63İnsanlar sana saati sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın yanındadır." Ne bilirsin, belki de o saat yakında kopacaktır. "İnsanlar sana saati sorarlar."Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet veren kimselerdir. Azâb ile tehdit olunduklarında kıyâmetin ne zaman kopacağını -böyle bir ihtimali uzak bularak ve yalanlamak maksİsmi ile- ve bunun olmayacağı intibaını vererek sormuşlardı. "De ki: Onun ilmi ancak Allah'ın yanındadır." Yani sen onların sorularına cevap ver ve: Onun ilmi Allah'ın yanındadır, de. Yüce Allah'ın bu saatin vaktini benden saklamış olması, benim peygamberliğimi çürütmez. Çünkü yüce Allah öğretmeksizin gaybı bilmek, peygamber olmanın şartlarından değildir. "Ne bilirsin" sana ne bildirir ki "belki de o saat yakında kopacaktır." Çok yakın bir zaman içersinde olup bitecektir. Nitekim Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben ve kıyâmet şu ikisi gibi gönderildim."derken, baş parmak ile orta parmağını işaret etmiştir Buhârî, IV, 1881, V, 2031, 2385;Müslim, II, 592, IV, 2268, 2269;Tirmizî, IV. 496;Dârimi, II, 404;Nesâî, III, 189;İbn Mâce, 1, 17; II, 1341;Müsned, III, 123, 130, 131... Bu hadisi sahih hadisleri toplayanlar rivâyet etmişlerdir. Şöyle de denilmiştir: Kıyâmet yakın değildir, demektir. Burada saat kelimesi dolayısıyla gelmesi gereken müenneslik "te"si "yevm: gün" anlamında kullanıldığı için hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyi hareket edenlere yakındır." (el-A'raf, 7/56) Burada "yakındır" anlamında -"te"li olarak-: denilmeyiş sebebi, rahmetin "a" anlamında kullanıldığından dolay«ivt. Zira buram rmiera\esUğ,\ aslî (hakiki) değildir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Denildi ki: Yüce Allah'ın kıyâmetin kopuş zamanını saklı tutması, kulun her zaman ona hazırlıklı olması içindir. 64Muhakkak Allah, kâfirlere lanet etmiş ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. 65Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Hiçbir veli ve yardımcı da bulamayacaklar. "Muhakkak Allah, kâfirlere lanet etmiş" onları kovmuş ve uzaklaştırmıştır. Lanet, rahmetten kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. "Ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." Burada cehennem ateşine "es-Sa'îr"e giden zamirin müennes olarak gelmesi bunu "en-nar (cehennem ateşi)" anlamında oluşundan dolayıdır. "Hiçbir veli ve yardımcı da bulamayacaklar." Kendilerini Allah'ın azarından ve bu azapta ebedi olarak kalmaktan kendilerini kurtaracak hiçbir kimse bulamayacaklardır. 66Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği o günde diyecekler ki: "N'olaydı! Keşke biz Allah'a ve Rasûle itaat etseydik." "Yüzlerinin ateşte evirilip çevirileceği o günde" âyetinde yer alan; Evirilip çevirileceği" âyeti genel olarak meçhul bir fiil olmak üzere "te" harfi ötreli, "lâm" harfi de üstün olarak okunmuştur. Buna karşılık Îsa el-Hemedanî ile İbn İshak: "Evirip çevireceğimiz" şeklinde "nûn" harfi ve esreli "lâm" ile, buna karşılık " Yüzlerini" lâfzını nasb ile okumuşlardır. Yine Îsa; "(........): Evirip çevireceği" şeklinde "te" ötreli ve "lâm" harfi esreli olmak üzere cehennem ateşinin yüzlerini evirip çevireceği, anlamında okumuştur. Bu evirip çevirmek cehennem ateşinin alevi dolayısı ile renklerinin değişmesi şeklindedir. Kimi zaman yüzleri simsiyah kesilecek, kimi zaman da moraracaktır. Derileri bir başka derilerle değiştirileceği vakit de keşke kâfir olmasalardı diye temennide bulunacaklar. "Diyecekler ki: N'olaydı! Keşke..."buyuruğunun anlamının: Yüzlerinin ateşte evirilip çevirileceği günde n'olaydı keşke... şeklinde olması da mümkündür. "... Keşke biz Allah'a ve Rasûle itaat etseydik." Kâfir olmasaydık da, mü’minlerin kurtulduğu gibi biz de şu azaptan kurtulsaydık. "Rasûle" anlamındaki kelimenin sonuna gelen bu elif fasılalarda(ayetlerin sonlarında) meydana gelir. Onun üzerinde vakıf yapılır ve bu "elifle vasl yapılmaz. "Yoldan" kelimesi de bu şekildedir. Buna dair açıklamalar sûrenin baştaraflarında (33/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 67Diyecekler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi yoldan saptırdılar." el-Hasen de: "Yöneticilerimize" anlamındaki kelimeyi şeklinde: "Yöneticiler, efendiler" lâfzının (çoğulun) çoğulu olmak üzere "te" harfini esreli okumuştur. Bu ifade geçmişleri taklidden sakındırmaktadır. Bu da; 'in çoğulu olup "feale" veznindedir. Tıpkı "ketebe (yazıcılar) ve fecera" gibi. el-Hasen'in okuyuşuna göre ise, bu cem'in de cem'idir. Bu kelime bir anlamıyla büyükler demektir. Katade de şöyle açıklamıştır: Bunlar Bedir Gazvesi'nde (katılan müşriklere) yemek yediren kimselerdir. Ancak daha zahir olan bunun şirk ve sapıklıkta önder ve başkan olan kimseler hakkında umumi olduğudur.Yani biz onlara sana isyan etmek hususunda ve bizi kendisine davet ettikleri şeylerde itaat ettik. "Onlar da bizi yoldan saptırdılar."Doğru yol olan tevhidden uzaklaştırdılar. Burada fiilin mef'ûle "...dan" harf-i cerri ile geçiş yapması sözkonusu olduğu halde, harf-i cer hazfedildiğinden fiil doğrudan mef'ûlü etkileyerek onu nasbetmiştir. "İdlâl: saptırmak" ise, araya bir harf-i cer getirmeden, ikinci bir mef'ûle geçiş yapmaz. Yüce Allah'ın: "Beni zikirden o saptırdı" (el-Furkan, 25/29) âyetinde olduğu gibi. 68"Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lanet ile lanetle!" "Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver" âyeti hakkındaKatade: Dünya azâbı ile âhiret azabını ver, diye açıklamıştır. Küfür azâbı ile saptırmanın azabını ver, diye de açıklanmıştır. Yani sen bunları bize verdiğin azâbın iki san ile azaplandır, çünkü hem kendileri saptılar, hem de(bizleri) saptırdılar. "Ve onları büyük bir lanet ile lanetle." İbn Mes'ûd, onun öğrencileri Yahya ve Âsım bunu: "(...........): Büyük" şeklinde "be" harfi ile okumuşlardır, diğerleri ise,(peltek) se ile (çokça anlamında) diye okumuşlardır. Bu okuyuşuEbû Hatim, Ebû Ubeyd ve en-Nehhâs da tercih etmişlerdir. Buna sebep ise, yüce Allah'ın: "İşte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edenler lanet eder" (el-Bâkara, 2/159) âyetidir. Bu anlam ise, "çokça" demektir. Muhammed b. Ebi's-Serrî de şöyle demiştir: Rüyada kendimi Askalan mescidinde imişim gibi gördüm. Sanki bir adam benimle Muhammed'in ashabına buğzedenler hakkında tartışıyordu. Şöyle dedi: Sen onlara çokça lanet et. Sonra bunu gözümün önünden kayboluncaya kadar tekrarlayıp durdu ve bunu sadece "(peltek) se" ile söylüyordu. Esasen "be" ile (büyük anlamındaki) okuyuş da "peltek se" ile okuyuşun anlamına racidir. Çünkü büyük olan bir şey, miktarı itibariyle büyük demek olan çok demektir. 69Ey îman edenler! Siz de Mûsa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu dediklerinden temize çıkardı. O, Allah indinde itibarlı ve değerli idi. Yüce Allah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı ve mü’minleri inciten, münafıklarla kâfirle sözkonusu ettikten sonra, mü’minleri de böyle bir eziyette bulunmaya kalkışmaktan sakındırıp peygamberleri Mûsa'ya eziyet edip incitmek bakımından İsrailoğullarına benzemelerini yasaklamaktadır. İnsanlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Mûsa(aleyhisselâm)'a ne şekilde eziyet edilip incitildikleri hususunda farklı görüşlere sahibtirler. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre, müşrik ve münafıkların Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmeleri, "Muhammed'in oğlu Zeyd" demeleri idi. Ebû Vail de şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmek bir paylaştırmada bulunduğu sırada ensardan bir adamın: Bu paylaştırma ile Allah'ın rızası gözetilmiş değildir, demesidir. Bu husus Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a zikredilince, bundan dolayı öfkelenmiş ve şöyle demişti: "Allah, Mûsa'ya rahmetini ihsan etsin. Gerçekten ona bundan daha fazlası ile eziyet edilmiş, incitilmişti de o yine sabretmişti."Buhârî, III, 1148, IV, 1576; Müslim, II, 739;Müsned, I, 435. Mûsa (aleyhisselâm)'a ne şekilde eziyet edilip incitildiğine gelince, İbn Abbâs ve bir topluluk şöyle demiştir: Bu Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın rivâyet ettiği şu hadisin muhtevasında sözü edilen husustur. Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: "İsrâiloğulları çıplak yıkanıyorlardı. Mûsa (aleyhisselâm) ise, çokça örtünürdü ve bedenini saklardı. Bir kesim onun hakkında: Onun hayaları şişkindi ve onun baras hastalığı vardır, yahut da, onda bir hastalık bulunmaktadır, demişlerdi. Bir gün Şam (Suriye) topraklarında bulunan bir pınarda yıkanmaya gitti. Elbiselerini bir taşın üzerine bıraktı. Taş elbisesi ile birlikte uçup gitti. Mûsa çıplak olarak taşın arkasından gidiyor ve: Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver, diyordu. Nihayet İsrailoğullarından bir topluluğun yanına kadar (bu haliyle) geldi. Ona baktıklarında bir de ne görsünler, Mûsa aralarında yaratılışı en güzel, sureti en mutedil birisidir. Söylediklerinin hiçbirisi onda yok. İşte şanı yüce Allah'ın: "Allah onu dediklerinden temize çıkardı." âyetinde anlatılan budur."Bu hadisi Buhârî ve bu manada da Müslim rivâyet etmişlerdirBuhârî, I, 107,Müslim, I, 267, 1841;Müsned, II, 315, 392, 514, 535. Müslim'in lâfzı ile, şöyledir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"İsrâiloğulları çıplak olarak yıkanırlardı. Biri diğerinin avretine bakardı. Mûsa (aleyhisselâm) ise, tek başına yıkanırdı. Bunun üzerine onlar: Allah'a yemin olsun ki Mûsa'nın bizimle birlikte yıkanmasını engelleyen ancak onun hayalarının şişkin olmasıdır, dediler. Birgün yıkanmaya gittiğinde elbiselerini bir taşın üzerine koymuştu. Taş elbisesiyle birlikte uçup gitti. Mûsa (aleyhisselâm) hızlıca taşın arkasından koştu ve bu arada: Ey taş elbisemi ver, ey taş elbisemi ver, diyordu. Nihayet İsrâiloğulları Mûsa (aleyhisselâm)'ın avretini gördüler ve: Allah'a yemin olsun ki Mûsa'nın herhangi bir rahatsızlığı yoktur, dediler. Bu sefer taş yerinde durdu ve böylece (Mûsa)a bakmış oldular. Mûsa da elbisesini aldı ve taşı dövmeye başladı." Ebû Hüreyre dedi ki: Allah'a yemin ederim. Taşta altı ya da yedi darbe izi var. Bunlar Mûsa'nın taşa indirdiği darbelerin izleridir. Müslim, I, 267, IV, 1841. Bu, bu husustaki görüşlerden birisidir.İbn Abbâs'tan, onunAli b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan rivâyetine göre Ali(radıyallahü anh) şöyle demiştir: İsrailoğulları Mûsa hakkında: O Harun'u öldürdü, demek suretiyle eziyet vermişlerdi. Şöyle ki Mûsa ile Harun Tih'in ekin ekilen bir yerinden dağa doğru çıkıp gittiler. Harun da orada öldü. Mûsa geldiğinde İsrailoğulları Mûsa'ya: Onu sen öldürdün, çünkü o bize göre senden daha yumuşaktı ve bizi daha çok severdi, dediler. Böylelikle Mûsa'ya eziyet ettiler. Bunun üzerine yüce Allah meleklere emretti. Melekler de Harun'u alıp İsrailoğulları arasında gezdirdiler. Böylece Mûsa nın doğruluğunu kendilerine kesinlikle gösteren pek büyük bir mucize görmüş oldular. Çünkü Harun'da hiçbir öldürme izi yoktu. Şöyle de denilmiştir: Melekler Harun'un öldüğünü söylediler ve onun kabrinin yerini sadece kartal bilir. Yüce Allah da onu sağır ve dilsiz kılmıştır. Harun, Tih'de Mûsa (aleyhisselâm)'dan önce vefat etmişti. Mûsa da Tih'de geçirilen sürenin tamamlanmasından iki ay önce vefat etmişti. el-Kuşeyrî'nin,Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan naklettiğine göre yüce Allah Harun'u diriltti ve o da İsrailoğullarına Mûsa'nın kendisini öldürmemiş olduğunu bildirdikten sonra tekrar öldü. Bir diğer açıklamaya göre; Mûsa (aleyhisselâm)'a eziyet edilmesi onun sihirbaz ve ieli olduğunu söyleyerek ona iftirada bulunmaları idi. Ancak sahih olan birinci görüştür. Bununla birlikte bütün bunları yapmış olmaları, yüce Allah'ın da bütün bunlardan onu temize çıkarmış olması da mümkündür. Çıplak Olarak Suya Girmenin Hükmü: Mûsa (aleyhisselâm)'ın elbiselerini taşın üzerinde bırakıp suya çıplak olarak girmesi, bunun câiz olduğuna delildir. Cumhûr'un görüşü de budur. Ancak İbn Ebi Leyla bunu kabul etmemekte ve bu konuda sahih olmayan bir hadisi delil göstermektedir. Bu da Peygamber Efendimiz'in söylediği rivâyet edilen şu hadistir "Suya ancak peştemal ile giriniz. Çünkü suda yaşayan varlıklar vardır."ed-Deylemî, el-Firdevs, V, 30'da, son bölümü; "...suyun gözleri vardır" anlamında. "Suya peştemalsiz girmenin yasak olduğunu" bildiren bazı rivâyetler için bk.: İbn Huzeyme. Sahih, I, 124; Hakim, Müstedrek, I. Kadı Iyad demiştir ki: Bu ilim ehline göre zayıf bir hadistir. Derim ki: Ancak İsrail'in, Abdu'l-A'lâ'dan yapmış olduğu şu rivâyet sebebiyle tesettüre riayet etmek müstehabtır. Çünkü Abdu'l-A'lâ'dan nakledildiğine göreel-Hasen b. Ali bir su birikintisine üzerinde kendisine sarındığı bir peştemal olduğu halde girmiş, sudan çıktığında bu hususta ona soru sorulunca şu cevabı vermiştir: Ben kendisinin beni görüp de benim kendisini görmediğim kimselere karşı örtündüm. Bununla Rabbime karşı ve meleklere karşı örtündüğünü kastetmiştir. Mûsa (aleyhisselâm)'ın taşa akıl sahibi varlıklar gibi nasıl seslendiği sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Çünkü taştan akıl sahibi varlığın yaptığı bir iş sadır olmuştur. "Taş!" lâfzı nida harfi hazfedilmiş, müfred bir münadadır. Tıpkı yüce Allah'ın: "Yusuf, sen bundan vazgeç" (Yusuf, 12/29) âyetinde olduğu gibi. (Burada da nida harfi hazfedilmiştir.) "Elbisemi (ver)" sözü de hazfedilmiş bir fiil dolayısıyla nasbedilmiştir ki ifadenin takdiri(hadisin tercümesinde olduğu gibi): Elbisemi bana ver yahut elbisemi bırak şeklindedir, durumun delâleti dolayısıyla fiil hazfedilmiştir. "O Allah indinde itibarlı ve değerli idi." Pek büyük bir kıymeti vardı, demektir. Arapçada itibarlı ve değerli (el-vecih): Değeri büyük ve konumu yüksek kimse demektir. Rivâyet olunduğuna göre Mûsa(aleyhisselâm) yüce Allah'tan bir şey diledi mi ona o istediğini verirdi. İbn Mes'ûd bunu; "O Allah'ın... bir kulu idi" diye okumuştur. "İtibarlı ve değerli" âyeti Allah'ın onunla özel şekilde konuşmasına işarettir, diye de açıklanmıştır. Ebubekr el-Enbarî "Kitabu'r-Red (ala men Halefe Mushafa Usman)" adlı eserinde şöyle demektedir: Kur'ân'a dil uzatan kimseler müslümanların "o Allah indinde itibarlı ve değerli idi" âyetindeki kelimeyi değiştirdiklerini ve: "İndinde" lâfzının doğrusunun aslında; "Bir kul" şeklinde olduğunu ileri sürmüştür. Bu ise, bu kimsenin maksadının çok zayıf, anlayışının eksik ve bilgisinin de kıt olduğunu göstermektedir. Çünkü âyet-i kerîme senin dediğin gibi kabul edilip ve dediğin şekilde "bir kul" anlamında okunmuş olsaydı, Mûsa (aleyhisselâm)'a yapılan övgü eksik bir övgü olurdu. Çünkü "itibarlı ve değerli" lâfzı hem dünya ehli nezdinde, hem çağdaşları arasında, hem de âhirettekiler arasında bu durumda olması anlamına gelir. Dolayısı ile bu değiştirildiği iddia edilen okuyuşa göre, onun nerede medhedilmiş olduğu bilinemez. Zira eğer dünyadakiler nezdinde itibarlı ve değerli birisi ise, bu Allah'ın ona bir nimeti olur ve Allah tarafından bu hususta ona yapılan övgünün açık bir tecellisi görülmez. Şanı yüce Allah: "O Allah indinde itibarlı ve değerli idi" âyeti ile övüldüğü yeri de açıklamak suretiyle böylelikle onun Allah nezdinde itibarlı ve değerli olmak suretiyle en üstün bir şeref ve yüce bir mevkiye lâyık olduğu ortaya çıkmaktadır. Buna göre kim böyle bir lâfzı değiştiricek olursa, yüce Allah'ınpeygamberi hakkında varid olmuş en övünülmeye değer övgüyü ve en büyük medh u senayı ortadan kaldırmış olur. 70Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. 71O da amellerinizi, lehinize olmak üzere, düzeltsin. Günahlarınıza da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur. "Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru" adaletli ve hakka uygun "söz söyleyin." İbn Abbâs: Doğru söz söyleyin, diye açıklamıştır. Katade ve Mukâtil de şöyle demişlerdir: Yani Zeyneb ile Zeyd hakkında dosdoğru söz söyleyin. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a da helâl olmayan şeyleri nisbet etmeyin. İkrime ve yineİbn Abbâs da şöyle demişlerdir: Dosdoğru söz lâ ilahe ilallah, demektir. Bunun, dışı içine uygun düşen söz olduğu söylendiği gibi, başkası bir tarafa sadece Allah'ın rızası gözetilerek söylenen sözdür, diye de açıklanmıştır. Birbirleriyle anlaşamayıp tartışan kimselerin arasını düzeltmek olduğu da söylenmiştir. Bu ifade, kendisi ile hedefi isabet ettirmek maksİsmi ile okun düzeltilmesini anlatan: (......)'den alınmıştır. Dosdoğru söz (kavl-i sedid) bütün hayırları kapsar. O halde dosdoğru söz, sözü edilen bütün bu hususlar hakkında ve başkaları hakkında genel bir ifadedir. Âyetin zahiri' şunu göstermektedir: Bu âyet ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minler hakkında söylenen eziyet verici, rahatsız edici sözlerin dışında kalan, onlara muhalif olan sözlere işaret edilmektedir. Daha sonra yüce Allah, dosdoğru söz söylemeyi amelleri düzeltmek ve günahları bağışlamak ile mükâfatlandıracağını vaadetmektedir. Böyle bir derece ve böyle yüksek bir mevki ise, mükâfat olarak çok üstün ve yeterlidir. "Kim Allah'a ve Rasûlüne" verdikleri emirlerinde ve yasaklarında "itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur." 72Biz; emaneti, göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler. Bundan endişeye düştüler, ama onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir. Cenab-ı Allah bu sûrede bunca ahkâmı açıkladıktan sonra, emirlerine bağlı kalmayı emretmektedir. Emanet; bu husustaki en sahih görüşe göre dinin bütün görevlerini kapsamaktadır. Cumhûr'un görüşü budur. Tirmizîel-Hakim Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmail b. Nasr anlattı, o Salih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezid b. Cevher'den, o ed-Dahhak'tan, oİbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yüce Allah, Âdem'e: Ey Âdem dedi. Şüphesiz ki Ben emaneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu yüklenir misin? Âdem: İçinde neler var ya Rabbi? dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riayet etmezsen, azâb edilirsin. O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu." Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ta'zimu Kadri's-Salat, I, 473-474; Deylemî, el-Firdevs, III, 175. Buna göre emanet, yüce Allah'ın kullarına emanet olarak verdiği farzlardır. Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes’ûd dedi ki: Bu âyet emanet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emanetleri hakkındadır. Yine ondan bütün farzlardır, bunların en ağırı ise-, mal emanetidir, dediği de rivâyet edilmiştir. Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Kadına ferci(namus ve iffeti) hususunda güvenilmesi emanetin bir kısmını teşkil eder. Ebû'd-Derdâ da şöyle demiştir: Cünubluktan yıkanmak bir emanettir. Şanı yüce Allah dininden ondan başkası hususunda Âdem oğluna güven duymamıştır. Merfu' bir hadiste de şöyle denilmektedir: 'Emanet namazdır." Malikin Zeyd b. eslem'den rivâyeti olarak:İbn Kesîr, Tefsir, III, 523.istersen namaz kıldım dersin, istersen kılmadım, dersin. Oruç ve cünubluktan yıkanmak da böyledir. Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey, onun fercidir. Yüce Allah: Bu benim sana bıraktığım bir emanettir, sakın onu haktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, ben de seni korurum, buyurdu. Buna göre ferc bir emanettir, kulak bir emanettir, göz bir emanettir, dil bir emanettir, karın bir emanettir, el bir emanettir, ayak bir emanettir. Esasen emaneti olmayanın imanı da yoktur. Muhammed b. Nasr el-Mervezi, Ta'zimu Kadri's-Sıla, I, 481. es-Süddî dedi ki: Buradaki emanetten kasıt, Âdem'in oğlu Kabil'e, diğer oğlu ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kabil'in kardeşini öldürmek suretiyle ona hainlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona: "Ey Âdem, demişti. Benim yeryüzünde bir Ev'imin olduğunu biliyor musun?" Âdem: "Hayır, Allah'ım" demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: "Benim Mekke'de bir Evim var, ona git. Bunun üzerine Âdem semaya: Emanet olarak oğlumu koru demişti, sema kabul etmemişti. Yere: Emanet olarak oğlumu koru, demiş, yer de kabul etmemişti. Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kabil'e: Emanet olarak oğlumu koru, demiş, o da: Olur diye cevap vermişti. Git ve gel oğlunu seni memnun edecek bir şekilde bulacaksın demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler..." âyetinde kastedilen budur. Ma'mer'in,el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emanet göklere, yere ve dağlara teklif edildiğinde onlar: Emanette(muhtevasında) ne var? diye sormuşlardı. Onlara: İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın, denildi. Bu sefer bunlar: Hayır (kabul etmiyoruz), dediler. Mücahid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emaneti teklif etti, o: Emanet nedir? diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi; Eğer iyilikte bulunursan sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azablandırırım. Bunun üzerine Âdem: Ben de onu yüklendim Rabbim, diye cevab verdi. Mücahid dedi ki: Onun bu emaneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması arasında geçen süre sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi. Ali b. Talha'nın,İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." âyeti hakkında şöyle demiştir: Emanet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti. Eğer eksiksiz olarak emanetin gereğini yerine getirirlerse onları mükâfatlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine getiremezler korkusuyla yüce Allah'ın dinini ta'zim ettiklerinden böyle tavır takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emaneti Âdem'e teklif etti, o da içindekilerle beraber kabul etti. en-Nehhâs dedi ki: Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur. Bir diğer açıklama da şöyledir: Âdem(aleyhisselâm)'ın vefatı yaklaştığında emaneti mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emaneti almaları için teklifte bulundu, fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi. Yine denildiğine göre; bu emanet yüce Allah'ın göklerde, yerde dağlarda ve mahlukatta tevdi etmiş olduğu rubûbiyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır. Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır. "Arzettik" ifadesi açığa çıkardık, izhar ettik, demektir. Nitekim "cariyeyi satışa arzettim" demek de böyledir. Yani Biz emaneti ve emanetin gereğinin yerine getirilmesini göklerde ve yerde bulunan meleklere, insanlara ve cinlere arzettik (durumunu açıkladık) "de onlar bunu yüklenmek istemediler."Yani yükünü taşımaya yanaşmadılar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleri ile birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir." (el-Ankebut, 29/13) "Ama onu insan yüklendi." Burada "insan"dan kasıt, el-Hasen'in dediğine göre kâfir ve münafıktır. "Çünkü o" nefsine "çok zalim ve" Rabbi hakkında "çok cahildir." Buna göre (göklerin, yerin ve dağların) cevabı mecazi bir ifade olur. "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) âyeti gibi olur. Bu hususta bir diğer cevab da şöyledir: Bu hakikattir, gerçekten yüce Allah; göklere, yere ve dağlara emaneti ve emanetin zayi edilmesi (halinde ceza ve mükâfatını) sunmuş (açıklamış)dır. Bu da mükâfat ve cezadır. Yani onlara bu hususları açıkladığı halde onlar bu yükün altına girmeyip bundan korktular ve şöyle dediler: Biz ne mükâfat isteriz, ne de bir ceza isteriz. Herbirileri de: Bu altından kalkabileceğimiz bir iş değildir. Biz Senin emrini dinleyenleriz, bize vermiş olduğun emirlerde ve bizi müsahhar kıldığın hususlarda sana itaat ediyoruz. Bu açıklamayı da el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İlim adamları derler ki: Cansız varlıkların hiçbir şey anlamadıkları ve cevab veremedikleri bilinen bir husustur. Bu son görüşe göre onların hayat sahibi olduklarının kabul edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Burada sözü edilen arz ve teklif bağlayıcı olmak üzere yapılmış bir teklif değil, muhayyer bırakan bir üslupla yapılmış bir tekliftir. İnsana yapılan :eklif ise, bağlayıcı bir surette yapılmıştır. el-Kaffal ve başkaları şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîmedeki "arzetmek" bir darb-ı meseldir. Yani gökler ve yer büyüklüklerine rağmen, şayet mükellef kılınmaları mümkün olsaydı, şer'î hükümlerin altına girmek onlara çok ağır gelirdi. Buna sebep ise bu hükümlerdeki mükâfat ve cezadır, yani teklif öyle bir özelliktedir ki göklerin, yerin ve dağların ondan âciz düşmeleri sözkonusudur. İnsana ise, bu yükümlülük verildi, eğer o aklını kullanacak olsaydı, çok zalim ve çok cahil olduğunu anlardı. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik..." (el-Haşr, 59/21) diye buyurduktan sonra: "İşte Biz bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz" diye buyurmaktadır. el-Kaffal dedi ki: Yüce Allah'ın misaller verdiği ortada olduğuna göre, ayrıca ancak bir misal olarak anlaşılabilecek haberler de bize varid olduğuna şzre: bunu ancak bir misal olarak kabul etmeliyiz. Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerîme mecazlı bir anlatımdır. Ya-s Biz eğer emanetin ağırlığını göklerin, yerin ve dağların gücü ile karşılaştıracak olursak, bunların emaneti taşıyamayacaklarını görürüz ve eğer bunür konuşacak olurlarsa, bu işi kabul etmezler ve bundan çekinirler. İşte Cenab-ı Allah bu anlamı: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." ivetı ile dile getirmektedir. Bu da bir kimsenin: Ben yükü deveye sundum, o bu yükü kabul etmedi, demesine benzer. Halbuki bu ifade, yükün ağırlığı ile devenin gücünü birbiriyle karşılaştırdım, fakat gücünün bu yükü taşımaya yetmeyeceğini gördüm demektir. "Arzettik" âyetinin emaneti göklerle yer ve dağlarla karşılaştırdık, fakat bunların emaneti taşıyamayacak kadar zayıf olduklarını ve emanetin ağırısb ;Ie bunlardan daha ağır bastıklarını gördük, demek olur. Bir diğer açıklamaya göre emanetin göklere, yere ve dağlara arzedilmesi Âdem(aleyhisselâm) tarafından olmuştur. Şöyle ki;yüce Allah, Âdem'i soyundan gelenlere halife kılıp Z3. yeryüzünde bulunan bütün hayvanlar, kuşlar ve yabani hayvanlara ha-ac kılıp ona birtakım ahidlerde bulunup bu ahidlerde ona birtakım emirler verip birtakım şeyleri haram, birtakım şeyleri helâl kılınca, o da bunları kabul etti ve bunların gereğince amel etti. Ölüm vakti yaklaşınca yüce Allah'tan kendisinden sonra yerine kimi halef bırakacağını bildirmesini ve kendisine yüklemiş olduğu bu emaneti kime yükleyeceğini bildirmesini istedi. Yüce Allah, ona bu işi, itaat ettiği takdirde mükâfat, isyan ettiği takdirde cezalandırılmak şeklinde kendisinden alınmış aynı şartlar ile göklere arzetmesini emretti. Gökler yüce Allah'ın azabından korkarak bu teklifi kabul etmediler. Daha sonra aynı şekilde bunu yere ve bütün dağlara arzetmesini emretti, bunlar da kabul etmediler. Arkasından bu işi oğluna teklif etmesini emretti, o da bu işi oğluna teklif etti. Oğlu da aynı şartla kabul etti. Göklerin, yerin ve dağın çekindiği gibi, o bu görevden çekinmedi. "Çünkü o" kendi nefsine karşı "çok zalim ve" Rabbi için yüklenmiş olduğu görevin akıbetini bilmeyen "çok cahildir." Tirmizîel-Hakim Ebû Abdullah Muhammed b. Ali dedi ki: Ben bu sözleri söyleyenin bu kıssayı nereden çıkartıp getirdiğine şaşırdım doğrusu. Çünkü bu husustaki rivâyetlere baktığımız takdirde rivâyetlerin, söylediklerinden farklı olduğunu görürüz. Yine âyetlerin zahirine bakacak olursak, âyetlerin zahirinin de söylediklerine uygun düşmediğini görürüz. Batınına bakacak olursak, söylediğinden çok uzak olduğunu görürüz. Çünkü o emanetten defalarca sözettiği halde, emanetin ne olduğundan sözetmemektedir. Şu kadar var ki o: "Allah onu yeryüzünde bulunan herşeye hakim kılıp içinde emirleri, yasakları, helâl ve haram kıldığı şeyleri ihtiva eden ahdini Allah ona verdi" sözleri ile buna işaret etmekte, yüce Allah'ın da bu işleri göklere, yere ve dağa teklif etmesini emrettiğini iddia etmektedir. Gökler, yer ve dağlar helâl ve haramı ne yapsın? Hayvanlar, kuşlar ve yabani hayvanlar üzerinde musallat ve egemen olmanın mahiyeti nedir? Diğer taraftan bu işi oğluna teklif edip oğlu kabul edince, ondan sonra nasıl onun zürriyetinin boyunlarına bir mesuliyet olarak kalmaya devam etmiştir? Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan haberin başında belirtildiğine göre o, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etti. Onların bunu kabul etmedikleri ortaya çıktıktan sonra, insanın bu emaneti yüklendiğini sözkonusu etti. Yani insan bunu kendiliğinden kabul etti, yoksa ona bu iş yükletilmiş değildir. Bundan dolayı ondan: "Çünkü o" nefsine "çok zalim ve" içindeki muhtevadan habersiz olduğu için "çok cahildir" denilmiştir. Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince: Bana babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-Fadl el-Kufî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmail anlattı. es-Serrî, Âmir en-Nehaî'den, oMesrûk'tan, o Abdullah b. Mes'ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emaneti yarattığında ona kaya gibi temsili bir suret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağlan çağırdı, onlara: Bu emanettir, bunun (yerine getirilmesi halinde) sevabı,(getirilmemesi halinde) cezası vardır, dedi. Bunlar: Rabbimiz dediler, bizim buna gücümüz yetmez. İnsan ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara: Sizin üstünüzde ne var? diye sordu, onlar şöyle dediler: Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere çağırdı, biz ise, bundan çekindik ve buna güç yetiremedik. Bu sefer onu eliyle hareket ettirdi ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim. Bunu taşımak istesem taşıyabilirim deyip dizlerine varıncaya kadar o emaneti kaldırdı, sonra yerine bırakıp şöyle dedi: Allah'a yemin ederim daha da taşımak istesem yine daha yukarıya kaldırabilirim. Bu sefer onlar: Haydi taşı bakalım, dediler. Onu taşıdı ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine: Allah'a yemin ederim, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim, dedi. Yine onlar: Haydi kaldır, dediler. O da bunu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu. Yerine bırakmak isteyince, onlar: Olduğun yerde dur, dediler, çünkü bu emanettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın halde geldin, onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zalim ve çok cahilsin. Daha sonra Tirmizîel-Hakim birçoğu önceden kaydedilmiş bulunan ashab ve tabiinden birtakım haberler daha kaydetmektedir. "Ama onu insan yüklendi." Haklarını yerine getirmeyi o üstlendi. Bunu yaparken o kendi nefsine çokça zalimlik etmişti. Katade dedi ki: Onun zalimliği emanete karşı idi ve o altına girdiği yükün miktarını bilmiyordu. İbn Abbâs ve İbn Cübeyr'in te'vili budur. el-Hasen: Rabbi hakkında bilgisizdi, diye açıklamıştır. Yine el-Hasen: Ama onu insan yüklendi." O hususta emanetin gereğini yerine getirmedi diye açıklamıştır. ez-Zeccâc dedi ki: Bu te'vile göre âyet-i kerîme kâfirler ve münafıklar ile durumlarına göre isyankârlar hakkındadır. İbn Abbâs ve arkadaşları ile ed-Dahhak ve başkaları şöyle demişlerdir: "İnsan"dan kasıt Âdem'dir. O emaneti yüklendi, fakat daha bir gün geçmeden kendisinin cennetten çıkarılmasına sebep teşkil eden masiyeti işledi. Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre yüce Allah ona: Bu emaneti içindekilerle birlikte yüklenir misin? diye sormuş, o: İçinde ne var? diye sormuş. Yüce Allah şu cevabı vermiş: İyilik yaparsan mükâfatını alırsın, kötülük vaparsan cezalandırılırsın. Âdem şu cevabı vermiş: Ben içindekiler ile birlikte onu kulağım ile omuzum arasındaki mesafede yüklenmeyi kabul ediyorum. Yüce Allah ona: Şüphesiz ki Ben sana yardım edeceğim. Senin gözüne bir perde kıldım, sen de gözünü senin için helâl olmayan şeylere karşı kapat. Fercin için bir elbise, kıldım, onu sana helâl kıldıklarımdan başkasına açma.(Allah doğrusunu en iyi bilendir). Bazıları da "insan"dan kasıt, bütün insan türüdür, demişlerdir. Bu da daha önce belirttiğimiz üzere emanetin genel olması ile birlikte güzel bir açıklamadır. es-Süddî ise, "insan"dan kasıt Kabil'dir demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 73Tâ ki Allah münafık erkeklerle, münafık kadınları, müşrik erkeklerle, müşrik kadınları azaplandırsın. Mü’min erkeklerle, mü’min kadınların da tevbelerini kabul etsin. Allah, çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır. "Tâ ki Allah, münafık erkeklerle, münafık kadınları... azaplandırsın." âyetinde geçen; "Tâ ki... azablandırsın" lâfzındaki "lâm" "yüklendi" fiiline taalluk etmektedir, yani günahkârı azaplandırsın, itaatkârı da mükâfatlandırsın diye onu yüklendi. Buna göre burdaki "lâm" ta'lil(sebeblilik) içindir. Çünkü azâb emaneti yüklenmenin bir sonucudur. Bu "lâm"ın "arzettik" fiiline taalluk ettiği de söylenmiştir. Yani Biz emaneti herkese teklif ettik. Sonra bunu insana yükledik ki, müşrikin şirki, münafıkın da münafıklığı -Allah onları azaplandırsın- diye mü’minin de imanı -Allah da onu mükâfatlandırsın diye- ortaya çıksın. "Mü’min erkeklerle... tevbelerini kabul etsin." âyetinde yer alan: Tevbelerini kabul etsin" fiilini el-Hasen ötreli olarak önceki fiile atfetmeksizin okumuştur. Bu da; Allah her durumda tevbelerini kabul eder, demektir. "Allah çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır" âyetinde geçen: "Çok bağışlayandır, çok rahmet buyurandır" lâfızları: "...dır"ın arka arkaya gelmiş iki haberidir. İkincisinin birincisinin sıfatı olması da mümkündür. Hazfedilmiş bir lâfzın hali de olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.(Ahzab Sûresi burada sona ermektedir). |