diye bir şey yoktu. Ancak onlar bu nimetlerden yemek imkanına sahib idiler. Şöyle de açıklanmıştır: Rasûller onlara şöyle demişti: Yüce Allah size bunları mubah kılmıştır.Yani O, bu nimetleri size mubah kıldığından ötürü itaat ederek O'na şükrediniz.

"Rabbinizin rızkından" kasıt, iki bahçenin meyvelerinden yeyin, demektir.

"Ve O'na" size vermiş olduğu bunca rızık dolayısıyla

"şükredin."

"Hoş bir belde" ifadesi yeni bir söz başlangıcıdır.Yani bu hoş bir beldedir. Bu da mahsûl ve meyveleri pek çoktur, anlamındadır. Çorak değildir, diye de açıklanmıştır. Havası güzel olduğu için haşereleri bulunmayan hoş bir yerdir, diye de açıklanmıştır. Mücahid dedi ki: Bu şehir San'a şehridir.

"Ve bağışlayıcı bir Rabb" Yani size bu nimetleri ihsan eden bağışlayıcı (gafur) bir Rabbdir, günahlarınızı örter. Böylelikle hem onların günahlarını bağışlamış, hem de ülkelerini hoş kılmıştır. Böyle bir özellik mahlukatının tümüne verilmiş değildir.

Bir açıklama da şöyledir: Burada mağfireti(bağışlamayı) sözkonusu etmekle rızıkta haramın bulunabileceğine de işarettir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/3- âyet, 23. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, daha önceden geçmiş peygamberleri yalanladıkları için kökten imha edici bir azâb ile onları azâb etmeyip af etmek suretiyle onlara lütuf ve minnetini hatırlatmaktadır. Nihayet onlar bu yalanlamayı ısrarla sürdürünce, kökten imha edildiler.

16

Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de onlara Arim selini gönderdik ve onların iki bahçelerinin yerine buruk yemişli, acı ılgınlı ağaçları olan ve içinde Arabistan kirazından da az bir şey bulunan iki bahçe verdik.

"Fakat onlar" Allah'ın emrinden ve Rasûllerine uymaktan -daha önceleri müslüman oldukları halde-

"yüz çevirdiler." es-Süddî ileVehb (b. Münebbih) dediler ki: Sebe'lilere onüç peygamber gönderildi, onlar da bu peygamberleri yalanladılar.

el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar (eşek)" lakablı bir başkanları vardı. Bunlar Îsa ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildiğine göre bunun bir oğlu vardı ve öldü. Bunun üzerine başını semaya doğru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan daha kâfir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyimi şuradan gelmektedir: Âd kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir oldu. Onun topraklarından kim geçerse, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darb-ı meselde: "Sebe'liler gibi darmadağın oldular" denilmektedir. Denildiğine göre Evs ve Hazrecliler onlardandır.

"Biz de onlara Arim selini gönderdik" âyetinde geçen

"Arim" İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre şeddin adıdır. Bu durumda ifade, Arim şeddi selini gönderdik takdirinde olur. Atâ ise Arim vadinin adıdır. Katade Arim Sebe' vadisidir demiştir. Bütün vadilerin akan selleri orada toplanırdı. Hatta denizden ve Yemen vadilerinden akan suların orada toplandığı dahi söylenmiştir. Bunlar iki dağ arasında bir sed yaptılar ve bu sedden biri diğerinin üstünde üç kapı bıraktılar. En üstteki kapıdan önce sulama yaparlar, sonra ikincisinden, sonra da üçüncüsünden ihtiyaç duydukları kadarıyla sulama yaparlardı. Çok verim elde ettiler ve malları çoğaldı. Rasûlleri yalanlamaları üzerine yüce Allah onlara fareleri musallat kıldı, onlar da o seddi deldiler.

Vehb dedi ki: Onlar(geçmişlerinden gelen) ilim ve kehânet bilgileri arasında şunların da bulunduğunu iddia ediyorlardı: Onların bu sedlerini bir fare tahrib edecektir. Bundan dolayı iki kaya arasında buldukları herbir deliğin yanıbaşına mutlaka bir kedi bağlamışlardı. Yüce Allah'ın onların başına getirmek istediği musibetin vakti gelince, kırmızı bir fare bu kedilerden birisine doğru gitti. Kediyi arkasından koşturdu. Nihayet kedi kayadan uzaklaşınca, fare kedinin yanıbaşında bulunduğu delikten içeri atladı ve şeddi oydu. Nihayet sel tarafından alınıp götürülecek kadar şeddi gevşetti. Onlar ise bu işin farkına varmamışlardı. Sel gelince, açılan delikler arasından girdi ve nihayet şedde kadar ulaştı. Su onların mallarını kapattı, evlerini örttü.

ez-Zeccâc dedi ki: Arim üzerlerinde kapatılmış bulunan şeddi oyan farenin adıdır. Kendisine "el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebeb teşkil ettiğinden sel ona nisbet edilmiştir.

İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir.

Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim yüce Allah'ın şeddi, içine göndermiş olduğu kırmızı bir sudur. Bu su şeddi çatlatmış ve yıkmıştır.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre Arim çok şiddetli yağmur demektir. "Re" harfi sakin olarak "arm" de denilir.

ed-Dahhak'tan rivâyete göre; bunlar Îsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde yaşamışlardı.

Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir.el-Cevherî de böyle demiştir.el-Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lâfzından tekili yoktur. Tekilinin "arime" olduğu da söylenmektedir.

Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden herbir şeye Arim denilir. Engel (sed) diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur.

en-Nehhâs dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa, buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" ismini verdikleri engel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli kaldırırlar. Bahçeleri yeteri kadar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı.

el-Herevî dedi ki: Engel (el-müsennat) seli geri çevirmek için yapılan bir örgüdür. Buna bu ismin veriliş sebebi suyun anahtarlarının bunda bulunmasından dolayıdır. Rivâyet olunduğuna göre Arim, Süleyman(aleyhisselâm)'ın çağdaşı bulunan Belkıs'ın bina ettiği şeddin adıdır. Himyerlilerin dilinde buna "el-müsennât" ismi verilir. Belkıs bu şeddi kaya ve zift ile inşa etmiş ve biri diğerinin üstünde üç kapı yapmıştı. Bu kelimenin kökü şiddet ve sağlamlık demek olan: 'dan türetilmiştir. "Güçlü, kuvvetli adam" tabiri buradan gelmektedir. "Kemiğin üzerindeki eti sıyırdım, sıyırırım, sıyırmak" da buradan gelmektedir.

Aynı şekilde: "Develer ağaçtan yedi" ifadesi de böyledir. ise "ağaç ya da kemikten(üzerindekini) sıyırmak" demektir. Kemiğin üzerindeki eti sıyırdım" anlamındadır, "Aç gözlü çocuk" demektir. Fiil olarak; şeklinde gelir. "Arim" ise "Ârim" ile aynı şeydir, bu açıklamalarel-Cevherî'den nakledilmiştir.

"Onların iki bahçelerinin yerine buruk yemişli... iki bahçe verdik" âyetindeki:

"Buruk yemişli" lâfızlarını Ebû Amr tenvinsiz ve muzaf olarak; diye okumuştur. Tefsir âlimleri ileel-Halil: " Erak ağacı" olduğunu söylemişlerdir. el-Cevherî ise bu yenilen meyvesi bulunan bir çeşit erak ağacıdır, demiştir. Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Dikenli ve acımtrak tadı olan herbir ağaaı denilir. ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Yenilmesi mümkün olmayacak şekilde acı olan herbir bitki demektir.el-Müberred ise canın çekmeyeceği şekilde değişmiş olan herbir yiyecektir, demişlerdir. "Süt ekşimiş" demektir. Ona göre kıraatte daha uygunu "Buruk yemişli" diye, "yemiş" anlamındaki kelimenin sıfatı yahut onun bedeli olarak tenvinli okunmasıdır. Çünkü ona göre yemiş aynı zamanda buruk olanın kendisidir. İzafetin câiz oluşu ise. bunun ekşimiş yemişli yahut acı yemişli iki bahçe takdirinde olmasına binaendir.

el-Ahfeş de şöyle demektedir: Arapçada izafet daha uygundur. Tıpkı: " İpek kumaş" demelerine benzer.

"Ekşimiş süt" demektir. Ebû Ubeyd'in naklettiğine göre sütün o sağılma lezzeti gidip henüz tadı değişmemişse ona: denilir. Bir miktar kokmaya başlamışsa; ile denilir. Tadı da değişmiş ise bu sefer: ismini alır. Tatlı bir tat vermeye başlamış ise ona; denilir, "Erkek deve böğürdü" denilir. " Filan kişi gazablandı ve kibirlendi"; " Deniz dalgalandı"; " Koyunun derisini yüzüp etini közde pişirdim" demek olup muzari olarak; ...diye gelir, mastarı da; şeklindedir. Bu şekilde pişmiş olan koyuna da: denir. Şayet yünleri çıkartılıp közde pişirilirse o takdirde: ismini alır. Henüz tam olmamış elma kokusu gibi elma kokusu almış olan şaraba denilir. Ekşi şaraba bu adın verildiği de söylenmiştir. Bu açıklamalarıel-Cevherî yapmıştır. el-Kutebî de "Edebu'l-Katib" adlı eserinde şöyle demektedir: Ekşimiş şaraba; denilir. Bunun bir parça yabancı koku almaya başlamış şarabın ismi olduğu da söylenmiştir. Sonra da şu beyti zikretmektedir:

"Yabancı koku sinmemiş, çiğ su gibi bir şarab ki

Alevi içenleri(n boğazını) yakan ekşimiş de değildir."

" Acı, ılgın ağaçlı" hakkında el-Ferrâ' şöyle demektedir: Bu ılgın ağacına benzer, ancak ondan daha uzun boylu olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi bu ağaçtan yapılmıştır. Bunun kapı yapımında kullanılan oldukça kalın gövdesi olur. Yaprakları da ılgın ağacı yaprağına benzer. Tekili çoğulu ...diye gelir. el-Hasen ise bu, ahşab ve kereste demektir, diye açıklamıştır.Katade de: Bu Feyd'de gördüğüm ılgın ağacına benzeyen bir çeşit kerestedir, sakız ağacı olduğu da söylenmiştir.Ebû Ubeyde ise bu en-Nuddar ağacı demektir. en-Nuddar ise hem altın anlamına gelir, hem de kendisinden kabkacak yapılan bir kereste türüdür.

"Ve içinde Arabistan kirazından da az bir şey bulunan..." el-Ferrâ' dedi ki: “Sakız ağacı" demektir. Bunu da en-Nehhâs zikretmiştir.el-Ezherî: Sedir ağacı iki türlüdür, demektedir. Bunlardan birisi kara türü olup bundan faydalanılmaz. Yaprakları yıkanılacak suyu kokulandırmaya elverişli değildir. Yenilmeyen bir meyvesi vardır. ed-Dal (kara sedir, ağacı) ismi da verilir.

İkincisi ise su üzerinde yetişen ve meyvesi nebik(göğer yemişi) diye bilinen, yaprağı yıkanılacak suyu kokulandıran ve hünnab ağacı yaprağına benzeyen ağaçtır.

Katade dedi ki: Ağaçları önceleri en güzel ağaçlar iken amelleri sebebiyle yüce Allah ağaçlarını en kötü ağaçlara dönüştürmüş, onların güzel meyveler veren ağaçlarını yok ettikten sonra yerlerine erak (misvak ağacı), ılgın ve sedir ağaçları vermiştir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Çölde yetişen ağaçlara bahçe ve bostan ismi verilmez. Ancak ikinci tür ağaçlar, birincilerinin zıddı olarak sözkonusu edilince onlar hakkında da bahçe(cennet) lâfzı kullanılmıştır. Bu da yüce Allah'ın:

"Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şura, 42/40) âyetindeki ifadelere benzer. Bununla birlikte yüce Allah'ın "az" âyeti sözkonusu edilen buruk yemişli, acı ılgınlı ve Arabistan kirazı ağaçları hakkında da kullanılmış olabilir.

17

İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık. Zaten Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız ki?

"İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık." Yani bu değiştirme onların nankörlük ve küfürlerinin bir cezasıdır.

Buradaki

"İşte" nasb mahallindedir. Yani nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık.

"Zaten Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız ki?" âyetinin "cezalandırırız" anlamındaki lâfzı genel olarak: "Cezalandırılır" diye ötreli bir "ye" ve üstün bir "ze" ile buna karşılık: "Nankörlük eden" lâfzı ise naib-i fail olarak merfu okunmuştur Bu okuyuşa göre anlamı: "Zaten nankörlük edenden başkası mı cezalandırılır" şeklinde olur.

Yakub, Hafs, Hamza veel-Kisaî ise "nun" ve "ze" harfini de esreli olarak: " Cezalandırırız" şeklinde buna karşılık; "Nankörlük edenleri" diye nasb ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd ileEbû Hatim bu kıraati tercih etmiş olup şöyle demişlerdir: Çünkü bundan öncesi "İşte Biz onları böyle cezalandırdık" şeklinde olup "cezalandırıldılar" diye buyurmamıştır.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta genişlik vardır, mana da gayet açıktır. Şayet bir kimse: "Yüce Allah, Âdem(aleyhisselâm)'ı çamurdan yarattı" bir diğeri de: "Âdem çamurdan yaratıldı" diyecek olursa, her iki mana da birdir.

Bu Sûredeki En Zor Mesele: Cezalandırmanın Çokça Nankörlük Edene Tahsis Edilmesinin Sebebi:

Bu âyette öyle bir soru vardır ki; bu sûrede ondan daha ağırı yoktur. O da şu şekildeki sorudur: Yüce Allah niçin masiyet sahiplerini sözkonusu etmeyip cezalandırmayı özellikle nankörlük edenlere tahsis etmiştir.

İlim adamları bu konuda açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir kesim şöyle demiştir: Bu şekilde kökten imha ve helâk etme cezası, ancak kâfirlere verilir. Mücahid de: Buradaki cezalandırma suça karşı verilen ceza anlamındadır. Çünkü mü’minin günahlarını yüce Allah affeder, kâfir ise yapmış olduğu her kötülüğün cezasını görecektir. Mü’mine amelinin karşılığı verilir, fakat o mükâfat gördüğü için kötülüklerinin hepsinin cezası verilmez.

Tavus dedi ki: Burada sözkonusu edilen, hesapta münakaşa(inceden inceye sorguya çekme)dir. Mü’min ise hesab esnasında inceden inceye sorgulanmaz.

Kutrub bunun aksini söylemekte ve bunun kâfirlerin dışında günahkâr kimseler hakkında olduğunu belirterek şöyle demektedir: Bu nimetlere karşı nankörlük edip büyük günah işleyenler hakkındadır.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme hakkında söylenen en uygun ve yapılan en değerli rivâyet el-Hasen'in: Herbir işe misliyle karşılık verilir, şeklindeki açıklamasıdır. Âişe(radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hesaba çekilen kimse helâk oldu demektir." Ben: Ey Allah'ın Peygamberi, ya yüce Allah'ın:

"O kolay bir hesab ile hesaba çekilecek." (el-İnşikak, 84/8) âyeti nerede kaldı? diye sordum, şöyle buyurdu: "Orada sözü edilen arzdır. Hesabta inceden inceye sorgulanan kişi helâk oldu demektir. "Buhârî, I, 51, IV, 1885, V, 2394; Müslim, IV, 2204, 2205;Tirmizî, IV, 617, V, 435;Ebû Dâvûd, III, 184;Müsned, VI, 47, 91, 108, 127.

Bu hadisin isnadı sahihtir, açıklaması da şöyledir: Kâfire amellerinin mükâfatı da verilir. Amelleri dolayısıyla hesaba da çekilir. İşlemiş olduğu hayırlı ameller boşa çıkartılır. Bunu da yüce Allah'ın birincisi hakkında: "İşte nankörlük etmeleri sebebiyle Biz onları böyle cezalandırdık" âyeti ile ikincileri hakkındaki:

"Zaten nankörlük edenden başkası mı cezalandırılır?" âyeti açıklamaktadır. "Cezalandırılır"ın anlamı ise işlemiş olduğu herbir amelin mükâfatının verilmesi "onları cezalandırdık" ise onların hakettiklerini eksiksiz verdik, demektir. Sözlükteki gerçek anlamı bu şekildedir. Mecazen birincisi, ikincisinin anlamında kullanılıyor olsa dahi bu, böyledir.

18

Onlar ile bereket verdiğimiz memleketler arasında ardarda kasabalar var ettik. Oralarda gidip gelmelerini takdir ettik. "Oralarda güvenlik içinde geceler ve gündüzler boyunca gezin" (dedik).

"Onlar ile bereket verdiğimiz memleketler arasında ardarda kasabalar var ettik" âyeti hakkında el-Hasen, Yemen ile Şam arasında diye açıklamıştır. Bereket verilen topraklar ise Şam, Ürdün ve Filistin'dir. Berekete gelince, bunun ağaç, mahsûl ve su ile bereketlendirilmiş dörtbinyediyüz kasaba olduğu söylenmiştir.

"Bereket verdiğimiz" âyetinin sayı çokluğu ile bereketlendirdiğimiz anlamına gelme ihtimali de vardır.

"Ardarda kasabalar" âyeti hakkında İbn Abbâs, Medine ile Şam arasında demek istemektedir, diye açıklamıştır.Katade dedi ki:

"Ardarda" yol üzerinde birbirine bitişik demektir. Sabah giderler, öğle vakti bir yerde dinlenirler, akşam dönüşlerinde ise bir başka yerde geceyi geçirirlerdi. Herbir millik mesafede pazarı olan bir kasaba vardı, diye de söylenmiştir. Bu da yol emniyetinin bir gereğidir.

el-Hasen şöyle demektedir: Kadın beraberinde yün eğirdiği kirmeni ile birlikte çıkar. Başı üzerinde zenbili ile yola koyulur. Kirmeni ile vakit geçirir ve evine geri döndüğünde başındaki zenbil mutlaka hertürlü meyve ile dolardı. Şam ile Yemen arası hep böyle idi.

"Ardarda"nın yüksekçe anlamına geldiği söylenmiştir ki, bu açıklamayı dael-Müberred yapmıştır. Bu kasabalar hakkında bu vasfın kullanılış sebebinin bunların açıkça ortada olmaları olduğu da söylenmiştir. Yani sen bir kasabadan çıktın mı hemen diğerini görebilirdin. Bu şekilde bu kasabalar ardardayani tanınıp bilinen kasabalar idiler. Nitekim "Bu açık ve bilinen bir iştir" demektir.

"Oralarda gidip gelmelerini takdir ettik." Kendi kasabaları ile mübarek kıldığımız kasabalar arasında bir konaktan, bir başka konağa, bir kasabadan diğerine ölçüsü belirlenmiş mesafeler halinde yürümelerini takdir ettik, demektir. Yani herbir kasaba arasında yarım günlük bir mesafe takdir ettik. Öyle ki öğle vakti bir kasabada, gece bir başka kasabada bulunabilsinler. İnsan ise azık, su ve yol tehlikesi bulunduğu takdirde yol almakta aşırıya kaçar, fakat azık ve güvenlik varsa, kendisini meşakkate sürüklemez ve dilediği yerde konaklar.

"Oralarda güvenlik içinde, geceler ve gündüzler boyunca gezin." Yani Biz onlara: Oralarda gezin, dedik. Bu mesafeler arasında gidip gelin, demektir. Bu emir temkin(imkân ve iktidar verme) emridir.Yani onlar diledikleri takdirde güvenlik içerisinde istedikleri yerlere gidebiliyorlardı. Buradaki emir, haber anlamındadır ve

"dedik" ifadesi de takdir edilmiştir.

"Geceler ve gündüzler" lâfzının herbirisi bir zarftır.

"Güvenlik içinde" ise hal olarak nasbedilmiştir. Burada "geceler ve gündüzler" anlamındaki lâfızların nekre (belirtisiz) olarak gelmesi, yolculuk mesafelerinin azlığına dikkat çekmek içindir.Yani gerek duyacakları şeylerin varlığı sebebiyle uzun mesafe yolculuk yapma ihtiyacı duymuyorlardı.

Katade dedi ki: Onlar korku, açlık ve susuzluk çekmeksizin yolculuk yapıyorlardı. Dört aylık bir mesafeyi güvenlik içerisinde alıyorlar ve biri diğerini korkutmuyordu. Hatta bir kimse babasının katilini dahi görecek olsaydı, onu tedirgin etmezdi.

19

"Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır" diye dua ettiler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları anlatılan masallar kıldık ve onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkese ibretler vardır.

"Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır, diye dua ettiler." Yani onlar azgınlaşınca rahattan bıkacak noktaya gelip esenliğe tahammül edemeyince, yolculuk mesafelerinin uzamasını ve mÂişet için yorularak çabalayıp didinmeyi temenni ettiler. Tıpkı İsrailoğullarının:

"Bizim için Rabbine dua et de bize bakla (sebze), acur... gibi yerin bitirdiği şeylerden çıkarsın" (el-Bakara, 2/61) demelerine ve en-Nadr b. el-Haris'in:

"Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32) diye dua etmesine benzer. Şanı yüce Allah da onun duasını kabul etmiş ve Bedir günü boynu kılıçla uçurulmuştu. İşte bunlar da dünyada böyle darmadağın edildiler ve helâk oldular. Kendileri ile Şam toprakları arasında büyük çöller, tehlikeli geçitler meydana geldi. Buraları aşmak için develere binmek, azıklar edinmek zorunda kaldılar.

Buradaki "Rabbimiz" âyeti genel olarak muzaf bir nida olarak nasb ile; diye okunmuştur. Bu mef'ûlün bih olduğundan, dolayı mansubtur. Çünkü "nida ettim, dua ettim" anlamındadır. "Uzaklaştır" âyeti da onların yolculuk merhalelerinin uzaklaştırılmasını istediklerini ifade etmektedir.

İbn Kesîr,Ebû Amr, İbn Muhaysın veİbn Amir'den, Hişam aynı şekilde: "Rabbimiz" diye dua ile ve " uzaklaştır" şeklinde mastarından gelen bir dilek kipi olarak okumuşlardır. en-Nehhâs dedi ki: ile anlam itibariyle birdir (uzaklaştır demektir). Tıpkı(yakınlaştır anlamında): ve demek gibidir.

Ebû Salih, Muhammed b. el-Hanefîyye, Ebû'l-Aliye, Nasr b.Âsım ve Yakub -İbn Abbâs'tan da rivâyete göre-: " Rabbimiz" şeklinde merfu olarak ve ayn ile dal harfi üstün olmak üzere: "Uzaklaştırdı" diye haber vermek anlamında okumuşlardır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Rabbimiz bizim yolculuklarımız arasını uzaklaştırdı. Sanki yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Biz, onların yolculuk ettikleri mesafeleri yakınlaştırdık. Fakat onlar azgınlaşarak: Bizim yolculuk ettiğimiz mesafeler, bizim aleyhimize uzaklaştırılmış bulunuyor, dediler. Bu kıraatiEbû Hatim tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü onlar mesafelerin uzaklaştırılmasını istemediler. Onlar kâfir olmakla birlikte şımararak ve böbürlenerek bundan daha yakın mesafeler istediler.

Yahya b. Ya'mer ve Îsa b. Ömer -ki İbn Abbâs'tan da rivâyet edilir- ise: "Rabbimiz, yolculuklarımız arasını uzaklaştır" diye "elif"siz olarak, "ayn" harfini de şeddeli okumuşlardır. Bu kıraati İbn Abbâs şöylece açıklamaktadır: Onlar Rabblerinin yolculukları arasındaki mesafeyi uzaklaştırdığından şikayet ettiler.

Hasan-ı Basrî'nin kardeşi Said b. Ebi'l-Hasen'in kıraatiyse:"Rabbimiz, yolculuklarımız arası uzak düştü" diye "Rabbimiz" lâfzı muzaf bir nida diye okumuştur. Bu kıraate göre onlar sonradan: "Yolculuklarımız arası uzak düşmüştür" diye haber vermiş olmaktadırlar. Burada: "Arası" lâfzı fiil ile merfu gelmiştir.Yani bizim yolculuklarımıza bitişik olan şey, uzaklaşmış bulunuyor.

el-Ferrâ' ve Ebû İshak altıncı bir kıraat daha rivâyet etmektedirler ki, bu da "ayn" harfinin ötreli oluşu itibariyle önceki gibidir. Şu kadar var ki, "arası" lâfzı zarf olarak nasb ile okunmuştur. Arapçada bunun takdiri şöyledir: Yolculuklarımız arasında yol alışımız uzak düştü.

en-Nehhâs dedi ki: Eğer bu kıraatlerin anlamları farklılık arzediyor ise bunlardan birinin diğerinden daha güzel olduğunu söylemek uygun düşmez. Tıpkı bu anlamları farklı düşmesi halindeki ahad haberler hakkında söylenemediği gibi. Şu kadar var ki, yüce Allah, onlar hakkında şöylece haber vermektedir: Onlar şımararak ve azgınlık göstererek yolculuklarının arasını uzaklaştırması için Rabblerine dua ettiler. Yüce Allah da onların bu istediklerini yerine getirince, onlar bu durumu haber verip bundan şikayet ettiklerini bildirmektedir. Nitekimİbn Abbâs da böyle demiştir.

"Ve nefislerine" küfürleri sebebiyle

"zulmettiler. Biz de onları anlatılan masallar kıldık." Onlara dair haberler anlatılmaktadır. Arapçadaki takdiri ise: "Haberleri anlatılanlar..." şeklindedir.

"Ve onları darmadağın ettik." Yani onların başına gelenler onları gelip bulunca darmadağın oldular. en-Nehaî dedi ki: Ensar Yesrib'e, Gassanlılar Şam'a, Esedliler Uman'a, Huzaalılar Tihame'ye gittiler. Araplar onları darb-: mesellerine konu ederek: "Bunlar tıpkı Sebe'lilerin etrafa dağıldıkları gibi dağıldılar" demeye koyuldular.

"Şüphesiz bunlarda çok sabreden, çok şükreden herkese ibretler vardır" âyetindeki: "Çok sabreden; masiyetlere karşı direnen" kimse demektir. Bu da "sabin sabreden"in çokça sabrettiğini anlatan bir kiptir. Bu isimle bu gibi kimseler övülmektedir. Bir kimsenin masiyetlere karşı direndiği anlatılmak istenecek olursa, ancak: "Şu masiyete karşı çok sabreden, direnen(onu işlemeyen) kimsedir" denilir.

"Şekûr: çok şükreden" O'nun nimetlerine şükreden demektir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/45. âyet, 5. başlık ve devamında ve 2/52. âyet, 3 ve 4. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

20

Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti de mü’minlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı.

"Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti" anlamındaki âyet, dört türlü okunmuştur. Ebû Ca'fer, Şeybe,Nafî', Ebû Amr,İbn Kesîr ve İbn Amir -ki Mücahid'den de böyle okuduğu rivâyet edilmektedir-: "Yemin olsun İblis'in onların aleyhindeki... gerçek çıkmıştı." şeklinde (dal harfi) şeddesiz olarak "İblis" ref ile ve "Zannını" lâfzını da nasb ile okumuştur ki(İblis onların aleyhindeki) zannında(doğru çıkmıştı), demektir.

ez-Zeccâc dedi ki: Bunun mansub oluşu mastar (mef'ûl-i mutlak) oluşundan ötürüdür. Yani onlar hakkında zannettiği zannında (kanaatinde) doğru çıkmıştı, çünkü onun bu zannı doğru idi. Böylelikle bu lâfız, mastar yahut zarf olarak nasbedilmiş olmaktadır.

Ebû Ali ise "zannuu" anlamındaki lâfzın nasb ile gelmesi, mef'ûl-u bih oluşundan dolayıdır, der. Onun zannettiği zan doğru çıktı, demektir. Zira İblis:

"Ben de yemin olsun Senin doğru yolunda onlara engel olacağım." (el-A'raf, 7/16);

"...Onları toptan azdıracağım."(el-Hicr, 15/39) demişti. "Doğru çıkmıştı" anlamındaki fiilin bir mef'ûlün bih'e teaddi etmesi(geçiş yapması) caizdir. Mesela: "Sözü doğru söyledi" yani (harf-i cer ile): "Sözünde doğru söyledi" demektir.

İbn Abbâs, Yahya b. Vessab, el-A'meş,Âsım, Hamza ve el-Kisaî ise: "Gerçekleştirmişti" şeklinde şeddeli olarak: " Zannını" kelimesini de mef'ûlün bih olarak nasb ile okumuşlardır.

Mücahid dedi ki: O bir zanda bulundu ve zannettiği gibi oldu, o bakımdan zannı gerçekleşti.

Cafer b. Muhammed, Ebû'l-Hechac (bazı kaynaklarda Ebû'l-Cehcah) ise; "Haklarında doğru çıktı" şeklinde şeddesiz olarak: "İblis"i nasb ile; " Zannını" lâfzını ise ref ile okumuşlardır.Ebû Hatim dedi ki: Bana göre bu kıraatin izah edilebilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ancak el-Ferrâ' bu kıraati câiz kabul etmiş ve bunu ez-Zeccâc zikrederek "zan" kelimesini, "doğru söyledi" lâfzının faili "İblis" lâfzını da mef'ûlün bih olarak açıklamıştır. Bu okuyuşun anlamı da şöyle olur: İblis'in zannı kendisine onlar hakkında bazı hususları güzel göstermiş ve zannı doğru çıkmıştı. Şöyle demiş gibidir: Yemin olsun onlar hakkında İblis'in zannı doğru çıkmıştı. Buna göre; "Hakkında" harf-i çeri "Doğru çıkmıştı" fiiline taalluk etmektedir. Tıpkı: Senin hakkında beslediğim zanda isabet ettim" demeye benzer. Bu harf-i cer "zann'a taalluk etmez, çünkü sılanın herhangi bir bölümünün mevsuldan önce gelmesi imkansızdır.

Dördüncü kıraat de: "Yemin olsun iblis(yani) onun zannı onlar hakkında doğru çıkmıştır" şeklinde "İblis' ile "zan" kelimeleri ref ile bununla birlikte: "Doğru çıkmıştır" kelimesi ise şeddesiz olarak ve "zannı" lâfzı "İblis"den bedel-i istimal olmak üzere okunmuştur.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu Sebe'liler hakkındadır, yani onlar önceleri müslüman iken küfre saptılar, değiştirdiler, tahrif ettiler. Bunlardan peygamberlerine îman eden bir topluluk müstesnadır.

Bir başka görüşe göre bu âyet geneldir.Yani İblis'in -yüce Allah'a itaat eden kimseler müstesna- bütün insanlar hakkındaki zannı doğru çıkmıştır. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır.

el-Hasen şöyle demektedir: Âdem (aleyhisselâm) beraberinde Havva ile birlikte yere indirilip İblis de yere indirilince İblis: Ben anne ve babaya bunca kötülüğü yapabildiğime göre onların soylarından gelecek olanlar çok çok daha zayıftırlar, demişti. İşte bu İblis'in beslediği bir zan idi. Şanı yüce Allah da:

"Yemin olsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti" âyetini indirdi.

İbn Abbâs da şöyle demektedir: İblis: Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise çamurdan yaratıldı. Ateş ise herşeyi yakar, işte bundan dolayı ben de

"onun soyunu, pek azı müstesna olmak üzere mutlaka emrim altına alırım." (el-İsra. 17/62) diye düşünmüş ve onlar hakkındaki bu zannı doğru çıkmıştır.

Zeyd b. Eslem dedi ki: İblis, Rabbim, şu kendilerini benden şerefli, benden değerli ve benden faziletli kıldıkların var ya, onların çoğunun şükrettiğini görmeyeceksin demişti. O bu hususta bir zanna binaen böyle demiş ve iblis'in onlar hakkındaki zannı doğru çıkmıştı.

el-Kelbî dedi ki: O, eğer kendilerini azdıracak olur ise, onun istediğini kabul edeceklerini, saptıracak olur ise, kendisine itaat edeceklerini zannetmiş-- ve bu zannı doğru çıktı.

"Mü’minlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı" âyeti hakkında el-Hasen şöyle demektedir: Ancak onları ne kamçı ile vurdu, ne sopa ile dövdü. Sadece onlar hakkında bir zan besledi, vesvesesi dolayısıyla zannettiği gibi ortaya çıktı.

"Mü’minlerden bir kesim dışında" anlamındaki ifadeler, müstesna olarak nasbedilmiştir. Bu hususta iki görüş vardır: Birinci görüşe göre o bazı mü’minlerin müstesna olacaklarını kastetmiştir. Çünkü mü’minlerin bir çoğu günah işler ve birtakım masiyetlerde İblis'e itaat eder.Yani mü’minlerden de ancak bir kesim kurtulabilir. Yüce Allah'ın:

"Muhakkak Benim(has) kullarım üzerinde senin bir tasallutun olmaz." (el-Hicr, 15/42) âyetinde kastedilen budur.

İbn Abbâs'tan ise şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Burada kasıt, mü’minlerin tamamıdır. Burada yer alan "dy)- ...den" buna göre kısmilik bildirmek için değil, beyan içindir. (Buna göre: Mü’minlerin dışındakiler ona uymuşlardı, demek olur.)

Şayet: İblis gaybı bilmediği halde onlar hakkındaki zannının doğru çıkacağını nereden bilmişti, diye sorulacak olursa, şu cevab verilir: Âdem hakkında onun birtakım işleri gerçekleştirmesinden sonra o ağırlıklı bir zan ile Âdem'in zürriyeti hakkında da benzeri başarılar elde edebileceğini zannetmişti. Daha sonra da onun bu zannı gerçek olarak ortaya çıktı.

Bir başka cevap ise ona cevab olarak verilen yüce Allah'ın şu âyetinde dile getirilmektedir:

"Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat. Onlara karşı atlılarınla, piyadelerinle gürültü çıkararak baskın düzenle..." (el-İsra, 17/64) Böylelikle ona bir güç ve bir güç yetirme imkanı verilmiş oldu. O da bununla onların hepsini avucunun içerisine alabileceğini sanmıştı. Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul ettiğini ve bu hususta cennete giden yolda ona uyacak soyunun olacağını görüp de yüce Allah da kendisine:

"Muhakkak Benim(has) kullarım üzerinde senin hiçbir tasallutun olmaz. Azgınlardan sana uyanlar müstesna" (el-Hicr, 15/42) diye buyurduğunu da işitince, kendisine de Âdem'e de uyacak kimselerin bulunacağım öğrenmiş oldu. Bunun sonucunda da kendisine uyacakların Âdem'e uyacaklardan daha fazla olacağını zannetti. Bu zanna kapılmasına sebep ise onun eline verilen şehvet etkisi altına alma otoritesi ile Âdemoğullarının içine yerleştirilen şehvet duygularıdır. Böylelikle beslediği zan doğrultusunda işe koyuldu. Âdemoğullarının gözlerine şehvetleri süslü gösterdi ve onlara telkinlerde bulundu, türlü kuruntu ve aldatmacalarla onları uzun boylu günahlara dalmaya itti. Böylelikle haklarında beslediği zannını da gerçekleştirmiş oldu.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21

Halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu. Ancak Biz, âhirete îman eden kimse ile ondan yana şüphede olanları ayırdetmek için böyle yaptık. Rabbin herşeyin üzerinde görüp gözetendir.

"Halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu." Yani İblis onları küfre zorlamamıştı. Onun bütün yaptığı çağırmak ve süslü göstermekten ibarettir. Buradaki "hakimiyet (sulta) ' güç demektir. Delil olduğu da söylenmiştir,yani İblis'in elinde onları kendisine uymaya itecek herhangi bir delil yoktu. Onlar ancak arzu, şehvet, taklid ve nefsin hevası dolayısıyla ona uydular. Bu hususta herhangi bir belge ve delile dayanarak ona uymuş değillerdir.

"Ancak Biz, âhirete îman eden kimse ile... ayırdetmek için böyle yaptık" âyetinde geçen "ve ayırdetmek" diye anlamı verilen "ilinV'den kasıt, kendisi sebebiyle mükâfat ve cezanın sözkonusu edildiği şehadet (varlık alemindeki bilgisi) kastedilmektedir. Gaybî bilgi ise zaten yüce Allah tarafından bilinen bir şeydir. Ferrâ'nın kanaatine göre anlam: Bunu sizin tarafınızdan bilelim(ortaya çıkartalım) diye yaptık, şeklindedir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ortaklarım nerede?" (en-Nahl, 16/28) âyeti da, sizin iddianıza ve sizin kanaatinize göre (Bana ortak kabul ettiğiniz ortaklarım nerede) demektir. Yoksa buradaki: "Ayırdetmek için (bilelim diye)" âyeti -halbuki onun onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu" âyetinin zahiriitibariyle cevabı değildir. Burada ifade manaya göre yorumlanmalıdır.Yani Biz ana herhangi bir hakimiyet vermedik, ancak bilelim (ayırdedelim) istedik. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır, yani Biz İblis'e onlar üzerinde bir hakimiyet vermedik ama Biz... bilelim(ayırdedelim) diye onları İblis'in vesvesesi ile sınadık. Buna göre buradaki istisna edatı: "Ama" anlamındadır.

Bu istisnanın muttasıl olduğu da söylenmiştir:Yani İblis'in onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktu. Şu kadar var ki, Biz onu sınamanın gerçekleşmesi için onlara musallat kıldık.

Buradaki "(İdi"nin zaid olduğu da söylenmiştir. Yani onun onlar üzerinde bir otoritesi yoktur demektir. Bu da yüce Allah'ın: "Siz en hayırlı bir ümmetsiniz"(Al-i İmrân, 3/110) âyetine benzemektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Buradan sözün bir bölümü Sebe' kıssası ile bitişik geldiğinden şöyle buyurulmuştur: İblis'in o kâfirler üzerinde herhangi bir hakimiyeti yoktu. Bir başka açıklamaya göre de: Bizim ezeli takdirimizde İblis'in onlar üzerinde bir hakimiyeti yoktur, şeklindedir.

Bir açıklamaya göre de;

"Ancak... böyle yaptık" âyeti, ancak... ortaya çıkartalım diye böyle yaptık, demektir. Bu da: Ateş odunu yakar, demeye benzer. Bir başkasının ise: Hayır, odun ateşi yakar der. Birincisi ise: Gel de hangisinin diğerini yaktığını görelim (bilelim) diye ateşi ve odunu deneyelim, der. Bu da; her ikisi de bu hususu bilmekle birlikte bunu ortaya çıkaralım, anlamındadır.

Siz bunu bilesiniz diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da: Bizim dostlarımız ve melekler bunu böylece bilsinler demektir. Yüce Allah'ın:

"Allah'a ve Rasûlüne karşı Savaşanların... cezası ancak" (el-Mâide, 5/33) âyetinin Allah'ın ve Rasûlünün dostlarına karşı Savaşanların... anlamında olması gibidir.

Allah'ın ayırdetmesi içindir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Allah murdarı, temizden ayırdetsin." (el-Enfal, 8/37) âyetinde olduğu gibi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.ez-Zührî ise meçhul bir fiil olarak: "Ancak... bilinsin diye" diye okumuştur.

"Rabbin herşeyin üzerinde görüp gözetendir." O, herşeyi bilendir. Kul hakkında yaptığı herşeyi muhafaza altına alır ki, onun karşılığını versin diye... anlamında olduğu da söylenmiştir.

22

De ki: "Allah'tan gayrı (ilâh diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım. Onlar göklerde de, yerde de zerre ağırlığınca bir şeye sahib değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur."

"De ki: Allah'tan gayrı (ilâh diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım."

Yani gerek Dâvûd ve Süleyman ile ilgili geçmiş açıklamalar, gerekse de Sebe kıssası, Benim kudretimin tecellilerindendir. Şimdi ey Muhammed sen şu müşriklere de ki: Sizin Allah'a koştuğunuz ortakların bu anlatılanlardan herhangi birisini gerçekleştirmeye güçleri yetiyor mu?

Bu hitab bir azardır. Bunda takdir edilmesi gereken ifadeler de vardır: Yani sizler, Allah'tan başka ilâhınız olduğunu iddia ettiğiniz kimseleri sizlere bir fayda vermeleri yahut yüce Allah'ın sizin aleyhinize takdir etmiş olduğu bir hükmü önlemek için onlara dua ediniz. Onların buna güçleri yetmeyecektir.

Hem

"onlar göklerde de yerde de zerre ağırlığınca bir şeye sahib değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur." Yani yüce Allah'ın herhangi bir şeyi yaratmak için bunlar arasından hiçbir yardımcısı bulunmamaktadır. Aksine tek başına yaratıcı Allah'tır. O halde; yalnız Ona ibadet etmek gerekir. O'ndan başkasına ibadet, imkansız ve muhal bir şeydir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç